Îsâ aleyhisselâmdan sonra, bir son
Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” geleceği İncîlde yazılıdır.
Yuhannâ İncîlinin
14. cü bâbının 16. cı âyetinde Îsâ
aleyhisselâm;
(Allah size, sizinle berâber kalacak
bir tesellî edici gönderecekdir) demekdedir. 26. cı âyetinde
ise, (Bu hakîkî tesellîci size herşeyi öğretecek ve size benim öğretdiklerimi
de hâtırlatacakdır)
demekdedir. 16. cı bâbın 13. cü
âyetinde ise, (O, size her hakîkate yol gösterecekdir. Zîrâ O, size kendiliğinden birşey
söylemiyecek, fekat Allahın
söylediklerini size bildirecekdir) demekdedir. [Hıristiyanlar (Tesellîci) kelimesini
(Rûh) diye tercemede ısrâr
ederler.]
Bundan başka, Kitâb-ı mukaddesin
Eski Ahd (Tevrât) kısmında Arab ırkından bir
Peygamber geleceği yazılıdır. Tesniyenin
18. ci bâbının 15. inci
âyetinde, Mûsâ aleyhisselâmın İsrâîllilere,
(Rab sizin için aranızdan,
kardeşlerinizden benim gibi bir Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” çıkaracakdır) dediği yazılıdır. Burada
bahs konusu olan İsrâîllilerin
kardeşleri, İsmâîlîler
ya’nî arablardır. İşte İncîlde ve
Tevrâtda yazılı olan ve Arab
ırkından geleceği müjdelenen
bu son Peygamber, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”dir. Getirdiği din, (İslâm) dînidir.
Bu dîne îmân edenlere (Müslimân) ismi
verilir. Müslimânların
kudsî kitâbı, (Kur’ân-ı kerîm)dir.
Kur’ân-ı
kerîm, Allahü teâlâ tarafından
Peygamberimiz Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme, arabî olarak vahy
olunmuşdur. Aradan 1400 sene geçmiş olmasına rağmen, tek kelimesi, hattâ tek harfi değişmemişdir.
Hangi dinden olursa olsun, herkes onu okuduğu zemân azamet ve haşmetine hayrân kalır. Hattâ,
arabî bilmeyenler bile, onun başka dillerdeki tercemesini okurken, bu muazzam
ifâdenin kudretini i’tirâf etmeğe mecbûr olurlar.
Üç mukaddes kitâb hakkında Nişancızâde Muhammed
Efendinin[1] (Mir’ât-ı kâinât) kitâbında şu
bilgiler vardır:
Mûsâ aleyhisselâm, Medyen şehrinde
Şuayb aleyhisselâma on sene hizmet etdikden sonra, anasını ve kardeşini
ziyâret için Mısra
----------------------------
[1] Nişancızâde,
1031 [m. 1622] de Edirnede vefât etdi.
giderken Tûr dağında kendisine Peygamber olduğu bildirildi.
Mısra
gitdi. Fir’avnı ve
kavmini dîne da’vet etdi. Dönüşde yine Tûra uğrayıp Allahü teâlâ ile konuşdu. Kendisine
(Evâmir-i aşere) ya’nî on emr ve kırk cild
Tevrât nâzil oldu. Her cildde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Bir cild,
bir senede okunurdu. Mûsâ, Hârûn, Yûşa’ ve Uzeyr ve Îsâdan “aleyhimüsselâm”
başka kimse Tevrâtı
ezberlememişdir. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, Tevrât nüshaları yazıldı. Mûsâ
“aleyhisselâm”, Allahü teâlânın emri ile, altın ve gümüşden bir sandık yapıp, kendine
nâzil olan Tevrâtı
içine koydu. Kudüse yakın bir
yerde yüzyirmi yaşında vefât etdi. 668 [m. 1269] senesinde Mısr sultânı Beybers
kabri üzerine türbe yapdırdı. Mûsâ
aleyhisselâmdan sonra Yûşa’ “aleyhisselâm”, Amâlikadan Kudüsü aldı. Çok zemân
sonra İsrâîl
oğullarının dinleri ve
ahlâkları
bozuldu. Buhtunnasar Bâbilden gelip, Kudüsü aldı. Süleymân aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescîd-i
aksâyı yıkdı. Tevrâtları yakdı. İkiyüzbin kişi
öldürdü. Yetmişbin din adamını esîr
aldı.
Bâbile götürdü. Behmen pâdişah olunca esîrleri serbest bırakdı. Uzeyr
aleyhisselâm Tevrâtı
okudu. İşitenler
yazdılar.
Uzeyr aleyhisselâmdan sonra yine bozuldular. Bin Peygamberi şehîd etdiler. İskender
gelinceye kadar, Îrânın
emrinde yaşadılar. İskenderden
sonra, Yunanlıların ta’yîn etdiği yehûdî
vâlîlerle idâre edildiler.
İncîle gelince, bu da ilk şeklinde olduğu gibi
saklanmadı.
Hele İncîli
ezberden bilen tek kişi yokdu. Havârîlerin bile İncîli ezberden bildiğine dâir tek
bir kayd yokdur. İncîl
hakkında,
kitâbımızın birinci kısmı başında
geniş bilgi verilmişdir. Hâlbuki Kur’ân-ı kerîm, yirmiüç senede, parça parça nâzil
oldukça, Onu mü’minler hemen ezberliyorlardı. Ancak (Yemâme)[1]
muhârebesinde, Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemiş 70 hâfız şehîd
olunca, (Kur’ân-ı
kerîmi ezberden bilenler azalıyor) diye, telâş edenÖmer “radıyallahü anh”,
o zemânki halîfe Ebûbekre “radıyallahü teâlâ anh” başvurarak, Kur’ân-ı kerîmin
toplanıp yazılmasını tavsiye ve
ricâ etdi. Bunun üzerine, hazret-i Ebûbekr, Muhammed aleyhisselâmın kâtibi olan
Zeyd bin Sâbite “radıyallahü
teâlâ anh” Kur’ân-ı
kerîm sûrelerinin ayrı ayrı kâğıdlara yazılmasını emr etdi.
Kur’ân-ı
kerîm Kureyş lehçesi dâhil, yedi lehçe üzerine vahy edilmişdi. Hattâ ba’zen
herhangi bir Kur’ân-ı
kerîm kelimesini iyi telaffuz edemeyenlere, aynı ma’nâda başka bir kelime kullanmasına da
müsâ’ade olunuyordu. Meselâ, Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ
anh” (Taâmül-esîm) kelimesini müte-
----------------------------
[1] Yemâme cengi, hicretin
onbirinci senesinde Müseylemetülkezzâba karşı yapıldı.
mâdiyen (Tâmmülyetîm) diye okuyan bir köylüye, (Sen bu
kelimeyi telaffuz edemiyorsan, bunun yerine aynı ma’nâda olan (Taâmülfâcir)
kelimesini kullan!) demişdi. Fekat Kur’ân-ı kerîmin böyle muhtelif lehçelerle okunması, aynı ma’nâda da
olsa, başka kelimeler kullanılması, müslimânlar arasında münâkaşalara, hangi lehçenin dahâ iyi olduğu hakkında
münâkaşaya (ihtilâfa) sebeb oldu. Bunun üzerine, o zemânki halîfe Osmân “radıyallahü teâlâ
anh”, yine Zeyd bin Sâbit “radıyallahü teâlâ anh” reîsliği altında bir hey’et toplıyarak,
Kur’ân-ı
kerîmin yalnız
Kureyş lehçesi üzerine yeniden yazılmasını ve tertîb edilmesini emr etdi. Sûreler, hep Kureyş
lehcesi ile yazılmış sahîfelerden
seçildi. Bu Mıshafdan,
yedi aded yazılarak
vilâyetlere gönderildi. Bu sûretle, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât
edeceği
sene, Cebrâîl aleyhisselâm ile iki def’a okumuş oldukları Kur’ân-ı kerîm yazıldı. Buna uymıyan nüshaları imhâ edildi.
Bugün bütün islâm memleketlerinde mevcûd olan Kur’ân-ı kerîmlerin
tertîbi ve şekli (Mıshaf-ı Osmânî)ye tam
uygundur. O zemândan beri bir tek harfi değişmemişdir.)
(Rıyâd-un-nâsıhîn) ismindeki
fârisî kitâbda diyor ki, (Osmân “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ
anhüm ecma’în” topladı.
Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etdiği sene okuduğu Kur’ân-ı kerîm bu
olduğuna
ittifak ile karâr verdiler. Yedi lugatden birini tercîh etmek, ümmete vâcib değildi,
câizdi).
İslâm dîninin menba’ları dörtdür.
Kur’ân-ı
kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı Fukahâ. İcmâ’, sözbirliği demekdir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sözbirliği ile dört
mezheb imâmlarının sözbirliği,
müslimânlar için seneddir, vesîkadır. Çünki, Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (Ümmetim, hatâ, dalâlet üzerinde
birleşmez) buyurmuşdur. İcmâ’ ile anlaşılan bilgilerin doğru olacaklarını, bu hadîs-i
şerîf de haber vermekdedir. Bunun için, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” icmâ’
etdiği bu
Mıshaf
sahîhdir. Bundan başkasını okumak
harâmdır.
Zâten, bugün Kureyş lehçesinden başka lehçelerle yazılmış Kur’ân-ı kerîm mevcûd
değildir.
Yedi lehçenin hepsi zemânla tegayyür etmiş, unutulmuş, gayb olmuşlardır. Bugün
müsta’mel muhtelif arabî lugatlar ile Kur’ân-ı kerîmi anlayabilmek için, tefsîr
kitâblarını okuyarak,
Kureyş lehçesini, kelimelerin o zemânki kullanıldıkları ma’nâları öğrenmek lâzımdır.
Kur’ân-ı kerîm hakkında garblı meşhûr
âlimler, edîbler, hayrânlıklarını dâimâ izhâr
etmişlerdir. Meşhûr edîblerden biri olan
Alman şâiri Goethe[1], Kur’ân-ı kerîmin, tam doğru olmıyan almanca
bir tercemesini okudukdan sonra, (İçindeki tekrârlardan sıkıntı duydum.
Fekat ifâdenin azameti, haşmeti karşısında hayrân kaldım) demekden kendini men’ edememişdir.
Bir ingiliz râhibi olan
Beoworth-Smith, (Muhammed ve Muhammede bağlı olanlar) “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ismli eserinde, (Kur’ân, üslûb temizliği, ilm, felsefe
ve hakîkat mu’cizesidir) diye yazmakdadır.
Kur’ân-ı kerîmi ingilizceye terceme eden
Arberry ise, (Ne zemân ezân dinlesem, o bana çok te’sîr eder. Akan nağmelerin altında, sanki
davula vuruluyormuş gibi bir ses duyarım. Bu vuruş, sanki kalbimin vuruşu gibidir)
demekdedir.
Marmaduke Pisthali ise, Kur’ân-ı kerîm için,
(En taklîd olunmaz bir âhenk, en sağlam bir ifâde! İnsanları ağlamağa veyâ sonsuz muhabbet ve aşka sevk eden bir
kudret!) ifâdesini kullanmışdır.
Bunların yanında birçok
garblı
filozof, ilm ve siyâset adamları, Kur’ân-ı kerîmden, büyük bir hurmet, büyük bir takdîr, büyük bir
hayranlıkla
bahs etmekdedirler. Fekat bunlar, Kur’ân-ı kerîmi, Allah kitâbı olarak değil, Muhammed
aleyhisselâmın
yazdığı
büyük ve kıymetli
bir eser olarak kabûl etmekdedirler. Eğer böyle olmasaydı, bütün bu hayrânların müslimân
olmaları îcâb
ederdi.
Bakınız, Lamartin[2] bile:
(Muhammed, bir yalancı Peygamber değildir. Çünki
O, kendisinin Allah tarafından
yeni bir dîni yaymak için seçildiğine inanıyordu) demekdedir. Bu da, şunu gösterir: Garblı ilm adamları, Muhammed
aleyhisselâmın
yalancı
olmadığını, fekat Onun
kendi karîhasından
[zekâsından]
gelen Kur’ân-ı
kerîmi Allahü teâlânın
vahyi zan etdiğini
ileri sürüyorlar. Onlara göre Muhammed “aleyhisselâm”, yalan söylemiyordu.
Hakîkaten kendisini Peygamber zan ediyor ve ağzından çıkan sözlerin, Ona Allahü teâlâ tarafından
gönderildiğine
inanıyordu.
Kur’ân-ı kerîm misli olmıyan büyük bir
mu’cizedir. Aşağıda
beyân edeceğimiz
gibi, içinde en derin ilmî ve fennî bilgiler, bütün dünyâda bugüne kadar yapılmış medenî
kanûnlara nümûne teşkil edecek ilmî ve hukûkî esâslar, eski târîhe âid birçok
bilinmeyen ma’lûmât, insanlara verilebilecek en büyük ahlâk esâsları, nasîhatler,
dünyâ ve âhiret hakkında
en mantıkî
îzâhat esâsları ve bunlara
benzer, o zemâna kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bile-
----------------------------
[1] Goethe
1248 [m. 1832] de öldü.
[2] Fransız
şâiri Lamartin, 1286 [m. 1869] da öldü.
mediği, tasavvur bile edemediği husûslar vardır. Bunlar
kimsenin söyliyemeyeceği
yüksek bir ifâde ile beyân edilmişdir.
Muhammed “aleyhisselâm” ümmî idi.
Ya’nî kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş,
hiç bir şey yazmamışdı. Bu husûs
Kur’ân-ı
kerîmde, Ankebût sûresinin kırksekizinci
âyetinde meâlen, ([Ey
Muhammed “aleyhisselâm”! Bu Kur’ân-ı kerîm sana indirilmeden önce] Sen bir kitâbdan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler [Kur’ân-ı kerîmi,
başkasından
öğrenmiş
veyâ önceki semâvî kitâblardan almış] derlerdi. [Yehûdîler de, Onun vasfı Tevrâtda ümmî
olarak bildirilmişdir, bu ise ümmî değil diye şübheye düşerlerdi]) buyurulmuşdur.
Muhammed aleyhisselâm 40 yaşında iken, ibâdet için çekildiği Hirâ dağındaki mağarada,
kendisine Cebrâîl aleyhisselâm tarafından ilk vahy getirildiği zemân,
korkudan şaşkına
dönmüş, ne yapacağını şaşırmış, koşa koşa
evine giderek zevcesi olan Hadîce radıyallahü anhâdan kendisini yatağa yatırmasını, üstünü sıkıca örtmesini
ricâ etmiş, uzun müddet kendisine gelememişdi. Kendisinde büyük bir rûhâniyyet,
bir üstünlük olduğunu
kabûl eden, insanlar için yeni bir din kitâbı hâzırlamak isteyen bir zât, böyle mi olur? Her şeyden
evvel, böyle bir mu’azzam eseri yazabilecek kudretde bilgi öğrenmesi, pek
çok şeyler okuması,
birçok tedkîkler yapması îcâb
etmez mi? Hâlbuki Muhammed aleyhisselâm çocuk iken, iki kerre tüccârlarla Şâm
tarafına
götürülmüş, bu seferlerinde, yalnız ticâret eşyâsının muhâfazası ve emniyyeti vazîfesini yapmış, ticâret
kervanları
idâre etmiş, bunları yalnız SON DERECE
YÜKSEK OLAN DÜRÜSTLÜĞÜ ve inanılmaz derecede yüksek olan hâfızası ile yapmışdı. Kendisine,
hâtırına bile
gelmiyen, hiç beklemediği
böyle bir vahy gelmesi, onu sevindirmemiş, bil’aks korkutmuşdu. Ancak vahyler
tekrarlandıkça,
Allahü teâlânın
kendisine hakîkaten gâyet mühim ve ağır bir vazîfe verdiğini anlamış ve Allahü
teâlânın
emrlerine bütün mevcûdiyyeti ile itâ’at ederek, Onun bildirdiği (Tek Allah)
esâsı
üzerine kurulmuş olan (İslâm dîni)ni neşre başlamışdı. Muhammed aleyhisselâmın islâm
dînini neşr etmesi, Ona hiçbir dünyevî menfe’at temîn etmemiş, bil’aks hemen
hemen, bütün Mekkeliler kendisine düşman kesilmişdi. (Hiçbir Peygamber, benim çekdiğim eziyyeti çekmedi, benim kadar üzülmedi) buyurmuşdur.
Bu hadîs-i şerîf, kitâblarda yazılıdır. Bu
da gösteriyor ki, Muhammed aleyhisselâm yeni bir din neşr etmesinde hiçbir
menfe’ati veyâ arzûsu bulunmuyordu. Esâsen, yukarıda da zikr etdiğimiz gibi,
kendisinin yetişmesi ve muhîti böyle mu’azzam bir iş için kâfî değildi.
O hâlde, Muhammed aleyhisselâmın Kur’ân-ı kerîmi kendi
başına tertîb etdiğini
kabûl etmeğe
imkân yokdur. Acabâ Kur’ân-ı kerîm, ancak Allahü teâlâ tarafından vahy
edilen mu’azzam bir eser midir? Bir de bunu tedkîk edelim:
Bir yeni peygamber zuhûr edince, onun
etrâfında
toplanan halk, ondan mu’cizeler bekler. Gerek Mûsâ “aleyhisselâm”, gerekÎsâ
“aleyhisselâm” peygamberliklerini isbât etmek için mu’cizeler göstermek zorunda
kaldılar.
Hakîkatde bu mu’cizeler, ancak Allahü teâlânın emr ve müsâ’adesi ve yaratması ile meydâna
geldi. Fekat, bunları
târîhçiler, (Mûsânın ve
Îsânın
“aleyhimesselâm” mu’cizesi) diye kayd etdiler. Hâlbuki, bizim gibi insan olan
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, kendiliklerinden mu’cize
yapamazlar. Mu’cize, ancak Allahü teâlâ tarafından yaratılır.
Peygamberler ancak, Allahü teâlânın yaratdığı mu’cizeleri insanlara gösterirler.
Allahü teâlâ, Muhammed sallallahü
aleyhi ve selleme en büyük mu’cize olarak (Kur’ân-ı kerîmi) vahy etmişdir. Kur’ân-ı kerîm, mu’cize olduğu muhakkak
olan en büyük kitâbdır.
Hâlbuki Arablar, Muhammed aleyhisselâmdan, semâdan bir kitâb indirilmesini veyâ
bir dağı
altuna çevirmesini istiyorlardı. Kur’ân-ı kerîm, bu husûsu ne güzel beyân buyurmakdadır. Ankebût sûresinin elli ve ellibirinci âyetlerinde
meâlen, (Müşrikler, ne olur rabbinden [Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetine
delâlet eden Îsâ aleyhisselâmın sofrası, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi] mu’cizeler
indirilmiş olsaydı dediler. [Ey habîbim] Sen onlara de ki,
mu’cizeler Allahü teâlânın kudreti ve irâdesi
ile olur. [Ne zemân ve nasıl isterse
öyle yaratır.
Bunları
yapmak benim elimde değildir.]
Doğrusu ben ancak Onun
azâbını size teblîg edici, haber vericiyim.
Kur’ân gibi bir kitâbı sana indirmiş olmamız, onlara [mu’cize
olarak] yetmez mi? Bunda, inanan kavm için, rahmet
ve nasîhat vardır) buyurulmuşdur. O hâlde, Muhammed aleyhisselâmın en büyük
mu’cizesi, Kur’ân-ı
kerîmdir. (Bu Allah kitâbı değildir, onu
Muhammed yazmışdır)
diyebileceklere karşı da, Allahü teâlâ, yukarıda meâl-i şerîfini bildirdiğimiz, Ankebût
sûresinin kırksekizinci
âyetinde cevâb vermişdir. Böyle şübhelere mahal bırakmamışdır. Allahü teâlâ, Muhammed sallallahü aleyhi ve
sellemin böyle bir kitâbı
yazacak bir kudretde olmadığını ve
Kur’ân-ı
kerîmin kendisi tarafından
vahy edildiğini
teyîd etmekdedir. Esâsen Muhammed aleyhisselâmı Peygamber olarak seçerken, Onun
bilhâssa ümmî, ya’nî okuma yazma öğrenmemiş olmasını bildirmiş ve bu sebebden Kur’ân-ı kerîmin
ancak Allahü teâlâ tarafından
vahy edilebileceğinin
anlaşılmasını istemişdir.
Bu âyet-i kerîme-
nin tefsîrinde bu husûsda geniş ma’lûmât vardır. Muhammed
aleyhisselâmın
Peygamber olduğunu
gösteren en büyük vasfı,
FEVKAL’ÂDE DÜRÜSTLÜĞÜ, SADÂKATİ, CESÂRETİ, SABR VE DİRÂYETİDİR. Yalnız yüksek ilmi değil. Allahü teâlâ, Nisâ
sûresinin 82. ci âyetinde meâlen, (Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını düşünmiyorlar mı? Eğer Allahdan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok ihtilâf bulunurdu) buyurulmuşdur
ki, bu ne kadar doğrudur.
Allah kelâmı
olmadığını öğrendiğimiz bugünkü
(Kitâb-ı
mukaddes)de, Tevrât ve İncîlde
pek çok ihtilâflar vardır. Bu
da, bunların
insan eliyle yazılmış olduklarını isbât
etmekdedir.
Şimdi büyük bir sabr ile ve temâmen
bî-taraf olarak, Kur’ân-ı
kerîmin hakîkaten büyük bir mu’cize olup olmadığını tedkîk edelim. Bir kitâbın mu’cize
olması
için, onun çok belâgatli bir lisânla yazılmış olması, kimsenin o zemâna kadar bilmediği, duymadığı hakîkatleri,
hikmetleri ortaya koyması ve
eserin hiçbir kimsenin yapamıyacağı bir tarzda tertîb edilmiş bulunması lâzımdır.
Kur’ân-ı kerîmin lisânının belâgati
hakkında
çok misâl verdik. Bu husûs, esâsen bütün dünyâ tarafından kabûl
edilmişdir. Kur’ân-ı
kerîmin belâgatini inkâr eden tek insan yokdur.
Kur’ân-ı
kerîmde, o zemâna kadar hiç bilinmiyen husûslar zikr edilmiş midir? Bunu tedkîk
edelim:
Bugün dünyâmızın nasıl meydâna
geldiği
hakkında
büyük ansiklopedilerde ve fen adamlarının kitâblarında şu ma’lûmât vardır:
(Milyarlarca sene evvel, bütün kâinât
[Evren] bir tek parçadan ibâret idi. Bu tek parçanın ortasında
birdenbire büyük bir infilâk oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri
başka bir cihete doğru
gidiyordu. Nihâyet, bu parçaların ba’zıları
birbirleriyle birleşerek muhtelif seyyâreler [gezegenler] ve ayrı ayrı galeksiler
[saman yolları],
güneşler ve peykler [aylar] meydâna getirdiler. Artık Fezâda
[uzayda] bu ilk patlamaya karşı bir mukâvemet kalmadığından, bu
seyyâreler ve uydular ve bunların içinde bulundukları galeksiler fezâda kendi mahreklerinde
[yörüngelerinde] devr etmeğe [dönmeğe] ve yüzmeğe devâm etdiler. Dünyâ, içinde güneşin de bulunduğu bir
galeksidir. Kâinâtda sayılamıyacak kadar
çok galeksiler vardır.
Kâinât, gitdikce genişliyen bir manzûme [sistem]dir. Galeksiler yavaş yavaş
dünyâdan uzaklaşmakdadır.
Çünki, Kâinât, genişlemekdedir. Bir kerre, sür’atleri ziyânın sür’atine
varırsa,
artık
öteki galeksileri görmemize imkân kalmıyacakdır. Şimdiden, dahâ kuvvetli teleskoplar yapmağa
mecbûruz. Zîrâ, bir müddet sonra, onları göremiyeceğimizden
korkmakdayız.)
diyorlar.
Kendileri ile görüşdüğümüz fen
adamlarına,
(Bu netîceye ne zemân vâsıl
oldunuz?) dediğimiz
zemân, (Şöyle böyle 50-60 seneden beri, bütün dünyâ fen adamları bu
kanâ’atlarda birleşmişdir) demekdedirler. 50-60 sene, dünyâ hayâtında çok kısa bir fâsıladır.
Şimdi hemen bu husûsda Kur’ân-ı kerîmde
Allahü teâlânın ne
buyurduğunu
tedkîk edelim:
Enbiyâ sûresi, 30. cu
âyetinde meâlen, (İnkâr edenler, gökler ve Erd küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?) buyurulmuşdur. Yâsîn sûresinin
otuzyedi ve otuzsekizinci âyetlerinde meâlen, (İnkâr edenlere bir delîl de, gecedir.
Biz, ondan gündüzü ayırırız, sıyırırız da karanlıkda kalıverirler. Güneş de, kendi mahrekinde [yörüngesinde]
yürür) buyurulmuşdur.
Demek oluyor ki, Allahü teâlâ, fen adamlarının ancak 50-60 sene evvel meydâna çıkarabildikleri
dünyânın
yaratılışını bundan tâm
1400 sene evvel insanlara bildirmişdir. Şimdi yine fen adamlarına dönelim.
Biyologlar: (Bugün hayâtın nasıl meydâna
geldiğini
şöyle açıklıyoruz: Dünyânın ilk havasında amonyak,
oksijen ve karbonik asit vardı. Yıldırımların te’sîrleri
ile bunlardan amino-asitler meydâna geldi. Milyarlarca sene evvel, ilk def’a su
içinde protoplazma husûle geldi. Bunlardan ilk amibler meydâna çıkdı. Hayât suda
başladı.
Sudan karaya çıkan
canlılar,
havadan amino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydâna getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün
canlılar
sudan gelmekdedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmişdir) diyorlar.
Kur’ân-ı kerîmde de, ilk canlının denizlerde
yaratıldığı 1400 sene
evvel bildirilmekdedir.
Enbiyâ sûresi, 30. cu
âyetinde meâlen, (İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yaratdığımızı bilmezler mi?) ve Furkân sûresi, 54. cü âyetinde meâlen, (İnsanı sudan yaratarak erkek ve kadın akrabâlar yapan
Allahdır) ve Yâsîn sûresi, 36. cı âyetinde
de meâlen, (Yerin yetişdirdiklerinden ve
kendilerinden ve BİLMEDİKLERİ BİRÇOK
ŞEYLERDEN çift çift yaratan Allahü teâlâ her dürlü ayb ve noksandan
münezzehdir) buyurulmuşdur. Burada, nebâtâtı ve hayvânâtı tedkîk
edenlere ve bunların yanında (Bilmedikleri şeyler) buyurarak, insanların ancak
zemânla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceliyen
ilm adamlarına
îmâlar, işâretler vardır.
Nitekim, Rûm sûresinin 22. ci âyetinde meâlen, (Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisânla-
rınızın ayrı olması, Onun varlığının âyetlerinden [işâretlerinden]dir. Doğrusu burada âlimler [anlayış sâhibleri] için ibret vardır) buyurulmuşdur.
Demek oluyor ki, (lisân ve renk farklarında) henüz bizim bugün dahâ bilemediğimiz ba’zı incelikler
vardır.
Bunlar zemânla meydâna çıkacakdır.
Şimdi, dünyânın sonu hakkındaki
ma’lûmâtımızı tedkîk
edelim. Fen adamları,
(Dünyânın
muhakkak sonu gelecekdir. Nitekim, kâinâtda ba’zan bir seyyâre parçalanıp ortadan
gayb olmakdadır.
Bizim tedkîklerimize göre,dünyâmız, önceden kat’î olarak hesâb edemediğimiz bir
zemân sonra, muvâzenesini gayb ederek param parça olacakdır) demekdedirler.
Hâlbuki bunu Kur’ân-ı
kerîm bize 1400 sene evvel bildirmişdir. Zilzal
sûresinin 1. ci ve
2. ci âyetlerinde
meâlen, (Arz [yer
yüzü] dehşetle sarsıldığı ve içinde olanları [hazîne
ve ölüleri] dışarı çıkardığı zemân) buyuruluyor. Mü’min sûresi, 13. cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Size, [varlığına ve birliğine delâlet
eden] âyetlerini, mu’cizelerini gösteren, size
GÖKDEN RIZK İNDİREN Odur. Bu âyetlerden, işâretlerden Allaha inananlardan başkası ibret almaz) buyurulmuşdur.
Buradaki (gökden
rızk indiren) ta’bîri, çok
kerreler Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi, çölde yolunu gayb etdiği zemân,
gökden inen (Kudret helvâsı) denilen ve bugün de susuz yerlerde peydâ olan Manna adlı şekerli
maddeyi işâret olabilir denilmişdir. Hâlbuki bu tefsîr yanlışdır. Tefsîr kitâblarında, âyet-i
kerîmedeki (Size gökden rızk indiren) meâlindeki kısm, (Size gökden rızkınızın
sebebi yağmur
ve gayrilerini [kar, rutûbet] indiren Allahü teâlâdır) şeklinde
tefsîr buyurulmuşdur. Çünki Allahü teâlâ, bizim rızkımızı
hakîkaten semâdan indirmekdedir. Bunu biraz îzâh edelim. Bugün, en büyük fen
adamları,
dünyâda albüminlerin, proteinlerin nasıl meydâna geldiğini şöyle îzâh etmekdedir: (Yağmurlu
günlerde yıldırım ve
şimşeklerin te’sîrleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit
gazını meydâna
getirmekde, bu gaz tekrâr oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksid, diğer tarafdan
yine yıldırım ve
şimşeklerin te’sîri ile havadaki rutûbet ve azotdan, amonyak meydâna
gelmekdedir. Azot dioksid ise, rutûbetin te’sîriyle nitrik aside dönüşmekde, bu
sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek
amonyum nitrat ve amonyum karbonat hâsıl olmakda, meydâna gelen bu tuzlar, yağmurla yer
yüzüne inmekdedir. Yer yüzünde bu tuzlar toprakda bulunan kalsiyum tuzları ile
birleşerek kalsiyum nitratı meydâna getirmekde, bu tuz da nebâtât [bitkiler] tarafından mass
edilerek [emilerek] onların
yetişmesine sebeb ol-
makdadır. Bu nebâtâtı yiyen insanlarda ve hayvanlarda, o maddeler
muhtelif proteinlere, [ki bunların arasında albüminler de vardır] tehavvül
etmekde ve bu hayvanların
etlerini, sütlerini, yumurtalarını
yiyen insanları
beslemekdedir. O hâlde, insanların rızkı, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş olduğu gibi,
semâdan gelmekdedir.)
Yukarıdaki ma’lûmâtı, (Kur’ân-ı kerîmde
bildirilen şeyler, fen bilgilerine uymuyor) diyenlere cevâb olarak yazıyoruz. İslâm âlimleri
“rahime-hümullahü teâlâ”, tefsîr ilminin mütehassısları, âyet-i kerîmeleri, zemânlarındaki fen
bilgilerine göre tefsîr etmişlerdir. Biz burada, Kur’ân-ı kerîmin her
asrdaki fen bilgilerine uygun olduğu gibi, en yeni keşflere de muvâfık olduğunu göstermek
istiyoruz. Her âyet-i kerîmenin birçok, hattâ sonsuz ma’nâsı vardır. Çünki,
Allahü teâlânın
bütün sıfatları gibi, kelâm
sıfatı da
sonsuzdur. Bu ma’nâların
hepsini, ancak Kur’ân-ı
kerîmin sâhibi, ya’nî Allahü teâlâ bilir. Bunların çoğunu Peygamberine “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” bildirmişdir. Bu mubârek Peygamberi de “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem”, münâsib gördüklerini Eshâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” haber
vermişdir. Yukarıda
verdiğimiz
ma’lûmât, o ma’nâlar deryâsından birkaç damla olabilir kanâ’atindeyiz.
Şimdi biz, bütün bu fen adamlarına, (Acabâ bu
hakîkatları
bundan tâm 1400 sene evvel, okuma yazma öğrenmemiş olan bir zât düşünebilir miydi?) diye
soracak olsak, onlar: (Böyle şey olur mu? Bugün, bu hakîkatlara varmak için,
insanlar sayısız kitâblar
okumuşlar, sayısız tecribeler
yapmışlar
ve ancak asrlardan sonra, bu hakîkatlara varmışlardır. Bu tecribeleri yapabilmek için,
uzun seneler okumak, mu’azzam laboratuvarlar kurmak, birçok hassâs âletleri hâzırlamak ve
kullanmak îcâb eder) diyeceklerdir.
O hâlde, okuma yazma öğrenmemiş olan
ve temâmen câhil bir muhîtde yetişen bir zâtın, böyle mu’azzam ilmî hakîkatleri kendiliğinden bulup
ortaya koyması
düşünülebilir mi? Elbetteki düşünülemez. O hâlde, Kur’ân-ı kerîmin
Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından yazıldığı iddi’âsını kabûl etmeğe imkân
yokdur. Bugün, birçok gayretlerden sonra, elde edilen hakîkatları bize 1400
sene evvel bildiren bir kitâb, ancak ALLAHÜ TEÂLÂNIN KİTÂBI
olabilir. Böyle mu’azzam bir kudret, insanlarda olamaz. Ancak ALLAHÜ TEÂLÂ’da
vardır.
Yukarıdaki
husûsları
dikkat ile okuyan herkes, buna inanacakdır. Buna inanmamak teassub, inadcılık ve câhillik
olur. Muhammed “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîm sûrelerini neşr ederken, ancak Allahü
teâlânın
kendisine vahy etdiği
sözleri nakl ediyor, bunları O da, diğer in-
sanlarla birlikde öğreniyordu.
Şimdi, Kur’ân-ı kerîmin
hakîkaten en büyük bir mu’cize olduğunu gösteren ikinci bir husûsa, onun tertîb tarzına temâs
edeceğiz:
Bugünkü, en yüksek medeniyyet asrında insanların kullandıkları
bilgisayarlarla Kur’ân-ı
kerîm incelendiği
zemân, akl almaz derecede mu’azzam bir matematik esâs üzerine kurulduğu anlaşılır. Netîce,
insanın aklını durduracak
kadar mühimdir. Bu netîce ancak Allahü teâlânın mu’cizesidir.
Bu yapılan tecribenin esâsına varmadan
evvel, biraz da, Kur’ân-ı
kerîmin nasıl
vahy edildiğini
ve Allahü teâlânın
vahy esnâsında
Peygamberine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” neler buyurduğunu tedkîk
edelim. Çünki bunun Kur’ân-ı kerîmin tertîb şekli ile irtibâtı vardır. Kur’ân-ı kerîm
bugünkü tertîb üzerine vahy edilmemişdir. İlk vahy edilen sûre, (ALAK) sûresidir.
Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ilk olarak Alak sûresinin ilk 5 âyeti vahy edildi. Bunların meâl-i
şerîfleri, (Ey Muhammed, herşeyi yaratan Rabbin
Allahın ismi ile oku! O insanı pıhtılaşmış kandan [alakdan] yaratdı. Oku, Allah büyük
kerem sâhibidir. O, kalemle öğretir, insanlara
bilmediklerini öğretir) dir.
Kendisine bu ilk vahy geldiği zemân,
Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ne kadar korkduğunu, nasıl telâş etdiğini yukarıda zikr
etmişdik. O, kendisine Allahü teâlânın, yeni bir din teblîg etmek gibi, mu’azzam ve
güç bir vazîfe vereceğini
hiçbir zemân düşünmemişdi. Kendisinin, hıristiyanların çok kerreler iddi’â etdiği gibi,
kendiliğinden
meydâna çıkmadığı ve kendisine
Allahü teâlâ tarafından
büyük bir vazîfe verileceğini
ve ne sakîl yüklere tehammül edeceğini bilmediği, Müzemmil sûresinin
1-5. âyetlerinde meâlen, (Ey örtüye bürünen
Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve
tertîl ile, ağır ağır Kur’ân oku! Doğrusu biz sana TAŞIMASI GÜÇ
BİR VAZÎFE vereceğiz) şeklinde bildirilmekdedir.
Bu vazîfenin ne kadar müşkil olduğu şundan
ma’lûmdur ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” islâmiyyeti neşre başlayınca,
kendisine pek çok düşmanlar zuhûr etdi. Bütün gayretine rağmen,
islâmiyyetin altıncı senesinde,
Ömerin “radıyallahü
anh” îmân etdiği
gün, mü’minlerin mikdârı [(Medâric) ve (Zerkânî)de]
45 erkek ve 11’i kadın
olmak üzere ancak 56 kişiye varmışdı. Fekat Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, çok
dürüst, çok te-
miz, çok mükemmel bir insan olduğundan ve
kendisine Allahü teâlâ tarafından verilen vazîfenin büyüklüğünü bildiğinden hiç yılmamış, bütün
tehlükelere, zahmetlere tehammül ederek, bu kudsî vazîfeyi muvaffakiyyet ile
îfâ etmişdir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” hakkında,
bütün dünyânın
ancak hurmet duyduğunu
ve müteassıb
birkaç papazdan başka hiç kimsenin aleyhinde hiçbir söz söylemediğini bir kerre
dahâ tekrâr edelim. Aşağıda
Almanyada Stuttgart şehrinde 1305 [m. 1888] senesinde, neşr edilmiş olan (Kürschner) ansiklopedisinin Muhammed “sallallahü
aleyhi ve sellem” ve islâm dîni hakkındaki yazısını
berâber okuyalım. Bu
yazıyı bir
ansiklopediden almamız, bu
gibi kitâbların
mümkin olduğu
kadar hakîkati yazmak mecbûriyyetinde olmaları sebebi iledir. Bizi burada asl
alâkadar eden kısm,
Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ahlâkı ve
meziyyetleri hakkında
kullanılan
sözlerdir. Dahâ bundan yüz sene evvel, İslâm dîni hakkında hıristiyan ilm adamlarının neler
düşündüğünü
de bildirdiği
için, bu parçayı
temâmen terceme ederek sizlere sunuyoruz:
(Muhammed “aleyhisselâm”ın künyesi,
Ebülkâsım bin
Abdüllahdır. İslâm dîninin
müessisidir. 20 Nisan 571 de Mekkede doğmuşdur. Küçük yaşından beri ticâret ile meşgûl
olmuş, çok seyâhatlar (!) yapmış, halk ile temâs etmiş, herşeyi öğrenmeğe
heveslenmişdir. Dahâ genç yaşında, zengin bir tüccârdan dul kalmış olan ve
işlerini ta’kîb için kendisini yanına almış bulunan, Hadîce ile evlenmişdir. 610 senesinde,
kendisinin Peygamber olduğuna
ve Allah tarafından
kendisine vahy geldiğine
inanmış ve
TEK ALLAH MEFHÛMUNU, birçok putlara tapan Arablara teblîg için, büyük bir
gayret ile feâliyyete geçmişdir. Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlâ tarafından bu
vazîfenin kendisine verildiğine bütün kalbi ile inanıyordu. Mekke halkının büyük kısmı kendisinin
aleyhinde olduğu, fikrlerini
şiddet ile red etdiği,
hattâ kendisini öldürmek istedikleri hâlde, mücâdelesini, feâliyyetini
durdurmadı.
Nihâyet, kendisine karşı çıkanların fazla tazyîki üzerine, 622 senesinde Mekkeden ayrılarak Yesrib
[Medîne] şehrine gitdi. Müslimânlar bu harekete (Hicret) adını verirler ve
takvîmlerini bu târîhe göre başlatırlar. Muhammed “aleyhisselâm”, Medînede birçok
tarafdâr buldu. Bir putperestlik dîni olan eski Arab dînini temâmen islâh,
onlara Allahın bir
olduğunu
isbât etmek istiyordu. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiğine göre, hak din olan İbrâhîm
aleyhisselâmın
dîninde bildirdiği
esâslar ile, Mûsâ ve Îsânın
“aleyhimesselâm” bildirdikleri dinlerin esâsları birdi. Fekat sonradan bu dinlerin
içerisine bozuk i’tikâdlar, inanışlar karışdırılarak
tahrîf edilmiş, yehûdîlik ve hıristiyanlık şeklini almışdı. Muhammed
“aleyhisselâm”, bütün bu dinlerin birbirinin temâdîsi, devâmı olduğunu ve en
temizlenmiş şeklinin ise, ancak İslâmiyyet olduğunu herkese anlatıyordu.
(İslâm) demek, (kendini temâmen teslîm etmek)
demekdir. İslâm
dîninin kitâbı,
Kur’ân-ı
kerîmdir. Diğer
dinlerin kitâblarında
yalnız
mâ’nevî husûslardan bahs olunurken, Kur’ân-ı kerîmde aynı zemânda, ictimâ’î, iktisâdî ve hukûkî hükmler de
mevcûddur. İnsanlara
dünyâda neler yapmaları lâzım geldiği hakkında, hattâ
medenî kanûn şeklinde olan hükmler çokdur. Aynı zemânda, nasıl ibâdet
edileceği,
nasıl
oruc tutulacağı,
vücûdün nasıl yıkanacağı hakkında emrler
bulunduğu
gibi, diğer
insanlara ve başka dinden olanlara karşı nasıl hüsn-i mu’âmele edileceği hakkında da
ma’lûmât vardır.
Kur’ân-ı
kerîm, müslimân olmıyan
zâlim hükümetlere karşı mücâdeleyi emr eder. Bütün esâsı tek Allaha
ibâdet etmekdir. Dînî resmleri, heykelleri men’ eder. Şerâbı vedomuz
etini yasaklar. Mûsâ ve Îsâyı da “aleyhimesselâm”, Peygamber olarak kabûl eder. Fekat,
bunların
derecelerinin son Peygamber olan Muhammed aleyhisselâmdan dahâ aşağı olduğunu
bildirmişdir. [Bu, hakîkaten böyledir. Çünki, Mûsâ ve Îsâya “aleyhimesselâm”
nâzil olan Tevrât ve İncîlde
Muhammed aleyhisselâmın
vasfları,
üstünlükleri yazılıdır. Bunları bilen, Mûsâ
ve Îsâ “aleyhimesselâm”, Onun ümmetinden olmak için çokyalvardılar, düâ
etdiler. Îsâ aleyhisselâmın bu
düâsı da
kabûl olundu. Allahü teâlâ Onu diri olarak göğe yükseltdi. Kıyâmete yakın tekrâr yer
yüzüne inecek, Muhammed aleyhisselâmın dînine uyacak ve onu yayacakdır.] İslâm dînini
kabûl edenler ve Onun emrlerine uygun olarak yaşayanların âhiretde,
içinde dünyâ zevkleri, nehrler, meyveler, ipekli sedirler bulunan Cennete
gideceklerini ve orada kendilerine genç ve güzel hûrîler verileceğini müjdeler.
Muhammed “aleyhisselâm”, gâyet güzel
huylu, güler yüzlü, kibâr tavrlı ve çok dürüst bir zât idi. Dâimâ hiddet ve şiddetden
kaçmış,
hiçbir zemân zulm yapmamışdır.
Müslimânların
dâimâ iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabr ile gidileceğini
bildirmişdir. Doğru
sözlülüğü,
merhameti, fakîrlere yardımı,
müsâfirperverliği,
şefkati, dâimâ müslimânlığın
esâs temelleri olduğunu
beyân buyurmuşdu. Dâimâ kanâat ile yaşamış, debdebe ve şa’şa’a [gösteriş]dan ictinâb
etmişdir. Müslimânlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en
fakîr bir müslimânın
bile hâtırını saymışdır. Büyük bir
zarûret olmayınca,
zora başvurmamış,
bütün mes’eleleri tatlılık ile,
anlaşma ile, nasîhat ve îzâh ile hal etme-
ğe uğraşmış ve çok
kerreler bunda muvaffak olmuşdur. [Bütün ömrü boyunca, hiç kimseyi incitmemiş,
kimseyi kırmamışdır. Kendisi
için kimseye kızmamışdır.
Kendisinden bir şey istenip de, yok dediği, hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükût
ederdi. O, Allahü teâlânın
sevgilisi idi. Geçmiş ve gelecek bütün insanların seyyidi, Efendisi idi.] 630
târîhinde tekrâr Mekkeye dönerek, bu şehri kolayca feth etmiş ve çok kısa zemân
içinde, yarı
vahşî Arabları,
dünyânın en
medenî insanları
hâline getirmişdir.
İslâm dîni, her birinin hakkını tanımak şartı ile, bir
erkeğin
dörde kadar kadınla
evlenmesine izn vermekdedir. Muhammed “aleyhisselâm”, 8 Hazîran 632 târîhinde
vefât etmişdir.) Kürschner ansiklopedisinden terceme burada temâm oldu.
Ansiklopedinin bu yazısını okuduğumuz zemân,
şu kanâ’ate varıyoruz:
Bunu hâzırlıyan târîhci, İslâm dîninin
Allahü teâlânın
dîni olduğuna
tâm inanmasa bile, bu dînin mükemmel bir din olduğunu ve tek Allaha inanmağı emr etdiğini, vahşî
Arabları
medenî yapdığını kabûl
etmekde, hele Peygamberimizden, pek büyük bir medh ve senâ ile bahs etmekdedir.
İşte,
ne mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyânın tasdîk etdiği Muhammed aleyhisselâma, son derece dürüstlüğü ve sadâkati
sebebi ile, en büyük düşmanları, azgın kâfirler dahî (Muhammed-ül-emîn
= Kendine güvenilir Muhammed) derlerdi. Bu kudsî vazîfeyi, her dürlü
müşkilâta rağmen,
devâm etdirdi. Bir müddet sonra Cebrâîl “aleyhisselâm” Ona Alak sûresinin 14
âyetini dahâ getirdi. Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mekkelilere,
onların
zulmlerine rağmen,
kendisine vahy olunan Kur’ân-ı kerîm sûrelerini okuyor, onları hak dîne
da’vet ediyordu. Mekkeliler, ona gülüyor, alay ediyorlardı. Nemaz kıldığı ve
görünmeyen bir ilâha ibâdet etdiği için, (Sen delirmişsin!) diyorlardı. O zemân,
Allahü teâlâ, Kalem sûresinin 1
4. cü âyetlerini
vahy etdi. Bu âyetlerde meâlen, (Nun, Kalem ve
onunla yazılanlara yemîn olsun ki, Ey Muhammed,
Sen deli değilsin. Doğrusu sana devâmlı ecr [sevâb] vardır. Şübhesiz Sen büyük bir ahlâka sâhibsin) buyuruldu.
Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olmadığını ve Muhammed
aleyhisselâm tarafından
hâzırlandığını iddi’â
edenleri red eden âyet-i kerîmeler nâzil oldu.
İsrâ sûresinin 88. âyetinde
meâlen, (De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, [belâgat,
güzel nazm ve kâmil ma’nâda] bu Kur’ânın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler, yemîn olsun ki, yine
de benzerini ortaya koyamazlar) buyuruldu.
Necm sûresinin 3 ve 4. cü
âyetlerinde meâlen, (Muhammed “aleyhisselâm”, kendi
arzûsu ile konuşmaz. [Çünki O,
tevhîdi i’lân ve şirki yok etmek ve dîni yaymak ile emr olunmuşdur.] Onun [din
işlerinde] konuşması ancak vahydir) buyurulmuşdur.
Kehf sûresinin 110. cu
âyetinde meâlen, (Onlara de ki, ben
de ancak sizin gibi bir insanım. Ama, bana
Rabbimin tek bir ilah olduğu vahy olunmuşdur. [Zâtında benzeri, sıfatlarında şerîki, ortağı yokdur.] Rabbine
kavuşmak istiyen bir kimse, amel-i sâlih, fâideli iş işlesin ve Rabbine ibâdet
etmekde hiç şerîk [ortak] koşmasın) buyurmuşdur.
Ve nihâyet, hâlâ Kur’ân-ı kerîmin
Allahü teâlânın
kelâmı olduğundan şübhesi
olanlar için, Müddessir sûresi nâzil oldu.
Bu sûrenin 1-10.
âyetlerinde meâlen, (Ey örtüye bürünen Muhammed!
Kalk da [kâfirleri Allahü teâlânın azâbı ile] korkut! Rabbini tekbîr et, ta’zîm et! Giydiklerini temiz tut!
Harâm edeceğim şeylerden sakın! Yapdığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabr et! Sûra üfürüldüğü zemân, kâfirlere çok sıkıntılı
bir gündür. Onlara kolaylık yokdur...) buyurulmuşdur.
24. cü âyetden
başlıyarak
meâlen, (Kur’ân için, bu sihrdir, bu ancak bir insan
sözüdür dedi. İşte bunu söyliyeni, şiddetli
bir ateş içine, Cehenneme atacağım. Şiddetli ateşin
ne olduğunu sen ne bilirsin? O [içine girenleri] ne çıkartır, ne de azâbdan vaz geçer. İnsanın derisini karartır, yakar. Orada 19 [azâb yapan melek] vardır. Ateşde olanlara
azâb yapmak için, meleklerden başkasını me’mûr etmedik. Ehl-i kitâb [yehûdî
ve hıristiyanlar
bu sayıyı, kendi
kitâblarında
bildirilene uygun görerek Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetine ve] Kur’âna inanırlar. Mü’minlerin de
îmânı artar. Ehl-i kitâb ve mü’minler, [bu
adedde] şübhe etmesinler. Kalbleri hasta olanlar ve
kâfirler ise, Allah bunu [19
adedini] bildirmekle ne yapmak ister derler. Bunun
gibi, Allah dilediğini [kötüleri] doğru yoldan sapdırır
ve dilediğini [iyileri] de, doğru yola kavuşdurur.
Rabbimin [Cehennem ehlini azâblandırmak için
yaratdığı] meleklerin adedini, ancak kendisi bilir [Bu ondokuz melek, diğer meleklerin
reîsleridir.]) buyuruldu.
Kur’ân-ı kerîmin hakîkaten Allahü teâlânın kelâmı olduğundan şübhe
edenlere bir cevâb olan bu sûredeki 19 sayısı, Tevrâtda da bildirilmişdi.
İslâm dîninde birşeyin kudsiyyet kazanması için, islâmın (Edille-i şer’ıyye)
denilen dört temel kaynağından birisi ile bildirilmiş olması lâzımdır. 19 ve 786
rakamlarının kudsî
oldukları hiç
bildirilmedi. O hâlde, bu rakamlar kudsî değildir. Ondokuzuncu asrın
sonlarında kurulan ve az zemânda dünyâya yayılan (Behâî) dîninde, ondokuz sayısı
kudsîleşdirilmişdir. Orucları ondokuz gündür. Her behâînin ondokuz günde bir ondokuz
behâîyi evine da’vet etmesi şartdır. Dinlerini idâre eden meclisde 19 üye vardır. Nerdeyse,
îmânın
şartını 6 yerine 19
yapacaklar. Kendilerine müslimân diyorlar. Allah ve Kur’ân ismlerini
söylüyorlar ise de, müslimânlıkla hiçbir ilişkileri yokdur. Sinsi bir islâm düşmanıdırlar.
1298 [m. 1880] senesinde, İngilizler
tarafından,
Hindistânda kurulmuş olan, (Kâdıyânî) ve (Ahmedî) ismlerindeki
dînin mensûbları da,
kendilerinin müslimân olduklarını
söylüyorlar. Hâlbuki bunlar, bu dînin kurucusu olan Ahmed Kâdıyânîye[1] Peygamberdir diyorlar. Hattâ onu
Peygamberimizden üstün tutuyorlar. Îsâ aleyhisselâmı çok
küçültüyorlar. Bütün islâm âlimleri birleşerek, Kâdıyânîlerin
müslimân olmadıklarına karâr
verdiler. Bu karârı
kitâblarına
yazarak bütün dünyâya duyurdular. Abdüsselâm isminde Pakistânlı bir kâdıyânî, 1979
Nobel Fizik mükâfâtını aldı. Ba’zı kimseler,
müslimânların
başarısı diye buna
sevindiler. Hâlbuki, bu başarı, Komünist Rusların mükâfât alması, aya gitmeğe çalışması gibidir. Bu
kâfirler, Kur’ân-ı
kerîmin emr etdiği
gibi çalışdıkları için, Allahü
teâlâ, kendilerini, dünyâda, maksadlarına kavuşduruyor. Evet, böylelerinin başarıları, insanlık için
sevindirici ise de, müslimânlar için utandırıcıdır.
Müslimânların da,
bu kâfirler gibi, Kur’ân-ı
kerîme uyarak çalışmaları, insanlık için
fâideli şeyler bulmaları,
îmânda, ahlâkda olduğu
gibi, fende de, dünyâya güzel örnek olmaları lâzımdır. Ancak bunu yapınca sevinmek ve övünmek hakkımız olacakdır.
Kur’ân-ı
kerîmin bir üçüncü mu’cizesi dahâ vardır. Şimdi Onu da tedkîk
edelim:
İslâmiyyetden evvel Arabistân bir çöl ve orada
oturan insanlar da yarı
vahşî bedevîlerdi. Putperest idiler. Birçok putlara taparlardı. İbtidâî bir
hayât sürerlerdi. Kız
çocuklarını diri diri
gömmek gibi korkunç âdetleri vardı. Bu yarımada, bir yol üzerinde olmadığı için, ne
büyük İskenderler,
ne Persler, ne Romalılar,
Arablarla hiç uğraşmamış, birçok
kavmlerle savaşdıkları hâlde,
Arabların yanından
geçmemişlerdi. Bu sebebden, Îrânlıların, Romalıların ahlâksızlıkları, zulmleri, hiylekârlıkları Arablara
bulaşmadı.
Merd olarak kaldılar. İşte böyle
âciz, zevâllı,
fekat sâf ve temiz olan bir kavm, onlara mürşidlik, rehberlik eden Muhammed
aleyhisselâmın
getirdiği
Kur’ân-ı
kerîm sâyesinde birdenbire
----------------------------
[1] Ahmed Kâdıyânî,
1326 [m. 1908] da öldü.
değişmiş,
tam bir medeniyyete kavuşmuş, hârik-ul’âde [olağanüstü] bir gayret ile 30 sene
içinde, şarkda Türkistân ve Hindistân, garbda İspanya olmak üzere akla hayret veren
çok kudretli bir islâm devleti meydâna getirmişdir. İlmde, fende
ve medeniyyetde son derece ilerlemişler, o zemâna kadar bilinmiyen birçok
şeyler keşf etmişlerdir. İlm,
fen, tıb ve
edebiyyâtda en yüksek mertebeye varmışlardır. Yukarıda da zikr etdiğimiz gibi, ilmde o kadar ileri
gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs Üniversitelerinde okuyor, dünyânın her tarafından koşup
gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıb tahsîl ediyorlardı. O zemânın Avrupasından bahs
eden John
W. Drapper gibi tarafsız bir
târîhci, (Avrupanın ma’nevî inkişâfı) ismindeki
eserinde şöyle demekdedir: (O zemânki Avrupalılar, temâmen barbardı. Hıristiyanlık onları barbarlıkdan
kurtaramamışdı. Hıristiyan
dîninin başaramadığını, islâm dîni
başardı. İspanyaya
gelen Arablar, evvelâ onlara yıkanmasını öğretdiler.
Sonra, onların
üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak,
temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, serâylar yapdılar. Onları okutdular.
Üniversiteler kurdular. Hıristiyan
târîhçiler, islâma karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakîkati gizlemeğe çalışmakda,
Avrupanın
medeniyyetde müslimânlara ne kadar borçlu olduğunu bir dürlü i’tirâf
edememekdedirler.)
Thomas Carlyle, yukarıda yazılı olan
hakîkatleri aynen kabûl etdikden sonra, (Arablara bir kahraman Peygamber, onların çok iyi
anladıkları bir kitâb
ile reîslik etdi. O zemân islâm dîni bir kıvılcım
gibi parladı.
Hindistândan Granadaya kadar, büyük bir dünyâ parçasını ateşledi.
Karanlık
dünyâyı nûr
içinde bırakdı) demekdedir.
Lamartine, Muhammed “sallallahü
aleyhi ve sellem” için, (Filozof, hatîb, Peygamber, kumandan, insan düşüncelerini
sihrleyen, yeni hükmler koyan, mu’azzam bir islâm devleti kuran zât. İşte Muhammed
“aleyhisselâm” budur. İnsanların büyüklüğünü ölçmek
için kullanılan
bütün mikyaslarla [ölçülerle] ölçülsün. Acabâ Ondan dahâ büyük bir insan var mıdır? Olamaz!)
demekden kendini alamamışdır.
Gibbon, (Roma
İmperatorluğunun Çökmesi ve Yıkılması) adlı eserinde,
islâm dîni ve Kur’ân-ı
kerîm hakkında
şunları
söylüyor: (Kur’ân-ı
kerîm, Allahü teâlânın
birliğini
isbât eden en büyük eserdir.)
Amerikan astronomi mütehassısı Michael H.
Hart, Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer
tedkîk ederek, bunların içinden yalnız 100 dânesini ayırmakda, bu 100 kişi arasında en büyüğü olarak,
Muhammed aleyhisselâmı
göstermekdedir. (Onun kudreti, kendisine Allahü teâlâ tarafından vahy
edildiğine
inandığı,
mu’azzam eser Kur’ân-ı
kerîmden gelmekdedir) demişdir.
Amerika Chicago Üniversitesi
profesörlerinden meşhûr rûhiyyât mütehassısı yehûdî Jales Massermann, 1974 senesinin 15 Temmuzunda
neşr edilen (Time) mecmû’asının husûsî
nüshasında (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, târîhde
şimdiye kadar gelip geçmiş olan rehberleri tedkîk etmekde, bunların hayâtlarını tahlîl
etmekde ve (Bunların en
büyüğü
Muhammed aleyhisselâmdır)
demekde ve şu netîceye varmakdadır: (Muhammed aleyhisselâmdan sonra, Mûsâ
aleyhisselâm gelir. Îsâ “aleyhisselâm” ve Buda lider olmaya lâyık kimseler değildi).
Hâlbuki kendisi, yehûdî olduğu için, Mûsâ aleyhisselâmı Muhammed aleyhisselâma tercîh etmesi
beklenirdi. O, bunu yapmamış, hakîkatden ayrılmamışdır.
Amerikada (En Büyük İnsan) yarışmasında, en çok
rey alan yine Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” olmuşdur.
30 sene içinde bir vahşî kavmi, hem
de küçük bir insan topluluğunu, dünyânın en mu’azzam, en medenî, en yüksek ahlâklı, en yüksek
seciyeli, en kahraman, en bilgili bir millet hâline getirmek, her hangi bir
insanın,
bir liderin, bir kumandanın
yapacağı iş
değildir.
Bu, ancak Allahü teâlânın
tahakkuk etdirdiği bir
mu’cizedir ve bunu Arablara yapdırmak için, onlara Muhammed “sallallahü aleyhi ve
sellem” vâsıtası ile Kur’ân-ı kerîmi
göndermişdir. Ancak Kur’ân-ı kerîme ve böylece Allahü teâlânın emrlerine
tâbi’ olarak bu akl almaz, mu’azzam iş zuhûr etmişdir.
Bütün bu zikr etdiğimiz
husûslar, beyân etdiğimiz
hakîkatler, tertîbindeki ilâhî nizâm, Kur’ân-ı kerîmin dünyânın en büyük
mu’cizesi olduğunu
size göstermiyor mu? İşte
dünyâyı kısa zemânda
medeniyyete kavuşdurması da,
Kur’ân-ı
kerîmin üçüncü mu’cizesidir.[1]
1312 [m. 1894] senesinde İstanbulda
vefât etmiş olan büyük târîhci Ahmed Cevdet Pâşa “rahime-hullahü teâlâ”, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki, (Îsâ “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan kırk sene sonra
Romalılar
Kudüse hücûm etdiler. Yehûdîlerin ki
----------------------------
[1] İslâm
dîni hakkında Avrupalı ve Amerikalı ansiklopedilerden
yapılan tercemelerde ve açıklamalarda kimyâger Dr. Nûri Refet
Korur beğin kıymetli yardımı olmuşdur.
mini öldürdüler, kimini esîr aldılar. Kudüsü
yağma
etdiler. Yakıp yıkdılar.
Tevrâtları ve
başka kitâbların
hepsini yakdılar.
Beyt-ülmukaddesi, ya’nî Mescid-i aksâyı yerle bir etdiler. Kudüs şehri çöl hâline geldi.
Yehûdîler bundan sonra bir dahâ toplanamadı. Bir hükûmet kuramadılar. Dağıldıkları yerlerde hor
ve hakîr yaşadılar.
Îsâ aleyhisselâmın,
otuz yaşında Peygamber olduğu bildirildi. Kendisine oniki kişi inandı. Bunlara (Havâriyyûn) denir. Otuzüç yaşında diri olarak
göke kaldırılınca,
Havârîler dağılıp, bu yeni
dîni yaymağa çalışdılar. Sonra, İncîl diye
çeşidli kitâblaryazıldı. Bunlar Îsâ
aleyhisselâmı
anlatan târîh kitâbları idi.
Asl İncîl
ele geçmemişdir. Her yer küfr ve şirk içinde idi. Îsâ aleyhisselâmın dîni üçyüz
sene gizli tutuldu. Ona inandığı öğrenilen
kimselere işkence ediliyordu. Roma İmperatörü Kostantin üçyüzon senesinde, bu dîne
izn verdi. Kendi de hıristiyan
oldu. İstanbul
şehrini yapdı.
Romadan İstanbula
taşındı.
Fekat bu dînin esâsları
bozulmuş, unutulmuş olduğundan,
papazların
elinde oyuncak oldu. Mîlâdın üçyüzdoksanbeş [395] inci senesinde, Roma devleti ikiye
ayrıldı. Romadaki
papaya tâbi’ olanlara (Katolik), İstanbuldaki
patrîke tâbi’ olanlara (Ortodoks) denildi.
Kiliselere resmler, heykeller kondu. Başka milletler de küfr ve şirk içinde
idi. Romalılar,
bütün Avrupayı, Mısrı, Suriyeyi,
Irakı aldılar. Fen ve
san’atda ileri iseler de, ahlâkları bozukdu. Keyfe, can yakmağa dalmışlardı. Aldıkları memleketlere
fenâ ahlâklarını
yerleşdirdiler. Bereket versin ki, Arabistân yarım adasına saldırmadılar.
Arablar câhil kalmışdı. Kimi hıristiyan,
kimi yehûdî, ekserîsi de putperest olmuş, bir kısmı da, İbrâhîm ve İsmâ’îl Peygamberlerden “aleyhimessalevâtü
vetteslîmât” kalma âdetlere bağlı idi.
Mekke sâkinlerinin çoğu,
müşrik olarak putlara tapıyorlardı. Kâ’benin
içine put [heykel], doldurulmuşdu. Bütün dünyâ da, zulmet ve dalâlet içinde
idi. Arablar fende geri iseler de, edebiyyâta çok ehemmiyyet veriyorlardı. İçlerinde,
kuvvetli hatîbler ve şâirleri vardı. Şi’r söylemekle iftihâr ederlerdi. Arab lisânının kemâle
gelmesi, Allah tarafından
bir kitâb indirileceğine
bir işâret idi.) Cevdet Pâşanın sözü burada temâm oldu.
Bu kadar açık delîllerle
Kur’ân-ı
kerîmin hakîkaten Allahü teâlânın kitâbı olduğunu isbât etdikden sonra, hâlâ Ona inanmıyan kalmışsa, Allahü
teâlânın
onları
âhiretde en büyük azâba mahkûm etmesine [çarpmasına] şaşmamak îcâb eder. (Kur’ân-ı kerîmde çok
zâlimâne hükmler vardır)
diyen hıristiyanlara,
(Hayır,
Kur’ân-ı
kerîmin birçok yerinde, Allahü teâlânın çok merhametli, çok afv edici olduğu zikr
edilmişdir. Günâh işliyen bir kimse, gü-
nâhlarına nedâmet ederse, Allahü teâlâ onu afv edecekdir. Fekat,
bu kadar açık
delîllere rağmen,
hâlâ Kur’ân-ı
kerîme îmân etmiyenlerin âhiretde ebedî azâb görmeleri, hiç zâlimâne olmaz)
demeliyiz!
Hakîkî müslimân olmak demek, yalnız âdete tâbi’
olarak ibâdet etmek değil,
islâmın emr
etdiği
güzel ahlâkı
edinerek, insanlık
vazîfelerini yaparak, rûhen de tertemiz olmak demekdir. İbâdet eden,
fekat hîleyi zekâ eseri sayan, insanları aldatan, hattâ ba’zen muzır
propagandalara aldanarak insan öldüren, ortalığı yakıp yıkan, yalan söyliyen bir kimse,
müslimân olduğunu
söylese de, hakîkî müslimân değildir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde (Furkân) sûresinde, bir müslimânın nasıl olması îcâb etdiğini beyân
buyurmuşdur. Bunu tefsîr etmek için, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime hümullahü
teâlâ” ziyâdesi ile kitâb yazmışlardır. Fekat biz, kendimizi hâlâ fenâ huylardan kurtaramıyor, Kur’ân-ı kerîmde
bildirildiği
gibi çalışmıyor, Allahü
teâlânın
emrlerini yapmıyor,
sözüne sâdık
olamıyor,
sokaklarımızı pislik
içinde bir harâbeye çeviriyor, rûhen ve bedenen temizlenemiyoruz. Hâlbuki,
elimizde bize bütün bu güzel şeyleri emr eden, ne yapmamız lâzım geldiğini açık açık bildiren,
Allahü teâlânın
kelâmı (Kur’ân-ı kerîm) ve
Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrleri ve Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahime hümullahü teâlâ” kitâbları vardır.
Allahü teâlâ, Feth sûresinin 28. ci âyetinde meâlen şöyle buyurmakdadır:
(Allahü teâlâ,
Peygamberini, hidâyet ve hak din, İslâmiyyet ile
gönderdi. İslâm dînini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselâmın hak] Peygamber olduğuna şâhid olarak Allah yeter.)
Saf sûresinin 9. cu âyetinde
meâlen, (Müşrikler istemese de, islâm dînini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resûlü
Muhammed aleyhisselâmı, [sebeb-i
hidâyet olan] Kur’ân ve İslâm dîni ile birlikde gönderen Allahü teâlâdır) buyurulmuşdur.
Ve Allahü teâlâ va’d ediyor:
(ALLAHÜ TEÂLÂ ŞÜKR EDENLERİN MÜKÂFÂTINI VERECEKDİR.)
Burada şükr etmek demek, Kur’ân-ı kerîmin
istediği
gibi, tâm müslimân olmak demekdir. Allahü teâlânın verdiği ni’metleri, Onun emrine uygun
olarak kullanmak demekdir. Bugün dünyâda bir milyârdan ziyâde müslimân olduğu 271.ci
sahîfede bildirilmişdi. Ya’nî, dünyâda her 4 kişiden biri müslimândır. Eğer bu
müslimân-
lar, Allahü teâlânın emr etdiği gibi, rûhen ve bedenen tertemiz insanlar olur,
birbirlerine kardeşçe bağlanır, çalışır, her sâhada
ilerlemeğe
başlarsa, Allahü teâlâ da, onlara mükâfâtını verecek, o zemân müslimânlar, tıpkı kurûn-u
vüstâda olduğu
gibi, medeniyyetin en önüne geçeceklerdir. Allahü teâlâ, bize bunu va’d ediyor.
Allahü teâlâ, hiçbir zemân va’dinden dönmez.
Aşkın aldı benden beni,
seviyorum Rabbim seni!
Senin sevgin, pek tatlıymış
Seviyorum Rabbim seni!
Ne varlığa sevinirim,
ne yokluğa yerinirim,
aşkın ile zevklenirim,
seviyorum Rabbim seni!
Emretdin ibâdetleri,
medhetdin iyi hâlleri,
verdin sonsuz ni’metleri,
seviyorum Rabbim seni!
Ne nankör nefsim var aceb,
zevk için, bana kıyar
hep,
ben hakîkî zevki buldum,
seviyorum Rabbim seni!
İbâdeti güzel yapmak,
dünyâ için de çalışmak,
gece gündüz işim, çünki,
seviyorum Rabbim seni!
Sevmek lafla olmaz Hilmi,
Rabbin, çalışınız dedi.
Hâlinden de anlaşılsın:
seviyorum Rabbim seni!
İslâm düşmanları
nice,
çatıyor dîne sinsice,
durursan, doğru mu olur,
seviyorum Rabbim seni!
Âşık tenbel oturur mu?
ma’şûka toz kondurur mu?
düşmanı susdur da söyle:
seviyorum Rabbim seni!