Tevrâtda ve İncîlde değişdirilmiş yerleri bildiren
kitâblardan en meşhûru (İzhâru tebdîlil-yehûd
vennasârâ fittevrâti vel-İncîl ve beyânü-tenâkudi mâ-bi eydihim)dir.
Bu kitâbı 456 h.de vefât eden Alî bin Ahmed Emevî yazmışdır.
Bugün, hakîkaten, (Kitâb-ı
mukaddes)i mütemâdiyen değişdirerek yeni İncîller neşr etmek, bu
kitâbları satmak, çok büyük bir kazanç kaynağıdır. Çünki, ister inansın, ister
inanmasın, her Avrupalının evinde bir Kitâb-ı mukaddes [Tevrât ve İncîl]
vardır. Hele Avrupalı köylülerin çoğu, Kitâb-ı mukaddesden başka bir kitâb
bilmez, bundan başka hiçbir kitâb okumazlar. Avrupalıların kültür seviyesi,
çoğumuzun zan etdiği kadar yüksek değildir. Köylerde oturanlar okuma yazma
bilirler ise de, dünyâdan haberleri yokdur. Ancak, Kitâb-ı mukaddes okurlar.
Onun için, her yeni (gözden geçirilmiş ve düzeltilmiş) Kitâb-ı mukaddes, milyonlarca
nüsha basılmakda ve bu Kitâb-ı mukaddesi basanlara her sene milyonlar
kazandırmakdadır. O hâlde, Kitâb-ı mukaddesi ikide birde değişdirerek yeniden
basmakdan dahâ kârlı bir iş yokdur.
Garblı mecmû’alar, ikide birde (Kitâb-ı mukaddesde hatâ
var) diye yazmakdan geri kalmazlar. İçlerinde, meşhûr ilm adamlarının veyâ
teologların ibret ile okunacak ciddî makaleleri de bulunur. Aşağıda bunlardan
birini göreceksiniz:
Şimdi siz de, Allahü teâlânın kelâmı nasıl yanlış terceme
edilir? Allahü teâlânın kelâmı nasıl insanlar tarafından tashîh edilir? Allahü
teâlânın kitâbı nasıl tedkîka tâbi’ tutulur? Böyle mütemâdiyen değişdirilen,
düzeltilen bir kitâb mümkin değil (Allahü teâlânın kelâmı olamaz) diyeceksiniz.
Hele 1971 senesinde ikinci def’a değişdirilen İngiliz İncîlinin mukaddemesinde
bulunan şu kelimeleri okursanız, büsbütün hayret edeceksiniz. En son tashîhi
yapan dînî hey’et, önsözde şunları söylüyor: (...... Kral James tarafından
hâzırlatılan Kitâb-ı mukaddesin ifâdesi hakîkaten son derece mükemmeldir. İngiliz
neşriyâtının en yüksek bir eseri olarak kabûl edilebilir. Fekat, ne yazık ki,
bu kitâbda gâyet ağır hatâlar vardır ve bu hatâlar, o kadar çok ve o kadar
ciddîdir ki, bunların
muhakkak
düzeltilmesi lâzımdır.) Düşünün bir kerre, bir dînî hey’et toplanıyor ve
İngilterede 1020 [m. 1611] senesinden 1391 [m. 1971] senesine kadar (Allah
kelâmı) diye inanılan kitâbda birçok CİDDÎ hatâlar buluyor ve bunların muhakkak
tashîhi lâzımdır diye karar veriyor! Artık bu kitâbın (Allah Kitâbı) olduğuna
kim inanır? Aşağıda size hoş bir hikâye nakl edeceğiz. Bu hikâyeyi anlatan,
hıristiyan din ve fen adamları ile, hıristiyanlık akîdeleri ve kitâb-ı mukaddes
üzerinde münâzaralar yapan ve bunların tahrîf edilmiş olduğunu isbât eden Güney
Afrikalı Ahmed Didatdır. [Hıristiyanlık ve tahrîf edilmiş İncîller üzerinde
çalışmalar yapan bu zât, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlıyamamış bir
mezhebsizdir.] Ahmed Didat diyor ki:
(Amerikada neşr olunan AWAKE (Uyan!) mecmû’asının 8 Eylül
1957 târîhli nüshasında şöyle bir makâle çıkdı: (Meğerse Kitâb-ı mukaddesde
temâm 50.000 hatâ varmış! Geçenlerde bir genç hıristiyan, KJV (Kral James
Beyânı) olan Kitâb-ı mukaddesden bir dâne satın almışdı. Tabî’î İncîli (Kitâb-ı
mukaddesi) Allah kelâmı olarak kabûl etdiğinden, içinde hiçbir hatâ
bulunmadığını zan ediyordu. Fekat eline geçen bir Look mecmû’asında (İncîl
Hakkında Hakîkatler) ismindeki bir makâlede, 1133 [m. 1720] târîhinde kurulan
bir dînî meclîsin Kral James tarafından hâzırlatılan Kitâb-ı mukaddesde 20.000
hatâ bulunduğunu meydâna çıkardığını okuyunca şaşırıp kaldı. Çok üzüldü. Bu
mes’eleyi rûhânî arkadaşlarıyla görüşdüğü zemân, onlar kendisine, (Bugünkü
Kitâb-ı mukaddesde, 20.000 değil, 50.000 hatâ vardır) demezler mi? Genç adam
kendinden geçdi. Şimdi bize soruyor: Allah aşkına söyleyin bana, bizim Allah
kelâmı zan etdiğimiz Tevrât ve İncîl, böyle hatâlarla dolu bir eser midir?
Ben bu mecmû’ayı dikkat ile okumuş ve saklamışdım. Bundan
beş altı ay evvel, birgün evimde otururken, kapım çalındı. Kapıyı açdığım
zemân, karşımda kibâr tavrlı, güler yüzlü, tatlı dilli bir genç adam gördüm.
Beni hürmet ile selâmladıkdan sonra, hüviyyetini uzatdı. Hüviyyetinde (Yehova
Şâhidi) diye yazılı idi. Bu ism, bir kısm misyonerlere verilen bir lakab idi.
Bu genç misyoner, bana çok tatlı bir sesle, (Biz her şeyden önce, hak yolundan
çıkmış, sizin gibi tahsîlli insanları hak din olan hıristiyanlığa çağırmak için
çalışıyoruz. Size Allah kelâmı olan Tevrât ve İncîlden ba’zı güzel bahsleri
ihtivâ eden kitâblar getirdim. Size bunları takdîm edeyim. Bunları okuyunuz,
düşününüz ve karârınızı veriniz) dedi. Kendisini içeri da’vet etdim. Kahve
ikrâm etdim. (Herifi gâlibâ yarı yarıya kandırdım) diye düşündüğünü tahmîn
ediyor-
dum.
Kahveleri içdikden sonra, ona (Azîz dostum, siz Tevrât ve İncîli Allah kelâmı
olarak kabûl ediyorsunuz değil mi?) diye sordum. (Muhakkak) diye cevâb verdi.
(O hâlde, Tevrât ve İncîlde hiç bir hatâ yokdur değil mi?) dedim. (Olamaz)
dedi. O zemân kendisine Awake mecmû’asını gösterdim ve (Bu mecmû’a, hıristiyan
memleketi olan Amerikada çıkmış bir eserdir. Bu mecmû’a, İncîlde temâm 50.000
hatâ olduğunu yazıyor. Eğer bu mecmû’adaki makâleyi yazan bir müslimân olsaydı,
ona inanıp inanmamakda serbest olurdunuz. Sizin dîninizde olan kimselerin
çıkardığı mecmû’anın sözlerini kabûl etmeniz gerekmez mi? Siz bu iddi’âya karşı
ne dersiniz?) dedim. Adamcağız birdenbire hayrete daldı. (Şu mecmû’ayı verin de
bir okuyayım) dedi. Okudu, tekrâr tekrâr okudu. Yüzünün nasıl tegayyür etdiğini,
ne kadar mahcûb olduğunu görüyor ve içimden kıs kıs gülüyordum. Nihâyet bana
verilecek bir cevâb buldu: (Bakınız, dedi, bu mecmû’a 1957 senesinde basılmışdır.
Biz şimdi 1980 senesindeyiz. Aradan temâm 23 sene geçmişdir. Herhâlde bu arada
hatâları bulunmuş ve tashîh edilmişdir.) Ben büyük bir ciddiyyet ile (Peki ama
acabâ bu 50.000 hatâdan kaç bini düzeltildi? Düzeltilen hatâlar hangileridir?
Nasıl düzeltilmişdir? Bunlar hakkında bana ma’lûmât verebilir misiniz?) diye
sordum. Başını öne eğdi ve (Ma’atteessüf bunu yapamam) dedi. Ben ilâve etdim:
(Azîz misâfirim! İçinde 50.000 hatâ bulunan, ikide birde değişdirilen veyâ
düzeltilen bir kitâbın Allahü teâlânın kitâbı olduğuna nasıl inanırım? Bizim
Allahü teâlânın kitâbı olarak inandığımız Kur’ân-ı kerîmin bir harfi bile
bugüne kadar değişmemişdir. İçinde tek hatâ yokdur. Siz beni hidâyete
erişdirmek istiyorsunuz ama, rehberiniz olan İncîl ve Tevrât hatâlı, seçdiğiniz
yol şübhelidir. Bunu bana nasıl îzâh edersiniz?). Zevallı perişân olmuş,
hayretde kalmışdı. (Bana müsâade ediniz de, büyük papazlar ile görüşeyim. Birkaç
gün içinde size uğrar ve sorduklarınıza cevâb veririm) dedi ve acele ile yanımdan
firâr etdi. Gidiş o gidiş. Aylardan beri kendisini bekliyorum. Ne
gelen var, ne giden!)
Şimdi Tevrât ve İncîlde
tesâdüf edilen birçok hatâlar, birbirinden farklı ifâdeler ve aynı husûs hakkında verilen
birbirlerine mugâyir beyânlar hakkında biraz dahâ îzâhat verelim.
Evvelâ şunu söyliyeyim ki, Tevrât ve İncîlin hatâlı kısmlarını arayan ve
bulan, en çok kilise mensûblarıdır. İçine
düşdükleri tezâdlardan kurtulmak için çâre aramakdadırlar.
Londrada (İngilizceye
terceme edilmiş modern İncîl)
ismindeki eseri 1970 senesinde neşr eden Philips, Matta İncîli hakkında şöyle
diyor:
(Mattaya âid olduğu kabûl
edilen İncîlin,
hakîkatde onun tarafından
yazılmadığını ileri
sürenler vardır.
Bugün birçok kilise mensûbları, bu İncîlin sırlarla örtülü bir şahıs tarafından yazıldığını ileri sürmekdedirler. Bu esrârengiz kişi, Mattanın İncîlini eline
almış, onu
istediği
gibi değişdirmiş,
içine başka birçok sözleri de ilâve etmişdir. Üslûbu açık ve akıcıdır. Hâlbuki
hakîkî Matta İncîlinin
üslûbu dahâ ağır,
fekat sözleri dahâ muhâkemelidir. Matta, gördüklerini, duyduklarını zihninde bir
muhâkemeden geçirdikden ve duyduğu sözlerin Allah kelâmı olduğuna temâmen
inandıkdan
sonra, bunları
kaleme alıyordu.
Hâlbuki, şimdi Matta İncîli
olarak elimizde bulunan metin, dikkat ile yazılmamışdır.)
Allahü teâlânın kelâmı mütemâdiyen
değişemiyeceğine göre,
yalnız
yukarıdaki
sözler, bugünkü Matta İncîlinin
insan eli ile yazıldığını isbâta
kâfîdir. Matta İncîli
ortadan gayb olmuş, onun yerine meşhûr olmıyan bir kişi yeni bir İncîl yazmışdır. Bu kişinin
kim olduğunu
kimse bilmemekdedir.
Bugünkü Kitâb-ı mukaddesin
(yeni ahd) kısmında bulunan
dört İncîl,
bilindiği
gibi, Mattadan başka, Yuhannâ, Luka ve Markos tarafından yazılmışlardır. Bunlardan
yalnız
Yuhannâ [ki Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi] Îsâ aleyhisselâmı görmüş,
fekat, İncîlini
Onun semâya kaldırılmasından sonra
Samosda yazmışdır. Luka ile
Markos ise, Îsâ aleyhisselâmı hiç görmemişlerdir. Bunlardan Markos, Petrusun tercümânı idi. Yalnız Matta İncîli değil, Yuhannâ İncîli de
başkası
tarafından
yazılmış ve değişdirilmişdir.
Bunların
isbâtı 271.
ci sahîfeden i’tibâren bildirilmişdir. Kısaca bu dört İncîl hakkında birbirlerinden farklı birçok rivâyetler
vardır.
Bütün dünyânın
birleşdiği bir
husûs vardır. O
da, bu dört İncîl
(aşağıda
göreceğiniz
gibi), aynı
hâdiseleri başka anlatan ve insan eliyle yazılmış hikâyelerden ibâretdir. Allahü teâlânın kelâmı değildirler.
Bugünkü Kitâb-ı
mukaddesin ya’nî Tevrât ve İncîllerin içindeki ba’zı hatâları anlatmadan
evvel, Tevrât ve İncîllerin
başka bir husûsiyyetinden de bahs etmek istiyoruz. Hıristiyanlarla
münâzara eden ve onları
cevâbdan âciz bırakan
Ahmed Didat şu hikâyeyi anlatıyor:
(Birgün, hıristiyan
komşularıma
ricâ etdim. (Ben şimdi kitâb-ı mukaddes ile meşgûl oluyorum. Size ondan bir parça
okumak istiyorum) dedim. Benim Kitâb-ı mukaddes ile alâkadâr olduğuma pek
memnûn kaldılar.
(Gâlibâ hidâyete kavuşuyor) diye sevindiler. Sür’ât ile etrâfımda toplandılar. Ellerine
birer Kitâb-ı
mukaddes verdim ve (İşâyâ) kitâbının 37.
ci bâbını açmalarını ricâ etdim.
(Şimdi ben size kendi elimdeki Kitâb-ı mukaddesden bu bahsi okuyacağım. Lütfen
beni ta’kîb edin ve doğru
okuyup okumadığı-
ma dikkat edin) dedim. Hepsi beni dikkat ile dinlemeğe ve okuduğum parçayı ellerindeki
Kitâb-ı
mukaddesden ta’kîb etmeğe
başladılar.
Okuduğum
parça şöyle idi:
(Vâki’ oldu ki, Kral Hizkiya bunu
işitince, esvâbını yırtdı ve çul sarınıp Rabbin
evine girdi.
Ve Kral, evi üzerinde olan Elyakimi
ve Kâtib Şebnayı ve
kâhinlerin ihtiyârlarını çula sarılmış olarak,
Amatsun oğlu
Peygamber İşâyâya
gönderdi.
Ve ona dediler: Hizkiya şöyle diyor:
Bugün sıkıntı, tekdîr ve
rüsvâlık
[aşağılık] günüdür.
Çünki çocuklar doğum
vaktine geldi, fekat doğuracak
kudret yok.) Bir müddet daha okudum.
Ben devâm ederken onlara, (Nasıl, harfi
harfine doğru
okuyor muyum?) diye soruyordum. Onlar da (tâm tamına, harfi harfine doğru okuyorsun)
diye tasdîk ediyorlardı.
Birdenbire kendilerine: (Şimdi size bir şey söyliyeceğim: Sizin
elinizde dinlediğiniz
kısm
Ahd-i atîkin [Tevrâtın] İşâyâ kitâbının 37. ci bâbıdır. Benim
okuduğum
parça ise yine Ahd-i atîkin İkinci Melikler [Krallar] 19. cu bâbıdır. Ya’nî, iki
kitâbın bu
iki bahsi harfi harfine birbirinin aynıdır. Demek ki, bunlardan biri temâmen diğerinden
sirkat edilmiş, çalınmışdır. Ama
hangisi, hangisinden aşırmış, bunu ben bilmiyorum. Bu husûsda karâr vermek size
âiddir. Fekat, sizin kutsal zan etdiğiniz bu kitâblar birbirinden sirkat edilmişdir. İşte isbâtı!) dedim. Bir
kıyâmetdir
kopdu. (Böyle şey mümkin değildir!) feryâdları yükseldi. Hemen elimdeki Kitâb-ı mukaddesi
aldılar.
Dikkat ile tedkîk etdiler. Okuduğum bahsin hakîkaten İkinci
Meliklerin 19. cu bâbının, ellerinde
bulunan İşâyânın 37. ci bâbının harfi
harfine aynı olduğunu görünce,
ağızları açık kaldı. Onlara,
(Bana darılmayın ama, bir
Allah kitâbında
böyle yazı
aşırma [intihâl] keyfiyeti olur mu? Ben nasıl olur da, böyle kitâblara inanırım?) dedim.
Hepsinin başı öne düşmüşdü. İster istemez bana hak veriyorlardı.)
Şimdi aşağıda, Tevrât ve
İncîllerde
anlaşılmıyan
birkaç parça gösterelim: Matta İncîlinin 9. cu bâbının 9. cu âyetinde, (Îsâ, oradan geçerken gümrük mahallinde
oturan ve Matta denilen bir adam görüp ona, ardımca gel dedi. O da kalkıp ardınca gitdi) demekdedir.
Şimdi iyice dikkat ediniz, bu
cümleleri yazan Mattanın
kendisi ise, niçin kendisi olduğunu söylemeyip, bir başka Matta gibi söylemişdir. Eğer bu İncîli yazan
Mattanın
kendisi olsaydı,
(Ben gümrük mahallinde otururken Îsâ oradan geçiyordu. Beni gördü,
ardımca
gel dedi. Ben de Onun ardınca
gitdim) diye yazması îcâb
ederdi. Bu da gösteriyor ki Matta İncîlini yazan Matta değildir.
Luka İncîlinin 1. ci bâbı başında, (Ey
fazîletli Teofilos, kelâmın
vekîlleri, hizmetcileri olup, gözleri ile görmüş olanların bize nakl
etdiklerine göre, aramızda
vâki’ olan şeylerin hikâyesini tertîb ve tahrîr etmeğe birçok
kimseler girişdiğinde,
ben de tâ başından beri [olanları] hepsini dikkatle araşdırıp, tahkîk
ederek, olduğu
gibi, sırası ile sana
yazmağı
uygun gördüm) demekdedir.
Bu ibâreden anlaşılıyor ki:
Luka, kendi zemânında dahâ
birçok kimseler İncîl
yazdıkları bir sırada bu İncîli yazmışdır.
Luka havârîlerin kendi elleri ile
yazdıkları hiçbir İncîl bulunmadığına işâret
etmekdedir. Zîrâ (kelâmın
vekîlleri ve gözleri ile görmüş olanların bize nakl etdiklerine göre) cümlesi ile İncîl yazanları gözleri ile
görenlerden ya’nî havârîlerden tefrîk etmiş, ayırmışdır.
Kendisi için havârîlerden birinin
şâkirdi, talebesiyim demez. Çünki, o asrda havârîlerden birine isnâd edilen
pekçok te’lîfler, yazılar,
risâleler bulunduğundan
öyle bir senedin, ya’nî havârîlerden birinin talebesi olduğunu
bildirmesinin, kendi kitâbı için başkalarının i’timâdına sebeb teşkil edeceğini, ümmîd etmemişdir. Belki, her husûsu kendisi
tahkîk ederek, esâsından
öğrendiğini
bildirerek, dahâ kuvvetli bir delîl olarak göstermek istemişdir.
Yuhannâ İncîlinin 19.
cu bâbının 35.
âyetinde, (Gören şehâdet etdi ve onun şehâdeti doğrudur ve îmân edesiniz diye kendisi
doğruyu
söylediğini
bilir) demekdedir. Şâyet bu ibâreyi Yuhannâ yazmış olsa idi, hâdiseyi (gören şehâdet
etdi ve onun şehâdeti doğrudur)
diye yazmazdı.
Netîcede, Matta, Luka ve Yuhannânın
kendilerinden değil, ismi
bilinmiyen, kim olduğu
belli olmıyan
bir kimseden bahs etdiklerini görürsünüz. Bu kimdir? Peygamber mi? Kelâmın
hizmetcileri kimdir? Yerinden kalkıp Îsâ aleyhisselâmı ta’kîb eden kimdir? Şehâdet eden
kimdir? Bu kadar esrâr dolu ve anlaşılmaz bir din kitâbı olur mu? Kim
kime ve niçin şehâdet ediyor, o da belli değil!
Şimdi Kitâb-ı mukaddesdeki muhtelif bahsler arasındaki
ihtilâflardan, farklardan bahs edelim:
İkinci Samuelin 24. cü bâbının 13. cü
âyetinde, (Gad, Dâvüda
geldi ve Ona dedi, Sana memleketinde yedi kıtlık senesi mi
gelsin? Yoksa düşmanların
seni kovalarken onların
önünde üç ay mı
kaçarsın)
demekdedir.
Şimdi aynı mes’eleden
bahs eden Birinci Târîhlerin 21. ci bâbının 11. ve 12. ci âyetlerinde ise, (Böylece Gad, Dâvüda
gelip, Ona dedi, RAB şöyle diyor: Bunlardan istediğini seç. Üç
sene kıtlık, yâhud
düşmanlarının kılıcı sana
erişerek seni sıkışdıranların önünde üç
ay bitip tükenmek, yâhud da üç gün Rabbin kılıcı ve
Rabbin meleği, İsrâîlin bütün
sınırlarında insanları helâk edecek
vebâ hastalığı) demekdedir.
Allah kelâmı denilen bir
kitâbın, bu
iki bahsinde aynı
mes’ele arasındaki
büyük farkı
görüyorsunuz. Hangisine inanalım? Allahü teâlâ iki dürlü beyânda bulunur mu?
Bugünkü Kitâb-ı mukaddesin
muhtelif kitâbları arasındaki farklar
o kadar çokdur ki, bunların
hepsini yazmağa
kalksak, mu’azzam bir kitâb olur. Biz burada okuyuculara umûmî bir fikr vermek
için, birkaçından
dahâ bahs edeceğiz:
İkinci Târîhlerin 36. cı bâbının 5. ci
âyetinde, (Yehoyakim melik olduğu zemân 25 yaşında idi ve Yeruşalimde [Kudüsde] on bir
sene meliklik etdi) demekdedir.
İkinci meliklerin [kralların] 24. cü bâbının 8. ci
âyetinde, (Yehoyakim melik olduğu zemân onsekiz yaşında idi) demekdedir.
Arada tâm 7 sene yaş farkı var!
Anlaşılan bu kudsî kitâbı
yazanlar, adı
geçen iki kişinin, aynı şahıs olup olmadıklarına dikkat
etmemişlerdir.
Başka bir misâl:
İkinci Samuelin 10. cu bâbının 18. ci
âyetinde, (Sûriyeliler, İsrâîllilerin
önünden kaçdılar.
Dâvüd Sûriyelilerden cenkcileri ile [berâber] 700 araba ve 40.000 atlı telef etdi
ve ordu kumandanı
Şobakı
vurdu ve o arada öldü) demekdedir.
Şimdi aynı muhârebe
manzarası,
Birinci Târîhlerin 19. cu bâbının 18.
ci âyetinde, (Ve Sûriyeliler, İsrâîlin önünden kaçdılar. Dâvüd Sûriyelilerden cenkcileri ile
[berâber] 7000 [yedibin] arabayı perişân etdi ve 40.000 yaya asker öldürdü. Ordunun
kumandanı Şobakı da telef
etdi.)
Şimdi aradaki farklara dikkat ediniz:
Birinci kitâba göre 700 harb arabası, ikinciye göre tâm on misli 7000 harb arabası, birinci
kitâba göre 40.000 süvârî öldürülmüş, ikinci kitâba göre bunlar süvârî değil, piyâde
askeri imiş!
Kitâb-ı mukaddesin içindeki kitâblar böyle
birbirinden farklı
ma’lûmât verirse, bunların Allahü teâlânın kelâmı olduğuna kim inanır? Hâşâ,
Allahü teâlâ, piyâde ile süvârîyi birbirinden ayıramaz mı? 700 ile 7000 arasındaki 10
misli fark olduğunu
bilemez mi? Böyle birbirini nakz eden beyânlarda bulunmak ve sonra bunları Allahü
teâlânın
kelâmı
kabûl etmek, Allahü teâlâya yapılan en büyük iftirâ, en büyük küstahlıkdır.
Birkaç misâl dahâ verelim:
Burada bahs konusu, Süleymân
aleyhisselâmın
serâyında yapdırdığı büyük kurban
kesme yeri, ya’nî (kurban havuzu)dur.
Birinci Meliklerin 7. ci bâbı 26. cı âyetinde,
(Kalınlığı bir karış idi. Ve onun
kenârı bir
kâse kenârı
gibi, zanbak çiçeği
gibi işlenmişdi. 2000 bat su alırdı)
demekdedir. (1 bat = 37 litre)
Şimdi aynı kitâbın İkinci
Târîhlerin 4. cü bâbı 5.
ci âyetinde, (Süleymânın
yapdığı
mezbahın kalınlığı bir avuç idi
ve kenârı bir
kâse kenârı gibi
zanbak çiçeği
gibi işlenmişdi. İçi
3000 bat su alırdı) demekdedir.
Görüyorsunuz, yine arada temâm 1000
bat, ya’nî 37000 litre su farkı var! Anlaşılıyor ki, bu cins kitâbları yazanlar,
birbirlerinin farkında
olmadan, akllarına
geleni kayd etmişler, tekrâr tedkîk zahmetinden de kaçmışlar ve ortaya
böyle birbirini nakz eden fıkralar çıkmış ve
bunlara, utanmadan (Allah Kelâmı) demişlerdir.
Bir misâl dahâ verelim:
İkinci Târîhlerin 9. cu bâbının 25. ci
âyetinde, (Süleymânın
atları ve
cenk arabaları için
4000 ahırı vardı ve 12.000
atlısı vardı. Onları, araba
şehrlerine ve melikin yanına,
Yeruşalime [Kudüse] koydu.)
Aynı hikâyeyi Birinci meliklerin 4. cü
bâbının 26. cı âyetinden
okuyalım.
(Ve Süleymânın cenk
arabaları için
40.000 ahırı vardı.)
Görüyorsunuz, burada ahır mikdârı tam 10 misli
artmakdadır!
Belki denilebilir ki, (En çok rakkam
farkları var,
acaba rakkam farkı, o
kadar mühim midir?) Buna meşhûr Alberts Schweizer’in beyânı ile cevâb
verelim. Schweizer diyor ki: (En büyük mu’cizeler bile, iki kerre ikinin dört
etdiğini
veyâ bir dâirenin çemberinde açılar bulunduğunu isbât edemez. Yine en mu’azzam mu’cizeler, ne
kadar çok olursa olsun, her hangi bir hıristiyanın bâtıl i’tikâdı içinde bulunan bir eksiği, bir yanlışlığı düzeltemez).
Son olarak, birbirinden farklı birkaç
metin zikr edelim:
Matta İncîlinin 27. ci bâbının 44. cü âyetinde, Îsâ
“aleyhisselâm” ile birlikde asılan iki hırsızın, ona karşı yehûdîler gibi kötü
sözler söyledikleri yazılıdır.
Luka İncîlinin 23. cü bâbının 39. cu âyeti ve devâmında,
hırsızlardan birinin Îsâ aleyhisselâma kötü söz söylediği ve bunu işiten ikinci
hırsızın onu azarladığı ve (Sen aynı hükm altında olduğun hâlde Allahdan
korkmuyormusun) dediği ve Îsâ aleyhisselâmın ikinciye, (Bugün sen benimle
berâber Cennetde olacaksın) dediği yazılıdır.
Bu iki ibâre arasındaki farklılık meydândadır.
Yine Markosa göre, Îsâ aleyhisselâm haçdan indirildikden
sonra, ölüler arasında kaldığı sırada, havârîleri ile görüşmüş ve hemen, o gün
semâya kaldırılmışdır. Luka İncîlinde de böyle yazılıdır. Hâlbuki yine Lukanın
yazmış olduğu (Resûllerin İşleri) kitâbının birinci bâbının 3. cü âyetine göre,
hazret-i Îsâ, ölüler arasında 40 gün kaldıkdan sonra semâya kaldırılmışdır.
Bu misâller böyle devâm etmekdedir. Yukarıda da söylediğimiz
gibi, hepsini kayd etmek için, bu kitâbın hacmi kâfî gelmez. Önsözde, kendisini
tanıtdığımız, Müslimân olan eski bir râhib Turmeda, ya’nî Abdüllah-ı Tercümân, İncîllerin
herbirinin kendi âyetleri arasındaki tenâkuzlarına birkaç misâl veriyor:
Matta İncîlinin 3. cü bâbının 4. cü âyetinde, (Yahyânın
ta’âmı [yiyeceği] çekirgeler ve yaban balı idi) demekdedir.
11. ci bâbının 18. ci
âyetinde ise, (Yahyâ ne yir, ne içerdi) demekdedir. Eski râhib, bir noktaya
dahâ işâret ediyor:
Matta İncîlinin 27. ci bâbı 50., 51.,
52. ve 53. cü âyetlerinde, (Îsâ, rûhunu teslîm etdi. İşte o zemân
ma’bedin perdesi yukarıdan
aşağı
kadar [yırtıldı], iki parça
oldu. Yer sarsılıp kayalar yarıldı. Kabrler açılıp uykuda olan
nice mukaddeslerin cesedleri kıyâm etdiler. Onlar kabrlerinden çıkıp Îsânın kıyâmından sonra
mukaddes şehre girdiler ve birçok kimselere göründüler) demekdedir. Müslimân
olmuş olan bu râhib Anselmo Turmeda diyor ki, (Okuduğunuz bu fâcia
tasvîri, temâmen eski bir kitâbdan alınmışdır. Bu tasvîr, Titus Kudüsü zabt ve tahrîb etdiği zemân, bir
yehûdî târîhcisi tarafından
kaleme alınmışdır. Bu
ibâreleri şimdi Mattada görmekdeyiz. Bunun ma’nâsı, her hangi bir kimse, bu sözleri
Matta İncîline
sonradan eklemişdir). Bu da, yukarıda (Matta İncîli, hakîkî Mattanın yazdığı İncîl değildir)
sözünün doğru
olduğunu
bir kerre dahâ isbât etmekde ve bu ilâveleri yapan Matta İncîlini
yazan
esrârengiz kimseyi hâtırlatmakdadır.
Bir târîhî hatâdan dahâ bahs edelim:
Tekvînin 16. cı bâbının 15. ci âyetinde, (Ve İbrâhîmin
“aleyhisselâm” câriyesi Hâcerden bir oğlu oldu. İbrâhîm bunun adını İsmâ’îl
koydu) demekdedir. Yine Tekvînin 22. ci bâbının 2. ci âyetinde ise, (Allah İbrâhîme
dedi, şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshakı al ve Moriya diyârına git!)
denilmekdedir. Ya’nî, İbrâhîm aleyhisselâmın ayrıca bir de İsmâîl aleyhisselâm
isminde oğlu olduğu unutulmuşdur.
Okuyucuları da râhatsız etmeğe başlıyan bu hatâları bir
tarafa terk edip, biraz da, bugünkü hıristiyan ve yehûdîlerin inandıkları
(Kitâb-ı mukaddes)i ya’nî Tevrât ve İncîlleri teşkîl eden kitâbların nereden
geldiklerini araşdıralım:
(Kitâb-ı mukaddes)in ilk kitâbları, Tekvîn, Hurûc, Levililer,
Sayılar ve Tesniyedir. Bu beş kitâba (Tevrât) demekdedirler. Mûsâ aleyhisselâma
indirilen Tevrâtın bu kitâblardan meydâna geldiğini zan etmekdedirler.
İşâyâ için neler söylenildiğini yukarıda zikr etdik.
Rivâyete göre başka biri tarafından yazılmışdır.
Hâkimler kitâbının İsmâ’îl tarafından yazıldığı
düşünülebilir.
Rut (Râ’ût): Yazan belli değil
Birinci Samuel: Yazan belli değil.
İkinci Samuel: Yazan belli değil.
Birinci Melikler: Yazan belli değil.
İkinci Melikler: Yazan belli değil.
Birinci Târîhler: Gâlibâ Îsâ
aleyhisselâmdan 350 sene evvel yaşamış olan İbrânî haham ve din adamı AZRÂ tarafından yazılmış.
İkinci Târîhler: Bunun da, Azrâ tarafından yazıldığı
düşünülebilir. Azrâ, Uzeyr demek olduğu (Müncid)de
yazılıdır. Fekat, bu
kitâbları
yazan kimse Uzeyr aleyhisselâm değildir. Azrâ ismindeki bir yehûdîdir.
Azrâ: Azrânın bizzat yazdığı kitâb.
Ester: Yazan belli değil.
Eyyûb: Yazan belli değil.
Mezâmir: Zebûrun sûreleri demekdir.
Dâvüd aleyhisselâma âid olan sûreler oldukları beyân edilmekde ise de, içinde Benî
Korah, Âsaf, Ezrahi, Heman ve Süleymân aleyhisselâmın mezmurları da vardır.
Yûnüs: Kimin tarafından yazıldığı bilinmiyor.
Habakuk: Kim olduğu, nerede
bulunduğu,
şeceresi, ne iş yapdığı
kimse tarafından
bilinmeyen bir şahsiyetin yazdığı kitâb.
İşte size Kitâb-ı mukaddesin (Ahd-i
Atîk = Eski Ahd) kitâblarının mâhiyyetleri hakkında kısa bir ma’lûmat.
(Ahd-i Cedîd = Yeni Ahd) kısmına gelince,
bunun hakkında
ve bunu yazanlar ve içindeki farklılıklardan yukarıda ma’lûmât verdiğimiz için bunları tekrâra
lüzûm görmedik.
Kitâb-ı mukaddesin içinde, dahâ birçok
ma’nâsız
sözler vardır:
Meselâ, Allahü teâlânın
tûfâna nedâmet edişi, Ya’kûb aleyhisselâmın rü’yâsında Allahla güreş tutarak onu yenmesi, Lût
aleyhisselâmın kızları ile zinâ
etmesi gibi. Bunların ne
kadar habîs şeyler olduğu hıristiyanlar
tarafından
da kabûl edildiği
için, bu bahsleri yavaş yavaş Kitâb-ı mukaddesden çıkarmağa başlamışlardır.
Şimdi, bugünkü Kitâb-ı mukaddesin ifâde şekli ve insanlara neler telkîne çalışdığını
tedkîk edelim:
Tekvînden bir bend alıyoruz. Bu
kitâb, ilk insanlardan, ilk Peygamberlerden, Âdem, Nûh, İbrâhîm
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gibi büyük nebîlerden bahs eder. Aynı zemânda İbrânî
âilelerinin nasıl
kurulduğunu
anlatır.
Yehûdîlerin ceddi olan Yehûdâdan (Juda) bahs eden 38. ci bâbın başında,
(Yehûdâ kardeşlerinin yanına
indi ve Abdüllah bir adamın yanına indi.
Orada Kenanlı bir
adamın kızını gördü. Adamın adı Şû’ idi. Kızı alıp yanına girdi. Kız hâmile kalıp bir oğlu oldu)
demekdedir.
Şimdi lutfen elinizi kalbinizin
üzerine koyarak şu süâllere cevâb veriniz: Bir din kitâbı ne öğretir? Bir
din kitâbı,
insanlara yapmaları
gereken husûslarla, yapmamaları gereken husûsları öğretir. Onlara, dünyâ ve âhiret hakkında fikr
verir. Onları,
fenâ hareketleri için azarlar ve iyi hareketlerini medh eder. Allahü teâlâya
karşı ne gibi vazîfeleri olduğunu, birbirlerine karşı nasıl muâmele etmek îcâb etdiğini anlatır. Dünyâda
sulh ve selâmet içinde yaşamak için neler yapmak lâzım olduğunu bildirir.
Kısaca,
bir din kitâbı, bir
AHLÂK KİTÂBI’dır.
Yukarıda okuduğunuz parça ve
devâmında
bu fazîletlerden hangisi var? Açık saçık bir fuhş hikâyesidir. Bu parça, bugün dünyânın her yerinde
Pornografi [müstehcen] neşriyyat sınıfına
girer ve yayınlanması yasaklanır. Hıristiyanların ve
yehûdîlerin mukaddes dedikleri kitâbda buna benzer dahâ birçok gayr-i ahlâkî
bahsler vardır.
Yine (Ahd-i atîk)in Tekvîn kitâbı 19. cu bâbının otuzuncu ve sonraki âyetlerinde Lût aleyhisselâmın iki öz kızının,
Lût aleyhisselâma içki içirerek serhoş etdikden sonra
kendisi ile cinsî münâsebetde bulunarak oğulları olduğu yazılıdır.
Dâvüd aleyhisselâmın,
kumandanlarından
Urianın
zevcesi Batşebayı yıkanırken çıplak olarak
seyredince dayanamıyarak
onunla şehvânî ilişkiler kurduğu ve kocasından ayırmak için zevallıyı bir savaşın en tehlükeli yerine, geri dönmemek
üzere gönderdiği
Ahd-i atîkin İkinci
Samuel kısmının 11. ci bâbında yazılıdır. Bugün
birçok Avrupa müzelerinde, Dâvüd aleyhisselâmın Batşebayı çıplak olarak
seyretmesini veyâ Uriayı
ölüme göndermesini tasvîr eden resmler bulunmakdadır. Avrupa
dillerinde (Uria Mektûbu) ta’bîri, (İ’dam hükmü veyâ çok kötü haber) ma’nâsına gelmekde
ve Avrupalılar
bunu ve benzeri hikâyeleri mukaddes dedikleri kitâblarından almakdadırlar. Bu
hikâyeleri okuyanlar ne öğreniyor?
Kardeşinin zevcesi ile zinâ etmeğe zorlanan erkekler, gelinini hâmile bırakan kayınbabalar, kızı ile zinâ
eden babalar, emrinde çalışanların zevcesini iğfâl eden ve
onları
ölüme yollayan adamlar.
İnsanın aklı zâil olacak. Ba’zı hıristiyanlar bile bu çirkin hikâyelere inanmıyor ve red
ediyorlar. (Plain Truth) mecmû’asının 1977
senesinde çıkan
bir nüshasında
şöyle yazılıdır: (Çocuklara
Kitâb-ı
mukaddesi okuturken çok dikkat ediniz! Çünki Kitâb-ı mukaddesin
içinde, gayr-ı
ahlâkî fuhş hikâyeleri mevcûddur. Bunları okuyan çocuklarda, âile ferdleri arasındaki
münâsebetler hakkında,
çok hatâlı
fikrler hâsıl
olabilir. Bilhâssa, Ahd-i atîk kısmında bulunan bu fuhş münâsebetleri, Kitâb-ı mukaddesden
çıkarılmalı ve ancak
ondan sonra çocuklara bu temizlenmiş Kitâb-ı mukaddes verilmelidir). Mecmû’a ilâve ediyor:
(Kitâb-ı
mukaddes, muhakkak bir tedkîkden geçmelidir. Çünki bu hâli ile ahlâk telkin
etmek şöyle dursun, gençleri ahlâksızlığa teşvîk etmekdedir.)
Meşhûr edebiyyâtçı Bernhard
Shaw, dahâ ileri giderek, (Dünyâda en tehlükeli kitâb Tevrât ve İncîldir. Onu
sağlam
bir kilit altına
koymalı ve
bir dahâ meydâna çıkmamasını temîn
etmelidir) demekdedir.
Dr. Stroggie, Kitâb-ı mukaddes
hakkında
yazdığı
kitâbda, Dr. Parkere atfen şöyle demekdedir: (İnsan Kitâb-ı mukaddesi
okuduğu
zemân, birbirini tutmaz bahsler içinde gayb olup gidiyor. Kitâb-ı mukaddesin
içinde fazla mikdârda muhtelif acâib ismler vardır. Hele Tekvîn kısmında, yalnız şecereler
dikkate alınmış. Kim kimden
doğdu,
nasıl doğdu? Hep
bunlardan bahs ediliyor. Bunlardan bana ne? Bunların ibâdet ve
Allahü teâlâyı
sevmek ile ne
alâkası var? Nasıl iyi bir insan olunabilir? Kıyâmet günü
nedir? Kime ve nasıl
hesâb vereceğiz?
Sâlih bir insan olmak için neler yapmak lâzımdır? Bunlardan pek az bahs olunuyor. Ekseriyâ,
muhtelif efsâneler var. Dahâ gündüz anlatılmadan, geceye geçiliyor.)
Prof. F. C. Burkitt (Canon of the New Testament = Yeni Ahdin resmen
kabûl edilen kısmı) ismindeki
eserinde şöyle diyor: (Îsâ aleyhisselâmın dört İncîlde dört ayrı tasvîri vardır. Bunlar
birbirinden farklıdır. Bunları yazanlar bu
dört kitâbı bir
araya getirmek istememişdir. Onun için yekdiğerinden farklı ma’lûmât vermekde, bunlar arasında hiçbir
râbıta
bulunmamakda, yazılardan
biri noksan kalmış bir
hikâyeye, diğeri
ise meşhûr bir eserden alınmış bir parçaya
benzemekdedir.)
(Encyclopedia of Religion
and Ethics = Din ve Ahlâk Ansiklopedisi)nin ikinci cildinin 582.
sahîfesinde: (Îsâ aleyhisselâm, hiç yazılı bir eser bırakmadığı gibi, şâkirdlerinden hiç birisine
herhangi bir şey yazması için
de emr vermemişdir) diye yazılıdır. Ya’nî bu
büyük ansiklopedi, dört İncîlin
hiçbir dînî kıymeti
olmayıp,
başkaları
tarafından
yazılan
birbirinden farklı
hikâyelerden ibâret olduğunu
tasdîk etmekdedir.
Avrupalı ilm adamları, târîhçiler,
hattâ hıristiyan
din adamları,
bugün elde mevcûd Tevrât ve İncîllerin bozuk olduklarını i’lân ederken, ma’nevî kuvvetleri inkâr eden,
maddedeki terakkînin serhoşu olup, rûh bilgilerinden haberleri olmıyan din
düşmanları da,
Tevrât ve İncîllerdeki
bozuk yerleri ileri sürerek, dinlere saldırıyorlar. Bu meyânda mu’cizeleri inkâr etmelerini
haklı
göstermeğe
kalkışıyorlar.
Hâlbuki hıristiyan
ve müslimân, kısacası dindar olmanın birinci
şartı,
mu’cizelere inanmakdır.
Aklın anlıyamadığı din, îmân
bilgilerini akl ile isbât etmeğe kalkışan, bunları inkâr etmeğe sürüklenir. İnsan bilmediği, anlamadığı şeye düşman olur. Mu’cizeleri inkâr
etmek felâketine dûçar olan zevallılardan biri, tanınmış Amerikalı dîni eserler yazarı Ernest O. Hauserdir. 1979 senesinde
neşr edilen yazısında
dindarlara hücûm etmekde çok ileri giderek, mu’cizeleri te’vîle çalışmakdadır. Gençleri
igfâl edebilmek için birkaç ateistin [münkirin] yazılarını da kendine
şâhid göstermekdedir. Bu makâleyi birlikde okuyalım: (Matta İncîlinde
şöyle yazılıdır: (... Ve
Îsâ halka çayır
üzerine oturmalarını emr etdi ve
kendilerine beş somun ekmek ile iki balığı aldı ve şükrân düâsı etdi ve
ekmekleri kırıp şâkirdlere
verdi. Şâkirdler de halka verdiler. Hepsi yiyip doydular ve parçalardan artanı oniki küfe
dolusu olarak kaldırdılar.
Yiyenler, kadınlar
ve
çocuklardan başka, beş bin erkek kadar idiler) [Matta bâb
14, âyet 19 ve devâmı.]
İşte Matta, bugün Îsâ aleyhisselâmın en çok
münâkaşa edilen bir mû’cizesinden böylece bahs etmekdedir.
Mu’cize, bir peygamber tarafından, kuvvet
ve kudretini izhâr için,tabî’at kanûnlarına muhâlif olarak yapılan
hârik-ül’âde bir işdir. Fekat, bugün en yeni ilm ve fen bilgilerini öğrenen ve
böyle bir muhît içinde yetişen bir hıristiyanın bu mu’cizelere îmân etmesini nasıl teklîf
edebiliriz? Fekat, bunları
İncîllerden ihrâc etmeğe
imkân yokdur. O hâlde, bunları dahâ iyi tedkîke mecbûruz. Biz çocukken, Îsâ
“aleyhisselâm”ın,
birçok mu’cizelerini dinleye dinleye büyüdük. Bunların arasında, Kana
şehrindeki düğünde
suyu şerâbe çevirmesi, Galile denizindeki korkunç fırtınayı dindirmesi,
körlerin gözlerini açması,
havârîlerin kayığına
kadar denizde yürümesi, ölmüş olan Lazarı diriltmesi, hepimizin hâfızasına nakş
edilmişdir. Esâsen İncîlin
büyük bir kısmı bu
mu’cizelerle doludur. Dört İncîlin de, en güzel yerlerini bu mu’cizeler teşkîl eder.
Îsâ “aleyhisselâm”, yehûdîlerin yanına geldiği zemân, Peygamber olduğunu isbât
etmek için, onlara mu’cize göstermek zorunda idi. Çünki yehûdîler, ona (Sen
Peygamber olduğunu
söylüyorsun. Sana îmân etmemiz için, bize mu’cize göstereceksin!) diye inâd
etmişlerdi. Hattâ, çok kerreler şübheye düşen kendi havârîlerine bile ba’zan
mu’cizeler göstermeğe
mecbûr olmuşdu. Meselâ, denizde kayık içinde giderlerken çıkan korkunç fırtınada,
havârîler Îsâ aleyhisselâmı (Kurtar ya Rab, helâk oluyoruz) diyerek uyandırmışlardı. O esnâda
Îsâ aleyhisselâmın bir
işâreti üzerine fırtına durdu. Bu
hareket havârîlerin üzerinde son derecede büyük bir te’sîr yapmış, Îsâ
aleyhisselâmın
ayaklarına
kapanarak afv dilemişler, Ona inandıklarını te’yîd etmişlerdi. Sonra, bu hikâyeyi başka yehûdîlere
anlatdıkları zemân, onlar
da hayrân kalmışlar
ve nasrânî olmuşlardı.
[Matta bâb 8]
Yuhannâ İncîlinin 10.
cu bâbı 37.
ci âyeti ve devâmında
Îsâ aleyhisselâmın
şöyle dediği yazılıdır: (Eğer, Babamın işlerini yapmıyorsam bana
îmân etmeyin. Fekat yapdığım
hâlde siz bana îmân etmezseniz bile, işlere îmân edin ki, Babanın bende ve
benim Babada olduğumu
bilip anlıyasınız!) İşte bu
mu’cizeler, o kadar büyük bir te’sîr yapıyordu ki, meşhûr yehûdî din adamı Nicodemus,
Îsâ aleyhisselâma hiç inanmazken, onu bir gece ziyâret etdiği zemân
gösterdiği
mu’cizelerin büyük câzibesine kapılmış ve Ona (Artık inanıyorum ki, sen Allah tarafından
gönderilmişsin.
Çünki, Allahın yardımı olmadan bu mu’cizeleri yapamazsın) demişdi.
Biz biliyoruz ki, Îsâ aleyhisselâm, bu mu’cizeleri yapmakdan hiç hoşlanmıyor, hattâ
âdetâ hayâ ediyordu. Elinin dokunmasıyle iyi etdiği cüzzamlıya, (Seni iyi etdiğimi sakın kimseye söyleme) demişdi.
Mu’cizeleri yaparken, ufak bir hareket veyâ birkaç sözle iktifâ ediyordu. İncîle göre,
ölmüş çocuğunu
diriltdiği kadına, (Yoluna
devâm et, çocuğun
yaşıyor) demiş, iyi etdiği
hastalara yalnız
(Yatakdan kalk ve yürü) demişdi. Esâsen mu’cizeler, ufak bir el hareketi, bir
dokunma ile temâmlanıyordu.
Bu mu’cizelere ekseriyâ Îsâ aleyhisselâmın merhamet ve şefkati sebeb oluyordu. Bir gün,
yol kenarında
iki a’mâya rastlamışdı. Kendisinden
yardım
istediler. Îsâ “aleyhisselâm” onlara acıdı ve ellerini gözlerine sürünce, yeniden göz nûruna
kavuşdular. Lukanın anlatdığı mu’cizeye
gelince, bu da Îsâ aleyhisselâmın ne kadar merhametli olduğunu göstermekdedir. Îsâ aleyhisselâm,
bir zevallı kadına tek oğlunun cenâze
merâsiminde rastlamış. Kadına çok acıdığından çocuğunu
diriltmişdir. Bugün bu mu’cizeleri inkâr eden pek çok hıristiyan vardır. Bir fen
adamı, Îsâ
aleyhisselâma îmân etse bile, onun böyle mu’cizeler yapamıyacağını ileri
sürmekdedir. Dahâ 1162 [m. 1748] de meşhûr târîhçi İskoçyalı David Hume,
şöyle yazıyordu: (Mu’cize demek, tabî’at kanûnlarının ihlâli demekdir. Tabî’at kanûnları kat’î ve
sâbit esâslar üzerine kurulmuşdur. Bunları tebdîl etmeğe imkân yokdur. Onun için, mu’cizelere inanılmaz.)
Fekat, en mühim olanı bugünün din
adamlarından
Rudolf Butmannın
sözleridir: Bu teolog: (Evinde elektrik bulunan, radyo ve televizyon kullanan
bir adamın artık İncîllerde yazılı olan hayâl
mahsûlü mu’cizelere inanması imkânı yokdur) demekdedir.
Bu mu’cizelerin esâsına varmak ve
onları mantıkî bir tarzda
îzâh edebilmek için, birçok tecribeler yapılmışdır: Meselâ, iki balıkla 5000 den fazla insanın doyurulması, hakîkatde,
büsbütün başka bir tarzda cereyan etmişdir. Îsâ aleyhisselâm, diğer
nasrânîlerle berâber gezmeğe çıkmış, yemek zemânı gelince,
herkes birlikde getirdiği
yemeği
ortaya koymuş, Îsâ aleyhisselâm da, birlikde getirdiği iki balıkla beş somun
ekmeği
bunlara ilâve etmiş ve hepsi birlikde yemek yimişlerdir. Îsâ aleyhisselâmın deniz
üzerinde yürüyerek havârîlerin gemisine gitmesi ise, temâmen bir optik hatâdır. Sisli
havalarda, deniz kenârında
yürüyen insanların, sanki
denizde yürüyormuş gibi göründüklerini hepimiz biliriz. Fırtınanın kesilmesine
gelince, Îsâ aleyhisselâmın
işâret etdiği
zemânda, fırtına esâsen
kesilmeğe
başlamışdı. İşâret etmese
de kesilecekdi
diye düşünülebilir. Esâsen bütün bu mu’cizeler, bunları görenler
tarafından
nakl edilmekdedir. Böyle bir hâdiseyi gören bir kimse, kendi hislerine mağlûb olarak, o
hâdiseyi küçültebilir veyâ mubâlağa edebilir, yâhud tam hakîkate uygun olmayarak,
kendi gördüğü
gibi değil,
zan etdiği
gibi anlatabilir. Fekat, şunu da unutmayalım ki, bugün bu mu’cizeler etrâfında yapılan
münâkaşalar, artık
gayb olmuş gibidir ve artık İncîllerdeki
mu’cizelere inananlar hemen hemen kalmamışdır. Bir tanınmış başpiskopos geçenlerde: (Bir insan, bu
mu’cizelere inanmasa da, hakîkî bir hıristiyan olabilir. Çünki, hıristiyanlığın esâsı, Allaha
inanmak ve insanlara acımakdır) diyordu.
Demek oluyor ki, biz İncîli
okurken, ister onun bir masal kitâbı olduğunu ve onda anlatılan mu’cizelerin ancak hayâl âleminde
meydâna geldiğini
kabûl edelim veyâ etmiyelim, bunun dindarlıkla alâkası yokdur.
Şurası şâyân-ı dikkatdir ki, Îsâ aleyhisselâmın
mu’cizeleri, onu, bir tarafdan dünyâya tanıtırken, bir tarafdan da, bir çok kimsenin düşmanlığına sebeb
oldu. Yehûdî din adamları, Îsâ
aleyhisselâmın Beytanyada
hasta adamı
iyileşdirdiğini,
Lazarı
diriltdiğini
haber alınca,
(Bu adam bu mu’cizelerle bütün insanları kendisine cezb ediyor. Artık kendisini
Allah yerine koymağa
başladı.
Bunun şerrinden kendimizi muhâfaza etmek için Onu öldürtmeliyiz) diye karâr
verdiler ve Onu Romalılara
şikâyet etdiler. Îsâ aleyhisselâm, bu sıralarda son mu’cizesini yapıyor ve
kendisini yakalamak için gelen askerlerin içinde bulunan ve Petrus tarafından kulağı kesilen
başkâhinin hizmetcisinin, kulağını
tekrâr yerine koyuyor ve böylece bütün dünyâya, (insanların düşmanlarına bile
merhamet etmesi lâzım
olduğunu)
gösteriyordu.
[Bir yehûdî din adamı olan, H.
Hirsch Graetzin (History of the Jews) kitâbındaki beyânına göre,
yehûdîler, kendi cemâ’atlerinin, Tevrâtın emrlerine tam ittibâ’ edebilmelerini te’mîn
için, (Yetmişler Meclisi)ni kurdular. Bu
meclisin reîsine (Baş kâhin) dediler.
Yehûdî gençlerine, mekteblerde dinlerini öğreten, Tevrâtı açıklayan yehûdî din adamlarına (Yazıcılar) denilir. Bunların, Tevrâta yapdıkları açıklamaların, ilâvelerin
bir kısmı, sonradan
yazılan
Tevrâtlara karışdırılmışdır. İncîllerde
geçen yazıcılar, işte
bunlardır.
Bunların bir
diğer
vazîfesi de, yehûdîlerin Tevrâta ittibâ’ etmelerini sağlamakdır.]
Îsâ aleyhisselâmın
mu’cizeleri, bundan sonra bitdi. Romalılar Onu yakalayıp, Hirodesin önüne götürdükleri
zemân, Hirodes Ondan mu’cizeler göstermesini isteyince, Îsâ aleyhisselâm cevâb
vermiyerek susdu ve önüne bakdı. Çünki, artık vazîfesi bitmiş, Al-
lahü teâlânın kendisine verdiği vazîfe sona ermişdi. Başkasına her ne’v
yardımı yapan bu
Peygamber, kendisine yardım
edemezdi. Çünki O, insanları kurtarmak için gönderilmişdi. Kendisini kurtarmak için
değil!
Allahü teâlânın
Onun bu hareketinden ne kadar hoşnud olduğu, Onu semâya kaldırmasıyle sâbitdir.
(Mu’cizelere inanıyor musunuz?)
süâli her zemân tekrâr edilmişdi. Evet bugünkü neslin mu’cizelere îmân etmesi
müşkildir. Fekat unutmıyalım ki, îmân
tam mantık ile
ifâde edilemez. Îmân aşkdır ve
mantık ile
başı hoş değildir.
İnsanlara
bir parça da ma’nevî hak bırakılmalıdır. Biz
çocukken masalları ne
kadar lezzet ile dinlerdik ve büyüdükçe masallardaki konuşan hayvanların, perilerin,
sihrbazların,
cücelerin hakîkat olmadığını öğrenince, ne
kadar üzülmüşdük! Mu’cizeler üzerinde çok durmıyalım. En mantıkî düşünen
bir insanın
bile, hıristiyanlığın mu’cize
kanatları
üzerinde dünyâya indiğini,
masal da olsa, düşünmekden zevk alacağını sanırım.)
Hauserin yazısı burada temâm
oldu.
Bu makale bizi düşündürmekdedir. Zîrâ
zemânla Kitâb-ı
mukaddes içindeki kusûr ve hatâları bulan hıristiyanlar, artık Kitâb-ı mukaddesin
hiçbir sözüne inanmamakda, mu’cizelerini bile inkâr etmekdedir. Hıristiyan olduğu hâlde,
okudukları
Tevrât ve İncîllerin
Allah kelâmı olamıyacağını anlıyan İngiliz
filozofu David Hume ve Rudolf Butmann ismindeki papaz, hıristiyanlığa ve
ellerindeki Tevrât ve İncîllere
karşı haklı
olarak duydukları
nefretlerini beyân etmişlerdir. Bu arada, ilm ve edeb esâslarına tecâvüz
ederek, hakîkî Allah kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş mu’cizeler üzerinde de,
hayâlî fikrler beyân etmekden çekinmemişlerdir. Bu, insafsızca ve ilmî
bir esâsa istinâd olunmıyan,
fekat ilm nâmına
yazılmış satırları okuyan
gençler, bunların
yazarları
gibi, yanlış bir
fikre sürükleneceklerdir. Temiz gençleri, bu tehlükeden korumak, insanlara
hizmet etmeği
mukaddes vazîfe bilen, vicdan sâhibleri için birinci vazîfe olmakdadır. Biz de, bu
niyyet ile ve iyilik, ihsân etmeği emr eden Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak
için, islâm âlimlerinin büyüklerinden Ahmed Kastalânînin “rahmetullahi teâlâ
aleyh”[1] (Mevâhib-i
ledünniyye) kitâbından, aşağıdaki bilgiyi nakl ediyoruz:
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş olduklarını, hakîkati söylediklerini gösteren hârikul’âde
şeye (Mu’cize) denir. Peygamberin, Mu’cize
gösterirken, (İnanmıyorsanız, siz de yapınız! Fekat,
yapamazsınız)
----------------------------
[1] Kastalânî, 923 [m.
1517] de Mısrda vefât etdi.
demesi lâzımdır. Mu’cize, âdete, fen kanûnlarına muhâlif
olan bir şeydir. Bunun için, fen adamları mu’cize yapamaz. Böyle hârikul’âde bir şey
gösteren kimse, bunu önceden söylemez ve siz yapamazsınız demezse,
bunun Peygamber olmayıp,
Velî olduğu
anlaşılır ve
yapılan
şeye (Kerâmet) denir. Başkalarının yapdığı böyle
şeylere (Sihr) ya’nî büyü denir. Büyücülerin
yapdıkları şeyler,
Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Evliyâdan “rahime-hümullahü
teâlâ” da hâsıl
olabilir. Fir’avnın
sihrbazları,
iplikleri yılan
şekline sokunca, Mûsâ aleyhisselâmın asâsının, dahâ büyük bir yılan olup, onları yutması böyledir. Sihrlerinin bozulduğunu ve
kendilerinin yapamıyacağı mu’cizeyi
görünce hepsi, Mûsâ aleyhisselâmın Peygamber olduğuna îmân etdiler. Fir’avnın ölümle
tehdîdi ve zulmleri karşısında, îmânlarından dönmediler. Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mu’cizelerini ve Evliyânın
“rahime-hümullahü teâlâ” kerâmetlerini hep Allahü teâlâ yaratmakdadır. Fen
kanûnlarına,
tabî’at hâdiselerine uyan işleri, belli sebeblerin te’sîrleri ile yaratdığı hâlde,
mu’cizeleri böyle sebebler olmadan yaratmakdadır. (Mu’cize)ye
(Burhân) ve (Âyet)
de denir. Sihr, cismlerin fizik özelliklerini, şekllerini değişdirir.
Maddenin yapısını değişdirmez.
Mu’cize ve kerâmet, ikisini de değişdirebilir.
Peygamberlerin sonuncusu Muhammed
aleyhisselâmın
geleceği ve
ba’zı sıfatları ve Arab yarımadasında zuhûr
edeceği ve
gelme zemânı
yaklaşınca, görülecek hârikul’âde şeyler Tevrâtda ve İncîlde
bildirilmişdi. Bunların
haber verilmesi, Mûsâ ve Îsâ “aleyhimesselâm” için mu’cize olduğu gibi,
Muhammed “aleyhisselâm” için de büyük mu’cizedir. Allahü teâlâ, her Peygambere,
o zemânda meşhûr olup, kıymet
verilen şeylere benzer mu’cizeler ihsân etmişdir. Muhammed aleyhisselâma ise
her Peygambere vermiş olduğu mu’cizelerin benzerlerini verdiği gibi, başka
mu’cizeler de ihsân eylemişdir. Hayâtda iken gösterdiği
mu’cizelerin üçbinden ziyâde olduğu, türkçe (Mirât-ı kâinât) kitâbında yazılıdır. Bunlardan
seksenaltı
adedi kitâbımızın (Muhammed aleyhisselâmın mu’cizeleri) kısmında
bildirilmişdir.
Ehl-i sünnet olmıyan
müslimânlardan bir kısmı ve fen adamı olarak tanınan ba’zı din
câhilleri, mu’cizelerin bir kısmına
veyâ hepsine îmân etmiyorlar. Bunlar, fen bilgilerimize uygun değildir,
diyorlar. Bunlardan kâfir olanlara, islâmiyyeti tanıtmak, önce
bunları
îmâna kavuşdurmak lâzımdır. Îmânı olanlar ise,
mu’cizelere îmân eder. Çünki, kıyâmet zemânı, yerlerin, göklerin, canlıların, cansızların değişeceklerini,
yapılarının
bozulacaklarını
Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Fen bilgilerinin dışında kalan bu
tebeddüllere inanan kimsenin, mu’cizelere de inanması lâzımdır. Biz,
(Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mu’cize yapar. Velîler
“rahime-hümullahü teâlâ” de, kerâmet yapar) demiyoruz. Böyle deseydik, inanmıyanlara söz
hakkı tanınırdı. Fekat biz,
Allahü teâlâ, (Peygamberlerinde “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mu’cizeler,
Velîlerinde “rahime-hümullahü teâlâ” de kerâmetler yaratır) diyoruz.
Yeni fen ilmlerini tahsîl etmiş, biyolojik ve astronomik hâdiselere vâkıf olan aklı başında,
insâflı bir
kimse, zerreden Arşa ve atomdan güneşe kadar, canlı cansız her varlığın hesâblı yaratılmış olduklarını ve hep
birbirlerine merbût [bağlı], tek bir
makinanın
parçaları gibi
çalışdıklarını hemen anlar.
Gören, bilen, sonsuz bir kuvvet sâhibinin bunları, dilediği gibi yaratdığına, hepsini
idâre etdiğine
hemen îmân eder. Bu mu’azzam hâlıkın [yaratıcının]
mu’cizeler, kerâmetler halk etmesini de tabî’î olarak karşılar. Fen adamı olarak deriz
ki, mu’cizeler hakdır ve
ancak Allahü teâlâ tarafından
yaratılır ve
Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yapdırılır. Peygamberler
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kendi başlarına Allahü teâlânın müsâ’adesi olmadan mu’cize
yapamazlar. Îsâ aleyhisselâmın hastaları iyi etmesi, ölüyü diriltmesi mu’cizeleri, Allahü
teâlânın
yaratdığı
mu’cizelerdir. Böyle olduğu
Kur’ân-ı
kerîmde beyân buyurulmuşdur. Fekat bugün ellerindeki İncîllerin doğruluğu hakkında tâm bir
hezîmete tutulmuş olan hıristiyanlar,
bu kitâblarının
bildirdikleri hiçbir şeye inanmamakda ve dinsiz olmakdadırlar.
Zevallı hıristiyanlar, bugünkü Kitâb-ı mukaddeslere
nasıl
inansınlar.
Sizin de şimdiye kadar açıkca
gördüğünüz
gibi:
1) Kitâb-ı mukaddesde
Allah kelâmı
olarak kabûl edilecek çok az parça vardır.
2) Kitâb-ı mukaddesdeki
ba’zı
sözlerin Allah kelâmı değil, Peygamber
sözü olduğu,
onların
ismi ile zikr edilmekdedir.
3) Kitâb-ı mukaddese
kimin tarafından
söylendiği
ma’lûm olmayan birçok sözler ilâve edilmişdir.
4) Havârîlerin hikâyelerine birçok
masallar, efsâneler karışdırıldığı bizzat hıristiyan din
adamları
tarafından
i’tirâf edilmekdedir.
5) Havârîlerin Îsâ aleyhisselâm hakkındaki
haberleri birbirinden farklıdır.
6) İçinde hakîkî İncîlden
beyânlar bulunan (Barnabas İncîli)
gibi ba’zı İncîller hıristiyanlar tarafından imhâ edilmişdir.
7) Kitâb-ı mukaddes
bugüne kadar pek çok def’alar dînî hey’etler tarafından tedkîk
ve tebdîl edilmişdir. Bu tedkîkler hâlâ devâm etmekdedir. Bir rivâyete göre,
bugün elde birbirinden farklı temâm 4000 Kitâb-ı mukaddes vardır. Her tedkîk hey’eti, bir evvelki Kitâb-ı mukaddesin
içinde çok ağır
hatâlar bulunduğunu
iddi’â etmekdedir.
8) İmperatörler, krallar Kitâb-ı mukaddesde
ta’dîlât yapılması için emrler
vermişler ve bu emrleri yerine getirilmişdir.
9) Kitâb-ı mukaddesin
ifâdesi bir Allah kelâmı
ifâdesi olmakdan çok uzakdır. Hele Eski Ahd’in ba’zı parçaları, yukarıda nümûnesini
gördüğünüz
gibi, çocukların yanında okunamıyacak kadar
müstehcendir.
10) Kitâb-ı mukaddesin
içinde 50.000 hatâ bulunduğunu, Avrupalı hıristiyan mecmû’aları yazmakdadır. Bu hatâların en mühimmi
olan üç tanrı
mefhûmunu düzeltmek için, bugün hıristiyanlar hummâlı bir gayret sarf etmekdedir.
11) Kitâb-ı mukaddesin
bir Allah kelâmı değil, (insan
eseri) olduğu hıristiyan din
adamları
tarafından
da kabûl edilmişdir.
Sevgili okuyucularımız! Yukarıdan beri,
bugünkü Kitâb-ı
mukaddesi bizimle berâber tedkîk etdiniz. Kabûl edeceğiniz gibi, bu
incelemede hiçbir taraf tutmadık. İslâm
âlimlerinin değil,
ancak HIRİSTİYAN DİN ADAMLARININ
mütâla’alarını zikr etdik.
Bunlar, eldeki Kitâb-ı
mukaddeslerin içlerindeki farklı ifâdeleri zemân zemân ihrâc etdiler. Herkes bugün satılan Kitâb-ı
mukaddeslerden bir aded alıp bunları tedkîk ve murâkabe edebilir. Bildirdiğimiz kısmların Kitâb-ı mukaddesdeki
hangi kitâbın
hangi bâbının hangi âyeti
olduğunu
yazdık ve
bunların doğruluğunu uzun uzadıya tedkîk
etdik.
Böyle bir kitâb ile, vahy edildiği günden
bugüne kadar, bir harfi dahî değişmemiş olan azametli, fesâhat ve belâgatlı ve mûciz
olan Kur’ân-ı
kerîm nasıl
mukâyese edilebilir? Hepimiz, herhâlde şu kanâ’ate vardık:
Allah kelâmı aslâ tebdîl edilmez. Noksan, yanlış,
hatâlı kısmları bulunan, ikide birde insanlar tarafından değişdirilen ve insan eli ile yazıldığı papazlar tarafından da i’tirâf edilen bir kitâb “Allahın kelâmı” OLMAZ.
Allahü teâlânın kitâbında bulunması îcâb eden
nasîhat, irşâd, iyiyi kötüyü tefrîk, dünyâyı ve âhireti ta’rîf, tesellî gibi husûsların acabâ
hangisi, bugünkü Kitâb-ı
mukaddeslerde mevcûddur?
Plain Truth mecmû’asının 1395 [m.
1975] senesi Temmuz nüshasında şöyle denilmekdedir: (İ’tirâf edelim ki, hıristiyan
olmayan okumuş kimselere, onların fikrine nüfuz edebilecek kudretde bir kitâb
gösteremiyoruz. Onlar bize birbirinden farklı İncîlleri göstererek: Görüyorsunuz ya,
siz dahâ kendi aranızda
bile ittifâk edememişsiniz. Bizi ne ile irşâd etmek istiyorsunuz?
demekdedirler.)
Yukarıda
zikr etdiğimiz Ahmed Didat şöyle anlatıyor:
(1939 senesinde Adams Missionda bir
râhib mektebi civârında
bulunan bir müessesede vazîfeli idim. 20 yaşındaydım. Râhib
mektebinde okuyanlar, ikide bir çalışdığım yere gelirler,bana ve müslimân arkadaşlarıma islâm
dîni, Muhammed aleyhisselâm ve Kur’ân-ı kerîm hakkındaki kin ve nefretlerini en kaba kelimelerle
izhâr ve bizimle istihzâ ederlerdi. Onların i’tikâdına göre, müslimânlar dünyânın en âdî
mahlûklarıdır ve islâm
dîni bâtıl bir
dindir. Çok hassâs bir insan olduğumdan, onların bu hücûmlarına çok üzülüyor, geceleri uyku uyuyamıyordum.
Kendilerine cevâb veremiyordum. Zîrâ, hıristiyanlık şöyle dursun, kendi dînim hakkında bile
esâslı bir
ma’lûmâta sâhib değildim.
Bunun üzerine, her şeyden evvel Kitâb-ı mukaddesi ve Kur’ân-ı kerîmi esâslı sûretde
tedkîke, hıristiyanlık ve
müslimânlık
hakkındaki
ma’lûmâtımı artdırmağa, bu husûsda
yazılmış kitâbları okumağa karar
verdim. Kırk
senedir bunlarla uğraşıyorum.
Bu husûsda en büyük yardımcım, Hindli
Rahmetullah Efendinin “rahime-hullahü teâlâ” İstanbulda yazdığı arabca (İzhâr-ül-Hak) kitâbı oldu. [Bu
meşhûr kitâb, 1280 [m. 1864] de Mısrda basılmış, birçok dillere, bunların arasında türkçeye
de terceme edilmişdir. Rahmetullah Efendi, 1306 [m. 1889] da, 75 yaşında,
Mekke-i mükerremede vefât etdi.] Nihâyet bir müddet sonra hakîkat, gözümün
önünde güneş gibi parladı. Artık herşeyi,
teferru’âtı ile
biliyor ve anlıyordum.
Bundan sonra, bana gelen papaz namzedleri benden îcâb eden cevâbları aldılar ve ağızları açık kalarak ve
önlerine bakarak geldikleri yere gitdiler. Ben onlara cevâb verirken, onlar
gibi kaba kelimeler kullanmıyor, bil’aks Allahü teâlânın emr etdiği gibi, tatlı dille
konuşuyordum. Kitâb-ı
mukaddesi o kadar i’tinâ ile tedkîk etmiş ve kusûrlarını o kadar
titizlikle meydâna çıkarmışdım ki, bana
verecek cevâb bulamıyorlar,
hele Kitâb-ı
mukaddesi onlardan dahâ iyi bilmeme hayretde kalıyorlardı. Artık bana büyük hürmet gösteriyorlardı.
O sırada elime, Protestan misyoner
papazlarından
Geo G. Harris ismindeki misyonerin hâzırladığı bir kitâb geçdi. Bu kitâb,
(Müslimânlar Nasıl Hıristiyan Yapılır?) ismini
taşıyordu. Kitâbda papaz şunları tavsiye ediyordu: (Müslimânları hıristiyan
yapmak çok müşkildir. Çünki müslimânlar, an’anelerine bağlıdır ve çok
inâdçıdırlar. Bunları hıristiyan yapmak
için aşağıdaki
üç vâsıtaya
mürâce’ât lâzım
gelir.
1) Müslimânlara, bugünkü Kitâb-ı mukaddesin
ya’nî Tevrât ve İncîlin
hakîkî Tevrât ve İncîl
olmadığı,
hakîkî İncîlin
tagyîr edildiği,
tahrîf edildiği öğretilmekdedir.
Onlara hemen şunları
sorunuz:
a) Elinizde, hakîkî Tevrât ve İncîlden bir
nüsha var mıdır? Varsa bize
gösterin!
b) Bugünkü Tevrât ve İncîl ile
hakîkî olduğunu
söylediğiniz İncîl arasında, ne gibi
farklar vardır? Bu
farklar neresinde ve ne kadardır?
c) Bahs etdiğiniz bu
farklar, kasden mi yapılmışdır, yoksa
ifâde farkları mıdır?
d) Size, bir Kitâb-ı mukaddes
gösteriyorum. Burada bana tagyîr edilen mahalleri gösterin.
e) Size, şurada gösterdiğim yer, acabâ
eskiden nasıl
okunurdu?
2) Kitâb-ı mukaddesde
tahrîf edildiğini
söylediğiniz
kısmlar,
kimin tarafından
ve ne vakt yapılmışdır?
3) Müslimânlar, elimizde bulunan
Kitâb-ı
mukaddesin, yâ hakîkî Tevrât ve İncîllerin birer uydurma benzeri, yâhud insanlar
tarafından
yazılan
başka bir kitâb olduğuna
inanmakdadırlar.
Müslimânlara göre, bugün elimizde bulunan Kitâb-ı mukaddesin Îsâ aleyhisselâmın getirdiği İncîl ve de
Tevrât ile hiçbir alâkası
yokdur. Fekat, kendilerine yukarıdaki süâller sorulunca, şaşırıp kalacaklardır. Zîrâ,
müslimânların çoğu câhildir.
Kitâb-ı
mukaddesin hakîkî olmadığı hakkındaki
fikrleri, yalnız
kulak dolgunluğundan
ibâretdir. Onlar, (Ahd-i atîk = Eski
Ahd), ya’nî, Tevrât ve (Ahd-i cedîd =
Yeni Ahd) ya’nî, İncîller
hakkında
bilgi sâhibi olmak şöyle dursun, kendi dinlerini bile lüzûmu kadar bilmezler.
Kendilerine sorulacak birkaç ciddî süâl karşısında şaşırıp kalacak, ne
cevâb vereceklerini bilemiyeceklerdir. O zemân onlara, (Size bu husûslarda ba’zı ma’lûmât
verelim) diyerek, Kitâb-ı
mukaddesden hemen anlayabilecekleri güzel parçalardan birkaçını yavaş sesle,
güler yüzle, tatlı
dille okuyunuz. Onlara, anlayabilecekleri açık bir ifâde ile yazılmış ve hıristiyanlığın fazîletini bildiren risâle ve
kitâblardan birkaç tânesini veriniz. Onları hıristiyan olmak için kat’ıyyen zorlamayınız. Dâimâ
düşünmek ve ondan sonra karar vermek zemânı bırakınız. Emîn olunuz ki, eğer bu tarzda hareket
ederseniz onları hıristiyan yapmağa muvaffak olursunuz. Hiç olmazsa, kalblerine bir
şübhe salarsınız).
(Öyle zan ediyorum ki, bugün benim Hıristiyanlık ve bugünkü İncîller hakkında İngilizce
olarak neşr etdiğim
kitâbları
okuyan müslimânlar, papaz Geo G.Harrisin yukarıda yazılı süâllerine kolayca cevâb verebilecekdir. Ben,
tam yirmi sene uğraşarak
bugünkü Tevrât ve İncîllerdeki
birçok hatâları
buldum ve onların
Allah kitâbı
olmadığını isbât etdim.
Yalnız ben
değil,
bizzat hıristiyan
ilm ve din adamları da,
aynı
kanâatdeler. Ancak, onların
yazdığı
eserleri ve makâleleri okumak için ecnebî lisânı bilmek ve bu eserleri bulmak lâzımdır.
Müslimânların çoğu yabancı dil bilmez
ve pahâlı
kitâb almak için paraları
yokdur. Bunun için, bu noksanları temâmlamak maksadıyla bu kitâbcıklarımı müslimânların kullandığı lisanlarla
yazarak, dünyâya neşr ediyor, ba’zılarını parasız hediyye ediyorum) demekdedir.
Bir misyoner şöyle demekdedir:
(Müslimânları hıristiyan
yapmak, gerek katolikler, gerek protestanlar tarafından çok
makbûl sayılan
bir işdir. Çünki, müslimânları hıristiyan
yapmak, çok müşkildir. Zîrâ müslimânlar, herşeyden evvel an’anelerine son
derecede sâdıkdır. Ancak aşağıda yazılı olan
husûslar iyi netîce vermekdedir:
1 – Müslimânlar umûmiyyet ile fakîr
kimselerdir. Fakîr bir müslimâna bol para, hediyye ve eşyâ vererek veyâ ona bir
hıristiyan
yanında
iş imkânı sağlıyarak,
kendisini hıristiyanlığa teşvîk
etmelidir.
2 – Müslimânların çoğu, din ve fen
bilgilerinde câhildir. Ne Kitâb-ı mukaddes, ne de Kur’ân-ı kerîm hakkında
ma’lûmâtları
yokdur. İbâdet
etmek için kendilerine gösterilen bir tarzı, şartlarını anlamadan ve hakîkî ibâdetin ne olduğunu bilmeden,
gâfil olarak tatbîk ederler. Çoğu arabî bilmediği ve islâm ilmlerinden haberdâr olmadığı için,
Kur’ân-ı
kerîmin münderecâtından
ve islâm âlimlerinin kitâblarındaki ince bilgilerden temâmen habersizdir.
Ezberledikleri ba’zı
âyetlerin tefsîrini bilmeden, okurlar. Hele Kitâb-ı mukaddesi
hiç bilmezler. Onlara hocalık eden müslimân din adamlarının çoğu da, islâm âlimi değildir.
Müslimânlara, yalnız
ibâdetin nasıl yapılacağını gösterirler.
Onların
rûhuna hitâb edemezler. Böyle yetişen müslimânlar, din hakkında derin
bilgi sâhibi olmadan, dînin esâslarını bilmeden, gösterilen tarzda ibâdet ederler. Müslimânlığa
muhabbetleri, müslimânlığın
esâslarını
bildiklerinden değil,
ana ve babalarından
gördükleri ve hocalarından
öğrendikleri
şeylere olan kuvvetli
îmânlarından ileri gelir.
3 – Müslimânların çoğu, kendi
dillerinden başka lisan bilmezler. Hıristiyanlığın lehinde
veyâ aleyhinde yazılmış kitâbları okumak şöyle
dursun, dünyâda böyle kitâbların mevcûd olduğundan bile
haberleri yokdur. Onlara kendi dillerinde yazılmış ve hıristiyanlığı bol bol medh
eden kitâblar verin, okusunlar. Bu kitâbları verirken,
bunların
içinde yazılı olan
şeylerin onların anlıyabilecekleri
kadar basît ve açık
ifâdeli olmasına
son derecede dikkat edin. İçinde ağır cümleler,
büyük fikrler bulunan kitâblardan hiçbir fâide hâsıl olmaz. Bunları anlamazlar
ve okurken sıkıldıkları için, bir
tarafa atarlar. Sâde söz, sâde cümle, sıkmayacak ifâde esâsdır. Karşınızdaki
insanların çok
câhil olduğunu
ve kafalarının ancak basît
ifâdeleri anlıyabileceklerini
unutmayın.
4 – Onlara dâimâ şunu anlatın: (Mademki hıristiyanlar
ve müslimânlar Allahü teâlâya îmân ediyorlar, o hâlde rableri birdir. Fekat,
Allahü teâlâ, hıristiyanlığı hakîkî din
olarak kabûl eder. Bunun isbâtı meydândadır. Bakınız bir kere,
görüyorsunuz ki, dünyâda en zengin, en medenî, en bahtiyâr insanlar hıristiyanlardır. Çünki
Allahü teâlâ, onları yanlış yolda olan müslimânlara tercîh
etmişdir. İslâm
memleketleri fakr ve zarûret içinde iken, hıristiyan
memleketlerinden yardım dilenirken, ilm ve fende çok geri kalmışken, hıristiyan
memleketleri medeniyyetin en yüksek mertebesine vâsıl olmuş,
hergün dahâ da ilerlemekdedirler. Birçok müslimân, hıristiyan
memleketlerinde iş bulmak için, oralara gitmekdedir. Sanâyı’de, ilmde,
fende, ticâretde, kısaca her şeyde hıristiyanlar müslimânlardan üstündür.
Bunu kendi gözlerinizle görüyorsunuz. Demek ki Allahü teâlâ, İslâm dînini
doğru
bir din kabûl etmiyor. Onun bâtıl bir din olduğunu size, bu
hakîkat ile göstermek istiyor. Allahü teâlâ, hakîkî din olan hıristiyanlıkdan ayrılanları cezâlandırmak için, onları dâimâ sefîl,
hakîr, perişân bir hâlde bırakacak ve müslimânların hiçbir
zemân iki yakası
biraraya gelmiyecekdir.)
İşte misyonerler, bu yalan cümleler ile,
müslimânları
aldatmağa, hıristiyan
yapmağa uğraşmakdadırlar.
Ellerinde bol para olduğundan,
bu paraları
büyük mikdârda, bu maksad için kullanmakda, müesseseler, hastahâneler,
aşhâneler, mektebler, idman salonları, eğlence yerleri, kumarhâneler, fuhş evleri kurarak
müslimânları iğfâl etmeğe, ahlâklarını bozmağa çalışmakdadırlar.
Zemânımızda, (Yehova
şâhidleri) denilen hıristiyan misyonerler, yukarıda yazılı tatlı, okşayıcı dillerle müslimân yavrularını
aldatmağa, hıristiyan yapmağa çalışıyorlar.
Telefon rehberlerinden aldıkları adreslere, broşürler, kitâb ve risâleler gönderiyorlar.
Şık, süslü giyinmiş güzel kızlar, kapı kapı dolaşarak evlere bu kitâb ve risâlelerden bırakıyorlar.
Hâlbuki, 1296 [m. 1879] da Beyrutda açılmış olan (Matba’at-ül-katolikıyye) matba’ası, çeşidli dillerde, İncîller basdırdığı gibi, 1908 de basmağa başladığı ve zemânla
müteaddid baskılarını yapdığı (El-müncid)
ismindeki arabî lügat kitâbında (Yehve [Yehova] şâhidleri denilen
bid’at fırkasını, Ch. Taze
Russell, 1872 senesinde Birleşik Amerikada meydâna çıkarmışdır. Mukaddes
kitâbdan kendine göre yanlış ma’nâlar çıkarmış, 1334 [m. 1916] de ölmüşdür. Yehve, Allah
sübhânehü ve teâlâ için Tevrâtda yazılı olan bir ismdir) denilmekdedir. Bunların da bozuk
oldukları ve
(Yehova) sözünün yanlış olduğu, bu hıristiyan
kitâbından
anlaşılmakdadır.
Çok şükr ki, müslimânlar, bu yaldızlı, hîleli yalanlara aldanmıyor. Hıristiyanlığa karşı olan
nefretlerinin, i’timâdsızlıklarının artmasına sebeb
oluyor. Allahü teâlâya hamd-ü senâ olsun ki, müslimânlar onların zan
etdikleri gibi câhil insanlar değildir. Evet, bundan kırk-elli sene
evvel bir avrupa lisanı
bilen, bir yüksek okulu bitirmiş olan müslimânların mikdârı çok değildi. Fekat
buna karşılık,
her memleketde, her şehrde, hattâ her köyde, sübyan mektebleri, medreseler vardı. Bu
medreselerde din bilgileri ile berâber, zemânlarının fen, matematik ve astronomi bilgileri de
okutulurdu. O zemânlardan kalma kitâblar ve medreselerin programları bu açıklamamızın vesîkalarıdır. Câmi’leri,
mektebleri ve zekât, mîrâs taksimi gibi ibâdetleri ve alışveriş,
şirketlerin ve vakfların
hesablarını yapabilmek
için kuvvetli riyâziye [matematik] bilmek lâzımdır. Analar babalar çocuklarını dahâ küçük
yaşlarda bu medreselere göndermek için, birbirleri ile müsâbaka [yarış] ederlerdi.
Çocuğunu
medreseye verirken, tantanalı, şa’şa’alı merâsimler yapılır, ziyâfetler verilirdi. Çocuğun yaldızlı, sırmalı
elbiselerinin ve süslü çantalarının ve
bindirildiği
arabaların
zînetleri ve yapılan mevlid cem’iyyetlerinde ilme, bunları öğrenmeğe verilen kıymetin ve
ehemmiyetin hâtıraları, çocuğa ömrü
boyunca bir şeref ve iftihâr vesîlesi olurdu. Medreseleri iyi derece ile
bitirenlerin askerlikden muâf tutulması ve yüksek vazîfelere ta’yîn edilmeleri, gençleri
tahsîle teşvîk ediyordu. Köylerde yaşıyan çobanların bile, din
ve ahlâk bilgileri şaşılacak kadar çokdu. Bu mes’ûd hâl, mason olan ve
islâmiyyeti bozmak için ingilizlerle işbirliği yapan Reşîd pâşanın, hâriciye nâzırı iken, hâzırladığı (Tanzîmât)
kanûnunun kabûl edildiği 1255 [m. 1839] senesine kadar devâm
etdi. Bugün de, müslimânların elinde İslâm dîninin
esâslarını îzâh eden
birçok eserler vardır.
Bizim için ne büyük bir se’âdetdir ki, bunlardan bir kısmını hâzırlamak
şerefine kavuşduk. (Cevâb Veremedi) kitâbımız ile bu, (Herkese Lâzım
Olan Îmân) kitâbı çok sâde dille yazılmış, batılıların
kendi kitâbları hakkında söyledikleri
(tatlı
dilli olmak) ta’rîfine uygun hâzırlanmağa çalışılmışdır. Kitâblarımızın
hepsi, şarkın ve
garbın en
büyük âlimlerinin, hıristiyanlık ve İslâmiyyet
hakkındaki
düşünce ve hükmlerini ihtivâ eden eserlerdir. Bunların bir kısmını Avrupa
lisanlarına
terceme ederek neşr etdik. Bu kitâbların gerek yurdumuzda ve gerek bütün dünyâda yapdıkları te’sîri
görerek iftihâr etmekdeyiz. Dünyânın her tarafından aldığımız takdîr ve teşekkür mektûbları, bunları hâzırlamak için
çekdiğimiz
meşakkati bize unutdurmakdadır. Aldığımız sayısız mektûbların çoğunda bize
(Hakîkî müslimânlığı bu
kitâblarınızdan öğrendim)
denilmekdedir ki, biz bundan dahâ büyük bir mükâfât düşünemiyoruz. Bu kitâbları okuyan her
müslimân, dinler hakkında
kendisine bilgi soran herkese îcâb eden cevâbı kolayca verebilir ve karşısındakini bu
husûsdaki bilgisine hayrân bırakır.
Hakîkî müslimânlığı öğrendikden
sonra, Onun câzibesine kapılmıyacak
kimse yokdur. Bu kitâbımızın (Müslimânlık ve Hıristiyanlık) kısmını
incelerseniz, birçok hıristiyan
ilm adamlarının, mühim mevkı’lerde
bulunan hıristiyanların seve seve
ve hiç bir te’sîr altında
kalmadan, dinlerini değişdirerek,
müslimân olduklarını
göreceksiniz. Kitâblarımızı okumuş olan
bir müslimân, misyonerlerin yukarıdaki yalan propagandalarına ancak güler.
Çünki, hıristiyanlığın refâh,
servet, bereket, se’âdet getirdiği hakkında söyledikleri sözler, hiçbir zemân doğru değildir. Hıristiyanlığın bir
memleketin gelişmesine, ilerlemesine, zengin olmasına hizmet etdiği şöyle
dursun, temâmen aksine olarak, bütün bunlara mâni’ olduğu, hıristiyanlığın avrupa
devletlerine hâkim olduğu
Kurûn-ı
vüstâ [Orta çağ]da
görülmüşdür. Müte’assıb hıristiyanlar,
terakkîye mâni’ olmuşlar, ilm ve fennin bulduğu herşeyi günâh saymışlar, insanların dünyâya
ancak çile çekmek için geldiğini ileri sürerek, eski Yunan ve Roma fen adamlarının eserlerini
ortadan kaldırmışlar, eski
medeniyyet eserlerini yakıp yıkmışlar, dünyâyı karanlığa sokmuşlar,
harâbeye çevirmişlerdir. Ancak, İslâmiyyetin zuhûrundan ve dünyâya intişârından sonra,
eski medeniyyet eserleri tekrar meydâna çıkarılmış, eski fen bilgileri, müslimânlar tarafından elde
edilen yeni buluşlarla zenginleşdirilerek, okutulmağa başlanmış, islâm
üniversiteleri kurulmuş, sanayı’, ticâret gelişmiş,
insanlar sulh ve refâha kavuşmuşdur. İlm, fen ve tıb yalnız
müslimânlarda olduğundan,
Papa İkinci
Silvester, Endülüs İslâm
Üniversitesinde okumuş, İspanya
krallarından
Sancho, hastalığını tedâvî
etdirmek için, İslâm
hekimlerine mürace’at etmişdir. Avrupada yeni bir devr olan (Rönesans)ın müessisleri, müslimânlardır. Bugün
insâflı
bütün Avrupalı ilim
adamları,
bunu kabûl etmekdedir.
Hıristiyanlığın beşeriyyete ne getirdiği hakkında en güzel
ifâdeyi meşhûr Alman filozofu Nietsche söylemişdir:
(Hıristiyanlığın, dünyâyı çirkin ve
fenâ görmek arzû ve hükmü, dünyâyı hakîkaten çirkin ve fenâ yapmışdır).
Misyonerlerin ileri sürdükleri ikinci
husûsa, ya’nî bugün hıristiyanların refâh
içinde olmasına
karşı, müslimân memleketlerinde bulunan halkın fakîr ve perîşân olmasına gelince,
doğru
olan bu keyfiyyetin din ile hiçbir alâkası yokdur. Aklı başında olan herkes, eğer bugün
müslimânlar fakr ve zarûret içinde iseler, bunda kabâhatin kendi büyük dinleri
islâmiyyetde değil,
bu dînin esâslarını bilmiyen
veyâ bildiği
hâlde tatbîk etmeyen kimselerde olduğunu görür. Hıristiyanların fen sâhasında ilerlemesinde ise, nasıl bir kitâb
olduğunu
yukarıda
gördüğümüz
Kitâb-ı
mukaddesin, Tevrât ve İncîlin
değil,
îmân etmedikleri hâlde, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği se’âdet yoluna sarıldıkları, böylece
kendi çalışkanlıklarının,
gayretlerinin, doğruluklarının ve sebâtlarının sebeb olduğunu derhâl
fark eder. Bizim dînimizde, çalışmak, dürüst ve sebât sâhibi olmak, herşeyi öğrenmek tekrar
tekrar emr olunduğu
hâlde, bunu yapmayanlar şübhesiz ki, Allahü teâlânın gadabına uğrayacaklardır. Yoksa,
müslimânların
geri kalmalarının sebebi, hıristiyan
olmadıklarından değil, tam
tersine, hakîkî müslimân olmadıkları içindir.
Bakınız, Japonlar hıristiyan olmadıkları hâlde, Kur’ân-ı kerîmin emr etdiği gayret, çalışma azmi ve
dürüstlük netîcesi olarak optikde Almanları, otomobil sanâyı’inde Amerikalıları geçdiler.
1985 senesinde, Japonyada beşbuçuk milyon otomobil yapıldı ve bütün
dünyâ buna hayret etdi. Japon halkı, maddî refâh içindedir. Elektronik sanâyı’inde de,
dünyâyı
geçmişdir. Hepimizin evinde bir Japon hesâb makinesi vardır. Yalancı misyonerler
acaba buna ne buyururlar? Dünyâyı kaplayan Japon bisikletlerinin, Japon
mikroskoplarının, Japon
daktilo makinelerinin ve bilgisayarlarının, Japon teleskoplarının, Japon fotoğraf makinelerinin hıristiyanlıkla bir
alâkası var
mı?
Bu mes’eleyi ilerde tekrar ele alacağız ve bugün
bir hakîkî
müslimânın yapması gereken husûsları bir kerre dahâ inceliyeceğiz.
Kıymetli okuyucularımız! Bugünkü Kitâb-ı mukaddesi gördünüz. Biz, bu kitâbı sizin
gözleriniz önünde kısaca
tedkîk etdik. Tarafsız
olduğumuza
herhâlde siz de inandınız. Şimdi sıra, bizim
dînimizin mukaddes kitâbı olan
Kur’ân-ı
kerîme geldi. Onu da temâmen tarafsız olarak birlikde inceliyeceğiz. Bu
tedkîkimiz bitdikden sonra, hakîkî Allah kelâmının hangi kitâb olduğunu siz de bütün açıklığı ile bir
kerre dahâ görmüş olacaksınız.
Hakkın yüzdört kitâbı ki, nebîler üzre inmişdir,
kütübdür onların dördü, suhuf yüzü, kelâmullah.
Zebûru verdi Dâvüda, dahî Tevrâtı Mûsâya,
ve hem İncîli Îsâya, getirmiş Cebrâîl vallah.
Habîbullaha Kur’ânı
getirdi, hâcet oldukca,
yirmi üç yıl itmâm eyleyip kesildi vahyullah.
Dahî hem nebîler hakkında
bildim ismetü fitnet,
nezâfet hem emânet, sıdkla teblîgu hükmillâh.
Gadrle, zenbü humk ve kizbü ketmü hıyânetden,
münezzehdir, müberrâdır cemî’i Enbiyâullah.
Nebîler ismini bilmek, didiler ba’zıları vâcib,
yirmi sekizin bildirdi, Kur’ânda bize Allah.
Cemî’i Enbiyânın
evvelidir hazret-i Âdem,
kamûdan efdalü âhır, Muhammeddir resûlullah.
İkisinin arasında, kat’î çok Enbiyâ
gelmiş,
hesâbın kimseler bilmez, bilir ânı hemen Allah.
Resûllerin dinleri mevtle bâtıl
olmaz kat’â,
ve efdaldir meleklerin hepsinden, Enbiyâullah.
Bizim Peygamberin ahkâm-ı
şer’î, öyle bâkîdir,
ki, ehl-i mahşeri, bu şer’ ile fasledecek Allah.
Ne ki kılmış Habîbullah, bize teblîg-i ahkâmı,
kabûl etdim anı,
âmentü billâh ve hükmillâh.