Başka dinden oldukları hâlde
islâmiyyeti kabûl eden muhtelif ırk, memleket, kavm, renk ve meslekden kırkiki [42]
zâta, ba’zı
mecmû’a veyâ cem’ıyyetler
veyâ kendi arkadaşları
tarafından
sorulan: (Niçin Müslimân Oldunuz?) (Müslimânlıkda en çok beğendiğiniz husûslar
nelerdir?) suâllerine; bunlar gâyet açık ve samîmî olarak cevâb vermişlerdir. Bu zevât,
uzun uzadıya
düşündükden ve islâm dînini çok dikkat ile inceledikden sonra, müslimân olmağa karar
vermişlerdir. Onların,
birer vesîka [belge] olan bu cevâblarını, muhtelif kitâb ve mecmû’alardan alarak ve Türkçeye
terceme ederek yazıyoruz.
Bu cevâblardan alınacak
çok ibretler vardır ve
bunları
okuyanlar, dînimizin ulviyyetini bir kerre dahâ kalblerinde his edeceklerdir.
Bu vesîkalar, yeni müslimân kardeşlerimizin
bağlı bulundukları memleketlere
göre, alfabe sırası ile sıralanmışdır. Bu
memleketler şunlardır:
Almanya, Amerika, Avusturya, Fransa,
Hollanda, İngiltere,
İrlanda,
İsvec,
Japonya, Kanada, Macaristan, Malaya, Polonya, Srilanka, Zengibar.
Şimdi bu vesîkaları birer birer
okuyalım:
Muhammed Emîn Hobohn, hem bir diplomat, hem de
bir misyonerdir. İctimâ’î [sosyal] mes’eleler ile meşgûl olmuş bir
ilm ve din adamıdır.
Avrupalılar niçin dinlerini terk ederek müslimân
oluyorlar? Bunun birçok sebebleri vardır. Bunların başında (Hak) gelmekdedir. İslâm
dîninin esâs kâ’ideleri o kadar mantıkî, o kadar doğru ve dürüstdür ki, dinde
hakkı, hakîkati arayan aklı başında, okumuş bir insanın bunları kabûl etmemesi
imkânsızdır. Meselâ, islâm dîni, bir tek ma’bûd bulunduğunu bildirir. İnsanların
akl-ı selîmine (sağduyusuna) hitâb ederek, onları birçok hurâfelere inandırmağa
tenezzül etmez. İslâm dîni, dünyâdaki bütün insanların, hangi ırkdan gelirse
gelsin, hepsinin Allahü teâlânın kulu ola-
rak
birbirlerine müsâvî, birbirinin benzeri olduğunu bildirir. Biz almanlar, esâsen
Allahü teâlânın bize kuvvet ve kudret veren, rûhumuzu kemâle erdiren büyük bir
hâlık [yaratıcı] olduğuna inanırız. Allah mefhûmu bizim içimize emniyyet ve huzûr
getirir. Fekat hıristiyan dîni, bu huzûru verememekdedir. Yalnız İslâm dîni
Allahü teâlânın büyüklüğünü bize öğretmekde, aynı zemânda öldükden sonra insan
rûhunun nereye gideceği hakkında bize rehber olmakdadır. İslâm dîni, yalnız
dünyâda değil, âhiretde de bize yol göstermekdedir. Âhiretde râhat etmek için
dünyâda ne yapmak lâzım olduğunu, çok açık ve mantıkî bir tarzda öğretmekdedir.
Allahü teâlânın, âhiretde, insanlardan dünyâda yapdıkları işler hakkında
âdilâne hesâb soracağını bilmek, onları dünyâda doğru ve dürüst hareket etmeğe
sevk eder. Bunun için hakîkî müslimânlar, dünyâda iyice düşünmeden ve
yapacakları işin hakîkaten hayrlı olduğuna inanmadan hiç bir iş yapmazlar.
Böylece, bu büyük din, hiç bir dünyevî polis teşkîlâtının yapamıyacağı bir şeklde,
insanları teftîş [kontrol] etmekde ve onların dâimâ doğru yolda kalmalarını
te’mîn etmekdedir.
İslâm dîninin Avrupalılar tarafından seçilmesinin başka
bir sebebi de, ibâdet şeklidir. Nemâz, insanlara dâimâ zemânında iş yapmağı,
oruc ise, irâdesini kuvvetlendirmeği öğretir. Hayâtda başarı için, (Zemânında
iş yapmak ve irâdesine hâkim olmak) kadar ehemmiyyetli başka ne vardır? Büyük
adamlar ancak bu iki âmil sâyesinde muvaffak olmuşlardır. Şimdi, islâm dîninin
en güzel bir noktasına geliyorum: İslâmiyyet insanlara ahlâkî ve insânî
husûsları gâyet mantıkî bir tarzda öğretirken, onları hiç bir zemân
yapamıyacakları işlere zorlamamışdır. Aksine, onlara iyi ve râhat yaşamak için
birçok imkânlar tanımışdır. Allahü teâlâ, insanların râhat ve mes’ûd yaşamasını
istemekdedir. Bunun için, insanların günâh işlememesini emr eder. Müslimânlar,
kendilerinin dâimâ Allahü teâlânın huzûrunda olduklarına inanır. Günâh
işlememeğe çalışırlar. Gerek diğer dinlerde ve gerek Avrupada kurulan
nizâmlarda, bu kadar güzel, bu kadar fâideli bir kâ’ide yokdur.
Ben, dünyâda birçok yerlerde ve muhîtlerde, diplomat ve
misyoner olarak bulundum. Diğer dinleri, ictimâ’î nizâmları dikkat ile
inceledim. İslâmiyyet kadar doğru, islâmiyyet kadar mükemmel, ne bir din, ne de
ictimâ’î bir nizâm gördüm. Komünizm, insanlara ilk bakışda doğru bir düşünüş
gibi görünmekdedir. Bunun gibi, dünyâ işlerinde en büyük idâre şekli olduğu zan
edilen garbdaki demokrasi ve nazilikde de, ba’zı doğru noktalar vardır. Fekat
bunların hiç
biri tam değildir.
Hepsinde birçok noksanlar var-
dır.
Tam ve kusûrsuz olan ancak İslâm dînidir. İnsanları yükseltecek olan âmil, Avrupalıların buluşu olan
ictimâ’î düşünceler değil,
ancak ve ancak İslâm
dînidir. Bunun için, her akl-ı selîm (sağduyu) sâhibi, kâmil bir insan hiç tereddüdsüz
islâmiyyeti kabûl eder. Ben de böyle yapdım. Müslimânlık nazariyyât dîni değil, amelî
[pratik] bir dindir. İslâmiyyet,
insanın
rahîm ve gafûr (merhametli ve afv edici) olan ve doğru yolu
gösteren Allahü teâlâya, kendini teslîm etmesi demekdir. Bundan dahâ güzel ne
olabilir?
Dr. Marcus tanınmış bir fikr adamı ve yazar olup, Berlinde Moslemische Revue adlı mecmû’ayı kurmuşdur.
Dahâ çocukken müslimânlığı merak etmiş
ve islâmiyyet hakkında
ma’lûmât [bilgi] toplamağa
başlamışdım. Doğduğum şehrin
kütübhânesinde 1164 [m. 1750] senesinde basılmış eski bir Kur’ân-ı kerîm tercemesi buldum. Rivâyete
göre, Goethe de, islâm dînini incelerken aynı Kur’ân-ı kerîm tercemesini okumuş ve ondan sonra, bu
kitâba karşı olan hayrânlığını izhâr
etmişdi. Kur’ân-ı
kerîmi okudukca, onun gâyet mantıkî olan ve aynı zemânda insanın rûhuna kadar işliyen câzibeli ifâdesi bana çok
te’sîr etdi. İslâmiyyetin
koyduğu
esâsların ne
kadar doğru,
ne kadar fâideli olduğunu,
islâmiyyet ile şereflenen milletlerin, az zemân içerisinde, tam bir medeniyyete
kavuşmasını, açıkca isbât
ediyordu.
Kendi memleketimden ayrılıp, Berline
geldiğim
zemân, orada müslimânlarla dost oldum ve onlarla birlikde İslâm merkezi
[misyonu] a’zâlarının vermekde
oldukları, çok
ilgi çekici ve öğretici
konferansları,
büyük bir dikkat ile ta’kîb etdim. İslâm merkezinin a’zâları ile dahâ
fazla temâs etmeğe ve
islâm dînini dahâ yakından
incelemeğe
başladım.
Bir müddet sonra, bu dînin benim aradığım ve düşündüğüm hak din
olduğuna
temâmiyle inanarak müslimânlığı kabûl etdim.
İslâm dîninde, Allah birdir ve tek hâlıka [yaratıcıya] inanmak,
islâmın en
kudsî akîdesidir. İslâm
dîninde akla sığmaz,
inanılması mümkin olmıyan hiç bir
akîde yokdur. Allahü teâlâdan başka, hiç bir yaratıcı yokdur. İslâmiyyetde,
modern ilmlere uymıyan,
onlara zıd
hiçbir nokta bulamazsınız. Emr ve
telkîn etdiği
bütün husûslar, temâmiyle mantıkî ve fâidelidir. İslâmiyyetde, diğer dinlerde olduğu gibi, îmân
ile mantık
arasında
hiç bir ayrılık yokdur. Bu-
nun için, benim gibi, tabî’î ilmlerle hayât boyu uğraşmış bir
kimsenin, bu uğraşmalardan
elde etdiği
ilmî sonuçlara tam uyan islâm dînini, bunlara hiç uymıyan diğer dinlere
tercîh etmesinden dahâ tabî’î ne olabilir?
İkinci bir sebeb olarak, şunu da ilâve edeyim ki, diğer dinler,
yalnız
ma’neviyyâta hitâb eden birtakım garîb, abes fikrlerle doludur. Bunların hakîkî
hayât ile hiç bir ilgisi yokdur. Hâlbuki islâm dîni, insanın hayâtda ne
yapması îcâb
etdiğini
de öğreten,
amelî bir dindir. İslâm
dîninin emrleri, insana yalnız âhiretde değil, aynı zemânda dünyâda da doğru yolu
gösterir, fekat hiç bir zemân onun hürriyyetini sınırlamaz.
Senelerden beri müslimân olarak
dînimi incelemeğe
devâm ediyorum. Her def’asında onun en mükemmel olduğunu görerek, rûh râhatlığına kavuşuyorum.
İslâmiyyet,
şahsiyyet ile cem’iyyet hayâtı arasında, ne güzel bir yoldur! İslâmiyyet, bu iki ayrı hayâtı tanzîm
etmekdedir. İslâmiyyet,
temâmiyle âdil ve ancak insanların iyiliğini isteyen bir dindir. Dünyâda, ne gibi ictimâ’î
bir cereyan olursa olsun, bunun bütün iyi tarafları islâm
dîninde vardır.
Niçin müslimân oldum?
Oğlumun, bana sorduğu birçok suâllere cevâb veremiyordum.
O bana: (Anne, Allah niçin üç dâne?) diye soruyor, kendim de üç tanrıya inanmadığım için, ona
inandırıcı bir cevâb
veremiyordum. Nihâyet 1346 [m. 1928] senesinde yaşı artık oldukça
ilerlemiş olan oğlum,
birgün gözleri yaşlı
olarak bana geldi, (Anne, ben müslimânlığı tedkîk etdim. Onlar bir tek ma’bûda
[yaratıcıya] inanıyorlar. Onların dîni, en doğru din. Ben
de müslimân olmağa
karâr verdim. Sen de bana katıl!) diye yalvarmağa başladı. Onun ricâsı üzerine, ben de islâm dînini incelemeğe başladım. Berlin
câmi’ine gitdim. Câmi’in imâmı beni çok iyi kabûl etdi ve bana müslimânlığın esâslarını anlatdı. O anlatdıkca,
sözlerinin ne kadar doğru,
ne kadar mantıkî
olduğunu
görüyordum. Artık ben
de, oğlum
gibi islâm dîninin en doğru
bir din olduğuna
inanmağa
başlamışdım. Herşeyden
evvel, dahâ genç yaşda iken bile, bir dürlü anlayamadığım, aklımın bir dürlü
kabûl etmediği
üçlü tanrıyı müslimânlık red
ediyordu. Müslimânlığı
iyice inceledikden sonra, günâh çıkarmanın, Papayı günâh işlemez ma’sûm bir varlık olarak tanımanın, vaftiz
ya’nî günâh izâlesinin ve buna benzer birçok merâsimin ne kadar ma’nâsız olduğunu anladım ve bütün
bunları
red ederek seve seve müslimân oldum.
Bütün ecdâdım koyu hıristiyandı. Ben bir katolik
manastırında büyütüldüm. Temâmen hıristiyan terbiyesi aldım. Fekat, aldığım bu
dînî terbiye, beni Allahü teâlâya götürecek hak dîni seçmeme yardım etdi.
Çünki, terbiyem esnâsında bana öğretilen bütün iyi şeyleri, hıristiyanlıkda
değil, müslimânlıkda buldum. Müslimânlığı kabûl etmekliğim benim için büyük bir
tâli’ eseridir.
Bugün ben bir büyük anneyim. Torunum müslimân olarak
doğduğundan dolayı bahtiyârım. Biliyorum ki, Allahü teâlâ, doğru yola
koyduklarına dâimâ rehberlik eder.
(Muhammed Alexander Russel Webb, 1262
[m. 1846] senesinde Amerikada Hudson şehrinde doğdu. New-York üniversitesinde okudu. Kısa zemânda
çok sevilen ve çok takdîr edilen bir fıkra muharriri oldu. (St.
Joseph Gazett) ve (Missouri Republican) ismlerinde mecmû’alar neşr etdi. 1887
târîhinde Filipinlerde Amerika konsolosu oldu. Müslimân oldukdan sonra kendini
temâmiyle İslâmiyyeti
neşr etmeğe
vakf etdi ve Amerikadaki teşkilâtın başına geçdi. 1335 [m. 1916]
senesinde vefât etdi.)
Bana, ehâlîsinin pek çoğu hıristiyan
olan Amerikada doğan,
büyüyünceye kadar mütemâdiyen hıristiyan papazların yapdıkları va’zları, dahâ doğrusu
saçmalıkları dinliyen,
benim gibi bir insanın,
niçin dînini değişdirerek
müslimân olduğunu
soranlar çok oldu. Ben de onlara, müslimânlığı niçin hayât rehberi olarak seçdiğimi, kısaca şöyle
anlatdım:
Müslimân oldum! Çünki, yapdığım incelemeler, araşdırmalar, insanların rûhî
ihtiyâclarının, ancak
müslimânlığın
koyduğu
sağlam
esâslarla te’mîn edileceğini
gösterdi. Ben dahâ çocukken bile, hıristiyanlığa bir
dürlü iki elle sarılamamışdım. Yirmi yaşıma geldiğim ve artık reşîd
olduğum
zemân, kilisenin herşeyi günâh sayan, garîb [mistik] ve can sıkıcı
terbiyesine temâmen isyân etmişdim. Yavaş yavaş kiliseden ayrıldım ve bir
dahâ dönmedim. Benim araşdırıcı ve mütecessis bir ahlâkım [karakterim] vardı. Her
şeyin sebebini ve maksadını arıyordum.
Bunlar için mantıkî
cevâblar bekliyordum. Hâlbuki, râhiblerin ve diğer hıristiyan din adamlarının bana
verdiği
cevâblar, beni tatmîn etmiyordu. Onlar, çok kerreler süâllerime tatmîn edici
cevâblar verecekleri yerde, (Bunları biz anlıyamayız. Bunlar
ilâhî sırlardır)
diyorlar veyâ (Bunu bizim aklımız kavramaz) gibi
kaçamaklı
bir cevâb veriyorlardı. Bunun üzerine, bir yandan şark dinlerini, diğer
tarafdan meşhûr filozofların eserlerini incelemeğe karâr verdim. Filozoflardan
Mill, Locke, Kant, Hegel, Fichte, Huxleyin ve diğerlerinin eserlerini okudum. Bu
filozofların
eserlerinde, hep protoplazmadan, atomlardan, moleküllerden, dâneciklerden bahs
olunuyor, fekat (İnsanın rûhu ne
oluyor, öldükden sonra nereye gidiyor, bu dünyâda rûhun nasıl terbiye
edilebileceği)
hakkında
bir fikr bulunmuyordu. Hâlbuki islâm dîni, insanın bedeni yanında, rûhu ile
de meşgûl oluyor ve bizi aydınlatıyordu. Bunun içindir ki, ben, ne yolumu şaşırdığımdan, ne de hıristiyanlara
kızdığımdan veyâ ânî
bir karara kapıldığımdan dolayı değil, tam
aksine inceden inceye tedkîk etdikden, büyüklüğünü, ulviyyetini, ciddiyyetini,
mükemmelliğini
iyice anladıkdan
sonra müslimân oldum.
İslâmiyyetde esâs, Allahü teâlânın var ve bir
olduğuna
inanmak, Ona kendini teslîm etmek ve Ona ibâdet ederek lutflarına şükr
etmekdir. İslâmiyyet,
bütün insanlara kardeşliği,
iyiliği,
sevgiyi emr eder. Onlardan rûh, beden, dil ve amel [iş] temizliği ister. İslâm dîni,
şimdiye kadar insanların
bildiği
dinlerin muhakkak en mükemmeli, en üstünü ve sonuncusudur.
Müslimânlığı niçin kabûl
etdim?
Müslimânlığın çok mantıkî ve sâde
oluşu, câmi’lerin insanı
kendine çeken câzibesi, bu dîne mensûb olanların, dinlerine büyük bir ciddiyyet ve
muhabbet ile bağlanmış olması, bütün
dünyâda müslimânların
günde beş def’a aynı sâatde
büyük bir saygı ve
ihlâs ile secdeye kapanışı,
benim üzerimde çokdan beri, büyük bir te’sîr yapmışdı. Fekat bunlar, benim müslimân olmaklığım için kâfî
gelmedi. Ben ancak, İslâm
dînini iyice tedkîkden ve onda güzel, fâideli birçok husûslar buldukdan sonra
müslimân oldum. Hayâta ciddiyyet, fekat aynı zemânda tatlılıkla bağlı
olmak [ki Muhammed aleyhisselâmın kendi hareket tarzıdır], işlerde müşâvere etmek, insanlara dâimâ merhamet ve
şefkat ile mu’âmele etmek, yoksullara yardım etmek, ilk def’a olarak kadınlara da mâl
sâhibi olma hakkını vermek gibi,
o zemâna göre en mu’azzam medenî inkılâblar, Muhammed aleyhisselâmın kısa ve vecîz
sözleriyle ne güzel ifâde edilmişdir! Muhammed aleyhisselâm aynı zemânda (Allahü teâlâya tevekkül, i’timâd et, fekat deveni bağla-
mağı unutma!) sözleri
ile insanlara, Allahü teâlânın kullarından evvelâ, her dürlü tedbîre başvurmalarını, îcâb edeni
yapmalarını ve ancak
ondan sonra, Allahü teâlâya tevekkül etmelerini emr etdiğini
bildirmekdedir. O hâlde, Avrupalıların iddi’â etdiği gibi, islâm dîni, hiç bir iş yapmadan, her şeyi
Allahü teâlâdan bekleyen miskînlerin dîni değildir. İslâm dîni, herkese, önce elinden gelen her şeyi
yapmasını ve ancak
ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül etmesini emr eder.
İslâm dîninin, diğer dinlerdeki insanlara karşı
gösterdiği
adâlet de, benim üzerimde çok büyük bir te’sîr yapmışdı. Muhammed
aleyhisselâm, müslimânların hıristiyanlara
ve yehûdîlere karşı iyimu’âmele etmelerini emr ediyor. Kur’ân-ı kerîm ise,
Âdem aleyhisselâmdan başlıyarak,
Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın Peygamberliğini kabûl ediyordu. Bu, hiç bir başka dinde
olmayan bir yüce sadâkat, büyük hakşinaslıkdır. Diğer dinlere inananlar, islâmiyyet hakkında, akla
gelmez fenâ şeyler söylerken, müslimânlar bunlara karşı kibarca mukâbele ediyorlar.
İslâmiyyetin en güzel husûsiyyetlerinden biri de,
onun kendini putlardan temâmiyle kurtarmış olmasıdır. Hıristiyanlıkda hâlâ resmlere, heykellere, işâretlere tapılırken,
islâmiyyetde hiç böyle bir şey yokdur. Bu da, islâmiyyetin ne kadar saf, ne kadar
temiz olduğunu
gösteriyor.
Allahü teâlânın resûlü olan
Muhammed aleyhisselâmın,
sözleri ve öğretdiği husûslar,
hiçbir değişiklik
yapılmadan
günümüze kadar gelmişdir. Allah kelâmı olan Kur’ân-ı kerîm ise, vahy olunduğu gibi aynen
muhâfaza edilmiş ve Muhammed aleyhisselâm zemânındaki berraklığını aslâ gayb
etmemişdir. Hıristiyanların, Îsâ
aleyhisselâmın
dînine yapdıkları gibi, İslâm dînine
birçok yalan yanlış
hurâfeler, efsâneler karışdırılmamışdır.
Beni müslimân olmağa götüren
sebeblerden sonuncusu, islâmiyyetde bulduğum metânet ve irâde gücü oldu. İslâmiyyetde
yalnız
rûhun değil,
aynı
zemânda bedenin de temiz olması emr ediliyordu. Yemek yirken, tıka basa
mi’deyi doldurmamak, senede bir ay oruc tutmak, her şeyde ölçülü hareket etmek,
harcama yaparken, ne fazla, ne eksik sarf etmek gibi. Değil bugün, yarın da, bütün
insanlara rehberlik edecek husûslar, insanlara en güzel bir tarzda telkîn
olunuyordu. Ben, müslimân memleketlerinin hemen hepsini ziyâret etdim. İstanbulda,
Şâmda, Kudüsde, Kâhirede, Cezâyirde, Fasda ve sâir müslimân şehrlerinde, bütün
hakîkî müslimânların bu
kâ’idelere riâyet etdiklerini ve bundan dolayı hayâtda huzûra kavuşduklarını bizâtihi
gördüm. Onların,
Allahü
teâlânın yoluna girmek için süslere, resmlere, heykellere,
mumlara, müziğe ve
benzeri şeylere ihtiyâcları yokdu. Allahü teâlânın kulu olduklarını his etmeleri ve kendilerini ona teslîm etmeleri,
onlara en büyük ma’nevî huzûr ve se’âdeti, lezzeti veriyordu.
İslâm dînindeki hürriyyet ve müsâvât [eşitlik],
beni dâimâ kendine çekmişdir. Müslimânlar arasında, en yüksek bir mevkı’ sâhibi ile
en fakîr bir kimse, Allahü teâlânın huzûrunda müsâvîdir ve birbirinin kardeşi sayılır. Câmi’de,
müslimânlar yan yana ibâdet ederler. Mevkı’ sâhibi olanlar için ayrılmış, özel yerler
yokdur.
Müslimânlar, Allahü teâlâ ile kul
arasında
hiç bir kimsenin bulunmadığına
îmân ederler. Müslimânlıkda
ibâdet, Allahü teâlâ ile kul arasında yapılır. Günâhlarını afv etdirmek için, din adamlarına baş
vurmazlar. Her müslimân kendi hareketinden, ancak kendisi mes’ûldür.
Müslimânlar arasındaki
kardeşlik, bana hayâtda çok kerreler yardımcı oldu. Bu din kardeşliği de, beni
müslimânlığa
götüren âmillerden biridir. Nereye gitsem, bir müslimân kardeşimin bana yardım edeceğini ve
üzüntülerimi benimle paylaşacağını biliyorum.
Dünyâda, ırk,
renk ve siyâsî düşünceleri birbirinden farklı olan bütün müslimânlar, birbirinin kardeşidir ve
birbirlerine yardım
etmeği
kendilerine borç bilirler
İşte, beni müslimân yapan sebebler bunlardır. Acabâ
bunlardan dahâ güzel ve ulvî [yüce] bir sebeb düşünülebilir mi?
1338 [m. 1920] senesinde, bir doktoru
ziyâret için mu’âyenehânesine gitdiğim zemân, bekleme odasında, Londrada
çıkan
(Orient Review) ve (African Times) mecmû’alarını görmüşdüm. Bu mecmû’ayı karışdırırken okuduğum: (Ancak
bir tek Allah vardır)
cümlesi, benim üzerimde çok derin bir te’sîr yapdı. Çünki hıristiyanlık dîninde,
tâm üç dâne tanrı vardı ve aklımız kabûl
etmediği
hâlde, buna inanmak zorundaydık. Bu (Ancak bir tek Allah vardır) ibâresi,
bu târîhden i’tibâren aklımdan
çıkmaz
oldu. Bu kudsî ve ulvî i’tikâd, müslimânların kalblerinde taşıdıkları, behâ biçilmez bir hazînedir.
Artık islâmiyyete alâkam artdı. Bir müddet
sonra müslimân olmağa
karar vermişdim. Müslimân oldukdan sonra, Salâhaddîn ismini aldım. Müslimânlığın en doğru din olduğuna inanıyordum.
Zîrâ müslimânlık, Allahü
teâlânın hiç
bir şerîki olmadığını ve bir günâhın ancak Allah
tarafından
afv edilebileceğini
esâs olarak kabûl etmekdedir. Bu îmân, tabî’at kanûnlarına ne kadar
uygundur! Tarlada, çiftlikde, köyde, şehrde, okulda, hükûmetde, devletde, kısaca her
yerde, bir tek baş vardır. İkilik dâimâ
ayrılığa sebeb
olmuşdur.
İslâm dîninin en doğru din olduğunu bana
gösteren ikinci delîl, islâmiyyetden evvel, temâmen vahşî bir tarzda yaşayan
arabların,
islâm dîni sâyesinde, çok kısa bir zemân içerisinde, dünyânın en medenî,
en kudretli bir devleti hâline gelmeleri ve insan sevgisini Arab çöllerinden,
tâ İspanyaya
kadar götürebilmeleridir. Müslimân Arablar, İspanyayı bir çöl hâlinde buldular. Onu, kısa zemânda,
bir gül bağçesi
hâline getirdiler. John W. Draper gibi dürüst bir târîhci, (1226 [m. 1811]-1299
[m. 1882]) (The Intellectual Development of Europe=Avrupanın ma’nevî
tekâmülü) adındaki
eserinde, islâmın
asrî medeniyyetin teessüsünde oynadığı son derece büyük ve mühim te’sîri
anlatmakda, (Hıristiyan
târîhciler islâmiyyete olan kinlerinden dolayı, bu hakîkati gizlemeğe çalışmakda,
Avrupanın
müslimânlara ne kadar borçlu olduğunu, bir dürlü i’tirâf edememekdedirler)
demekdedir.
Aşağıda, müslimânların İspanyayı nasıl buldukları hakkında Draperin
yazılarını aynen nakl
ediyorum:
(O zemânki Avrupalılar temâmîle
barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıkdan
kurtaramamışdı. Onlara hâlâ
vahşî nazariyle bakmak gerekirdi. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle
doluydu. Doğru
dürüst düşünmek hâssasına
bile mâlik değildiler.
Âdî kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin
zemîninde veyâ duvarlarında
bir hasır
örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işâreti sayılırdı. Yidikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler,
ba’zı
otlar, hattâ ba’zen ağaç
kabuklarıydı. Elbise
olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis
kokuyorlardı.
Müslimânlar, onlara her şeyden önce
temizliği öğretdiler. Müslimânlar,
günde beş def’a yıkanıyorlardı. Onların da günde
hiç olmazsa bir kerre yıkanmasını sağladılar. Sonra,
onların
üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini
çıkarıp atarak,
onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi
elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yimesini öğretdiler. İspanyada
evler, konaklar, serâylar inşâ etdiler. Mektebler, hastahâneler kurdular.
Üniversiteler te’sîs etdiler. Bu üniversiteler, bütün dün
yâya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafda bağçeler
yetişdirdiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün
bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle
gördüler ve yavaş yavaş medenî olmağa başladılar.)
Böyle vahşî insanları terbiyeye
muvaffak olan, onlara medeniyyet rûhunu aşılayan, onları karanlıkdan,
cehâletden, hurâfelerden kurtaran müslimân arablar, bu akla sığmaz mu’azzam
işi ancak islâm dîni sâyesinde yapabildiler. Çünki islâm dîni, en doğru dindir.
Allahü teâlâ muvaffak olmaları için, onlara yardım ediyordu.
Allahü teâlânın emri ile
Muhammed aleyhisselâmın
teblîg ve neşr eylediği
islâm dîni ve Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîm, dünyâ târîhini değişdirmiş ve
onu karanlıkdan
kurtarmışdır. Eğer islâm dîni
olmasaydı,
insanlık bugünkü
medeniyyet derecesine, ilm ve fende bugünkü seviyesine erişemezdi. Müslimânların gözünde
ilmin çok yüksek bir yeri vardır. Muhammed aleyhisselâm, (İlm Çinde de olsa, onu alınız) buyurmakdadır. İşte seve seve kabûl etdiğim islâm dîni
böyle bir dindir.
Tam öğle olmak
üzereydi. Sıcakdan
bunalmış,
tozlu yoldan geçerken, bir aralık kulağımıza kendine mahsûs bir güzelliği olan,
bir ses gelmeğe
başladı.
Bu ses, etrâfımızdaki
bütün boşluğu
sanki dolduruyordu. Bir ağaç
topluluğunu
geçince, önümüze insana hayret verici bir manzara çıkdı. Âdetâ
gözlerimize inanamıyorduk.
Tahtadan yapılmış ufak bir
kule üzerine çıkmış, tertemiz
cübbeli ve beyâz sarıklı yaşlı bir Arab
ezân okuyordu. Ezânı
okurken kendinden geçmiş, sanki dünyâdan temâmen ayrılarak, hâlıkının,
sâhibinin huzûruna çıkmışdı. Bu yüce
manzara karşısında,
biz de sanki hipnotize olmuş gibi durakladık ve yavaş yavaş yere oturduk.
Kulağımıza gelen
seslerin ve sözlerin ma’nâsını anlamıyor, fekat onun te’sîri altında kalıyor ve
rûhumuzda bir başkalık,
bir ferâhlık
his ediyorduk. Sonradan öğrendik
ki, Arabın
söylediği
tatlı
sözlerin ma’nâsı
şu idi: (Allahü teâlâ en büyükdür. Allahü teâlâdan başka ilâh, ma’bûd yokdur).
Birdenbire, etrâfımızda birçok
insanlar belirdi. Hâlbuki, biz o zemâna kadar etrâfımızda
kimseyi görmemişdik. Nereden çıkdıklarını, nereden geldiklerini bilmediğimiz bu
insanların
yüzünde büyük bir hürmet ve muhabbet ifâdesi vardı. İçlerinde her yaşdan, her sınıfdan insan
bulunuyordu. Elbiseleri başka, yürüyüşleri başka,
görünüşleri başka idi. Fekat, hepsinin yüzünde aynı ciddî
ifâde, büyük vekar ve aynı
melâhat [sevimlilik] vardı.
Gelenlerin mikdârı
artıyor
ve biz, gâlibâ bunların
arkası
bir dürlü kesilmeyecek diye düşünüyorduk. Nihâyet gelenler toplandı. Hepsi
ayakkabılarını ve
takunyalarını çıkararak
saf saf dizildiler. Saflar kurulurken safa girenler arasında hiç
bir fark gözetilmediğini
büyük bir hayret ile görüyorduk. Beyâz insanlar, sarı insanlar,
siyâh insanlar, zengin insanlar, fakîr insanlar, tüccarlar, me’mûrlar, işçiler,
hiç bir ırk
veyâ rütbe farkı
gözetilmeksizin yanyana geliyor ve birlikde ibâdet ediyorlardı.
Ben, birbirinden bu kadar farklı insanın, kardeşçe yanyana
gelmelerine, hayrân olmuşdum. Bu, ilk gördüğüm ulvî manzara üzerinden, şimdi üç
sene geçdi. Bu arada ben de, insanları bu kadar birbirine yaklaşdıran bu ulvî
din hakkında, bilgi toplamağa başlamışdım. Müslimânlık hakkında edindiğim
bilgiler, beni bu dîne büsbütün yaklaşdırdı. Müslimânlar, bir tek Allaha inanıyor,
hıristiyanların telkîn etdikleri gibi, insanların günâh içinde doğmadığını
söylüyorlardı. Onları, yalnız Allahü teâlânın kulu olarak kabûl ediyor, onlara
karşı büyük bir şefkat gösteriyor, doğru yolda oldukları müddetçe, onların
râhat, huzûr ve se’âdet içinde yaşamalarını arzûluyordu. Hıristiyanlıkda,
akldan geçen fenâ bir düşünce bile günâh sayıldığı hâlde, müslimânlar ancak
Allahü teâlâya isyânı ve kullara karşı yapılan bir kötülüğü günâh sayıyor,
insanı düşüncesinde temâmiyle serbest bırakıyordu. İslâm dîni, (İnsan, ancak
yapdığı işden mes’ûldür) diyordu.
İşte, yukarıda sıraladığım bu sebeblerden dolayı, seve
seve müslimânlığı kabûl etdim. Aradan üç sene geçdiği hâlde, ba’zı geceler
rü’yamda o Arab müezzinin hazîn ve te’sîrli sesini duyar ve her tarafdan koşup
gelen dürlü dürlü insanların saf saf dizildiğini görürüm. Allahü teâlâya ibâdet
etmek için, aralarında hiç bir fark gözetmeksizin birlikde secdeye kapanan bu
insanlar, muhakkak ki, samîmî olarak Allahü teâlâya ibâdet etmekdedirler.
Korkunç bir kışdan sonra, ilkbehârın tatlı ve ılık eli,
soğuk toprak tabakasına nasıl te’sîr ederse, islâmiyyet de bana öyle te’sîr etdi.
Kalbimi ısıtdı ve bana yeni ve güzel bir ilm elbisesi giydirdi. İslâmiyyetin
öğretdiği şeyler, ne kadar güzel, ne kadar doğru ve
mantıkîdir!
(Allahü teâlâ birdir ve Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) sözü ne kadar
açık, ne kadar doğru ve güzeldir! Hıristiyanların inanılması mümkin olmayan,
anlaşılmaz (Baba, Oğul ve Rûh-ul-kuds) inancına benzer mi? Hıristiyanların
insanı ürküten, onu korkutan, fekat hiçbir zemân onu tatmîn etmeyen akîdeleri
yanında, bu sâde ve mantıkî îmân, insanı kendisine cezb ediyor. İslâmiyyet, hiç
değişmemiş ilâhî bir dindir. Aradan asrlar geçmesine rağmen, bugün için de,
yarın için de, insanın maddî ve ma’nevî bütün ihtiyâclarını karşılar. Meselâ,
insanların eşit olduğunu, Allahü teâlâ indinde aralarında bir rütbe veyâ mevki’
farkı bulunmadığını, islâmiyyet gâyet açık bir tarzda beyân eder ve bunları
dünyâ hayâtında da tatbîk eder. Aynı husûsları iddi’â eden hıristiyan
kilisesinde, birbirinden rütbece farklı papalar, arşevekler, evekler,
piskoposlar ve dahâ bir sürü din adamları vardır. Bunlar, Allahü teâlâ ile kul
arasına girerler ve kendi şahsî çıkarları için, Allahü teâlânın ismini kullanırlar.
Hâlbuki, islâmiyyetde, Allahü teâlâ ile kul arasına kimse giremez. Allahü
teâlâ, emrlerini, Kur’ân-ı kerîm vâsıtası ile kullarına teblîg eder. Size, aşağıda,
Allahü teâlânın bir emrinden bahs edeceğim. Bu bir misâldir. Bu misâl, emrlerin
ne kadar sâde ve açık ve ne kadar güzel olduğunu gösterir:
Bekara sûresinin ikiyüzaltmış yedinci âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Doğru, halâl yoldan kazandıklarınızın
temizlerinden ve sizin için yerden yetişdirdiğimiz mahsûllerden ve meyvelerden
infâk edin
[verin!]. İğrenerek, alamıyacağınız
pis şeylerden infâk etmeyin. Biliniz ki, Allahü teâlânın hiç bir şeye ihtiyâcı
yokdur ve tâm hamde lâyık olan Odur)
buyurulmuşdur.
Kur’ân-ı kerîmin bu derin ve güzel emrlerini okuyup öğrendikçe, rûhum ferâh
buldu ve seve seve müslimân oldum.
Niçin müslimân oldum?
Size çok samîmî olarak söyleyebilirim ki, ben farkına
varmadan müslimân olmuşdum. Çünki, dahâ genç yaşda iken bağlı olduğum
hıristiyan dînine karşı, zerre kadar i’timâdım kalmamış, hıristiyanlıkdan
soğumağa başlamışdım. Ben, dinde birçok şeyleri bilmek ve anlamak istiyordum.
Bana öğretilmeğe çalışılan i’tikâdları, körü körüne kabûl etmek tarafdârı
değildim. Neden üç tanrımız vardı? Neden dünyâya hepimiz günahkâr olarak
gelmişdik ve
keffâret
vermeğe mecbûrduk? Neden ancak râhib vâsıtası ile Allahü teâlâya yalvarıyorduk?
Sonra bize gösterilen dürlü dürlü işâretlerin, anlatılan dürlü dürlü
mu’cizelerin ne ma’nâsı vardı? Ben bunları ders veren râhiblere sorduğum zemân,
onlar kızıyor, (Kilisenin sana öğretdiği şeylerin aslını sen soramazsın. Bunlar
gizlidir. Sen yalnız inanmakla mükellefsin) diyorlardı, ama buna da benim aklım
ermiyordu. İnsan, anlamadığı, aslını bilmediği bir şeye nasıl inanır? Fekat, o
zemânlar ben düşüncelerimi açıkdan açığa söylemeğe cesâret edemiyordum. Ben
emînim ki, kendilerini hıristiyan sayan pek çok insan, tıpkı bizim gibi
düşünmekde ve kendilerine verilen dînî bilgilerin çoğuna inanmamakda, fekat
bunu açıklamakdan da korkmakdadırlar.
Nihâyet dahâ yaşlanınca, bana üç tanrıya tapmağı emr eden
hıristiyan kilisesinden uzaklaşarak, (Tek bir Allaha ibâdet etmeği öğreten
başka bir din var mıdır?) diye aramağa başladım. Çünki bütün vicdânım,
ma’neviyyâtım, ancak bir tek Allahın mevcûd olabileceğini bildiriyordu. Sonra
etrâfıma bakınca, papazların bize öğretmeğe kalkdıkları o anlaşılmaz
kerâmetlerin, kendi başlarından geçdiğini söyledikleri garîb hikâyelerin, ne
kadar ma’nâsız olduğunu hâdiseler bana gösteriyordu. Dünyâdaki her şey,
insanlar, hayvanlar, ormanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, çiçekler, bunları bir
büyük hâlıkın [yaratıcının] yaratdığını göstermiyor muydu? Yeni doğan bir
bebek, bir mu’cize değil miydi? Hâlbuki kilise, her yeni doğanın, günâhla
örtülü bir zevallı olduğunu telkîne çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı. Bu
yalandı. Her doğan çocuk, Allahü teâlânın günâhsız bir kulu, bir mahlûku idi. Bir
mu’cize idi ve ben ancak tek Allaha, Onun yaratdığı mu’cizelere inanıyordum.
Dünyâda hiç bir şey günâhla dolu, kirli ve çirkin değildi.
Ben böyle düşünürken, birgün kızım islâmiyyet hakkında yazılmış bir kitâbla eve
geldi. Ana kız oturup, bu kitâbı büyük bir dikkat ile okuduk. Aman Allahım, bu
kitâb tâm bizim düşündüklerimiz gibi söylüyordu. İslâmiyyet, ancak bir tek
Allahın bulunduğunu bildiriyor, insanların ma’sûm varlıklar olarak dünyâya
geldiğini haber veriyordu. Ben o zemâna kadar islâmiyyet hakkında hiç bir şey
bilmiyordum. Mektebde, islâmiyyet bir alay mevzû’u idi. Bize, bu dînin yapma,
saçma ve uyuşturucu olduğu, müslimânların Cehenneme gidecekleri öğretilirdi. Bu
kitâbı okudukdan sonra, beni bir düşünce aldı. İslâmiyyet hakkında, biraz dahâ
bilgi sâhibi olmak için, bulunduğum şehrde müslimânları aradım. Bulduğum
müslimânlar, benim gözümü açdılar. Sorduğum süâllere o kadar mantıkî cevâblar
verdiler ki, artık bu dînin bizim papazların dediği gibi
uydurma
bir din değil, Allahü teâlânın hakîkî dîni olduğuna inanmağa başladım. Kızımla
berâber İslâmiyyet hakkında yazılı dahâ birçok eserleri de okudukdan sonra,
onun ulviyyetine ve doğruluğuna tamâmîle inanarak, ikimiz birlikde müslimân
olduk. Ben (Reşîde), kızım da (Mahmûde) ismlerini aldık.
Bana sorduğunuz ikinci süâle, ya’nî (İslâmiyyetde en çok
beğendiğiniz nedir?) süâline gelince, buna şu cevâbı vereceğim:
İslâmiyyetde en çok beğendiğim şey, düâlardır. Çünki,
hıristiyanlarda düâlar, Allahü teâlâdan hazret-i Îsâ vâsıtasıyle, servet,
mevkı’, i’tibâr vesâir dünyâ varlıklarını istemek için yapılır. Hâlbuki,
müslimânlar düâ ederken, Allahü teâlâya şükrânlarını arz ederler ve bilirler
ki, onlar dinlerine ve Allahü teâlânın emrlerine riâyet etdikleri müddetçe,
Allahü teâlâ, onlara muhtâc oldukları her şeyi, onlar istemeden, verecekdir.
(Avusturyada Lwow [şimdi Polonyada] şehrinde
1318 [m. 1900] de doğmuş olan Weiss, 22 yaşında iken, bir gazete muhâbiri
olarak Arab memleketlerini ziyâret etmiş, İslâm dînine hayrân olarak, onu kabûl
etdiğini söylemiş ve sonra, bütün islâm devletlerini, bu arada Hindistânı ve
Afganistânı da ziyâret ederek, intibâlarını dünyânın en büyük gazetelerinden
biri olan (Frankfurter Zeitung)da neşr etmişdir. Bir müddet Frankfurter
Zeitung’un neşriyyat müdîrliğini yapan Weiss, Pâkistânın istiklâle
kavuşmasından sonra, bu hükûmet tarafından dînî tedrîsâtın kurulmasında
yardımcı olarak, Pâkistâna gitmiş ve ondan sonra Pâkistânı temsîl için
Birleşmiş Milletler merkezine gönderilmişdir. Kendisinin (İslâm yol
kavşağında), (Mekkeye giden yol) adlı iki eseri vardır. Son zemânlarda Kur’ân-ı
kerîmin İngilizce yeni bir tercemesini yapmışdır. İslâm ilmlerinden haberi
olmıyan bu kimsenin tefsîr yapmağa kalkışmasından, Ehl-i sünnet mezhebinde
olmadığı anlaşılmakda, tefsîrinin ve diğer yazılarının zararlı olacaklarını
göstermekdedir. Vehhâbîler ve diğer mezhebsizler, bu câhil, sapık adamı medh
etmekde, islâm âlimi olarak tanıtmakdadırlar.)
Muhâbir ve muharrir olarak çalışmakda olduğum gazeteler,
beni 1922 senesinde “husûsî muhâbir” ünvânı ile Asya ve Afrikaya yolladı.
Başlangıçda müslimânlar ile temâsım, her hangi bir yabancının başka bir yabancı
ile temâsından ibâretdi. Fekat islâm memleketlerinde uzun zemân kalınca ve
müslimânlar ile dahâ
fazla
tanışınca, onların dünyâya ve dünyâda zuhûr eden hâdiselere Avrupalılardan
büsbütün başka bir tarzda bakdıklarını görmeğe başladım. Onların olaylara çok
ağırbaşlı ve soğuk kanlı olarak bakmaları, i’tirâf edeyim, bizden çok dahâ
insânî bir tarzda düşünmeleri, bende bir alâka uyandırmağa başlamışdı. Ben koyu
bir katolik âileden gelmişdim. Bütün çocukluğum esnâsında bana müslimânların
dinsiz olduğu, şeytâna tapdığı telkîn olunmuşdu. Müslimânlarla temâs edince,
bana söylenen bu sözlerin doğru olmadığını görerek, islâm dînini incelemeğe
karâr verdim. Bu husûsda birçok kitâblar te’mîn etdim. Bunları dikkat ile
incelemeğe başlayınca, bu dînin ne kadar temiz, ne kadar kıymetli bir din
olduğunu hayret ile gördüm. Fekat, kendileri ile temâs etdiğim ba’zı
müslimânların hareket tarzı, benim okuduğum müslimânlık esâslarına uymuyordu.
Müslimânlık, her şeyden evvel temizlik, açık kalblilik, kardeşlik, merhamet,
sadâkat, sulh ve selâmet telkîn ediyor ve biz hıristiyanların inandığı
(insanların dâimâ günahkâr olduğu) akîdesini red ediyor, bunun aksine,
(Hayâtdan, kimseye zarar vermemek ve günâh işlememek şartıyle zevk alınız)
diyordu. Hâlbuki, ben bu kâ’idelere uymayan pis ve yalancı müslimânlara
da rastladım. Bu
işi dahâ ziyâde anlamak için, tecrîbe maksadıyle kendimi bir müslimân yerine koydum ve
kitâblarda okuduğum
esâslara uyarak, islâm âlemini incelemeğe başladım. Şunun farkına vardım ki, islâm âleminin gitdikçe bozulması,
za’îflemesi, âdetâ inhitâta (çökmeğe) uğramasının en büyük sebebi, müslimânların dinlerine,
gitdikçe kaydsız
kalmalarıdır.
Müslimânlar, tâm müslimân oldukları müddetçe, dâimâ yükselmişler, müslimânlığı bırakmağa başlayınca, aşağılara
düşmüşlerdir. Hâlbuki, bir memleketin, bir milletin, bir cem’iyyetin yükselmesi
ve terakkîsi için ne lâzımsa,
müslimânlıkda
mevcûddur. Bütün medeniyyet esâsları onda vardır. İslâm dîni, hem çok ilmî, hem de çok amelî
[pratik]dir. Koyduğu
esâslar, tâm mantıkî ve
herkes tarafından
anlaşılabilen, içinde; ilme, fenne, insan tabî’atine uymıyan tek bir
unsur bile bulunmıyan
kâ’idelerdir. Onda lüzûmsuz hiç bir şey yokdur. Diğer din
kitâblarında
bulunan, garîb [anlaşılmaz] yerler, mugâlatalar [yanıltmacalar],
mantıka sığmıyan hurâfe
[mistik] husûslar, islâm dîninde yokdur. Bu husûsları ben bütün
müslimânlarla konuşdum ve onları (Niçin bu güzel dîninize dahâ fazla bağlanmıyorsunuz,
niçin ona iki elle sarılmıyorsunuz?)
diye azarladım.
Nihâyet 1344 [m. 1926] senesinde Afganistânda bir vâlî ile bu husûslar üzerinde
görüşürken, o bana, (Siz müslimân olmuşsunuz da haberiniz yok. Zîrâ, ancak
hakîkî bir müslimân islâmiyyeti
sizin gibi müdâfe’a eder) dedi. Vâlînin bu sözü üzerine
beynimde bir şimşek çakdı. Eve
döndüğüm
zemân, derin derin düşünceye daldım ve kendi kendime, (Evet, ben artık müslimân
oldum) dedim. Derhâl (Kelime-i Şehâdet) getirdim.
O târîhden beri müslimânım.
Bana, (Müslimânlıkda sizi en
çok ne cezbetdi?) diye soruyorsunuz. Buna cevâb veremem. Zîrâ bütün müslimânlık benim
kalbimi istilâ etmiş, kaplamışdır.
Bunun içinde bana ayrıca
te’sîr eden hiç bir husûs yokdur. Ben, müslimânlıkda, hıristiyanlıkda bulamadığım her şeyi
buldum. Müslimânlığın
hangi kâ’idesinin, hangi esâsının
bana dahâ yakın
geldiğini
söyliyemem. Zîrâ onun her kâ’idesine, her esâsına hayrânım. Müslimânlık, mu’azzam
bir âbidedir. Onun tek parçasını bile
ondan ayırmak
kâbil değildir.
Bütün parçalar birbiri ile bir nizâm içinde kenetlenmiş ve perçinleşmişdir.
Parçaların
arasında
mu’azzam bir âhenk vardır. Hiç
bir eksiği
yokdur. Herşeyi yerli yerindedir. Belki, bu son derece takdîre lâyık intizâm,
beni islâm dînine bağlıyan bir
âmildir. Hayır,
beni islâm dînine bağlıyan, ona
karşı duyduğum
aşkdır.
Bilirsiniz ki, aşk birçok şeylerden teşekkül eder: Arzû, yalnızlık, ihtirâs,
te’âlî, yükselmek ve ilerlemek hevesi, kuvvet ve kudretimizle karışık za’flarımız, mu’âvenet
ve muhâfaza edici bir yardımcıya
olan ihtiyâc ve benzerleri. İşte ben, bütün kalbimle ve aşkımla islâm
dînine sarıldım ve o da,
bir dahâ çıkmamak
üzere kalbime yerleşdi.
(Rolf Freiherr (baron) von
Ehrenfels, bütün dünyâda (Gestalt = kuruluş) fizyolojisi ilminin kurucusu
olarak kabûl edilen Prof. Dr. Baron Christian Ehrenfelsin tek oğludur. Meşhûr bir âileye mensûbdur. Dahâ küçük çocukken şarka karşı büyük
merak duymağa ve islâm dînini tedkîk etmeğe başlamışdır.
Kız kardeşi İmma von Bodmesrhof, Lahorda 1953 de
neşr olunan bir eserinde kardeşinin bu hevesini uzun uzadıya anlatmakdadır. Rolf, genç yaşında Türkiye,
Arnavutluk, Yunanistan ve Yugoslavyayı dolaşmış ve müslimânlarla temâs etmiş, hıristiyan olmasına rağmen, câmi’lerde ibâdete katılmışdır.
Nihâyet islâm dînine karşı olan bu yakınlığı, onun 1927 senesinde müslimânlığı
kabûl etmesine sebeb olmuş ve kendisine Ömer ismini seçmişdir. 1932 senesinde
Hindistânı da ziyâret etmiş ve (İslâmda kadının
yeri) ismli bir ki-
tâb neşr etmişdir. Almanlar İkinci Cihan Harbi esnâsında Avusturyayı
işgâl edince, Rolf, Hindistâna kaçmışdır. Kendisini kabûl eden Ekber Haydarın
yardımı ile, Assamda antropolojik araştırmalar yapmış ve 1949 da Madras
Üniversitesi antropoloji profesörlüğüne ta’yîn edilmiş ve Bengalde bulunan
(Royal Aslotic Society) tarafından altın madalya ile mükâfâtlandırılmışdır.
Kitâbları urdu diline de terceme edilerek basılmışdır.)
Niçin müslimân olduğumu soruyorsunuz. Beni müslimân yapan
ve onun hak din olduğunu bana bildiren husûsları aşağıda sıralıyorum:
1) İslâmiyyet, dünyâda tanıdığımız bütün dinlerin iyi kısmlarını
ihtivâ eder. Bütün dinler insanların sulh ve sükûn içinde yaşamasını isterler.
Fekat, hiçbir din bunu, islâm dîninde olduğu gibi insanlara açıklıyamamışdır.
Başka hiç bir din, islâm dîni kadar hâlıkımıza ve din kardeşlerine karşı, bu
derece sevgi aşılıyamamışdır.
2) İslâmiyyet, sulh ve sükûn içinde Allahü teâlâya tam bir
teslîmiyyet emr eder.
3) Târîh tedkîk edilirse, hakîkaten islâm dîninin en son
ilâhî hak din olduğu ve artık başka bir din zuhûr etmiyeceği kendiliğinden
meydâna çıkar.
4) Muhammed aleyhisselâm, islâmı teblîg etmiş olup,
Peygamberlerin sonuncusudur.
5) İslâm dînine giren bir kimse, şübhesiz eski dîninden
ayrılmış olacakdır. Fekat, bu ayrılık zan olunduğu kadar büyük değildir. Bütün
ilâhî dinlerde îmân esâsları birdir.Kur’ân-ı kerîm, eski ilâhî dinleri kabûl
eder. Ancak, bu dinlere sonradan karışdırılan yanlış akîdeleri düzeltmekde, Îsâ
aleyhisselâmın hakîkî dînini izhâr etmekde, Muhammed aleyhisselâmın son
Peygamber olduğunu ve Ondan sonra başka bir Peygamber gelmiyeceğini i’lân
etmekdedir. Ya’nî islâmiyyet, diğer dinlerin hakîkî ve kâmil şeklidir. İnsanlar
dürlü menfe’atler ve ihtirâslar yüzünden, birbirlerine düşman olmuşlardır.
Bundan menfe’at umanlar olmuş, dinleri birbirine karşı düşman yapmağa çalışmış,
aslı Allahü teâlâyı tanımak olan dinleri, dünyâ işlerinde bir vâsıta olarak
kullanmağa başlamışlardır. Hâlbuki, dikkat edilecek olursa, islâm dîninin, diğer
ilâhî dinleri kabûl etdiği, fekat onlarda zemânla ve insan eliyle yapılan
hatâları tashîh etdiği görülür. İslâmiyyeti kabûl etmek, erkek ve kadın bütün
insanların muhtâc oldukları, ma’nevî ve maddî yardımı yapmak demekdir.
6) İnsanlar arasında kardeşlik fikri, hiç bir dinde, islâm
dîninde olduğu şeklde bildirilmemişdir. Müslimân olan herkes, hangi ırkdan, hangi
milletden, hangi renkden ve hangi dilden olursa olsun, birbirlerinin din
kardeşleridir. Siyâsî düşünceleri ne olursa olsun, birbiri ile kardeşdirler. Bu
büyüklük hiç bir dinde yokdur.
7) İslâm dîni, dünyâda kadınlara da
büyük haklar veren bir dindir. İslâm dîni, kadına en büyük yeri vermişdir. Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâm, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurmuşdur.
İslâm dîni, diğer dinlere mensûb olanların yapdıkları eserlere
hurmet etmiş, bunları
barbarlar gibi yıkmamışdır. İstanbulda
Fâtih ve Sultân Ahmed câmi’leri yapılırken, Ayasofyanın ba’zı kısmlarını model almakdan çekinmemişlerdir. Müslimânlar bütün târîh
boyunca, diğer
din mensûblarına en
büyük adâleti ve merhameti göstermişlerdir.
İşte bütün bunlar için, ben müslimânlığı kendime din
olarak seçdim.
Ben bir doktorum ve koyu katolik bir
âileye mensûbum. Fekat doktorluğu meslek olarak seçmem ve pozitif, tecribî, tabî’î
ilmlerle meşgûl olmam, bende hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret uyandırmışdı. Din
husûsunda âile ferdlerim ile aynı fikrde değildim. Evet, büyük bir Hâlık [yaratıcı] vardı ve ben de
Ona, ya’nî Allahü teâlâya inanıyordum. Fekat hıristiyanlığın, bilhâssa katoliklerin bu büyük
yaratıcı etrâfında meydâna
getirdikleri dürlü dürlü garîb ilahlar, oğullar, Rûh-ul-kudsler, Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olduğunu isbât
için akl almaz uydurmalar ve dahâ bir takım hurâfeler, âyinler, dürlü dürlü merâsimler,
beni Allahü teâlâya yaklaşdırmıyor,
aksine Ondan uzaklaşdırıyordu.
Ben, bir tek Allahın varlığına inandığımdan, hiç bir
zemân teslîsi (üç tanrıyı) kabûl
etmedim ve Îsâ aleyhisselâmı hiç bir zemân Allahın oğlu olarak tanımadım. Demek oluyor ki, ben dahâ islâmiyyeti tanımadan evvel,
Kelime-i şehâdetin yarısı olan (Lâ ilahe illallah) kısmını çokdan kabûl
etmişdim. İslâm
dîni ile meşgûl olmağa
başladığım ve Kur’ân-ı kerîmde
rastgeldiğim
meâl-i şerîfi, (Söyle ki, Allahü teâlâ birdir, doğmamışdır
ve doğurmaz ve Ona benzer hiç bir varlık yokdur)
olan İhlâs
sûresini okuduğum ze-
mân, (Aman Allahım, işte ben tam buna inanıyorum) dedim ve içimde büyük bir ferâhlık duydum. İslâmiyyeti dahâ derinden tedkîk etmenin çok lüzûmlu olduğunu gördüm. İslâmiyyeti inceledikce, bu dînin benim düşüncelerime temâmen uygun olduğunu hayret ile görüyordum. İslâmiyyet, din adamlarını, hattâ Peygamberleri “aleyhimüssalevât” bizim gibi insanlar olarak kabûl ediyor, onlara ilahlık vasfı vermiyordu. Hele, bir papazın günâhları afv edebileceğini, aslâ kabûl etmiyordu. İslâm dîninde, hiç bir hurâfe, akla uymıyan bir hükm, anlaşılmıyan bir bahs yokdu. İslâm dîni, tâm benim istediğim gibi, mantıkî bir dindi. Katoliklerin bildirdikleri gibi, insanların günâhkâr olarak dünyâya geldiklerini kabûl etmiyordu. İnsanlara rûh ve beden temizliği emr ediyordu. Tıbbın esâs kâ’idesi olan temizlik, islâm dîninde, Allahü teâlânın bir emriydi. İbâdete temiz olarak gelmeği emr ediyordu ki, başka hiç bir dinde buna rastlamamışdım.
Hıristiyanlıkda, hıristiyan dînine girerken ve âyinlerde Îsâ aleyhisselâm ile, hâşâ tanrı ile birleşebilmek için papazın Îsânın eti diye verdiği ekmeği yimek ve kanı diye verdiği şerâbı içmek gibi âyinlerin, puta tapan en ibtidâî kavmlerin bir âdeti olduğunu görüyor ve bunlardan nefret ediyordum. Benim pozitif ilmlerle inkişâf eden aklım, böyle çocukça ve hakîkî bir dîne yakışmıyan saçma merâsimleri, şiddet ile red ediyordu. Diğer tarafdan, islâmiyyetde bunların hiç biri yokdu. İslâmiyyetde yalnız hakîkat, sevgi ve temizlik vardı.
1953 senesi 20 Şubat günü Paris câmi’ine giderek orada müftî efendinin ve şâhidlerin huzûrunda İslâm dînini resmen kabûl et-
dim ve Alî Selmân ismini aldım.
Bu yeni dînimi, çok seviyorum. Çok bahtiyârım ve sık sık kelime-i şehâdet getirerek ve ma’nâsını düşünerek, islâm dînine olan îmânımın kuvvetini açıklıyorum.
(Dr. Mellema, Amsterdamda
Tropical müzesinin, İslâm eserleri kısmının
müdîridir. (Wayang bebekleri), (Pâkistân hakkında bilgiler), (İslâmiyyeti tanıtdırma) eserleri ile meşhûrdur.)
1919 senesinde, Leiden Üniversitesinde şark dillerini incelemeğe başladım. Hocam bütün dünyânın çok iyi tanıdığı Arab lisânına vâkıf, Prof. Hurgronje idi. Bana arabî okumağı, yazmağı ve terceme etmeği öğretirken, ders kitâbı olarak Kur’ân-ı kerîm ile Gazâlînin eserlerini vermişdi. Esâs çalışma mevzû’u, (İslâmiyyetde Hukuk) idi. Ben, islâm târîhi ve islâmiyyet ile alâkalı ilmler hakkında, o zemâna kadar Avrupa dillerinde neşr edilmiş birçok kitâb okudum. 1921 yılında Mısra giderek, El-ezher medresesini ziyâret etdim. Bir ay kadar orada kaldım. Bundan sonra, Arabîden başka Sanskrit ve Malayi dillerini de öğrendim. 1927 senesinde, o zemânlar Hollanda sömürgesi olan Endonezyaya gitdim. Cakartada yüksek okulda Cava dilini öğrenmeğe başladım. 15 sene müddet ile kendimi yalnız Cava dilinde değil, aynı zemânda eski ve yeni Cava medeniyyet târîhinde de yetişdirdim. Bütün bu müddet zarfında, hem müslimânlarla temâs ediyor, hem de elime geçen Arabî kitâbları okuyordum. İkinci Cihan Harbinde, Japonlar Endonezya adalarını işgâl etdiler. Beni esîr aldılar. Harb bitinceye kadar süren çok zahmetli bir esâret hayâtından sonra, tekrar Hollandaya döndüm ve Amsterdamda Tropical müzesinde kendime bir iş buldum. Burada tekrar islâmiyyet üzerine çalışmağa başladım. Benden, Cavadaki müslimânları anlatan küçük bir kitâb yazmamı istemişlerdi. Bu işi de ele alarak temâmladım. 1954-1955 seneleri arasında, Pâkistândaki müslimânlar hakkında etüd yapmak üzere, beni oraya gönderdiler. O zemâna kadar yukarıda da söylediğim gibi, yalnız Avrupa dillerinde islâmiyyet hakkında çıkan eserleri okumuşdum. Pâkistâna varıp, Pâkistânlı müslimânlarla temâs edince, İslâmiyyeti büsbütün başka bir şeklde görmeğe başladım. Lahorda müslimân dostlarımdan beni câmi’lerine götürmelerini ricâ etdim. Bunu memnûniyyet ile karşıladılar ve beni bir Cum’a nemâzına götürdüler. İbâdeti büyük bir dikkat ile
seyr etdim ve dinledim. Üzerimde o kadar büyük bir te’sîr yapdı ki, âdetâ kendimden geçdim. Artık kendimi müslimân olmuş kabûl ediyor, müslimânların ellerini bir kardeş olarak sıkıyordum. Câmi’deki hissiyâtımı, 1955 yılında (Pâkistan Quarterly) mecmû’asının 4. sayısında şöyle nakl ediyordum:
(Bu sefer, dahâ küçük bir câmi’e gitdik. Bu câmi’de çok iyi ingilizce bilen ve Pençab Üniversitesinde profesörlük yapan bir âlim va’z verecekdi. Kendisi va’z verirken onu dinleyenlere: (Bugün aramızda uzak bir yerden, Hollandadan gelmiş bir müslimân kardeşimiz var. Onun da iyi anlaması için urdu diline dahâ fazla İngilizce kelimeler karışdıracağım) dedi ve çok güzel bir va’z verdi. Ben dikkat ile dinledim. Va’z bitdikden sonra, câmi’den ayrılmak isterken, beni oraya getiren Allâme Sâhib, beni dikkat ile seyr eden müslimân kardeşlerin, benim de bir şeyler söylememi arzû etdiklerini, kendisinin benim söyleyeceklerimi Urdu diline terceme edeceğini bana bildirdi. Bunun üzerine ben de onlara şunları söyledim: (Ben tâ uzakdan, Hollanda ismli memleketden geliyorum. Orada bulunduğum yerde çok az müslimân vardır. Bu adedi az olan müslimânlar size selâmlarını bildirmeğe beni me’mûr etdiler. Sizin istiklâlinizi kazanmış olmanıza ve böylece dünyâda yeni bir müslimân devleti dahâ kurulmuş bulunmasına çok seviniyorum. Yedi sene evvel kurulmuş olan Pâkistân, vaz’ıyyetini temâmiyle sağlamlaşdırmağa muvaffak olmuşdur. Başlangıçda çekdiğiniz birçok müşkilâtdan sonra, artık memleketiniz ferâha kavuşmuşdur ve sür’at ile terakkî etmekdedir. Pâkistânın âtîsi, geleceği çok parlakdır. Ben memleketime döndüğüm zemân, vatandaşlarıma sizlerin ne kadar nâzik, kibâr, cömerd ve misâfirperver olduğunuzu uzun uzadıya anlatacağım. Bana karşı gösterdiğiniz büyük muhabbeti hiç bir zemân unutmıyacağım). Bu sözlerimi Allâme Sâhib, urdu diline terceme edince, câmi’deki bütün müslimânların yanıma koşarak, ellerimi sıkmağa ve beni tebrîk etmeğe başladıklarını büyük bir zevk ile gördüm. Kalblerinden gelen bu candan kardeşlik tezâhürü, beni son derece mesrûr etdi. Ben artık temâmiyle müslimân kardeşler câmi’asına girdiğimi görüyor ve kendimi çok bahtiyar his ediyordum.)
Pâkistânlı müslimân kardeşler, bana islâmiyyetin yalnız nazariyyelerden ibâret olmadığını gösterdiler ve isbât etdiler ki, islâmiyyet her şeyden önce ahlâk güzelliğidir ve bir insanın iyi bir müslimân olması için, çok temiz ahlâklı olması lâzımdır.
Şimdi ikinci süâle, ya’nî (sizi islâmiyyete en çok ne çekdi?) süâlinize cevâb vereyim:
Beni müslimân olmağa sevk eden ve bütün kalbimle İslâm dînine bağlıyan husûslar şunlardır:
1) Tek Allahın varlığı. İslâmiyyet, bir tek büyük hâlık tanır. Bu büyük yaratıcı ne doğmuşdur, ne doğurur. Bir tek yaratıcıya inanmak kadar mantıkî ve ma’kûl ne vardır? En basît düşünceli bir insan bile, bunu doğru bulur ve buna îmân eder. İsmi Allah olan bu tek büyük yaratıcı, en büyük ilmin, en büyük hikmetin, en büyük kudretin ve en büyük güzelliğin sâhibidir. Merhamet ve şefkati de sonsuzdur.
2) Allahü teâlâ ile kul arasında kimsenin bulunmayışı. İslâmiyyetde kul, rabbi ile karşı karşıya gelir ve doğrudan doğruya Ona ibâdet eder. Allahü teâlâ ile kul arasına, kimsenin girmesine lüzûm yokdur. İnsanlar, gerek dünyâda, gerek âhiretde yapılması gereken husûsları, Allahü teâlânın kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden ve islâm âlimlerinin kitâblarından öğrenirler. Yapdıkları işlerin hesâbını yalnız Allahü teâlâya verirler. Bir insanı ancak Allahü teâlâ mükâfâtlandırır veyâ cezâlandırır. Allahü teâlâ, hiçbir kulunu, yapmadığı bir işden mes’ûl tutmaz ve hiçbir kuluna yapamıyacağı bir işi emr etmez.
3) İslâmiyyetdeki büyük merhamet. Bunun en açık ifâdesi, Kur’ân-ı kerîmdeki (Zor ile müslimân yapmak yokdur) meâlindeki âyetdir. Peygamberimiz Muhammed “aleyhisselâm”, bir müslimânın ilm öğrenmek için, îcâb ederse, en uzak yabancı memleketlere gitmesini emr etmekdedir. Müslimânlara, müslimânlıkdan evvel gelen hak dinlerin bozulmıyan kısmlarına hurmet etmeleri de emr olunmakdadır.
4) Hangi ırkdan, hangi milletden ve renkden olursa olsun, bütün müslimânların kardeş sayılması. Dünyâda, yalnız müslimânlık bu büyük gâyeye vâsıl olmuşdur. Hac zemânında, dünyânın her tarafından gelen yüzbinlerce müslimânın aynı ihrâm örtüsüne sarılarak secdeye kapanması, bütün müslimânların kardeş olduklarını bildiren mu’azzam bir ifâdedir.
5) İslâmiyyetde maddiyyât ile ma’neviyyâta aynı kıymetin verilmesi. Diğer dinlerde, yalnız rûhdan, ma’neviyyâtdan ve anlaşılmaz ba’zı garîb husûslardan bahs olunur. Hâlbuki, İslâm dîninde hem beden, hem de rûh aynı derecede dikkat nazarına alınmış, insanlara yalnız rûh temizliği değil, beden temizliği için de lüzûmlu bütün husûslar emr olunmuşdur. İnsanın rûhî inkişâfı, bedenî ihtiyâcı ile birleşdirilmiş ve onun maddiyyâtına hâkim olarak, nasıl yaşaması îcâb etdiği, gâyet açık bir sûretde beyân edilmişdir.
6) İslâmın, alkolü ve uyuşdurucu maddeleri ve domuz etini harâm etmesi [yasaklaması]. Kanâ’atıma göre beşeriyyetin başına en büyük felâketleri getiren, alkol ve uyuşdurucu maddelerdir. Bunları men’ etmesi, İslâmiyyetin ne kadar mu’azzam bir din olduğunu ve zemânından ne kadar ilerde bulunduğunu göstermeğe kâfîdir.
Şark medeniyyeti ile ilk münâsebetimin ne zemân başladığını, kat’î olarak ta’yîn edemiyorum. Bu irtibât, evvelâ lisân sebebi ile meydâna geldi. Çünki ben şarklıların dillerini öğrenmek istiyordum ve bundan tahmînen 30 sene önce ya’nî dahâ 12, 13 yaşlarında iken, Arabî öğrenmeğe başladım. Fekat bana yardım edecek kimse bulamadığımdan, bu iş çok ağır gidiyordu. Arabî öğrenirken Arablar ve İslâmiyyet hakkında Avrupalılar tarafından yazılmış ba’zı kitâblar almışdım. Bunların çoğunda İslâmiyyet hakkında tâm ve tarafsız bilgi verildiğini sanmıyorum. Buna rağmen Muhammed aleyhisselâm hakkında yazılan yazılar, bende Onun şahsiyyetine karşı büyük bir saygı doğmasına kâfî gelmişdi. Fekat İslâmiyyet hakkında öğrendiğim bilgiler, yanlış ve noksandı. Bana rehberlik edecek kimse de yokdu.
Nihâyet elime T.G. Browne tarafından yazılan (History of Persian Literature in Modern Times = Îrân yeni zemân edebiyyât târîhi) isminde mükemmel bir eser geçdi. Bu kitâbda iki nefîs şi’r buldum. Bunlardan biri Hâtıf İsfehânînin tercî’i bendi, diğeri Mohtaşim Kâshânînin heftbendi idi.
Hâtıfın şi’rini okurken, ne büyük bir heyecân duyduğumu size tasvîr edemem. Bu şi’r, kararsızlık ve ızdırâb içinde çırpınan ve kendisine selâmet yolunu gösterecek mürşid arıyan bir rûhu ne güzel tasvîr ediyordu! Bunu okurken bu büyük şâ’irin sanki benden bahs etdiğini, benim hakîkati bulmak için yapdığım mücâdeleleri ifâde etdiğini sanıyordum. Şi’rin her beytinde beyân edilen fikrleri tabî’î aynen kabûl edemiyordum. Fekat aşağıdaki beyt temâmiyle benim düşüncelerime cevâb veriyordu:
Yalnız bir O vardır ve Ondan başka kimse
yokdur,
Ondan başka ibâdete
lâyık hiç bir ilah yokdur.
Ben, annemin arzûsuna ve kendi merâkıma da uyarak, din tedrîsâtı yapan bir yüksek okula kayd olmuşdum. Bu mekteb, din dersleri vermekle berâber, müte’assıb değildi. Talebelerin fikrleri-
ni serbestçe söylemelerine müsâ’ade ediliyor ve onların fikrlerine karşı büyük bir ehemmiyyet veriliyordu. Verilen din dersleri, ancak bir insanın bilmesi gereken ana bilgilerden ibâretdi. Bütün bunlara rağmen, okulun son imtihânında bana sorulan (Dinler hakkındaki düşünceniz nedir?) süâline karşı benim (İslâm dînine karşı büyük bir hurmet duyuyorum) diye cevâb vermekliğim, her hâlde mekteb müdîrini hayrete düşürmüşdü. O târîhlerde, ben islâmiyyete karşı büyük bir sevgi duymakla berâber, îmânım tâm teşekkül etmemişdi. Dahâ bir şeye karar veremiyordum. O zemâna kadar bana kilisenin telkîn etdiği İslâm düşmanlığından temâmiyle kurtulamamışdım.
Bu sefer çok ciddî olarak ve Avrupalı yazarların kitâblarının te’sîri altında kalmıyarak, sırf kendi mantık ve düşüncem ile, İslâm dînini incelemeğe başladım. O zemân, ne güzel hakîkatlerle karşılaşdım! Birçok insanların, çocukken kendilerine telkîn edilen dinden uzaklaşarak, müslimânlığı niçin kabûl etdiklerini anlamağa başladım. Çünki islâmın birinci ma’nâsı, insanın kendisi ve dünyâsı, Allahü teâlâya hâlis bir îmân ve selâmet içinde olması, ikinci ma’nâsı ise, kendisini Allahına temâmiyle teslîm etmesi ve Onun emrlerine itâ’at etmesi demekdi. Kur’ân-ı kerîmde bu husûsda yazılı olan şeyleri aşağıda nakl etmeğe çalışacağım. Esâs Arabîsinin o muhteşem âhenginden mahrûm kalsa bile, gene bu sözler insanı çok cezb etmekdedir.
Fecr sûresinin yirmiyedinci âyeti
ve devâmında meâlen, (Ey huzûr içinde olan rûh! Sen Ondan, O da senden râzı olarak Allahına dön! Benim [sâlih] kullarımın arasına katıl, benim Cennetime gir!) buyurulmuşdur.İşte yalnız şu ifâde bile, İslâm dîninin, hıristiyanlık ve diğer dinler gibi birtakım hurâfelere bağlı olmayan tertemiz, dürüst ve hakîkî Allah dîni olduğunu göstermeğe kâfîdir.
(Bir Lord olan Headley
Asâletmeab ünvânına sâhibdir. Sir George Allanson, 1855
târîhinde doğmuş olup, İngilterenin en eski bir âilesinden gelmişdir. İngilterede birçok mühim siyâsî vazîfelerde bulunmuş, aynı zemânda muharrir olarak da şöhret yapmışdır. Cambridge Üniversitesinden me’zûndur.
1877 senesinde lord pâyesini kazanmışdır. İngiliz ordusunda yarbay olarak vazîfe yapmışdır. Asl mesleği mühendislik olmasına rağmen, kuvvetli bir kaleme sâhibdir. (Bir Avrupalının gözü açılıp müslimân oluyor) eseri, neşr etdiği kitâblar arasında en meşhûrudur. Lord
Headley, 1913 senesinde müslimân olmuş, Hacca gitmiş, Şeyh Rahmetullah-ı Fârûk adını
almışdır. 1928 senesinde Hindistânı da ziyâret etmişdir.)
Niçin müslimân oldum? Belki ba’zı dostlarım ve arkadaşlarım, benim müslimân dostlarımın etkisi altında kalarak, müslimân olduğumu zan ederler. Hâlbuki mes’ele hiç de böyle değildir. Müslimânlığı kabûl etmekliğim, uzun seneler süren tedkîk ve tefekkür netîcesidir. Ben, İslâm dînini, ancak çok iyi inceledikden ve onun hakkında tâm bir kanâ’at sâhibi oldukdan sonra, müslimânlarla temâs etdim ve onların da kendi dinleri hakkında tıpkı benim gibi îmân etdiklerini görerek, iyi bir dîne girdiğimi anladım ve çok sevindim.
Kur’ân-ı kerîm, bir insanın bütün kalbi ile îmân ederek, islâmiyyeti kabûl etmesini emr eder ve istemiyerek zorla dîne girmeği red eder. Îsâ aleyhisselâm da, kendi havârîlerine, (Her hangi bir yere gitdiğiniz zemân oradakiler sizi kabûl etmez ve dinlemezlerse, siz hemen oradan ayrılın, onları zorlamayın) demişdir. (St. Mark, 6-11)
Ben hayâtda birçok muteassıb protestanlar gördüm ki, katolik talebe yurdlarına giderek, katolik talebeleri zorla protestan yapmağa çalışıyorlardı. Bu lüzûmsuz gayretler ve zorlamalar, birçok kavgalara, dargınlıklara, anlaşmazlıklara sebeb oluyor, insanları birbirine düşman yapıyordu. Aynı ma’nâsız işleri, hıristiyan misyonerler, müslimânlara karşı tatbîk etdiler. Müslimânları hıristiyan yapmak için, her şeyi göze aldılar. Onları dürlü dürlü vâsıtalarla aldatmağa çalışdılar.
Para, iş, mevkı’ va’d etdiler. Hâlbuki, bu zevallı gâfiller bilmi-
yorlardı ki, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî emrlerini en iyi tatbîk ve tasdîk eden din, islâmiyyetdir. Hıristiyanlık o kadar bozulmuşdur ki, Îsâ aleyhisselâmın telkîn etdiği hakîkî nasrâniyyet ortadan gayb olmuş, onun telkîn etdiği bütün insânî husûslar unutulmuşdur. Bunlar, bugün ancak islâmiyyetde vardır. O hâlde, ben müslimân olmakla hakîkî, temiz nasrâniyyete de kavuşdum. Çünki Îsâ aleyhisselâmın emr etdiği kardeşlik, birbirine bağlılık, merhamet, hüsn-i zan, eli açıklık, bugünkü hıristiyanlarda değil, ancak müslimânlarda vardır. Size ufak bir misâl vereyim: Hıristiyan Atnasyan (athnasian) fırkası, hıristiyanlığın esâsının üç tanrıya (teslîse) inanmak olduğunu ve her hangi bir kimse aklından buna karşı ufacık bir şübhe bile geçirse, derhâl mahv olacağını ve eğer bir kimse dünyâ ve âhiretde selâmete kavuşmak isterse, muhakkak (Tanrı, Tanrının oğlu ve Rûh-ul-kuds) gibi üç ilaha inanmak mecbûriyyetinde bulunduğunu tekrarlayıp durmakdadır.
Başka bir misâl dahâ: Müslimân olduğum zemân, bana birisi bir mektûb yazdı. Bu mektûbda, (Siz, müslimân olmakla mahv oldunuz artık. Sizi kimse kurtaramaz. Çünki, Allahın ilahlığına inanmıyorsunuz) diyordu. Bu zevallı adam, benim artık Allahü teâlâya inanmadığımı sanıyordu. Çünki, onun kanâ’atine göre, Allahü teâlânın ilah olabilmesi için, muhakkak üçlü olması lâzım idi. Hâlbuki bu ahmak bilmiyordu ki, Îsâ aleyhisselâm da, temiz nasrâniyyeti teblîge başladığı zemân, Allahü teâlânın bir olduğundan bahs etmiş, hiç bir zemân, Onun oğlu olduğunu iddi’â etmemişdi. İslâmiyyet, (Ancak bir tek Allah vardır) demekle saf nasraniyyetin esâs kâ’idesini ortaya koymuşdu. Bugün, aklı başında olan bir insanın, bir tek Allahın varlığına inanması kadar mantıkî bir şey yokdur. Ben, müslimân olmakla hakîkî tek Allaha inanıyorum ve Îsâ aleyhisselâmdan sonra, onun temiz dînine eklenen birçok yalanları red ediyorum. Bu mektûbu yazan ve onun gibi düşünen insanlara, ancak acımak lâzımdır. Bugün hıristiyanlar, günden güne dinlerini terk ederek ateist (dinsiz) olmakdadırlar. Zîrâ bugünkü hıristiyanlık, normal, kültürlü bir insanı artık tatmîn edememekdedir. İnsanlar, körü körüne efsânelere inanmamakda, hıristiyanlık akîdelerini şübhe ile karşılamakdadır. Buna karşılık, ben bütün hayâtım müddetince, hakîkî bir müslimânın, dîninden şübhe etdiğini duymadım. Zîrâ İslâm dîni, insanların bütün rûhî ve bedenî ihtiyâclarını, en mükemmel ve mantıkî tarzda tatmîn etmekdedir.
Şuna emînim ki, binlerce hıristiyan erkek ve kadın, İslâm dîni-
ni incelemiş ve onu temâmiyle benimsemişdir. Fekat, resmen müslimân olunca, işlerini, me’muriyyetlerini gayb edecekleri ve ahbâbları tarafından alaya alınacaklar korkusuyla bir dürlü müslimân olmağa cesâret edememekdedirler. Bizim mekteblerimizde, hâlâ islâmiyyet, Allahü teâlâya inanmıyanların dîni olarak öğretilmekdedir. Ben bütün arkadaşlarımın, ahbâblarımın beni (Rûhu mahv olmuş bir insan) olarak la’net edeceklerini göze alarak müslimân oldum ve yirmi senedir İslâmiyyete iki elle sarılmış bulunmakdayım.
Müslimânlığı neden kabûl etdiğimi böylece kısaca anlatdıkdan sonra, tekrar edeyim ki, ben müslimân olmakla, aynı zemânda, çok dahâ doğru ve temiz bir Îsevî olmağı da başardım. Diğer hıristiyanlara da bir misâl olmak isterim. Müslimân olmak, onları hıristiyanlığa düşman yapmaz, aksine onlara hakîkî Îsevîliğin ne olduğunu öğretir ve onları yükseltir.
(Sir Archibald Hamilton, İngilterenin tanınmış
bir diplomatı olup, Birinci Cihan Harbinde deniz subayı olarak da vazîfe yapmışdır.
Meşhûr bir âileden gelmekde olup, baronet (Baron adayı demekdir) ünvânını
taşımakdadır. 1923 senesinde İslâm dînini kabûl etmekle şereflenmişdir).
Büluğa vâsıl oldukdan beri, İslâm dîninin sâdeliği ve billûr gibi berraklığı, beni dâimâ kendisine cezb etmişdi. Bir hıristiyan olarak doğduğum ve bir hıristiyan terbiyesi aldığım hâlde, bâtıl akîdelere bir dürlü inanmamış, dâimâ hakkı, hakîkati ve mantığı, körü körüne inanışlara tercîh etmişdim. Ben, bir tek Allaha, huzûr ve ihlâs ile ibâdet etmek istiyordum. Hâlbuki ne Roma kilisesi (katoliklik), ne de İngiliz kilisesi (protestanlık), bunu bana sağlıyamıyordu. İşte bu sebeb ile beni tâm tatmîn eden müslimânlığı, vicdânımın telkînine uyarak kabûl etdim ve ancak ondan sonra, kendimi Allahü teâlânın hakîkî kulu ve dahâ iyi bir insân olarak his etmeğe başladım.
Ne yazık ki islâmiyyet, birçok hıristiyanlar, câhiller tarafından, yanlış, uyuşdurucu ve yalan, uydurma bir din olarak anlatılmışdır. Hâlbuki, Allahü teâlâ indinde hak din islâmiyyetdir. İslâmiyyet, kuvvetlinin za’îflerle, zenginlerin fakîrlerle birleşmesini sağlıyan mükemmel bir dindir. İnsanlar iktisâdî bakımdan esâs olarak üç sınıfa ayrılırlar. Bu sınıflardan birincisi, Allahü teâlânın birçok
ni’metlerle zengin etdiği kimselerdir. İkinci sınıf, hayâtını kazanmak için çalışmak zorunda olanlardır. Bir de üçüncü sınıf vardır. Bu sınıfda bulunanlar, kendi kusûrları olmadığı hâlde, kâfî derecede kazanamıyanlar, işsiz kalanlar, iş yapamaz hâle gelenlerdir ki, fakîrlik ve zarûret içindedir. İşte İslâm, bu üç sınıfın da birbiriyle kaynaşmasını sağlar. Zengin olanın fakîre yardım etmesini emr eder. Zilletin, ızdırabın ortadan kaldırılması sebeblerini ihsân eder.
İslâm dîni aynı zemânda insanların çalışma kudretine, şahsî gayretine ve iş görmek kabiliyyetlerine de ehemmiyyet verir. İslâm kanûnuna göre sâhibsiz bir erâzîyi fakîr bir çiftçi, belirli bir zemân kendi gayreti ile işlerse, erâzî onun olur. İslâm dîni, yıkıcı değil, yapıcıdır.
İslâm dîni, kumarı ve ona benziyen bütün kötü, zararlı oyunları men’ eder. İslâm dîni, insanı serhoş eden bütün içkileri de men’ eder. Hakîkaten dünyâda insanların başına gelen felâketlerin çoğunun sebebi, kumarla içkidir.
Biz müslimânlar, herşeyin kader elinde esîr olduğuna inanan kimseler değiliz. İslâmda bahs konusu olan (kader), hiç bir şey yapmadan, ağzını havaya açarak her şeyi Allahü teâlâdan beklemek demek değildir. Tâm bunun aksine, Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ dâimâ çalışmağı emr etmekdedir. İnsan bütün gayreti ile çalışacak, bütün zâhirî sebeblere yapışacak, ancak ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül edecekdir. Çalışmadan önce değil, çalışırken, başarabilmek, kazanmak için, Rabbine yalvararak, Ondan yardım bekliyecekdir. İslâmın (Hayr ve Şer [iyilik ve fenâlık] Allahü teâlâdan gelir) akîdesi, herşeyi Allahü teâlâ yaratır demekdir. İslâmiyyetde (Hiç bir şey yapmadan boş durmak) diye bir şey yokdur. Kader, olacak herşeyi, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve bildiklerini, zemânları gelince, yaratması demekdir.
İslâmiyyet, insanların günâhkâr olduğu, günâh ile doğduğu ve bütün hayâtı müddetince keffâret vermeğe mecbûr olduğunu, aslâ kabûl etmez. İslâmiyyet, insanların, erkek ve kadın olarak, Allahü teâlânın kulları olduğunu, kadın erkek arasında zekâ, akl, düşünce ve ahlâk bakımından mühim fark bulunmadığını beyân eder. Ancak, erkekler dahâ güçlü, kuvvetli yaratıldıkları için ağır, yorucu işler ve nafaka temîni bunlara verilmiş, kadınlar, dahâ râhat, dahâ neş’eli bırakılmak sûreti ile mes’ûd kılınmışdır.
İslâmın bütün müslimânları birbiri ile nasıl kardeş yapdığı hakkında fazla bir şey söylemek istemiyorum. Zîrâ bütün dünyâ müslimânların nasıl birbirini sevdiklerini, birbirlerine mu’âvenet,
yardım etdiklerini bilir. Müslimânlıkda, zengin, fakîr, soylu, köylü, me’mûr, işçi, tüccâr, herkes Allahü teâlânın huzûrunda birdir ve birbirinin kardeşleridir. Ben, hangi müslimân memleketine gitdi isem, kendimi kendi evimde ve kardeşlerimin yanında his etdim.
Son olarak şunu söyliyeceğim: İslâmiyyet, insanları bütün gün boyunca hem dürüst çalışmağa ve hem de Allahü teâlâya karşı kulluk, ibâdet vazîfesini yapmağa da’vet eder. Bugünkü hıristiyanlık ise, insanları yalnız Pazar günü, güyâ düâ etmeğe, diğer günlerde ise, Allahü teâlâyı temâmen unutarak, dünyâ işlerine, günâhlara sevk eder.
İşte, bütün bunlar için müslimân oldum ve müslimân olduğum için iftihâr ediyorum.
(Meşhûr bir âileden gelen
ve baronet ünvanını
taşıyan Sir Brunton, Oxford Üniversitesinden me’zûn olup, neşriyyâtı ile şöhret yapmışdır.)
Bana niçin müslimân olduğumu bildirmek fırsatını verdiğiniz için, size minnet borçluyum. Ben, hıristiyan bir anne ve babanın te’sîri altında büyüdüm. Genç yaşımda, ilâhiyyat ile de meşgûl oldum. Misyonerlerle tanışdım ve onların yabancı memleketlerdeki fe’aliyyetleri ile yakından alâkadâr oldum. Kalbimden onlara yardım arzûsu gelmişdi. Resmen bir vazîfe almadan, onlarla birlikde seyâhate çıkdım. Doğrusunu söylemek gerekirse, din dersleri aldığım hâlde, hıristiyanlığın (insanların günâhkâr olarak dünyâya geldiği ve dünyâda muhakkak çile çekmesi îcâb etdiği) nazariyyesi, bana garîb geliyordu. Bu nazariyyeye isyân ediyordum. Bu sebeb ile yavaş yavaş hıristiyanlıkdan nefret etmeğe başlamışdım. Zîrâ ben, kendisinde her şeyi yaratabilmek kudreti bulunan Allahü teâlânın yalnız günâhkâr mahlûklar yaratmasını, Onun kudret ve merhametine yakışdıramıyor, bunun için, Allahü teâlâyı böyle tavsîf eden bir dînin hakîkî olamıyacağını düşünüyordum. Acabâ başka dinler bu husûsda ne telkîn ediyor diye, diğer dinleri de tedkîk etmeğe karar verdim. Kalbimde, âdil, merhametli, müşfik bir ilâha büyük bir ihtiyâc duyuyor, böyle bir Allahı arıyordum. Acabâ, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî nasrânî dîni bu muydu? Yoksa Onun telkîn etdiği temiz din, zemânla bozulmuş muydu?
Bunları düşündükçe, kalbimdeki şübheler çoğalıyor, o zemân, bugün mer’î olan Kitâb-ı mukaddesi tekrâr elime alıyor, karışdırmağa başlıyor ve her def’asında içinde birçok eksikler ve anlaşılmaz husûslar bulunduğunu görüyordum. Sonunda, bende şu kanâ’at hâsıl oldu ki, bu kitâb Îsâ aleyhisselâmın yaydığı hakîkî dînin kitâbı değildir. İnsanlar, İncîle birçok yanlış kâ’ideler koymuşlar ve Allahü teâlânın doğru kitâbını bozmuşlardır.
Ben bu kanâ’ate vardıkdan sonra, artık misyonerle berâber gitdiğimiz memleketlerde rastladığımız insanlara, elimizdeki İncîli okuyacak yerde, başka telkînlerde bulunuyordum. Onlara Tanrı, Tanrının oğlu ve Rûh-ul-kuds gibi üçlü tanrıdan bahs etmek yerine, insanlarda, beden öldüğü zemân ölmez bir rûh bulunduğundan, insanları bir büyük hâlıkın yaratdığından, bu büyük hâlıkın insanları günâhları sebebi ile hem bu dünyâda hem de âhiretde cezâlandıracağından, ancak çok merhametli olan bu büyük hâlıkın, eğer insanlar yapdıklarına pişmân olursa, onların günâhlarını afv edeceğinden bahs ediyordum.
Gün geçdikçe, artık temâmen tek Allaha inanmağa başlamışdım. Hakîkate tâm varmak için, dahâ derinlere inmek istiyordum. İşte bu zemân, islâm dînini tedkîk etmeğe başladım. Bu din, beni o kadar cezb etdi ki, bütün günümü ona vakf etdim. Bulunduğum mahal, Hindistânda şehrlerden uzak, kimsenin ismini bile duymadığı Ichra adında bir köydü. Bu köyde yaşayanlar, pek fakîr, pek sefîl tabakadan insanlardı. Onlara, sırf Allahü teâlânın rızâsı için tek ve merhametli bir hâlıkın var olduğunu anlatmağa, dünyâda ta’kîb etmeleri gereken doğru yolu öğretmeğe çalışıyordum. Onların birbiri ile kardeş olduklarını, temizliğe çok ehemmiyyet vermek lâzım olduğunu da öğretmeğe uğraşıyordum. Ne garîb ki, bütün bu öğretmeğe çalışdığım husûslar, hıristiyanlıkda değil, ancak müslimânlıkda vardı ve ben bir hıristiyan misyoner gibi değil, tâm bir müslimân din adamı gibi telkînlerde bulunuyordum.
Bu ıssız, tenhâ yerde ve bu câhil halk arasında nasıl uğraşdığımı, ne kadar fedâkârlık yapdığımı, ne gibi müşkilât ile karşılaşdığımı size uzun uzadıya ifâde edecek değilim. Bütün düşüncem, bu zevallı insanları rûhen ve bedenen temizliğe kavuşdurmak, onlara büyük bir hâlıkın varlığını öğretmekden ibâretdi.
Yalnız kaldığım zemân, Muhammed aleyhisselâmın hayâtını inceliyordum. Onun hakîkî hayâtı hakkında İngilizce pek az kitâb yazılmış ve Onu tenkid etmek, lekelemek ve bu büyük Peygamberi yalancılıkla ithâm etmek için, hıristiyanlar tarafından ne yapılmak lâzımsa yapılmışdı. Fekat, ben şimdi bu düşmanca yazılı
kitâbların te’sîrleri altında kalmadan, islâmiyyeti tâm bir insâf ile inceliyordum. Bu tedkîklerim sürdükce, islâmiyyetin, tek Allahı ve hakîkati en doğru olarak ortaya çıkaran hak din olduğunu kabûl etmek lâzım geldiğini iyice anladım.
Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gibi bir büyük Peygamberin, insanlığa yapdığı hizmetleri öğrendikce, Onun peygamberliğini inkâr etmenin imkânı yokdu. O muhakkak Allahü teâlânın Resûlü idi. O ancak; Allahü teâlânın lutfü ile, vahşet ve cehâlet içinde yaşayan, birçok putlara tapan, hurâfelere inanan, yarı çıplak bir hâlde, birçok kadınlarla hayvanca bir hayât süren Arabları, kısa bir zemân içinde, Allahü teâlâya îmân eden, medenî, temiz, dürüst, kadına hak tanıyan, iyi ve yumuşak huylu insanlar hâline getirdi. Bir insan, Allahü teâlânın lutfü, yardımı olmadan böyle birşeyi hiç bir zemân başaramaz. İçinde birkaç yüz kişi bulunan bu köyde, benim ne kadar zahmet çekerek uğraşdığımı ve hâlâ bu zevallı insanları doğru yola sokamadığımı düşündükçe, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”in eseri, gözümde gitdikce dahâ büyüyordu. Hayır, ancak Allahü teâlânın Resûlü böyle bir işi başarabilirdi. Onun Peygamberliğine cân ve gönülden inanmak lâzımdı.
İslâm dîninde bulunan, dahâ pek çok güzel husûslardan ayrıca bahs etmeğe lüzûm görmüyorum. Çünki, Allahü teâlâyı ve Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl etdikden sonra, artık bir insan müslimân olmuş demekdir. O günlerde, müslimân bir Hindli beni ziyârete gelmişdi. Mian Amiruddîn ismindeki bu kibar zât ile İslâm dîni üzerinde uzun uzadıya mubâheseler yapdık. Bu konuşmalar bana son cesâreti verdi ve müslimân olmağı kabûl etdim.
Ben, müslimânlığın hakîkî Allah dîni olduğuna, sâdeliğine, afv ve şefkatine, samîmiyyetine, müslimânları birbirine kardeş saydığına ve birgün bütün dünyâyı birbirine bağlıyacağına inanıyorum.
Artık hayâtımın sonuna vâsıl oldum. Bundan sonra, ölünceye kadar kendimi islâmiyyete hizmet etmeğe adadım.
(Prof. Baron Leon, İngilterenin tanınmış meşhûr bir âilesinden olup, baron pâyesini hâizdir. Felsefe doktoru ve başka ilmî ünvanlar sâhibi olan Prof. Leon, 1882 senesinde müslimân olmuşdur. Kendisi Avrupada ve Amerikada birçok ilm cem’iyyetlerinin
a’zâsı bulunmakdaydı. Bilhâssa lisân ve edebiyyât sâhasında büyük ihtisâs sâhibi olan Prof. Leon, (Isle) mecmû’asında (İnsan lügat etimolojisi) isminde neşriyyâtı ile bütün dünyânın dikkatiniüzerine celb etmişdi. Amerikadaki Potomac Üniversitesi bu neşriyyât üzerine kendisine (İlmler Masteri = Master of Sciences) ünvânını verdi. Prof. Leon, aynı zemânda bir geoloji mütehassısıdır. Birçok tanınmış müesseselerin da’vetlisi olarak, bu sâhalarda da kıymetli konferanslar vermişdi. 1875 de kurulmuş olan (Milletler Arası Lügat, İlm ve Güzel San’atlar = Société İnternationale de Philologie, Science et Beaux-Arts) Cem’ıyyetinin umûmî kâtibliğine seçildi. (The Philomeths) isminde mecmû’a çıkarmağa başladı. Prof. Leona, Sultan İkinci Abdülhamîd, Îran Şâhı ve Avusturya İmperatoru tarafından birçok nişanlar verilmişdir.)
Alî “radıyallahü anh” şöyle buyuruyor, (Dünyâ karanlıkdır. İlm nûrdur! Fekat, doğru olmıyan bilgi ancak gölgedir.)
Müslimânlar, (İslâmiyyet, hakîkatin tâ kendisidir) diye îmân etmekde, İslâmın nûrunun ancak ilm ve mantık sâyesinde parladığını, bu bilginin ancak hakîkat ile meydâna geldiğini, bu hakîkati ise, insanların ancak Allahü teâlânın vergisi olan akl-ı selîm ile
meydâna çıkardıklarını söylemekdedirler.
Allahü teâlânın insanlara büyük bir lutf olarak gönderdiği son peygamberi Muhammed aleyhisselâm, vefâtına kadar, onlara tutacakları doğru yolu göstermişdi. Son günlerinde şöyle bir hâdise cereyân etdi:
Muhammed aleyhisselâm vefâtından birkaç gün evvel, başını sevgili zevcesi Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” dizlerine dayamış, dalgın bir hâlde istirâhat ediyordu. Medînede bütün halk Resûlullahın hastalığına üzülmüş ve onun gün geçdikce kuvvetden düşdüğünü görünce, büyük bir ümmîdsizliğe kapılmışdı. Erkekler, kadınlar, çocuklar, hüngür hüngür ağlıyorlardı. Ağlayanlar arasında beyâz saçlı, solgun benizli, yaşlı muhâribler de vardı. Peygamberimiz Muhammed Mustafâ el-emîn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, onların kumandanı, rehberi, lideri, dostu, çobanı, sırdaşı, fekat her şeyden evvel, teblîg etdiği islâmiyyet sâyesinde onları karanlıkdan hakîkat nûruna kavuşduran büyük Peygamberi idi. İslâmiyyet ile birlikde onlara huzûr ve emniyyet getiren bu mubârek Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” artık onlara vedâ’ etmekde idi. “Peygamberimiz ölüyor” diye düşündükçe kalbleri bir demir kıskaçla sıkılıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyor, büyük bir ümmîdsizliğe kapılıyorlardı.
Nihâyet her şeyi göze alarak, bu ümmîdsizlik içinde Onun huzûruna çıkdılar. Gözlerinden yaşlar akıtarak: (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen çok hastasın. Olabilir ki, Allahü teâlâ seni huzûruna çağıracakdır ve bizden ayrılacaksın. O zemân, biz sensiz ne yaparız?) diye sordular.
Peygamber
imiz Muhammed aleyhisselâm, (Elinizde mürâceat için Kur’ân-ı kerîm vardır) buyurdu. (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmin birçok işlerde bize rehber olacağı muhakkakdır. Fekat eğer aradığımızı orada bulamazsak ve sen de bizden ayrılmış isen, kim bizim rehberimiz olacak?) dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” onlara, (Size söylediklerim gibi hareket ediniz!) buyurdu. (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen bizden ayrıldıkdan sonra, büsbütün yeni ba’zı mes’eleler meydâna çıkar ve senin hadîslerin içinde bunlar hakkında bir şey bulamazsak ne yaparız?) diye sordular.Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, mübârek başını yavaş yavaş yasdıkdan kaldırdı ve onlara şu sözleri söyledi: (Allahü teâlâ, her kuluna şahsî bir rehber vermişdir. Bu rehber, akl-ı selîmi ve vicdânın bulunduğu kalbidir. Eğer bu rehberi iyi ve doğ-ru olarak kullanırsanız, hiç bir zemân doğru yoldan ayrılmazsınız ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşursunuz!). (İstefti kalbek, Feinnehâ teskünü bil-halâl).
İşte, seçmiş olmakla iftihâr etdiğim, islâm dini. Bu din, tâm akl ve mantık üzerine kurulmuş hakîkî Allah dînidir.Mâlu mülke olma
magrûr, deme var mı
ben gibi!
bir
muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
Ben artık buradaki hayâta alışmışken, Birinci Cihân Harbi
patlak verdi. Asker olmak için alâkalı makâma mürâca’at etdiğim zemân, sıhhatimin bozukluğundan dolayı beni askere almadılar. Sıhhatim biraz düzelince, tekrâr başvurdum. Bu sefer beni kabûl etdiler ve Fransaya, Alman cebhesine yolladılar. 1917 deki korkunç Somme muhârebelerine katıldım. Bu muhârebelerde yaralandım ve Almanlara esîr düşdüm. Almanlar beni Almanyaya götürüp orada hastahâneye yatırdılar. Bu hastahânede çok korkunç şeyler gördüm. İnsanlar bu harbler yüzünden ne kadar perîşân oluyorlardı. Hastahâneye birçok rus esîrleri getirmişlerdi. Bunlar dizanteriden bitkin bir hâle düşmüşlerdi. Almanyada yiyecek vaz’ıyyeti çok kötü idi. Esîrlere, hastalara kâfî yiyecek veremiyorlardı. Ben açlıkdan kıvranıyordum. Sağ kolumdaki ve sağ bacağımdaki yara bir dürlü iyileşmiyordu. Çolak ve kötürüm olmuşdum. Almanlara başvurarak, bu hâlimle artık hiçbir zemân muhârib olarak bir işe yaramıyacağımdan, İsviçredeki esîr mübâdele komisyonu vâsıtası ile beni memleketime göndermelerini ricâ etdim. Almanlar muvâfakat etdiler. Beni İsviçreye yolladılar. İsviçrede beni tekrâr hastahâneye yatırdılar. Kolum, bacağım işe yaramaz hâle gelmişdi. Şimdi ben ne olacakdım? Hayâtımı nasıl kazanacakdım? Bunları düşündükce, sonsuz bir ümmîdsizliğe kapılıyordum. İşte, tâm bu rûh hâleti içinde iken, aklıma Ugandada satın aldığım bir kitâbda okuduğum, Kur’ân-ı kerîmden alınmış ba’zı tesellî edici âyetler geldi. O zemân ben bunları büyük bir alâka ve çok muhabbet ile okumuş, tekrâr okumuş ve hemen hemen ezberlemişdim. Bunları kalbimden geçirmeğe ve her gün birçok def’alar tekrâr etmeğe başladım. O zemân, kalbime bir ferâhlık çöküyor, ümmîd kapıları açılmağa başlıyordu. Hakîkaten de öyle oldu. İsviçreli doktorlar, beni bir kerre dahâ ameliyyât etdiler. Bacağım düzelmeğe başladı. Ben bunu Kur’ân-ı kerîme borçluydum. Yürümeğe başlar başlamaz, ilk işim hemen bir kitâbevine giderek, Savarynin bir Kur’ân-ı kerîm tercemesini satın almak oldu. [Bu kitâb, hâlâ benim en kıymetli bir arkadaşımdır.] Bu sefer Kur’ân-ı kerîm tercemesini başdan aşağı okumağa başladım. Okudukca kalbim ferâhlıyor, rûhum yükseliyor, sanki mu’azzam bir nûr kitlesi derûnuma nüfûz ediyordu. Ayağım temâmiyle düzelmişdi. Fekat sağ kolum hareketsiz kalmışdı. Bunun üzerine Kur’ân-ı kerîmin emr etdiği gibi, Allahü teâlâya tevekkül ederek, sol elimle yazmağı öğrendim. Bu tevekkül sâyesinde, bu iş çok kolay oldu. Sol elimi kullanmağı öğrenince, ilk yapdığım iş, sol elimle Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini yazmağa başlamak oldu. Vaktiyle bir islâm kitâbını okurken, oradaki bir hikâye üzerimde büyük bir te’sîr yapmışdı. Bu hikâyede, bir mezârlıkda, kabrlerin yanında
kalmış bir gencin, etrâfındakilerin hiç farkına varmadan ve nerede olduğunu da düşünmeden Kur’ân-ı kerîm okuduğundan bahs olunuyordu. İşte ben de, kendimi onun yerine koyuyor, kendimi Allahü teâlânın lutfuna teslîm ediyor ve Kur’ân-ı kerîm okuyordum. Ya’nî artık ben müslimân olmuşdum.
1918 senesinde Londraya döndüm. 1921 senesinde Londra Üniversitesinde Arabî dersleri almağa başladım. Birgün bana Arabî öğretmenim Iraklı Bay Belşah, Kur’ân-ı kerîmden bahs etdi. (İnanıp inanmamakda serbestsiniz. Fekat onun çok enteresan ve tedkîk etmeğe lâyık bir kitâb olduğunu göreceksiniz) dedi. Ben ona, (Kur’ân-ı kerîmi biliyorum, onu okudum ve hem de çok okudum ve ona inanıyorum) deyince, hayretler içinde kaldı. Birkaç gün sonra beni Notting Hill Gatede bulunan Londra câmi’ine götürdü. Bir sene kadar oradaki ibâdetlere iştirâk etdim. 1922 senesinde resmen müslimân oldum.
Şimdi 1950 senesindeyiz. Bugüne kadar islâmiyyetin emr etdiği her husûsa iki elle sarıldım ve bundan büyük bir lezzet duydum. Allahü teâlânın kudretinin, rahmetinin ve inâyetinin hudûdu yokdur. Hayât yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyâya da götürebileceğimiz biricik servet, Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, [Ona minnet bildirmek] ve O yüce kudret sâhibine sevgi ile bağlanmak, Ona ibâdet etmekdir.
Müslimânlık kadar kolayca anlaşılabilen ve insâna cesâret veren başka bir din yokdur. Hayâtda, insan rûhunu râhat ve huzûra kavuşduran, insana, hâlinden memnûn olarak yaşamağı ihsân eden ve onu öldükden sonra ebedî se’âdete ve selâmete ulaşdıran biricik din, islâmiyyetdir.
İnsan, Allahü teâlânın yaratdığı muhtelif mahlûklardan biridir. Muhakkak, diğer mahlûklarla arasında bir bağ vardır. İnsan, Allahü teâlânın yaratdığı en mükemmel bir mahlûkdur. Ona böyle fazîlet veren, onda bir rûh olmasıdır. İnsanın rûhu, onu dâimâ dahâ yükseklere götürmeğe gayret eder. Rûhu temizliyen ve besliyen ise ancak dindir.
Acabâ insan ile onu yaratan büyük kudret sâhibi arasında ne gibi bir râbıta vardır? Bunu şübhesiz din bildirmekdedir. Ben din hakkında muhtelif âlimlerin neler söylediklerini tedkîk etdim. Aşağıda birkaç misâl veriyorum:
Carlyle’in (Kahramanlar ve
Kahramanlara Tapınanlar) eserinden:
Chesterton’un, (Düşünülecek
Olursa) kitâbından:
(Din, bir insanın, kendinin veyâ başkalarının varlığında neler bulunduğu hakkında elde etdiği en yüce gerçeği ifâde eder).
Ambroce Bierce’nin (Şeytanın Sözlüğü) eserinden:
(Din, insanlara, bilmedikleri birçok şeyleri öğreten, onlara hem korku, hem ümmîd aşılayan bir kaynakdır).
Edmude Burke’un, (Fransa İhtilâli) ismindeki kitâbından:
(Bütün hakîkî dinlerin emr etdiği husûs, Allahü teâlânın emrlerine itâ’at, Onun dînine hurmet ve i’tibâr ve böylece mümkin olduğu kadar Onun rızâsına yaklaşmakdır).
Swedenborg’un (Hayat
Doktrini) eserinden:
(Din demek, iyilik yapmak demekdir. Dînin varlığı iyilikdir.)
James Harrigton’un
(Okyanus) kitâbından:
(İster ondan korksun, isterse ondan tesellî bulsun, dünyâda herkesin az veyâ çok, dinle irtibâtı vardır.)
Dünyâda herkes birçok def’alar bilmediği, anlıyamadığı, îzâh edemediği husûslarla karşılaşır. İşte bunları ona îzâh eden, ona tâm bir îmân, i’timâd bahş eden, ancak dindir.
Ben niçin islâm dîninin dünyâdaki dinlerin en mükemmeli ve hak din olduğuna inanıyorum? Bunu şöyle îzâh edeyim:
olduğundan), (en büyük afv edici olduğundan) bahs edilmekdedir. Bunları okudukça, insanın Allahü teâlâya nasıl çekildiğini, Onun karşısında nasıl eridiğini ve Onun lutfüna nasıl sığındığını size ta’rîf edemem. Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ Hadîd sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Biliniz ki, Allahü teâlâ yer yüzünü [kuraklıkla] öldürdükden sonra [yağmurla] diriltir. [Ölü kalbleri de zikr ve tilâvetle diriltir.] Akl edersiniz diye bunları açık deliller ile size beyân etdik) buyurmuşdur. Nâs sûresinde de, meâlen, ([Ey Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”!] Söyle ki, ben insanlardan ve cinden, insanın gönlüne vesvese veren şeytânın şerrinden, insanlara muhtâc oldukları şeyleri gönderen ve onları korkulu şeylerden koruyan ve ibâdet olunmağa hakkı olan mâlikime sığınırım) buyurmuşdur.
Bu yüce sözleri okuyunca, insan nasıl olur da, bu büyük hâlıka inanmaz ve Ona sığınmaz? Bütün bunlar, insanın hayâtda kaldığı müddetce, üzerinde onu koruyan çok merhametli bir hâlıkın bulunduğunu his ederek, râhata kavuşması ve doğru yolu tutması için kâfî gelmez mi?
İslâm, en doğru bir din olduğunu ve kendisinden evvel gelen dinlerin bütün doğru kısmlarını kendisinde topladığını açıkça bildirir. İslâmiyyetin en büyük kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmde yazılı bütün husûsların, sâde, açık ve herkes tarafından anlaşılır mantıkî esâslar olduğunu söyler. Bunlar çok doğrudur. Hakîkaten, eğer Allahü teâlâ ile kul arasında âhenkli bir münâsebet te’sîs etmek, cismânî [bedenle ilgili] ve rûhânî husûsları âhenkli tarzda birbiri ile birleşdirmek, dünyâda ve âhiretde huzûr içinde kalmak istiyorsak, muhakkak islâm dînini kabûl etmemiz lâzımdır. Ancak İslâmiyyet sâyesinde rûhen ve bedenen tekâmül ederiz.
Hıristiyanlık ancak rûhiyyat, vicdan ile meşgûl olur ve her bir hıristiyanın üzerine onun taşıyamıyacağı kadar ağır ma’nevî, vicdânî yükler koyar. Hıristiyanlık, insanı bir günâhkâr olarak kabûl eder ve ondan, onun anlıyamıyacağı ve hiç bir mantığa sığmıyan keffâretler ister. Hâlbuki islâm dîni, yalnız sevgi üzerine kurulmuşdur. Hıristiyanlıkda çok derin ilm adamları, insanların değişik rûh hâletlerini inceleyerek, onların üzerine yüklenmiş olan bu ağır yükler arasında belki bir parçacık Allah sevgisi bulabilir. Fekat bunlar da, bugünkü hıristiyanlıkda bu sevgi parçacığının bile birçok hurâfeler altında nasıl büsbütün gayb olduğunu görerek üzülürler. Coleridge bir kitâbında, (Hıristiyanlığı fazla seven bir kimsenin, yavaş yavaş hıristiyanlıkdan uzaklaşarak, kiliseyi dahâ fazla sevmesi ve sonunda kendini en fazla sevmesi bir hakîkatdir)
demekdedir. Hâlbuki İslâmiyyet bize, Allahü teâlâyı saymamızı, sevmemizi, yalnız Onun emrlerine uymamızı, bir yandan da, kendi aklımızı ve mantığımızı kullanmamızı emr etmekdedir. Hıristiyanlıkda bir mikdâr hakîkat kalmışdır. İslâmiyyetde ise, herşey hakîkat üzerine kurulmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ, hangi ırkdan, hangi renkden olursa olsun, bütün kullarına
Yûnus sûresi yüzsekizinci âyetinde meâlen şunu beyân buyurmuşlardır: (de ki, Ey insanlar! Rabbinizden size hakîkat gelmişdir. Doğru yola giren ancak kendi kazancı için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapıtmışdır. Ben sizin bekçiniz değilim). Ben bütün bunları okudukdan ve Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını iyice kavradıkdan sonra, islâmiyyetin her dürlü düşüncelerime en doğru cevâbı verdiğini gördüm, seve seve müslimân oldum. İslâmiyyet bana hakîkî yolu gösterdi ve cesâret verdi. Dünyâda huzûr ve râhata kavuşmak ve âhiretde selâmete erişmek için, müslimân olmakdan başka bir tarîk [yol] yokdur.Ben İngilterede hıristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bugün elimizde bulunan İncîlde yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gitdiğim zemân, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve muhteşem elbiseler giymiş râhibler, üzerimde büyük bir te’sîr yapıyordu. Ma’nâsını hiç anlıyamadığım düâlar okunurken, bunların âhengi beni ürpertiyordu. Sanırım ki, bu çocukluk zemânımda, ben koyu bir hıristiyandım. Fekat, zemân geçdikce ve benim tahsîl derecem yükseldikce, kafamda ba’zı sü’aller hâsıl olmağa başladı. O zemâna kadar tam inandığım hıristiyanlık dîninde, ba’zı noksanlar bulmağa başladım. Gün geçdikce içimdeki şübhelerin artdığını görüyordum. Yavaş yavaş hıristiyanlıkdan uzaklaşmağa başladım. Artık, hiç bir dîne inanmıyordum. Kilisenin çocukken beni kendisine hayrân eden o muhteşem manzarası, bir hayâl gibi gözümün önünden uçup gitmişdi. Mektebden me’zun olduğumuz zemân, tâm ma’nâsı ile bir dinsiz (ateist) olmuşdum. Fekat, bir müddet sonra, farkına vardım ki, hiç bir şeye inanmamak, insânın rûhunda derin bir ye’s, za’fiyyet, boşluk bırakmakdadır. İnsanın muhakkak bir melce’e, bir dayanağa ihtiyâcı vardır. Bunun için başka dinleri tedkîk etmeğe başladım.
Evvelâ budistliği ele aldım. Onların (Sekiz Yol) adını verdikle-
ri esâsları iyice tedkîk etdim. Bu (Sekiz Yol)da çok derin felsefe ve çok güzel nasîhatler vardı. Ama, insâna ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için lüzûmlu bilgileri veriyordu.
Bu sefer Mecûsîliği tedkîke başladım. Ben üç tanrıdan kaçarken, bu dinde de karşıma birçok tanrı çıkdığını gördüm. Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsâneler, hurâfelerle doldurulmuşdu ki, böyle bir dîni kabûl etmeğe imkân yokdu.
Bundan sonra yehûdîliği incelemeğe başladım. Yehûdîlik benim için yeni bir din sayılmazdı. Çünki, Kitâb-ı mukaddesin (Ahd-i Atîk) denilen eski kısmı temâmen yehûdîlerin Tevrâtından alınmışdı. Fekat yehûdîlik de beni tatmîn edemedi. Evet, yehûdîler tek Allaha inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fekat ondan sonra her şeyi inkâr ediyorlar ve yehûdî dîni, bir rehber olacak yerde, dürlü karışık ibâdet şeklleri ve merâsimlerle dolu bir hâl alıyordu.
Dostlarımdan biri bana ispiritizme ile meşgûl olmamı tavsiye etdi. (Rûhlarla konuşmak, din yerine geçer!) diyordu. Bu beni hiç tatmîn etmedi. Çünki, ispiritizmenin insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibâret olduğunu, insan rûhunu hiç bir zemân besleyemiyeceğini pek çabuk anlamışdım.
İkinci Cihân Harbi sona ermişdi. Ben bir ofisde çalışmağa başladım. Fekat, hâlâ rûhum bir din arıyordu. Birgün gazetede bir i’lân gördüm. Îsâ aleyhisselâmın ulûhiyyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden adamların iştirâk edebileceği yazılıydı. Bu konferansı çok merak etdim. Çünki, orada Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olup olmadığı münâkaşa edilecekdi. Konferansa katıldım ve orada bir müslimânla tanışdım. Bu müslimân, kendisine sorduğum süâllere o kadar güzel, o kadar mantıkî cevâblar verdi ki, o zemâna kadar, hiç aklıma gelmediği hâlde, islâmiyyet ile meşgûl olmağa karar verdim. Müslimânların kudsî kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmi okumağa başladım. Bu kitâbda beyân edilen hükmlerin, 20. asrdaki birçok tanınmış devlet adamlarının beyânlarından çok dahâ yüksek olduğunu, büyük bir hayret ve takdîr ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyliyemezdi. Onun için, vaktîle bize öğretdikleri gibi (İslâm dîni yalandır. Kur’ân uydurma bir kitâbdır) sözüne artık inanmıyordum. Kur’ân-ı kerîm uydurma bir kitâb olamazdı. Bu kadar mükemmel sözleri, ancak insan üstü bir varlık söyliyebilirdi.
Ben, hâlâ tereddüd ediyordum. İslâmiyyeti kabûl etmiş İngiliz
kadınları ile görüşdüm. Onlardan yardım istedim. Bana kitâblar tavsiye etdiler. Bu kitâblar arasında Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile Îsâ aleyhisselâmı mukâyese eden (Mohammed and Christ) adlı kitâbla, islâm dînini îzâh eden (The Religion of İslâm) adlı eserler vardı. (Hıristiyanlığın Kaynakları = The Sources of Christianity) isminde diğer bir kitâbda ise, hıristiyanlıkda bulunan birçok ibâdetlerin ibtidâî insanların ibâdet usûllerinden alındığı ve hakîkatde şimdiki hıristiyanlığın bir (puta tapmak) dîni olduğu çok açık bir tarzda anlatılıyordu.
Kur’ân-ı kerîmi ilk okuduğum zemân sıkıldığımı i’tirâf ederim. Çünki, içinde pek çok tekrarlar vardı. Şunu bilmelidir ki, Kur’ân-ı kerîm insana yavaş yavaş te’sîr ve nüfûz eden bir kitâbdır. Kur’ân-ı kerîmi iyi anlamak ve ona bağlanmak için, onu birçok def’alar okumak lâzımdır. Ben de, okudukça bu mukaddes kitâba bağlandım. O kadar ki, her gece, onu okumadan uyuyamıyordum. Benim üzerimde en büyük te’sîr yapan husûs, Kur’ân-ı kerîmin insanlara mükemmel bir rehber oluşuydu. Kur’ân-ı kerîmde bir insanın anlıyamıyacağı tek şey yokdu. Müslimânlar Peygamberlerini kendileri gibi bir insan olarak kabûl ediyorlardı. Müslimânlarca, Peygamberlerin diğer insanlardan farkı, bunların çok yüksek akl ve ahlâk sâhibi, günâhsız ve kusûrsuz olmaları idi. Yoksa, onların ulûhiyyet ile bir râbıtaları yokdu. İslâm dîni, Muhammed aleyhisselâmdan sonra artık hiçbir Peygamber gelmiyeceğini bildiriyordu. Ben buna i’tirâz etdim. (Niçin başka bir Peygamber gelmiyecek?) diye sordum. O zemân, müslimân kadınlardan birisi bana bu husûsu şöyle îzâh etdi, (Müslimânların kudsî kitâbı olan Kur’ân-ı kerîm, bir insana lâzım olan bütün iyi ahlâkı, dînî esâsları, Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran yolu, dünyâda ve âhiretde huzûr ve selâmete vâsıl olmak için lâzım olan husûsları insanlara öğretmekdedir. Artık insanların başka bir rehbere, başka bir Peygambere ihtiyâcları kalmamışdır.)
Bu sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki, aradan on dört asr geçdiği hâlde, Kur’ân-ı kerîmin esâsları hiç değişmeden bugünkü hayât tarzına ve bugünkü ilm seviyesine temâmen uymakdadır. Fekat, ben hâlâ tereddüd ediyordum. Çünki, aradan 14 asr geçmişdi. Biz şimdi 1954 senesinde bulunuyorduk. Acabâ 571 senesinde doğmuş olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâmiyyetin içinde bugünkü şartlara uymıyan tek bir nokta yok muydu? Büyük bir titizlikle, islâmiyyetde kusûrlar aramağa başladım. Benim rûhum islâmiyyete temâmen inandığı, bu dînin hak din olduğu gözümün önünde canlandığı hâlde, onda hâlâ kusûr arayı-
şım, muhakkak çocukken bize papazlar tarafından islâmiyyetin çok kusûrlu, âdî, bâtıl bir din olduğu hakkında yapılan telkînlerden ileri geliyordu.
Evvelâ poligami (Birkaç kadınla evlenme) bahsini buldum. İşte mühim bir kusûru yakalamışdım. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile evlenebilirdi? Yukarıda kendisinden bahs etdiğim müslimân arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana îzâh etdi ki, islâmiyyet ilk intişâr etdiği zemân, Arabistânda her erkek istediği kadar kadınla birlikde yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mes’ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının ictimâ’î mevkı’ini islâh etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın mikdârını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmağı, aralarında adâleti temîn etmeği, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînat vermeği emr etmişdi. Sonra, kimsesiz kalan kadınlar, bu sâyede bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esîr mu’âmelesi görmüyorlardı. Ayrıca, bir erkek için dört kadın almak bir emr değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izndi. Bu şartları yapamıyacaklar için, birden fazla evlenmek harâmdı. Bunun içindir ki, birçok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almağa ancak müsâmaha ediliyor, ya’nî izn veriliyordu. Hâlbuki, Amerikadaki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı. Müslimân arkadaşım, (Acabâ İngilterede İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?) diye sordu. Yüzüm kızararak i’tirâf etdim ki, bugün garblı erkekler, evlenmeden evvel, hattâ evlendikden sonra, birçok kadınlarla düşüp kalkmakdadırlar. Sonra, müslimân arkadaşımın söylediği sözler, kocasını iş kazâlarında, harbde gayb etmiş ve kimsesiz kalmış zevallı bir genç kadının bir erkeğin himâyesine girme ihtiyâcını hâtırlatdı. İkinci Cihân Harbi bitdiği zemân, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zevallı İngiliz kadının şöyle feryâd etdiği aklıma geldi. Bu zevallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: (Genç bir kadınım. Kocamı harbde gayb etdim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmağa ihtiyâcım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmağa ve birinci karısını başımda taşımağa râzıyım. Yeter ki, bu yalnızlıkdan kurtulayım).
Bu da gösteriyor ki, İslâmda teaddüd-i zevcât [poligami] bir ihtiyâcı karşılamak içindir. Bu bir emr değil, ancak bir izndir. Bu gün, esâsen işsizlikden, fakîrlikden, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu islâmın bir kusûru olarak kabûl etmeme imkân kalmamışdı.
Hıristiyan olan, ya’nî İslâm dînine düşman olan ingiliz kızı diyor ki: Sonra başka bir kusûr dahâ bulduğumu zan etdim. Müsli-
mân kadına, (Günde beş def’a ibâdet etmek, bugünkü hayât tarzımıza nasıl uyar? Bu kadar ibâdet, fazla gelmez mi?) diye sordum. O gülümsiyerek, bana şu süâli sordu, (Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Mûsikîye merâklı mısınız?) (Hem de çok) diye cevâb verdim. (Pek âlâ, her gün ekzersiz yapar mısınız?) (Tabî’î, işden eve gelir gelmez hergün hiç olmazsa iki sâat piyano çalarım) diye cevâb verdim. Bunun üzerine, müslimân kadın, (Beşi bir arada, nihâyet yarım sâat veyâ 45 dakîka sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor? Siz nasıl piyano ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, Ona secde ederek lutflarına şükr etmek azaldıkça, Ona giden yol uzaklaşır. Hâlbuki, her gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demekdir) diye cevâb verdi. Ne kadar haklıydı! Her müslimânın, Allahü teâlâyı çok hâtırlaması, kalbine Allah sevgisini yerleşdirmesi lâzımdır. Kalb, Beytullahdır. Bir eve sâhibi sokulmazsa, eve de, sâhibine de, düşmanlık olur. Beş vakt nemâz, insanı bu felâketden kurtarmakdadır. Dünyâ işlerine, dünyânın geçici zevklerine dalarak, Allahı unutan insana, nemâz, Rabbini hâtırlatmakdadır.
Artık müslimânlığı kabûl etmeme bir mâni’ kalmamışdı. Ben islâm dînini bütün rûhum, bütün ma’neviyyâtım ile kabûl etdim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışda ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tedkîkden, hattâ içinde kusûrları arayıp bunların cevâbını buldukdan ve bu dînin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıkdan sonra müslimân olmuşdum. Şimdi müslimân olmakla iftihâr ediyorum.
Benim niçin müslimân olduğum benden mütemâdiyyen sorulur. Ben meşhûr bir âilenin kızıyım ve zevcim de meşhûr ve mühim bir kimsedir. Niçin müslimân olduğumu süâl edenlere, müslimânlık nûrunun ne zemân rûhuma doğduğunu kat’î olarak bilmediğimi söylerim. Bana, sanki her zemân müslimânmışım gibi geliyor. Bu da, hiç acâib bir şey değildir. Zîrâ müslimânlık, tabî’î ve hak bir dindir. Her çocuk, müslimân olarak doğar. Kendi başına terk edilirse, müslimânlıkdan başka bir din seçmez. Avrupalı bir muharririn dediği gibi, (Müslimânlık, akl-ı selîm sâhiblerinin dînidir).
Bütün dinleri birbiri ile mukayese edecek olursanız, bunların
en mükemmeli, en tabî’î, en mantıkî olanının, islâmiyyet olduğunu derhâl görürsünüz. Müslimânlık sâyesinde, dünyânın birçok müşkil mes’eleleri kolayca hâl olur ve insan sulh ve sükûnete kavuşur. Müslimânlık, insanların günâhkâr olarak doğduğunu ve dünyâda keffâret vermeleri îcâb etdiğini hiç bir zemân kabûl etmez. Müslimânlar, bir olan Allahü teâlâya inanırlar. Onların nazarında Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ “salevâtullâhi teâlâ aleyhim ecma’în”, bizim gibi insanlardır. Allahü teâlâ, onları, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber olarak seçmişdir. Tevbe etmek, afv dilemek, düâ etmek için, Allahü teâlâ ile kul arasında hiç kimse yokdur. Biz her zemân kendiliğimizden Allahü teâlâya yaklaşabiliriz ve ancak kendi yapdığımız işlerden dolayı mes’ûlüz.
(İslâm) kelimesi, hem Allahü teâlâya teslîm olmak, hem de Muhammed aleyhisselâma îmân etmek ma’nâsına gelir. Müslimân, bu dünyâyı halk eden Allahü teâlânın emrlerine uyan, bütün varlıklarla sulh ve selâmet içinde yaşayan kimse demekdir. İslâmiyyet iki esâs hakîkat üzerine kurulmuşdur:
1) Allahü teâlânın birliği ve Muhammed aleyhisselâmın Onun gönderdiği son Peygamberi olduğu.
2) İnsanların bütün hurâfelerden, aslsız dogmalardan, temâmen halâs olması. İslâmiyyetin esâs şartlarından biri olan Haccın insanlar üzerindeki te’sîri çok büyükdür. Dünyânın dört köşesinden gelen yüzbinlerce müslimânın, hiç bir sınıf, ırk, memleket, renk ve rütbe farkı olmadan, yalnız bir ihrâm ile örtünerek, Allahü teâlânın huzûrunda birlikde secdeye kapanması kadar ulvî bir ibâdet tarzı, hangi dinde vardır? Büyük Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, islâmı neşr etdiği, İslâm düşmanları ile mücâdele etdiği, kudretli bir azm ve sebât ile uğraşdığı bu mubârek yerlerde, birlikde ibâdet eden müslimânların birbirlerine dahâ fazla bağlanacakları, birbirlerinin derdlerine çâre bulmağa çalışacakları, Allahü teâlânın gösterdiği yolda el birliği ile yürümeğe bir kerre dahâ and edecekleri muhakkakdır. Hac, aynı zemânda dünyâdaki bütün müslimânları birbiri ile tanışdırmağa, birbirlerinin derdlerini öğrenmeğe, birbirlerine kazandıkları tecribeleri öğretmeğe yaramakdadır. Kendi memleketlerinde ibâdet ederken yüzlerini çevirdikleri yerde, şimdi bütün müslimânlar ictimâ’ etmekde, Allahü teâlânın huzûrunda tek bir kitle, tek bir vücûd olarak kendilerini Ona teslîm etmekdedirler.
Haccı bir kerre görmek, müslimânlığın büyüklüğünü isbât etmek için kâfîdir. İşte müslimânlık budur ve ben de bu büyük dîne katılmış olmanın neş’e ve sürûru içindeyim.