İnsanları Allahü teâlâ yaratdı. Bütün insanlar Allahü
teâlânın kullarıdır. Allahü teâlâ bir milletin, bir ırkın veyâ yalnız dünyânın
Rabbi, hâlıkı, yaratanı değil, bütün insanların ve âlemlerin Rabbidir. Allahü
teâlânın indinde [nazarında] bütün insanlar birdir, birbirinden farksızdır.
Onlara bedenlerinin yanında bir de (rûh) vermişdir. Onların rûhen ve bedenen,
en mükemmel bir hâle gelmeleri ve onlara doğru yolu göstermeleri için,
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” göndermişdir. Bu Peygamberlerin en
büyükleri, Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâdır
“aleyhimüsselâm”. Bunların bildirdikleri îmân esâsları hep birdir. En son ve en
kâmil şekli, Muhammed aleyhisselâmın teblîg etdiği islâmiyyetdir. Muhammed
aleyhisselâmdan sonra artık Peygamber gelmiyecekdir. Zîrâ Onun getirdiği din,
kemâl bulmuş, sonradan temâmlanacak noksan yeri kalmamış ve insanların bu dîni
bozamıyacaklarını, değişdiremiyeceklerini, Allahü teâlâ bildirmişdir. Meşhûr
Alman edîbi Lessing (1729-1781) (Nathan der Veise = Hakîm Natan) adlı eserinde,
üç dîni, gök yakutdan yapılmış birbirinin aynı üç yüzüğe benzetmekdedir. Yalnız
onda, (acabâ biri hakîkî, diğerleri sahte midir?) endişesi vardır. Hâlbuki her
üçünün de aslı hakîkîdir. Ancak insanlar dürlü menfe’atler, çıkarlar, fenâ veyâ
yanlış düşünceler, kıskançlıklar, bâtıl inanışlar, yanlış telkînler ve
tefsîrler yüzünden bu hakîkati anlamamış, Mûsevîlik ve Nasrânîliğin içine
birçok yanlış i’tikâdlar, fikrler sokmuş, tevhîd dînini tahrîf etmiş, hak dîni
değişdirmişlerdir. Yalnız islâmiyyet aslı üzere kalmışdır. Böylece, bu üç din
mensûbları birbirlerine düşmüşlerdir. Bu hâlleri Allahü teâlânın irâdesine
karşı gelmekdir. Çünki, yukarıda da söylediğimiz gibi, Allahü teâlâ, bütün
insanları hak dîne da’vet etmekdedir. Allahü teâlânın nazarında, hangi ırkdan
olursa olsun, bütün insanlar birbirlerine müsâvîdir. Bütün insanlara, (Ümmet-i da’vet) denir. İslâmı kabûl edince, (Ümmet-i icâbet) olurlar. Hak din olarak da,
yehûdîlikle hıristiyanlığın asllarının da devâmı olan, tek din Müslimânlıkdır.
Bugünün maddeye saplanmış insanlarının, dinler hakkındaki
düşüncelerini belirtmek için, Amerikan neşriyyâtından seçdiğimiz aşağıdaki
parçayı naklediyoruz. Bu parçayı Prof. Robinson anlatmakdadır:
(Orel Roberts Üniversitesinin mu’allim ve talebeleri ile
İsrâîli gezmeğe gitmişdik. Yanımızda bulunan ve bu üniversiteyi kurmuş olan
katolik din adamlarının ileri gelenlerinden Oral Roberts, kendisini ziyâret
etdiğimiz İsrâîlin eski başvekillerinden Ben Guriona, bir (Kitâb-ı mukaddes) hediyye etdi. Kitâb-ı
mukaddesin başında (Ahdi atîk) ya’nî Tevrât kısmı bulunuyordu. Roberts, Ben
Gurion’dan bu kutsâl kitâbdan en sevdiği bir parçayı okumasını ricâ etdi. Ben
Gurion bu ricâyı bir tebessümle karşıladı. Evinin önündeki küçük bağçede, bir
ağacın altına oturduk. Hepimiz susmuşduk. Dikkat ile kendisini dinliyorduk. Ben
Gurion, kitâb-ı mukaddesi açdı ve birkaç sahîfe çevirdikden sonra şu parçayı
okudu: (Allah, insanı kendisine en çok benzeyen bir şeklde ve erkek ve kadın
olarak yaratdı). [Tekvîn, bâb 1, âyet 27] Ben, (Allah Allah, bula bula bu
cümleyi mi buldu?) diye düşündüm. Onun Tevrâtın çok dahâ yüksek ma’nâlı
kısmlarından, meselâ (Tekvîn = Yaratılış) veyâ (Evâmir-i Aşere = On emr) gibi
bahslerden bir parça okuyacağını zan etdiğim için yüzümü ekşitdim. Bu sahneyi
almakda olan televizyon fotoğrafcısına bir işâret verdim. Bu işâret, (nâfile
zahmet etme, bu sözleri televizyonla dünyâya yaymağa değmez!) ma’nâsına
geliyordu.
Fekat biraz sonra Ben Gurion, niçin bu cümleyi seçdiğini
âdetâ vecde gelerek, şöylece îzâh etdi: (Dahâ biz Amerikalı, Rusyalı, İsrâîlli
veyâ Mısrlı olmadan evvel, dahâ biz hıristiyan, müslimân mecûsî, yehûdî v.s.
olmadan evvel, ya’nî bugün insanları birbirinden ayıran memleket, devlet, din,
inanç ve benzeri farklar meydâna gelmeden evvel, hepimiz yalnız Allahü teâlâ
tarafından yaratılan bir erkek ve kadındık. Bu, bütün büyük dinlerin bize öğretmek
istediği en büyük hakîkatdır. Niçin bunu anlamıyor ve birbirimize düşman
oluyoruz? Hepimiz elele verelim ve Allahü teâlâdan bu hakîkati anlamamıza
yardım etmesi için düâ edelim.)
Hepimizin başı öne düşdü. Din adamı Roberts hepimiz nâmına
(Âmîn) dedi. Ben Gurion, hakîkaten en güzel cümleyi bulmuşdu.
İsrâîlden dönerken aklımda hep bu cümle vardı. Biz
bütün insanlar birbirimizin aynıyız.
Allahü teâlânın
kullarıyız. Ona
gidenyol tekdir. Bu yol, İbrâhîm,
Mûsâ, Îsâ ve en sonunda Muhammed aleyhimüsselâmın bildirdikleri îmân yoludur. Bu
yoldan gidenler selâmete erişecekdir. İnsanlar, Peygamberlerin yolundan ayrılmakla en
büyük hatâyı
işlemişlerdir. Bu yüzden yollarını
şaşırmışlar,
ahlâkları
bozulmuş, hattâ Allahü teâlâyı unutmuşlardır. Dünyânın sulha ve selâmete kavuşması için,
insanların
hatâlarını anlaması ve doğru yola
dönmeleri îcâb eder.)
Prof. Robinsonun yukarıdaki sözleri, ne kadar doğrudur!
Bugün insanların çoğu, dinlerin çizdiği yolu bırakmış, yalnız maddiyyâta
ehemmiyyet vermeğe başlamışdır. Zevallılar bilmezler ki, maddiyyât bir hiçdir.
Yıkılıp harâb olmağa mahkûmdur. İnsanın ölmez kısmı, rûhudur. Rûh maddiyyât ile
beslenmez. Rûhu besliyen gıda, önce, onu ve herşeyi yokdan yaratan Allahü
teâlâya doğru olarak îmân, sonra Ona ibâdet ve kulluk etmekdir. Bugün, bütün
ilm ve fen adamları, devlet reîsleri hep Allahü teâlânın varlığına inanmakdadırlar.
Fekat, îmân ve ibâdetde yanlış, bozuk düşüncelere, fikrlere saplanmakda, hak
yoldan ayrılmakdadırlar. Bunu Amerikanın en büyük beyin cerrâhı olan Prof.
White ne güzel anlatıyor! Prof. White, bir çok ilm dereceleri kazanmış, bulduğu
yeni operasyon usûlleri ile milletlerarası şöhrete kavuşmuş bir beyin operatörü
olup, hem Cleveland Üniversitesinde profesör, hem de aynı şehrde kurulmuş olan
Metropolitan hastahânesi Beyin Cerrâhîsi kliniğinin direktörü bulunmakdadır.
Bakınız Prof. White ne diyor:
(Ameliyyât için getirilen çocuk, altı yaşında sevimli bir
kızdı. Çok güzel, canlı, zekî, neş’eli. Fekat muâyene sonunda beyninde büyük
bir ur bulunduğunu gördük. Ameliyyâta aldık. Bu tümör ile bağlantı hâlinde
bulunan bir kist, onu çok genişletmişdi. Ben içi su ile dolu olan parçadan
ameliyyâta başladım. Fekat felâket! Yarım küre şeklinde olan kistli tümör,
birdenbire küçülüverdi ve sathındaki geniş damarlar yırtıldı. Ameliyyât sâhası
üzerine kan fışkırmağa başladı. Oluk gibi akan kanı durdurmak için arkadaşlarımla
birlikde elimizden geleni yapıyorduk. Fekat kanı durduramıyorduk. Artık
muhârebeyi gayb edeceğimizi görüyorduk. Çocuk elimizin altında ölüyordu. Üzerimize
büyük bir hüzn çökmüşdü. Ben patlayan damarlar üzerine pamuk parçaları koyarak
kanamayı durdurmağa çalışıyordum. Kanama durur gibi oldu. Fekat elimi kaldıramıyordum.
Çünki, elimi kaldırsam, kanamanın tekrâr başlıyacağını ve bu sefer artık bir
şey yapmak imkânı kalmıyacağını biliyordum. Çocuğa kan verilmeğe başlandı.
Benim parmaklarım hâlâ pamukların üzerindeydi. Bu dakîkada kendimi ne kadar
âciz, ne kadar kudretsiz hissetdim! Benim gibi zevallı bir insan, nasıl olur da
kendinde bir küçük kızın beyninde meydâna gelen tümörü kesip çıkarmak
cesaretini bulabilirdi? Nasıl olur da böyle mu’azzam bir işin mes’ûliyyetini
üzerine alabilirdi? Adına (beyin) dediğimiz ve en mu’azzam işleri gören, insana
şahsiyyetini veren, ona zekâ, hâtıra, heyecân, his, zevk, ızdırâb, düşünce ve
hayâl gibi dürlü dürlü kudretler bahş eden, ancak Allahü teâlânın yaratabileceği
bu mu’azzam esere, bir zevallı insan nasıl dokunabilirdi?
Biz bu küçücük cisme, (Dimâg) adını veriyorduk. Ama,
hakîkatde bu, önümüzde yatan zevallı çocuğun tâ kendisi idi.
Aradan yarım sâat geçdi. Ameliyyât odasında tâm bir
sessizlik vardı. Hepimizin tansiyonu son derece yükselmişdi. Herkes ve ben,
elimi kaldıracak olursam yeniden oluk gibi kan akmağa başlayacağını ve bu da
çocuğun ölümü olacağını biliyorduk. İşte o zemân, Allahü teâlâya düâ etmeğe
başladım ve Onun yardımına sığındım. (Allahım, parmaklarıma gereken
kuvveti ver de, ben bu kan akmasını önliyebileyim) diye yalvardım. O zemân,
içimi büyük bir ferâhlık
kapladı.
Çünki, artık
Allahü teâlâya, rabbime tevekkül etmişdim. Şimdi sükûnet ile parmaklarımı kaldırabileceğime ve kanın artık akmıyacağına inanıyordum.
Allahü teâlânın
mevcûdiyyetini bütün rûhumda his ediyordum. Yavaş yavaş parmaklarımı kaldırdım. Kan
durmuşdu.
Bundan sonra ameliyyât yapmak kolaydı. Ameliyyât,
tâm 4,5 sâat sürdü. Bir hafta çocuğun yanından ayrılmadım. Çocuğun yavaş yavaş iyileşdiğini gördükce,
ne kadar seviniyordum! Bugün çocuk 10 yaşındadır ve temâmen sıhhatli,
neş’eli ve mes’ûd bir yavrucak olmuşdur.
1974 senesinde beyin kanaması geçiren bir
çocuğu
mu’âyene etdiğim
zemân, beyninin tâm ortasında
ufak bir tümör bulunduğunu
gördüm. Fekat tümör kanamağa başlamış ve cerâhatlenmişdi. Vaz’ıyyet çok tehlükeli ve ümmîdsizdi.
Kafatasını açdık, beynin iki
tarafına
tüpler yerleşdirdik ve beyni antibiyotiklerle yıkamağa başladık. Bu benim
tarafımdan
tatbîk edilen yepyeni bir usûldü. Ateşler içinde yanan çocuğu bir
respiratör içine koyduk ve üzerine soğuk yorganlar örtdük. Bir yandan da beyni yıkamağa devâm
ediyorduk. Bu ümmîdsiz vaz’ıyyet haftalarca sürdü. Ben mütemâdiyen düâ ediyor ve
Allahü teâlâyı yardıma çağırıyordum. Düâ
ederken, yalnız
çocuğa ve
onun anasına
babasına
merhamet etmesini değil,
aynı
zemânda haftalarca durmadan benimle berâber çalışan ve bu ağır
mes’ûliyyeti üzerine almış olan
şahslara da kuvvet ve kudret vermesi için Allahü teâlâya yalvarıyordum.
Nihâyet bir ilâhî imdâd yetişdi.
Temâmen ümmîdsiz sayılan
bu vak’a, başarı ile
netîcelendi. Çocuk kendine geldi. Arkadaşlarım, (tatbîk etdiğimiz bu yeni usûl, çok iyi netîce verdi)
diye seviniyorlardı.
Bunu benim yapdığımı zan
ediyorlar, koltukları
kabarıyordu.
Hâlbuki ben böyle düşünmiyordum. Benim aklıma göre, ne kadar çalışsak, ne kadar
yeni metodlar bulsak, ne kadar yeni usûller tatbîk etsek, bu gibi
ameliyyâtlarda muvaffak olmak, ancak Allahü teâlânın yardımı ile olur.
Şimdiye kadar yapdığım sayısız
ameliyyâtlarda, bunu hep kalbimde his etdim. Teknik, ne
kadar ilerlerse ilerlesin, herşeyde olduğu gibi, beyin ameliyyâtının netîcesi
de, Allahü teâlânın
kudretindedir ve ancak Onun yardımı ile muvaffakiyyet elde edilir.
Senelerden beri yapmakda olduğum beyin
ameliyyâtlarında
insan dimâgının karşısında büyük
heyecân duydum. Beyin ile uğraşdıkca, bu mu’azzam eserin sırrını çözmenin imkânı olmadığını, bunu yaratan kudretin, çok mu’azzam [büyük]
olduğunu
ve beyni gördükce, Allahü teâlânın varlığına inanmak lâzım olduğunu kalbimde
his etdim. Bugün, insanların yapdıkları en mükemmel bilgisayarlar bile, küçücük dimâgların karşısında ancak
çocuk oyuncağı
olabilir.
Ben artık dimâgın, içinde insan rûhunun saklandığı bir kutu
olduğuna
inanıyorum.
Biz, bu kutu etrafında
ameliyyât yaparken, dînî bir merâsimde bulunuyoruz. Beyin ameliyyâtı benim
i’tikâdımca,
ibâdet etmek gibi dînî bir merâsimdir. Bu ameliyyâtı yapanın, yalnız teknik bilgi
ve mehâreti, kâfî değildir.
Aynı
zemânda, Allahü teâlânın
varlığına
inanması ve
ameliyyâtın
başarısı için, Ondan
yardım ve
merhamet dilemesi şartdır.
İnsan ölünce bu beyin kutusu içinde saklı olan rûh ne
oluyor? Vücûdla eski ilgisi kalmayan rûh, muhakkak ki, ölmüyor. Ama nereye
gidiyor? Rûhun nereye gitdiği, nerede kalacağı hakkında bir doktor olarak ben bir tahmîn yürütecek
hâlde değilim.
Çünki, maddî bilgiler buna cevâb veremez. Bu husûsda bize yardımcı olacak
rehber, ancak din kitâblarıdır.
Beyni ve rûhu düşündükce, insanların, maddiyyâtı bırakarak bütün kalbleriyle dîne bağlanmaları ve din
kitâblarında
yazılı olan
bilgilere inanmaları îcâb
etdiğine
inanıyorum.)
Demek oluyor ki, dünyânın tanınmış en büyük
operatörü bile, Allahü teâlânın varlığına inandığını ve
Onun yardımı olmadan hiç
bir şey yapılamıyacağını çok samîmî
bir tarzda ifâde etmekdedir.
Şimdi de bir fen adamını dinliyelim:
Meşhûr Amerikan fen adamı Edisonu[1] hepiniz bilirsiniz. Birçok keşfleri yanında, ilk
elektrik ampulünü yaparak heryeri aydınlatan, bu meşhûr kâşif hakkında, birkaç
sene evvel çıkan
bir eserde, onun en yakın
mesâ’î arkadaşı olan Martin André Rosonoff, hakkında şu hâtırayı anlatıyor:
(Birgün laboratuvara girince, Edisonu
kendinden geçmiş, çok dalgın bir hâlde, hiç kımıldamadan elinde tutduğu bir kaba bakdı-
----------------------------
[1] Edison 1350 [m. 1931]
de öldü.
ğını gördüm.
Yüzünde büyük bir hayret, hurmet, takdîr ve ta’zîm ifâdesi vardı. Yanına tam
yaklaşıncıya
kadar, geldiğimin
bile farkına varmadı.
Sonra beni yanında
görünce, elindeki kabı bana
gösterdi. Kap, cıva
ile doluydu. Bana: (Şuna bak!) dedi, (Bu ne mu’azzam bir eserdir! Sen cıvanın hârikul’âde
birşey olduğuna
inanır mısın?). Ben, (Cıva, hakîkaten
hayrete değer
bir maddedir) diye cevâb verdim. Edison konuşurken sesi titriyordu. Bana, (Ben
cıvaya
bakınca
bunu yaratanın
büyüklüğüne
hayrân oluyorum. Buna ne dürlü hâssalar vermiş? Bunları düşündükce,
aklım
başımdan gidiyor) diye mırıldandı. Sonra
tekrâr bana döndü: (Dünyâdaki bütün insanlar bana hayrândır. Benim yapdığım birçok
keşfleri, birçok yeni buluşları birer hârika, birer başarı zan ediyorlar. Beni, insan üstü bir
varlık
gibi görmek istiyorlar. Hâlbuki, ne büyük hatâ! Ben, beş para bile etmiyen bir
insanım.
Benim keşflerim esâsen dünyâda bulunan, fekat o zemâna kadar insanların
göremedikleri büyük hârikaların ufacık bir kısmını meydâna çıkarmakdan
ibâretdir. Bunu ben yapdım!
diyen bir insan, en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiçbir şey gelmiyen
âciz bir mahlûkdur. İnsan,
ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahlûkdur. İyi düşünse,
kibre, gurûra kapılmaz,
aksine, ne kadar boş olduğunun
farkına
varır. İşte ben de,
bunları
düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar âciz, ne kadar za’îf bir mahlûk olduğumu anlıyorum. Ben
mûcidim ha! [Elini semâya kaldırarak] Asl mûcid, asl dâhî, asl yaratıcı işte Odur,
Allahdır!)
dedi.)
Görülüyor ki, fen adamları Allahü
teâlânın
varlığına
inanmakda ve iki elle Onun dînine sarılmakdadır. Yalnız maddiyyâta inanan kimseler, çok kerreler dertlerine
çâre bulamayıp,
ümmîdsizliğe kapılmakdadırlar. Bu,
onların
rûhlarının boş kalmasından ileri
gelmekdedir. İnsanın rûhu da,
bedeni gibi gıdâya
muhtâcdır. Bu
da, ancak îmân etmekle kâbildir ve Allahü teâlânın yolunu ancak din gösterir. Allahü
teâlâyı inkâr edenler bile, muhakkak birgün bu ihtiyâcı duyarlar.
Ünlü Rus yazarı
Solzhenitsyn, Amerikaya yerleşdiği zemân, kendisinin büyük sıkıntılardan, rûhî
bunalımlardan,
makina olmakdan kurtulacağını zan etmişdi.
Birgün, bir üniversitede Amerikan gençlerini başına toplıyarak onlara,
(Ben buraya gelince, çok bahtiyâr olacağımı zan etmişdim. Ne yazık ki, burada da büyük bir boşluk hissediyorum.
Çünki siz, artık
maddenin esîri olmuşsunuz. Evet, burada hürriyyet var, herkes istediğini yapıyor. Fekat,
ancak maddeye ehemmiyyet veriyor. Rûhları bomboş. Hâlbuki, insanı hakîkî insan
yapan, onun tekâmül etmiş [geliş-
miş], temizlenmiş rûhudur. Size tavsiyem şudur: Rûhunuzu
gelişdirmeğe,
güzelleşdirmeğe bakın! Ancak o
zemân, memleketinizde bulunan ve sizi de üzen çirkinlikler yok olmağa başlar.
Dîne ehemmiyyet [önem] verin! Din, insan rûhunun gıdâsıdır. Dînine bağlı insanlar,
her işde sizin en büyük yardımcınız olacakdır. Çünki,
onları
Allah korkusu doğru
yoldan ayırmaz.
Sizin en büyük zâbıta
kuvvetiniz bile, herkesi gece gündüz murâkabe edemez. İnsanları fenâlıkdan alıkoyan polis
değil,
onların
duyduğu
Allah korkusudur) diye hitâb etmişdi.
Yukarıda da belirtdiğimiz gibi,
insan rûhunun gıdâsı, dindir.
Mevcûd dinlerin içinde de en doğrusu, en yenisi ve dünyâ şartlarına en uygunu
islâm dînidir. İşte
şimdi, bu kitâbcıkda,
çocukken başka dîne mensûb iken, sırf kendiliklerinden, hiç bir te’sîr altında kalmadan,
muhtelif dinleri ve din kitâblarını inceliyerek, müslimân olmağa karar veren, kültürlü insanların, ne için
dinlerini değişdirmeğe ve müslimân
olmağa
karar verdiklerini bildiren, kendileri tarafından yazılmış vesîkaları [belgeleri] okuyacaksınız.
Müslimân olan bu zevâtın yanında, Allahü
teâlânın
varlığına
inanan ve islâmiyyetin üstünlüğüne hayrân olan birçok meşhûr [tanınmış]
şahsiyyetler de vardır.
Bunların
ba’zılarından bu kısmın ikinci
maddesinde bahs edilmişdir. Birinci kısmda kendilerinden bahs edilmeyen, İmperatör
Napoléon, Prof. Carlyle, Prof. Renan[1],
Hind kahramânı
Ghandinin, Allahın
varlığı ve İslâm dîninin
üstünlüğü
hakkındaki
düşünceleri ve Lamartine’in sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm hakkındaki
sözlerini burada zikr edeceğiz.
Bütün bunlar gösteriyor ki, din,
insanlar için en büyük ihtiyâcdır. Kendi dînine inanmıyan, fekat Hak din olan islâmiyyeti incelemeğe fırsat bulamıyan zevallıların rûhu boş
kalır ve
bunlar, yalancıların yanlış akîdelerine
sarılırlar. Çünki,
insan muhakkak kendinden üstün bir kudret sâhibinin varlığına inanmağa ve ona bağlanmağa muhtâcdır. En ileri,
en gelişmiş milletlere mensûb insanlar bile, bu ihtiyâcı tatmîn için,
dürlü dürlü sapık
düşüncelere, uydurma fikrlere bağlanmışlardır. 17 Kasım 1978 de, Jim Jones adlı sapık bir papazın Amerikada
kurduğu ve
(Halk dîni) dediği sapık fırkaya bağlı 900 kişiyi,
bu papaz Güney Amerikada Güyanlarda Jonestown ismini verdiği bir kampa
götürmüş ve onları
orada kendilerini öldürmeğe
teşvîk etmişdir. İtalyada
böyle sapık bir
papaza inanan anne baba, (Çocuğunuzu öldürün. Ben düâ
----------------------------
[1] Fransız
Renan, 1310 [m. 1892] de öldü.
edeceğim, o tekrâr ve dahâ iyi olarak dirilecek) dediği için
çocuklarını kendi elleri
ile öldürmüşler ve sonra onun tekrâr dirilmediğini görünce, perişân olmuşlardır. Hâlbuki
kendi dinlerinden ayrılan
bu insanlar, ilerde yakından
tanıyacağınız müslimânlığı kabûl
edenler gibi, islâm dînini inceleseler, aradıklarını onda bulabilecekler ve kendisi (Sulh ve sükûnet,
selâmet, Allaha teslîm olmak) demek olan islâm dîni, onlara aradıkları gönül râhatlığını verecekdir.
Ne yazık ki, biz müslimânlar, pırlanta gibi
temiz dînimizi dünyâya istediğimiz gibi anlatamıyoruz. Bunda, bizim de dînimize tâm bağlı olmamamızın ve onun
emrlerine tâm uymamamızın te’sîri
vardır. İslâm dîni,
herşeyden evvel, beden ve rûh temizliğini emr eder. Rûh temizliği, önce Allahü
teâlâya ve Onun, son Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm vâsıtası ile
göndermiş olduğu
emrlerin ve yasakların
hepsine inanmakla ve elinden geldiği kadar bunlara uymağa çalışmakla hâsıl olur. Rûhun
böylece temizlenmiş olduğu,
hiç yalan söylememekle, kimseyi aldatmamak, dâimâ dürüst olmak, yanlış akâidlere
[dogmalara] inanmamak ve herkese yardım etmek ve Allahü teâlânın emrlerine
tâbi’ olmak ile belli olur. Bir müslimândan, ancak bu beklenir. O hâlde, islâm
dînini teblîg etmek istiyen bir insan, kendisi bizzat nümûne bir müslimân olmalıdır. Böyle doğru ve dürüst
hareket edersek, bizi gören başka dîne bağlı olan kimseler, bize hayrân kalacak ve kendiliklerinden
islâm dînini araşdırmağa başlıyacaklardır. (Niçin
müslimân oldunuz?) süâline cevâb veren ve yeni müslimân olan din kardeşlerimiz,
hakîkî müslimânları ve
onların
yaşama tarzını gördükden
sonra, müslimân olmağa
karar vermişlerdir. Bu müslimânlar bizden, islâm dînini yaymak, neşr etmek için
uğraşmamızı, bunun için
de dînimizin emrlerine iki elle sarılarak herkese nümûne, örnek bir müslimân olmamızı
istemekdedirler. Bütün eksiklerimize, propaganda gücümüzün noksanlığına rağmen, islâm
dîni dünyâda gitdikçe yayılmakdadır. 1954
senesinde dünyâ nüfûsu 2.4 milyar idi. 1978 de 3.8 milyara ulaşmışdır. 1954 ile
1978 arasında Hıristiyanlar
150 milyon, müslimânlar 220 milyon artmışdır. Milletler arası bir istatistik merkezi (World Almanac)ın 1978 senesi
istatistiğine
göre, dünyâ üzerinde 1.7 milyar budist ve mecûsî, 950 milyon hıristiyan
(katolik, protestan ve ortodoks), 10 milyon yehûdî ve 538 milyon müslimân
bulunmakdadır.
Hâlbuki (Time) mecmû’ası,
1979 senesi Nisan sayısını İslâmiyyete
tahsîs etmişdir. Bu nüshasında, hakîkî müsliman mikdârının 750 milyon olduğunu, elde bulunan istatistiklerin tâm
olmadığını kayd
etmekdedir. Hıristiyan
istatistikcileri, dünyâ üzerindeki müslimân sayısını kasden az göstermek için çalışmakdadırlar.
Biz, hakîkî bir müslimâna yakışır bir tarzda
hareket edersek, müslimânların adedi dahâ çok artacak ve aşağıdaki
bahslerde din değişdirip
müslimân olanların da
beyân etdiği
gibi müslimânlar çoğaldıkca, dünyâda
yanlış
i’tikâdlar, inanışlar
azalacak ve beşeriyyet arzûladığı sulh ve sükûna, râhat ve huzûra kavuşacakdır.
[Köyde, yolda nemâz kılacak olanın kıble cihetini anlaması için, güneş gören toprağa bir çubuk dikilir. Yâhud bir ipe anahtar, taş gibi bir şey bağlayıp, sarkıtılır. Takvîm yaprağında (Kıble Sâati) yazdığı vaktde çubuğun ve ipin gölgeleri, kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin, güneş bulunduğu tarafı, kıble ciheti olur.]