İslâm kelimesi, arabca (Nefsini teslîm etmek,
boyun eğmek,
selâmete ulaşmak) ve aynı
zemânda (sulh) ma’nâlarına
gelir. İmâm-ı a’zam
“rahime-hullahü teâlâ”, (Allahü teâlânın emrlerine teslîm olmak ve boyun eğmek) diye
ta’rîf etmişdir.
Yukarıda zikr edilen ta’rîfler, dikkat ile
incelenirse, iyi bir müslimânın nasıl olacağı, kendiliğinden meydâna çıkar. Bunları bir kerre dahâ tekrâr edelim:
Bir müslimân, herşeyden önce bedenen
ve rûhen temizdir.
Evvelâ beden temizliğini anlatalım:
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde
çeşidli yerlerde meâlen, (Temiz olanları severim!) buyuruyor.
Müslimânlar, câmi’lere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur.
Her müslimânın
evinde hamamı vardır. Kendileri,
çamaşırları,
yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrob ve hastalık bulunmaz.
Fransızların dünyâya övündükleri Versay serâyında bir hamam
yokdur.
Orta çağda, Parisde oturan bir Fransız, sabâhleyin
kalkdığı
zemân, evinde bir abdesthâne olmadığı için, oturağa yapdığı pislik ile
içme suyu şişesini berâberinde Sen (Seine) nehrine
götürür, o nehrden evvelâ içmek için su alır. Sonra pisliğini nehre dökerdi. Bu satırlar “İçme Suyu” (L’Eau Potable) adlı bir Fransız eserinden
aynen alınmışdır. Kanûnî
Sultân Süleymân zemânında İstanbula
gelen bir Alman râhibi, tahmînen 967 [m. 1560] târîhinde yazdığı bir eserde:
(Buradaki temizliğe
hayrân oldum. Burada herkes günde beş def’a yıkanır. Bütün dükkânlar tertemizdir.
Sokaklarda pislik yokdur. Satıcıların elbiseleri
üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine (hamam) dedikleri ve içinde sıcak su
bulunan binâlar vardır ki,
buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pisdir, yıkanmasını bilmezler)
demekdedir. Avrupada yıkanmak
ancak asrlardan sonra müslimânlardan öğrenilmişdir.
Bugün ise, müslimân diyârları denilen
yerlerde seyâhat eden yabancılar, neşr etdikleri kitâblarda: (Bir doğu memleketine
gitdi-
ğimiz
zemân evvelâ burnumuza bir kokmuş balık ve süprüntü kokusu geliyor. Her taraf pislik
içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve
ölmüş hayvan leşlerine rast gelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve
müslimânların
iddi’â etdikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor) demekdedirler. Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan
memleketlerde, îmân bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamakdadır. Fekat
bunda kabâhat, İslâm
dîninde değil, İslâm dîninin
esâsının temizlik
olduğunu
unutan kimselerdedir. Fakîrlik, pis olmak için bir ma’zeret teşkîl etmez. Bir
insanın
yere tükürmesinin, ortalığa
pislik saçmasının para ile
hiçbir ilgisi yokdur. Böyle pislik yapanlar, Allahın temizlik
emrini unutan bedbahtlardır.
Her müslimân, dînini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan
kalkar. O zemân, başka milletler, müslimân memleketleri ziyâret etdiklerinde, tıpkı orta çağdaki
müslimânlarda olduğu
gibi, temizliğine
hayran kalırlar.
Hakîkî müslimân, hem temiz olur, hem
de, sıhhatine
çok dikkat eder. Bir zehr olan alkollü içkileri içmez. Çeşidli tehlükeleri ve
zararları olduğu için men’
edilen domuz etini yimez. Livâta yapanlarda yeni keşf edilen (Aids) ismindeki sârî ve öldürücü hastalığın virüsünün,
domuzlarda bulunduğu
tesbît edilmişdir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, tıb bilgisini
çeşidli şekllerde medh buyurdu. Meselâ, (İlm ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi). Ya’nî ilmler
içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat
bilgisidir buyurarak, herşeyden önce, rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emr etdi.
İslâmiyyet,
beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeği emr ediyor. Çünki, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.
Bugün, bütün üniversitelerde
okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır:
Biri hijiyen, sıhhati
korumak, ikincisi terapötik, hastaları iyi etmekdir. Bunlardan birincisi önce
gelmekdedir. İnsanları hastalıklardan
korumak, sağlam
kalmağı sağlamak, tıbbın birinci
vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kerre, ârızalı, çürük kalır. İşte
islâmiyyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmişdir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur’ân-ı kerîmin tıbbın iki kısmını da teşvîk
buyurduğu,
âyet-i kerîmeler gösterilerek isbât edilmekdedir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem”, Rûm imperatörü Heraklius ile mektûblaşırdı.
Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir def’a, Heraklius birçok hediyye
göndermişdi. Bu hediyyelerden
biri de, bir doktor idi. Doktor
gelince, (Efendim! İmperatör
hazretleri beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva
bakacağım!)
dedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kabûl buyurdu. Emr eyledi,
bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçdi.
Hiç bir müslimân, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, (Efendim! Buraya, size
hizmet etmeğe
geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içdim, râhat etdim.
Artık
gideyim) diye izn isteyince, Peygamberimiz, (Sen bilirsin. Eğer dahâ kalırsan, müsâfire hizmet etmek, ona ikrâm
etmek, müslimânların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada
senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünki, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak
yolunu göstermişdir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yimez ve sofradan, doymadan önce kalkar) buyurdu.
Bunu söylemekle müslimân hiç hasta
olmaz demek istemiyoruz. Fekat sıhhatine ve temizliğe i’tinâ eden bir müslimân, sağlam kalır, kolay
kolay hasta olmaz. Ölüm hakdır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve her hangi bir
hastalık
sonucu ölecekdir. Fekat,
o vakte kadar sıhhatini
koruyabilmesi, ancak müslimânlıkda emr edilen husûslara ve temizliğe riâyet
sâyesinde olur.
Hıristiyanlığın en revaçda olduğu orta çağda, büyük tıb âlimleri,
yalnız
müslimânlardı ve
Avrupalılar
Endülüse tıb
tahsîl etmeğe
gelirlerdi. Çiçek hastalığına
karşı aşıyı
bulanlar, müslimân Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1211 [m. 1796] da
bu aşıyı
Avrupaya götürdü ve haksız
olarak (Çiçek aşısını bulan kimse)
ünvânını aldı. Hâlbuki,
tâm bir zulmet diyârı olan
o zemânki Avrupada insanlar, hastalıkdan kırılıyordu.
Fransa kralı
Onbeşinci Louis 1774 de çiçekden öldü. Avrupa uzun zemân vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Birinci
Napolyon (Napoléon) 1212 [m. 1798] de
Akkâ kal’asını muhâsara
etdiği
zemân, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan
Müslimân Türklerden yardım
istemek zorunda kalmışdı. O zemân yazılan
bir Fransız
eserinde şöyle demekdedir: (Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar
tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ düâ etdiler ve sonra ellerini
bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar.
Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle
yardılar. İçindeki sıvıyı akıtdılar ve
yaraları
tertemiz yıkadılar. Sonra
hastaları ayrı ayrı yerlere
koydular ve sağlamların mümkin olduğu kadar
onlara yaklaşmamasını tenbîh
etdiler. Hastaların
elbiselerini yakdılar
ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrâr ellerini yıkadılar ve
hastaların
bulunduğu
yerlerde öd ağacı yakarak ve
tekrâr düâ ederek ve bizden hiç bir ücret ve
yâ hediyye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar.)
Demek oluyor ki, iki asr evveline
kadar garblılar
hastalıklara
karşı temâmen çâresizdi ve ancak sonradan müslimânlardan öğrenerek ve
tecribeler yaparak [Kur’ân-ı kerîmde emr olunduğu gibi gayret ederek] bugünkü tıb ilmini öğrendiler.
Rûh temizliğine gelince,
müslimân, muhakkak güzel ahlâklı ve fazîletli olmalıdır. İslâm
dîni, başdan başa ahlâk ve fazîletdir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emr etdiği iyilik,
adâlet, cömerdlik, aklları
şaşırtacak derecede yüksekdir. Ondört asrlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi
göstermişdir. Sayılamıyacak kadar
çok vesîkalardan hâtıra
gelen bir dânesini bildirelim:
Bursa müzesi arşivinde, ikiyüz sene
öncesine âid bir mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmakdaki yehûdî mahallesi yanında bir
arsaya müslimânlar câmi’ yapıyor. Yehûdîler, arsa bizimdir, yapamazsınız
dediklerinde, iş mahkemeye intikâl ediyor. Arsanın yehûdîlere âid olduğu
anlaşılarak, mahkeme câmi’in yıkılmasına, arsanın yehûdîlere
verilmesine karar veriyor ve hükm yerine getiriliyor. Adâlete bakınız!
Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İyi huyları temâmlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim). Bir hadîs-i şerîfde, (Îmânı yüksek olanınız,
ahlâkı güzel olanınızdır) buyuruldu. Îmân bile, ahlâk ile ölçülmekdedir.
İslâmiyyetde rûh temizliği esasdır. Yalan
söyliyen, hîlekârlık
yapan, insanları
aldatan, zulm eden, haksızlık yapan, din
kardeşlerine yardım
etmiyen, büyüklük satan, yalnız kendi menfe’atini düşünen bir kimse, ne kadar ibâdet
ederse etsin, hakîkî bir müslimân sayılmaz. Mâ’ûn sûresinin
ilk üç âyetinde meâlen, (Ey Resûlüm, kıyâmet gününü inkâr eden, yetîmi, öksüzü incitip hakkını gasbeden, fakîri doyurmayan ve
başkalarını da
fakîre iyiliğe teşvîk etmeyen o kimseyi gördün mü?) buyurulmuşdur. Bu gibi kimselerin ibâdeti kabûl olunmaz. İslâm dîninde
yasaklardan, harâmlardan sakınmak, emrleri, farzları yapmakdan dahâ önce gelmekdedir. Hakîkî bir
müslimân, her şeyden önce, tâm ve mükemmel bir insandır. Güler
yüzlü, tatlı
dilli, doğru
sözlüdür. Kızmak
nedir bilmez. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdu ki,
(Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmişdir).
Müslimân son derece mütevâzi’ [alçak
gönüllü]dür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder.
Müslimân vakûrdur, kibârdır. Âilesini
ve vatanını sever. Pey-
gamberimiz “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” (Vatan sevgisi îmândandır) buyurmuşdur. Bunun için, vatanına saldıranlara karşı
hükûmet harb ederken, seve seve askerlik vazîfesini yapar. Yukarıda bahs etdiğimiz 1560
târîhli bir Alman râhibi tarafından yazılan eserde şöyle denilmekdedir: (Müslimân Türklerin niçin
her seferde bizi yendiklerini şimdi anladım. Burada bir gazâ olduğu zemân,
Müslimânlar derhâl silâhlarına sarılıp,
vatanları ve
dinleri uğruna
seve seve çarpışmakda
ve ölmekdedirler. Gazâda ölenlerin Cennete gideceklerine inanıyorlar.
Hâlbuki bizde bir harb ihtimâli olunca, herkes askere gitmemek için saklanacak
yer arar. Zorla askere alınanlar
ise, isteksiz döğüşürler).
Allahü teâlânın, kullarının nasıl olmasını istediği Kur’ân-ı kerîmde ne
güzel açıklanmakdadır: Fürkân sûresinin 63-69. âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Rahmânın [ya’nî kullarına acıması çok olan Allahü teâlânın fazîletli] kulları, yer yüzünde gönül
alçaklığı ve vakâr ile yürürler. Câhiller
kendilerine sataşdığı zemân onlara, (sağlık, esenlik size) gibi güzel sözler
söyliyerek doğruluk ve tatlılıkla günâhdan sakınırlar. Onlar, Rableri için, secde ve kıyâm ederek [ya’nî nemâz kılarak] gecelerler. [Ona hamd ederler.] Onlar (Rabbimiz Cehennem azâbını bizden uzaklaşdır. Doğrusu Onun azâbı devâmlı ve acıdır, orası şübhesiz ne kötü bir yer ve ne kötü bir durakdır) derler. Onlar sarf
etdikleri zemân, ne isrâf, ne de cimrilik ederler, ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allaha ortak koşmazlar. Allahın harâm etdiği cana kıyıp, kimseyi öldürmezler. [Ancak suçluları cezâlandırırlar.] Zinâ etmezler). Ve 72-74. âyetlerinde,
([Allahü teâlânın sevdiği, fazîletli
kullar], Yalan yere şehâdet etmezler. Fâidesiz ve
zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle fâidesiz veyâ güçle yapılan bir işe tesâdüfen karışacak olurlarsa, yüz
çevirip vakârla uzaklaşırlar. Kendilerine Allahın âyetleri hâtırlatıldığı zemân, körler ve sağırlar gibi görmemezlik, dinlememezlik etmezler. Onlar, (Yâ Rabbî, bize
zevcelerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzü aydınlatacak sâlih kişiler
ihsân et! Bizi, Allaha karşı gelmekden sakınanlara önder yap! diye yalvarırlar) buyurulmuşdur.
Bundan başka, Sâf sûresinin ikinci ve üçüncü âyetlerinde meâlen, (Ey îmân edenler! Yapmadığınız bir şeyi niçin söylersiniz? Yapamadığınız şeyi yapdık demeniz, Allah katında büyük öfkeye sebeb
olur) buyurulmuşdur ki, bu da, bir insanın yapamıyacağı bir şeyi
va’d etmesinin, onu Allah katında kötü kişi yapacağını göstermekdedir.
Hakîkî müslimân, dînine, anasına, babasına, hocasına, âmirine,
memleketin büyüklerine ve kanûnlara karşı son derecede saygılı-
dır.
Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz.
Ancak fâ’ideli şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz. Vaktini boş geçirmez.
Hakîkî müslimân, ibâdetini tam yapar.
Allahü teâlâya olan şükrân borcunu öder. İbâdetini, yalnız lâf olsun veyâ yasak ortadan kalksın diye
yapmaz. İbâdetini,
büyük bir arzû, istek, sevgi ile yapar. Allahü teâlâdan korkmak demek, Onu çok
sevmek demekdir. İnsan,
nasıl çok
sevdiği bir
kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibâdet de, Ona
olan sevgimizi isbâtlıyacak
bir şeklde yapılmalıdır. Allahü
teâlânın
bize verdiği
ni’metler o kadar çokdur ki, Ona olan şükrân borcumuzu ancak, Onu çok severek
ve Ona candan ibâdet ederek ödemeğe çalışmalıyız. İbâdetin,
muhtelif nev’leri vardır.
Bir kısmı, yukarıda da zikr
etdiğimiz
gibi, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibâdetde kusûr edenleri belki
afv eder. Başkasının hakkına ri’âyet
etmek de ibâdetdir. Başkalarına fenâlık edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak
sâhibleri afv etmedikçe asla afv etmez.
Aşağıdaki hadîs-i
şerîfler, meşhûr (Mişkât-ül-mesâbih)[1] kitâbının fârisî şerhi olan (Eşi’at-ül-lemeât)
ın
dördüncü cildinden alınmışdır:
1 - İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ merhamet etmez.
2 - Zulme mâni’ olarak,
zâlime de mazlûma da yardım ediniz!
3 - Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu halâl ve
onda biri harâm olsa, bu gömlekle kılınan nemâzı, Allahü teâlâ kabûl etmez.
4 - Müslimân, müslimânın kardeşidir. Ona zulm etmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, nâmûsuna zarar vermesi harâmdır.
5 - Allaha yemîn ederim
ki, bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi
için de sevmedikçe îmânı temâm olmaz.
6 - Allaha yemîn ederim
ki, kötülüğünden komşusu emîn olmıyanın, îmânı yokdur. [Ya’nî, hakîkî mü’min değildir.]
7 - Kalbinde merhameti olmıyanın îmânı yokdur. [Ya’nî kâmil değildir.]
8 - İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder.
9 - Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmı-
----------------------------
[1] Mişkâtın
müellifi Veliyyüddîn Muhammed, 749 [m. 1348] da vefât etdi.
yan, bizden değildir.
10 - İhtiyârlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyârlayınca, Allahü teâlâ ona da
yardımcılar nasîb eder.
11 - Allahü teâlânın sevdiği ev, yetîm bulundurulan ve ona iyilik
yapılan evdir.
12 - Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü
teâlâ dünyâda ve âhiretde yardım eder. Gücü
yeterken susturmazsa, Allahü teâlâ onu dünyâda ve âhiretde cezâlandırır.
13 - Din kardeşinin aybını, utanç verici hâlini görüp de, bunu
örten, gizliyen kimse, islâmiyyetden önce arabların yapdıkları gibi, diri gömülen kızı mezârdan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir.
14 - İki arkadaşdan Allahü teâlâ indinde dahâ iyi olanı, arkadaşına iyiliği dahâ çok olanıdır.
15 - Bir kimsenin iyi veyâ
kötü olduğu, [müslimân] komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır.
16 - Çok nemâz kılan, çok oruc tutan, çok sadaka veren, fekat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir. Nemâzı, orucu, sadakası az olup, dili ile komşularını incitmiyenin yeri Cennetdir.
17 - Allahü teâlâ, dünyâlığı, dostlarına da düşmanlarına da vermişdir. Güzel ahlâkı ise, yalnız sevdiklerine vermişdir. [İyi huylu olan kâfirlerin ölümleri yaklaşınca,
îmâna kavuşacakları
umulur sözünün doğru
olduğu
buradan da anlaşılmakdadır.]
18 - Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevâbları, kıyâmet günü o kimseye verilir. İbâdetleri,
iyilikleri yoksa, o kimsenin günâhları buna verilir.
19 - Allahü teâlâ indinde
günâhların en büyüğü, kötü huylu olmakdır.
20 - Bir kimse, sevmediği birisine belâ, sıkıntı geldiği için sevinirse, Allahü teâlâ, bu kimseye de bu belâyı verir.
21 - İki kişi
mescide gelip nemâz kıldılar.
Kendilerine birşey ikrâm edildi. Oruclu olduklarını söylediler.Konuşdukdan sonra, kalkıp
giderlerken, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem”, bunlara, (Nemâzlarınızı
tekrar kılınız ve oruclarınızı, tekrar tutunuz! Çünki konuşurken bir kimseyi gıybet etdiniz. [Kusûrunu söylediniz.] Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâbını giderir) buyurdu.
22 - Hased etmeyiniz! Ateş
odunu yok etdiği gibi, hased de insanın sevâblarını
giderir. [Hased, kıskanmak, çekememek demekdir. Ya’nî, Allahü teâlânın birisine
vermiş olduğu
ni’metin on-
dan gitmesini istemek demekdir. Ondan
gitmesini istemeyip de, kendisinde de olmasını istemek, hased olmaz. Buna (Gıbta) etmek,
imrenmek denir. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemek, (Gayret) ve
(Hamiyyet) olur.]
23 - İyi huylu kimse, dünyâda ve âhiretde iyiliklere kavuşacakdır.
24 - Allahü teâlâ, dünyâda
güzel sûret ve iyi huy ihsân etdiği kulunu, âhiretde
Cehenneme sokmaz.
25 - Ebû
Hüreyreye (İyi huylu ol!) buyurdu. İyi huy nedir deyince, (Senden
uzaklaşana yaklaşıp nasîhat et ve sana zulm edeni afv et ve malını, ilmini, yardımını
senden esirgeyene bunları bol bol ver!) buyurdu.
26 - Kibrden, hıyânetden ve borçdan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennetdir.
27 - Peygamberimiz
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” borçlu olan birinin cenâze nemâzını kılmak
istemedi. Ebû Katâde ismindeki bir sahâbî “radıyallahü anh”, onun borcunu, havâle
yolu ile kendi üzerine aldı. Peygamberimiz de cenâze nemâzını kılmağı kabûl
buyurdu.
28 - Zevcelerinizi döğmeyiniz! [Onları üzecek söz ve hareketlerde bulunmayınız!] Onlar, sizin köleniz değildir.
29 - Allahü teâlâ indinde
en iyiniz, zevcesine karşı en iyi olanınızdır. Zevcesine karşı en iyi olanınız, benim.
30 - Îmânı üstün olanınız,
huyu dahâ güzel ve zevcesine dahâ yumuşak olanınızdır.
Yukarıda yazılı hadîs-i şerîflerin çoğu, büyük
islâm âlimi, İbni
Hacer-i Mekkînin “rahmetullahi aleyh”[1] (Zevâcir)inde, (ihtikâr)dan önce yazılıdır. Bunlar,
güzel islâm ahlâkının kaynağıdırlar. İslâm
âlimleri, bu hadîs-i şerîflerden, çeşidli hükmler çıkarmışlardır. Bu
hükmlerin birkaçı
şunlardır.
1 - Dâr-ül-harbe, ya’nî kâfirlerin
memleketine giden müslimânın, onların mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırması, orada hırsızlık yapması harâmdır. Onların kanûnlarına karşı gelmemeli, alış-verişde ve
nakl vâsıtalarında hîle ve hıyânet
yapmamalıdır.
2 - Kâfirin malını almak,
kalbini kırmak,
müslimânın malını almakdan
dahâ büyük günâhdır.
Hayvan hakkı,
insan hakkından
ve kâfirin hakkından
dahâ büyük günâhdır.
3 - Başkasının malını ondan iznsiz
alıp,
kullanıp,
zarar yapmadan yerine bırakmak
harâmdır.
----------------------------
[1] İbni
Hacer, 974 [m. 1566] de vefât etdi.
4 - Bir kimse, malı olduğu hâlde,
borcunu ödemeği bir
sâat gecikdirirse, zâlim ve âsî olur. Her an la’net altında bulunur.
Borç ödememek öyle bir günâhdır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Değeri düşük
olan para veyâ işe yaramayan mal vererek öder ve bunu hak sâhibi istemiyerek alırsa, yine
günâh olur. Onu râzı
etmedikçe, gönlünü almadıkça
günâhdan kurtulamaz.
İslâm âlimleri, islâm dîninin emr etdiği güzel ahlâkı, 1400 seneden
beri, hep anlatmışlar
ve kitâblarında
yazmışlardır. Böylece,
islâm dîninin bildirdiği
güzel huyları
gençlerin kafalarına,
kalblerine yerleşdirmeğe çalışmışlardır. Güzel
ahlâkı
yayan sayısız kitâblardan
biri, misâl olarak aşağıda
yazılıdır.
Derin islâm âlimi, büyük velî, ikinci
bin yılın müceddidi
olan İmâm-ı Rabbânî
Ahmed Fârûkînin “rahime-hullahü teâlâ” (Mektûbât) kitâbı çok kıymetlidir.
Osmânlı devletinde
islâm medreselerinin en yükseği olan (Medreset-ül-mütehassısîn)de tesavvuf müderrisi [profesörü] olan Seyyid Abdülhakîm
Efendi “rahime-hullahü teâlâ”, çok kerre (İslâm dîninde, Mektûbât kitâbı kadar kıymetli hiçbir
kitâb yazılmamışdır) ve (Allahın kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmden ve
Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinden sonra, en kıymetli, en üstün kitâb, imâm-ı Rabbânînin (Mektûbât) kitâbıdır) buyurmuşdur. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” 971
[m. 1563] de Hindistânda Serhend şehrinde doğmuş, 1034 [m. 1624] de orada vefât etmişdir.
Abdülhakîm efendi, 1281 [m. 1865] de Vanda tevellüd, 1362 [m. 1943] de Ankarada
vefât etmişdir. Bağlumda
medfûndur.
(Mektûbât)ın birinci cild, yetmişaltıncı mektûbunda buyuruluyor ki:
Sûre-i Haşrin yedinci âyetinde
meâlen, (Resûlümün getirdiği
emrleri alınız,
itâ’at ediniz! Nehy, men’, yasak etdiği
şeylerden sakınınız!)
buyurulmuşdur. Dünyâda felâketlerden, âhiretde azâbdan kurtulmak için, iki şey
lâzımdır:
Emrlere sarılmak
ve yasaklardan sakınmakdır.
Bu ikisine islâmiyyete uymak denir. Bu ikisinden en büyüğü,
dahâ lüzûmlusu, ikincisidir ki, buna (Vera’)
ve (Takvâ) denir.
Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” yanında,
birisinin çok ibâdet etdiğini,
çok uğraşdığını
söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden çok sakındığını
söylediklerinde,
(Hiçbirşey,
vera’ gibi olamaz!)
buyurdu. Ya’nî, yasaklardan sakınmak,
dahâ kıymetlidir
buyurdu. Bir
hadîs-i şerîfde
de,
(Dîninizin
direği
vera’dır)
buyurdu. İnsanların
meleklerden dahâ üstün olabilmesi, vera’ sâyesindedir ve terakkî etmeleri,
yükselmeleri bu sâyededir. Melekler de, emrlere itâ’at etmekdedir. Hâlbuki
melekler, terakkî edemiyor. O hâlde, vera’a sarılmak
ve takvâ üzere olmak, herşey-
den dahâ
lüzûmludur. İslâmiyyetde
en kıymetli
şey, takvâdır.
Dînin temeli, takvâdır.
Vera’ ve takvâ, harâmlardan kaçınmak
demekdir. Harâmlardan temâmen kaçınabilmek
için, mubâhların
fazlasından
kaçınmalıdır.
Mubâhları,
lâzım
olduğu
kadar, kullanmalıdır.
Bir insan, mubâh, ya’nî
İslâmiyyetin
izn verdiği
şeylerden, her istediğini
yapar, taşkınca
mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmağa
başlar. Şübheliler ise, harâm olanlara yakındır.
İnsanın
nefsi, hayvân gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında
dolaşan, birgün uçuruma düşebilir. Vera’ ve takvâyı
tâm yapabilmek için, mubâhları
lâzım
olduğu
kadar kullanmalı,
zarûret mikdârını
aşmamalıdır.
Bu kadarını
kullanırken
de kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmağa
niyyet etmelidir. Mubâhların
fazlasından
temâmen kaçınabilmek,
her vakt ve hele bu zemânda, hemen hemen mümkin değildir.
Hiç olmazsa, harâmlardan kaçınmalı,
mubâhların
fazlasından
da elden geldiği
kadar sakınmağa
çalışmalıdır.
Mubâhlar, lüzûmundan fazla işlendikde, pişmân olup tevbe etmelidir. Bu işleri,
harâm işlemeğe
başlangıç
bilmelidir. Allahü teâlâya sığınmalı
ve yalvarmalıdır.
Bu pişmânlık,
tevbe ve yalvarmak, belki mubâhların
fazlasından
büsbütün sakınmak
yerine geçerek, böyle işlerin âfetinden, zararından
korur. Ca’fer bin Sinân buyuruyor ki, (Günâh işleyenlerin, boynunu bükmesi,
ibâdet edenlerin göğsünü
kabartmasından
dahâ iyidir).
Harâmlardan kaçınmak
da, iki dürlüdür: Birinci kısmı,
yalnız
Allahü teâlânın
hakkı
olan, Onun emri olan günâhlardan kaçınmakdır.
İkinci
kısmı,
insanların,
mahlûkların
hakları
da bulunan günâhlardan kaçınmakdır.
İkinci
kısmı,
dahâ mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbirşeye muhtâc değildir
ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtâc oldukları
gibi, cimridirler. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Üzerinde
kul hakkı
olan, insanların
malına,
ırzına
dokunan, ölmeden önce halâllaşsın,
ödesin! Zîrâ âhiret günü altının,
malın
değeri
olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevâblarından
alınacak,
sevâbları
olmazsa, hak sâhibinin günâhları,
buna yüklenecekdir).
[İbni
Âbidîn “rahmetullahi aleyh”[1]
(Dürr-ül-muhtâr) kitâbını
açıklarken,
nemâza niyyet bahsi, ikiyüzdoksanbeşinci sahîfede buyuruyor ki, (Kıyâmet
günü, hak sâhibi, hakkını
afv etmezse, bir dank hak için, cemâ’at ile kılınmış
kabûl olmuş yediyüz nemâzı
alınıp,
hak sâhibine verilecekdir). Bir dank, dirhemin altıda
biri, yaklaşık olarak, yarım
gram gümüşdür].
----------------------------
[1] Muhammed ibni Âbidîn, 1252 [m.1836] da Şâmda vefât etdi.
Birgün
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı
kirâma karşı: (Müflis
kime denir, biliyor musunuz?)
buyurdukda: (Parası
ve malı
kalmayan kimseye diyoruz) dediler. Buyurdu ki: (Ümmetim
arasında
müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet
günü, defterinde çok nemâz, oruc ve zekât sevâbı
bulunur. Fekat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını
almış,
kanını
dökmüş, döğmüş.
Sevâbları,
bu hak sâhiblerine dağıtılır.
Hakları
ödenmeden önce sevâbları
biterse, hak sâhiblerinin günâhları,
bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır)
buyurdu.
(Mektûbât)ın
98. ci mektûbunda buyuruluyor ki:
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü
teâlâ refîkdir. Yumuşaklığı
sever. Sertlik edenlere vermediği
şeyleri yumuşak davrananlara ihsân eder. Başkalarına
vermez)
buyurdu. Bu hadîs,
İmâm-ı
Müslimin (Sahîh)inde vardır.
Yine
(Müslim)de bildiriliyor ki, Âişeye “radıyallahü
teâlâ anhâ” (Yumuşak davran! Sertlikden ve çirkin
şeyden sakın!
Yumuşaklık
insanı
süsler. Çirkinliği
giderir)
buyurdu.
[(Müslim)deki]
hadîs-i şerîfde, (Yumuşak davranmayan, hayr yapmamış
olur)
buyuruldu.
[(Buhârî)deki]
hadîs-i şerîfde, (İçinizde
en sevdiğim
kimse, huyu en güzel olanınızdır)
buyuruldu.
[İmâm-ı
Ahmed ve Tirmüzînin “rahime-hümullahü teâlâ”[1]
bildirdikleri] hadîs-i şerîfde,
(Kendisine yumuşaklık
verilen kimseye dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmişdir)
buyuruldu.
[İmâm-ı
Ahmed, Tirmüzî, Hâkim ve Buhârînin “rahime-hümullahü teâlâ” bildirdikleri]
hadîs-i şerîfde,
(Hayâ, îmândandır.
Îmânı
olan Cennetdedir. Fuhş, kötülükdür. Kötüler Cehennemdedir)
buyuruldu.
[İmâm-ı
Ahmed ve Tirmüzînin bildirdikleri] hadîs-i şerîfde,
(Cehenneme girmesi harâm olan ve Cehennemin de onu
yakması
harâm olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz. Bu kimse, insanlara kolaylık,
yumuşaklık
gösteren mü’minird)
buyuruldu.
[İmâm-ı
Ahmed ve Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri] hadîs-i
şerîfde, (Yumuşak olanlar ve kolaylık
gösterenler, hayvanın
üzerinde, yularını
tutan kimse gibidir. Durdurmak isterse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine götürmek
isterse, hayvan oraya koşar)
buyuruldu.
----------------------------
[1] Muhammed Tirmüzî, 279 [m. 892] de vefât etdi.
[(Buhârî)deki]
hadîs-i şerîfde,
(Kızdığı
zemân istediğini
yapabilecek bir kimse kızmazsa,
Allahü teâlâ kıyâmet
günü onu herkesin ortasında
çağırır,
“Cennetde istediğin
hûrinin yanına
git” der)
buyuruldu.
[Bütün
kitâblarda yazılı
olan hadîs-i şerîfde] bir kimse
Resûlullahdan nasîhat istedikde,
(Kızma,
sinirlenme!)
buyurdu. Birkaç
kerre sordukda, hepsinde de (Kızma,
sinirlenme!)
buyurdu.
[Tirmüzî ve Ebû
Dâvüddaki] hadîs-i şerîfde,
(Cennete gidecek olanları
haber veriyorum dinleyiniz! Za’îfdirler, güçleri yetmez. Birşey yapmak için
yemîn ederlerse, Allahü teâlâ, bunların
yemînlerini, muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları
bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün
görürler)
buyuruldu.
[Tirmüzî ve Ebû
Dâvüdün “rahime-hümallahü teâlâ” bildirdikleri]
hadîs-i şerîfde, (Bir kimse ayakda iken kızarsa,
otursun, oturmakla geçmezse, yatsın!)
buyuruldu.
[Taberânî,
Beyhekî ve ibni Asâkirin “rahime-hümullahü teâlâ” bildirdikleri]
hadîs-i şerîfde,
(Sarı
sabır
maddesi balı
bozduğu
gibi, kızgınlık
da, îmânı
bozar)
buyuruldu.
[Beyhekî ve Ebû
Nuaymın[1]
bildirdikleri] hadîs-i şerîfde,
(Allah için aşağı
gönüllü olanı,
Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fekat, insanların
gözünde büyükdür. Bir kimse, kendini başkalarından
üstün tutarsa, Allahü teâlâ onu alçaltır.
Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız
kendisi büyük görür. Hattâ köpekden, domuzdan dahâ aşağı
görünür)
buyuruldu.
[Beyhekînin
“rahime-hullahü teâlâ” bildirdiği]
hadîs-i şerîfde,
(Mûsâ aleyhisselâm: Yâ Rabbî! Kullarının
en kıymetlisi
kimdir? dedikde, gücü yetdiği
zemân afv edendir, buyurdu)
buyuruldu.
[Ebû Ya’lânın
bildirdiği]
hadîs-i şerîfde,
(Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gadabını
tutarsa, kıyâmet
günü, Allahü teâlâ azâbını
ondan çeker. Bir kimse Allahü teâlâya yalvarırsa,
onun düâsını
kabûl eder)
buyuruldu.
Tirmüzîde
bildiriliyor: Mu’âviye “radıyallahü
anh”, Ümm-ülmü’minîn Âişeye “radıyallahü
anhâ” mektûb yazarak nasîhat yazmasını
istedikde, cevâb yazarak: Allahü teâlânın
selâmı
senin üzerine olsun! Resûlullahdan işitdim.
Buyurdu ki, (Bir kimse insanların
kızacakları
şeyde Allahü teâlânın
rızâsını
ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü
teâlânın
----------------------------
[1] Ahmed Ebû Nu’aym, 430 [m. 1039] da vefât etdi.
kızacağı
şeyde, insanların
rızâsını
ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır)
dedi.
Allahü teâlâ
bizi ve sizi, hep doğru
söyliyenin haber verdiği
bu hadîs-i şerîflere uymakla şereflendirsin! Bunlara uygun hareket etmeğe
çalışınız!
Dünyâ hayâtı
çok kısadır.
Âhiretin azâbları
pek acı
ve sonsuzdur. İleriyi
gören akl sâhiblerinin hâzırlıklı
olması
lâzımdır.
Dünyânın,
güzelliğine
ve tadına
aldanmamalıdır.
İnsanın
şerefi ve kıymeti
dünyâlıkla
ölçülse idi, dünyâlığı
çok olanların
herkesden dahâ kıymetli
ve dahâ üstün olması
lâzım
gelirdi. Dünyânın
görünüşüne aldanmak aklsızlıkdır,
ahmaklıkdır.
Birkaç günlük zemânı
büyük ni’met bilerek, Allahü teâlânın
beğendiği
şeyleri yapmağa
çalışmalıdır.
Allahü teâlânın
kullarına
ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmetde
azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel, ya’nî iki yol vardır:
Birincisi, Allahü teâlânın
emrlerine kıymet
vermek, saygı
göstermekdir. İkincisi,
Allahü teâlânın
kullarına,
yaratdıklarına
şefkat, iyilik etmekdir. Hep doğru
söyleyici olan Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, her ne söyledi
ise, hepsi doğrudur.
Şaka, eğlence,
sayıklama
sözler değildir.
Tavşan gibi gözü açık
uyku ne kadar sürecek? Bu uykunun sonu, rezîl, rüsvâ olmak ve eli boş, mahrûm
kalmakdır.
Mü’minûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde
meâlen, (Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı
yaratdım
sanıyorsunuz?
Bize dönmiyecek misiniz diyorsunuz?)
buyuruldu. Her ne kadar, böyle sözleri dinliyecek hâlde olmadığınızı
biliyorum. Gençsiniz.
İçiniz
kaynıyor.
Dünyâ ni’metleri içindesiniz. Herkese sözünüz geçiyor.
İstediğinizi
yapabiliyorsunuz. Fekat size acıdığımız
için, iyilik etmek istediğimiz
için bunlar yazıldı.
Elinizden birşey kaçmış
değildir.
Tevbe edilecek, Allahü teâlâya yalvaracak zemândır.
Doksansekizinci mektûbdan terceme temâm oldu.
Seyyid
Abdülhakîm Efendi “rahime-hullahü teâlâ”,
(Er-riyâdüt-tesavvufiyye) kitâbında,
tesavvufu ta’rîf ederken, (Tesavvuf, insanlık
sıfatlarından
çıkarak,
melek sıfatları
ile bezenmek ve ilâhî ahlâkı
huy edinmekdir) buyuruyor. Ebû Muhammed Cerîrînin[1]
de, (Tesavvuf, bütün iyi huylarla bezenmek ve bütün kötü
huylardan arınmakdır)
dediğini
bildiriyor.
Büyük
İslâm
âlimi, ikinci bin senenin müceddidi imâm-ı
Rab-
----------------------------
[1] Ebû Muhammed Cerîrî Ahmed bin Muhammed bin Hüseyn 311 [m. 923] de vefât
etdi. Cüneyd-i Bağdâdînin
talebelerinin en büyüklerindendir.
bânî Ahmed
Fârûkînin oğlu
Muhammed Ma’sûm “rahime-hullahü teâlâ”, üç cild olan, fârisî
(Mektûbât) kitâbının
birinci cildinin 147 nci mektûbunu, Hindistân vâlîlerinden mîr Muhammed Hafîye
yazmışdır.
Bu mektûbunda buyuruyor ki:
Allahü teâlâ,
bizi ve sizi, Peygamberlerin üstünü olan, âlemlerin Rabbinin sevgilisi Muhammed
aleyhisselâmın
yolundan sapdırmasın!
Merhametli kardeşim!
İnsanın
ömrü çok kısadır.
Sonsuz olan âhiret hayâtında,
insanın
karşılaşacağı
şeyler, dünyâda yaşadığı
hâle bağlıdır.
Aklı
başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, kısa
olan dünyâ hayâtında,
hep, âhiretde iyi ve râhat yaşamağa
sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım
olan şeyleri hâzırlar.
Allahü teâlâ, sizi birçok insanın
başına koymuş, çok kimsenin ihtiyâçlarını
görmeğe
vesîle kılmışdır.
Bu kıymetli
ve kazançlı
vazîfeye kavuşduğunuz
için çok şükrediniz! Allahü teâlânın
kullarına
hizmet etmek için çalışınız!
Rabbimizin kullarına
hizmet etmekle dünyâda ve âhiretde ni’metlere kavuşacağınızı
düşününüz! İnsanlara
karşı yumuşak olmanın,
onlara iyilik etmenin, onların
işlerini güler yüzle ve tatlı
dille ve kolaylıkla
yapmanın
Allahü teâlânın
sevgisine kavuşduran yol olduğunu
biliniz! Âhiretin azablarından
kurtulmağa
ve Cennet ni’metlerinin artmasına
sebeb olacağından,
hiç şübheniz olmasın!
Peygamberimiz
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunu şu hadîs-i şerîfi ile çok güzel
bildirmişdir:
(Allahü teâlâ, kullarının
ihtiyâçlarını
yaratır,
gönderir. Allahü teâlânın
en çok sevdiği
kulu, Onun ni’metlerinin kullarına
ulaşmasına
vâsıta
olan kimsedir.)
Müslimânların
ihtiyâçlarını
karşılamanın
ve onları
sevindirmenin ve güzel ahlâklı
olmanın
kıymetini
bildiren ve yumuşak, ağır
başlı
ve sabrlı
olmağı
öven ve teşvîk eden birkaç hadîs-i şerîfi aşağıya
yazıyorum.
Bunları
iyi anlayınız.
Anlamadığınız
yerler olursa, onları,
dînini bilen ve bildiklerine uygun yaşayan kimselerden sorup anlayınız!
[Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek sözlerine
(Hadîs) denir.] Aşağıdaki
hadîs-i şerîfleri dikkatle okuyunuz! Her
sözünüzde ve her işinizde bunlara uymağa
çalışınız!
1-
(Müslimân, müslimânın
kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir
işine yardım
etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaşdırır.
Bir kimse, bir müslimânın
sıkıntısını
giderir, onu sevindirirse, kıyâmet
gününün en sıkıntılı
zemânlarında,
Allahü teâlâ onu sıkıntıdan
kurtarır.
Bir kimse bir müslimânın
aybını,
kusûrunu örterse, Allahü teâlâ, kıyâmet
günü onun ayblarını,
kabâhatlerini örter.)
[Buhârî,
Müslim]
2-
(Bir kimse, din kardeşine yardımcı
oldukca, Allahü teâlâ da ona yardımcı
olur.)
[Müslim]
3-
(Allahü teâlâ, ba’zı
kullarını
başkalarının
ihtiyâclarını
karşılamak, onlara yardımcı
olmak için yaratmışdır.
İhtiyâcı
olanlar bunlara baş vurur. Bunlar için âhiretde azâb korkusu olmayacakdır.)
[Taberânî]
4-
(Allahü teâlâ, ba’zı
kullarına
dünyâda çok ni’met vermişdir. Bunları,
kullarına
fâideli olmak için yaratmışdır.
Bu ni’metleri Allahü teâlânın
kullarına
dağıtırlarsa,
ni’metleri azalmaz. Bu ni’metleri Allahın
kullarına
ulaşdırmazlarsa,
Allah ni’metlerini bunlardan alır.
Başkalarına
verir.)
[Taberânî ve
İbni
Ebid-dünyâ[1]]
5-
(Bir müslimânın,
din kardeşinin bir ihtiyâcını
karşılaması
on sene i’tikâf etmesinden dahâ kazançlıdır.
Allah rızâsı
için bir gün i’tikâf yapmak ise, insanı
Cehennem ateşinden pek çok uzaklaşdırır.
[Taberânî ve Hâkim.] [Ramezân ayının
son on gününde, gece gündüz bir câmi’de kapanarak ibâdet etmeğe,
i’tikâf yapmak denir.]
6-
(Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerle
melek o kimse için düâ eder. O işi yapmağa
giderken, her adımı
için bir günâhı
afvolur ve kendisine kıyâmetde
ni’metler verilir.)
[İbni
Mâce]
7-
(Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için
giderse her adımında
yetmiş günâhı
afvedilir ve yetmiş sevâb verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devâm eder.
İş
yapılınca,
bütün günâhları
afvedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesâbsız
Cennete girer.)
[İbni
Ebid-dünyâ]
8-
(Bir kimse, din kardeşinin râhata kavuşması
veyâ sıkıntıdan
kurtulması
için hükûmet adamlarına
gidip uğraşırsa,
kıyâmet
günü sırat
köprüsünden, herkesin ayakları
kaydığı
zemân, Allahü teâlâ onun sür’atle geçmesi için yardım
eder.)
[Taberânî]
9-
(Allahü teâlânın
en sevdiği
iş, elbise vererek veyâ doyurarak veyâ başka bir ihtiyâcını
karşılayarak, bir mü’mini sevindirmekdir.)
[Taberânî]
10 -
(Allahü teâlânın
farzlardan sonra en çok sevdiği
iş, bir mü’mini sevindirmekdir.)
[Taberânî.]
[Allahü teâlânın
emrlerine (Farz) denir. Bu hadîs-i
şerîfden anlaşılıyor
ki, Allahü teâlâ, farz olan ibâdetleri yapanları
dahâ çok sever. Allahü teâlânın
yasak etdiği
zararlı,
çirkin işlere (Harâm) denir. Allahü
teâlâ, harâmdan
----------------------------
[1] İbni
Ebid-dünyâ Abdüllah, 281 [m. 894] de Bağdâdda
vefât etdi.
sakınanı,
farzları
yapanlardan dahâ çok sever.
İyi
huylu olmak farzdır.
Kötü huylu olmak harâmdır.
Kötülük yapmakdan sakınmak,
iyilik yapmakdan dahâ kıymetli
ve dahâ sevâbdır.]
11 -
(Bir kimse bir mü’mine bir iyilik yapınca,
Allahü teâlâ bu iyilikden bir melek yaratır.
Bu melek, hep ibâdet eder.
İbâdetlerinin
sevâbları
bu kimseye verilir. Bu kimse ölüp, kabre konunca, bu melek nûrlu ve sevimli
olarak bunun kabrine gelir. Meleği
görünce ferâhlanır,
neş’elenir. Sen kimsin der. Ben, falanca kimseye yapdığın
iyilik ve onun kalbine koyduğun
neş’eyim. Allahü teâlâ beni bugün seni sevindirmek ve kıyâmet
günü sana şefâ’at etmek ve Cennetdeki yerini sana göstermek için gönderdi der.)
12 -
Resûlullahdan
“sallallahü aleyhi ve sellem” soruldu ki, Cennete girmeğe
sebeb olan şeylerin başlıcası
nelerdir? (Allahü teâlâdan korkmak ve iyi huylu
olmakdır)
buyurdu. Cehenneme girmeğe
sebeb olan şeylerin başlıcası
nelerdir denildikde, (Diline ve şehvetine hâkim
olmamakdır)
buyurdu. [Tirmüzî,
İbni
Hibbân ve Beyhekî[1].]
[Allahü teâlâdan korkmanın
alâmeti, harâmlardan sakınmakdır.]
13 -
(Îmânı
en kuvvetli olanınız,
ahlâkı
en güzel ve zevcesine karşı en yumuşak olanınızdır.)
[Tirmüzî ve Hâkim]
14 -
(İnsan,
güzel huyu sebebiyle, Cennetin en üstün derecelerine kavuşur.
[Nâfile]
ibâdetler, insanı
bu derecelere kavuşduramaz. Kötü huy, insanı
Cehennemin en aşağı
çukurlarına
sürükler.)
[Taberânî]
15 -
(İbâdetlerin
en kolayı
ve en hafîfi, az konuşmak ve iyi huylu olmakdır.
Bu sözüme iyi dikkat ediniz!)
[İbni
Ebid-dünyâ]
16 - Bir kimse,
Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
(işlerin en iyisi hangisidir) dedi. (Güzel huylu
olmakdır)
buyurdu. Kalkıp,
biraz sonra, sağ
tarafına
gelip, yine sordu. Yine, (İyi
huylu olmakdır)
buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına
gelip, Allahın
en sevdiği
iş nedir, dedi. Yine, (İyi
huylu olmakdır)
buyurdu. Sonra, arkadan gelip, en iyi, en kıymetli
iş nedir, dedi. Hazret-i Peygamber, ona karşı dönüp,
(İyi
huylu olmak ne demekdir anlıyamadın
mı?
Elinden geldiği
kadar kimseye kızmamağa
çalış!)
buyurdu.
17 -
(Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı
olsa bile, dili ile kimseyi incitmiyen müslimânın
Cennete gireceğini
size söz veriyorum. Şaka ile veyâ yanındakileri
güldürmek için olsa bile, yalan
----------------------------
[1] Ahmed Beyhekî, 458 [m. 1066] de Nişâpûrda vefât etdi.
söylemiyenin Cennete gireceğini
size söz veriyorum.
İyi
huylu olanın
Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını
size söz veriyorum!)
[Ebû Dâvüd,
İbni
Mâce ve Tirmüzî]
18
- Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki,
(Size gönderdiğim
islâm dîninden râzıyım.
[Ya’nî, bu dîni kabûl edenlerden, bu dînin emr ve yasaklarına
tâbi’ olanlardan râzı
olurum. Onları
severim.] Bu dînin temâm olması,
ancak cömerdlikle ve iyi huylu olmakla olur. Dîninizin temâm olduğunu
hergün, bu ikisi ile belli ediniz!)
[Taberânî[1]].
19 -
(Sıcak
su buzu eritdiği
gibi, iyi huylu olmak, insanın
günâhlarını
eritir, yok eder. Sirke balı
bozduğu,
yinilmez hâle sokduğu
gibi, kötü huylu olmak, insanın
ibâdetlerini bozar, yok eder.)
[Taberânî]
20 -
(Allahü teâlâ yumuşak huylu olanları
sever ve onlara yardımcı
olur. Sert, öfkeli olanlara yardım
etmez.)
[Taberânî]
21 -
(Cehenneme girmesi harâm olan yâhud Cehennem ateşinin
yakması
yasak olan kimdir? Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların,
kızmıyanların
hepsi!)
[Tirmüzî] [Bu
hadîs-i şerîf yukarıda
zikr etdiğimiz
doksansekizinci mektûbda da yazılıdır.]
22 -
(Yavaş, yumuşak davranmak, Allahın
kuluna verdiği
büyük bir ihsândır.
Aceleci, atak olmak, şeytânın
yoludur. Allahü teâlânın
sevdiği
şey, yumuşak ve ağır
başlı
olmakdır.)
[Ebû
Ya’lâ]
23 -
(İnsan,
yumuşaklığı,
tatlı
dili sebebiyle, gündüzleri oruc tutanların
ve geceleri nemâz kılanların
derecelerine kavuşur.)
[İbni
Hibbân]
24 -
(Kızdığı
zemân, öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi Allahü teâlâ sever.)
[İsfehânî]
25 -
(Dikkat ediniz. Size haber veriyorum! Cennetin yüksek
derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık
yapana yumuşak davransın!
Zulmedeni afv etsin! Malını
esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini aramıyan,
sormıyan
ahbâbını,
akrabâsını
gözetsin!)
[Taberânî]
26 -
(Kuvvetli olmak, başkasını
yenmek demek değildir.
Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demekdir.)
[Buhârî ve
Müslim]
27 -
(Selâm verirken güler yüzlü olana, sadaka verenlerin
kavuşdukları
sevâblar verilir.)
[İbni
Ebid-dünyâ]
----------------------------
[1] Taberânî Süleymân, 360 [m. 971] de Şâmda vefât etdi.
28 -
(Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi
şeyleri öğretmek,
kötülük yapmasını
önlemek, yabancı
kimselere aradığı
yeri göstermek, sokakdan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve
zararlı
şeyleri temizlemek, başkalarına
su vermek hep sadakadır.)
[Tirmüzî]
29 -
(Cennetde öyle köşkler vardır
ki, içinde bulunan kimse, her dilediği
yeri görür ve dilediği
her yere kendini gösterir.)
Ebû
Mâlik-il-Eş’arî, yâ Resûlallah! Böyle köşkler kimlere verilecekdir dedi.
(Tatlı
sözlü, eli açık
ve herkesin uyuduğu
zemân Allahü teâlânın
varlığını,
büyüklüğünü
düşünen ve Ona yalvaranlara verilecekdir)
buyurdu.
Yukarıda
yazılı
olan hadîs-i şerîfleri,
(Tergîb ve Terhîb)[1]
ismindeki hadîs kitâbından
aldım.
Bu kitâb, hadîs kitâblarının
en kıymetlilerindendir.
Allahü teâlâ,
yukarıda
yazılı
hadîs-i şerîflere uygun yaşamanızı
nasîb eylesin! Kendinizi yoklayınız.
Bunlara uygun olduğunuzu
anlarsanız,
Allahü teâlâya şükr ediniz! Uygun olmıyan
hâlleriniz bulunursa, bunların
da düzelmesi için, Allahü teâlâya yalvarınız!
Bir kimsenin işleri, hareketleri bunlara uygun olmazsa, kusûrunu bilmesi ve
bunların
düzelmesi için yalvarması
da, ayrıca
büyük ni’metdir. Bunlara uymıyan
ve uymadığı
için üzülmiyen kimsenin
İslâm
dînine bağlılığı
çok az demekdir. Böyle çirkin hâle düşmekden Allahü teâlâya sığınmalıdır!
Beyt:
Bu
büyük ni’mete kavuşana müjdeler olsun.
Kavuşamıyan
zevallılara
yazıklar
olsun!
(Mektûbât-ı
Ma’sûmiyye)den
terceme burada temâm oldu.
Yukarıda
yazılı
hadîs-i şerîfler, müslimânların
birbirlerine karşı iyi huylu olmalarını,
kardeş gibi yaşamalarını
emr etmekdedir. Müslimân olmıyan
kimseye (Kâfir) denir. Müslimânların
kâfirlere karşı da iyi huylu olmaları,
onları
incitmemeleri lâzım
olduğu,
yüzonikinci (112) sahîfede bildirilmişdi. Böylece,
İslâm
dîninin, iyi huylu olmağı,
kardeşce yaşamağı,
çalışmağı
emr etdiği
onlara da gösterilmiş olur. Böylece iyiliği
seven insanlar, seve seve müslimân olurlar. Cihâd etmek farzdır.
Cihâdı
devlet, topla, kılınçla
yapacağı
gibi, soğuk
harb ile, propaganda, neşriyyât ile de yapar.
----------------------------
[1] (Tergîb ve Terhîb) kitâbının
yazarı,
Abdül’azîm Münzirî hadîs âlimlerinin büyüklerindendir. 581 [m. 1185] de
tevellüd, 626 [m. 1258] de Mısrda
vefât etdi.
Her müslimân
da, iyi huyları
ile, iyilik yapmakla cihâd yapar. Çünki (cihâd
etmek), insanları
müslimân yapmağa
da’vet etmek demekdir. Görülüyor ki, kâfirlere karşı da, iyi huylu olmak, onları
incitmemek, cihâd etmek oluyor. Her müslimâna farz oluyor.
Yukarıdaki
uzun mektûbu yazan Muhammed Ma’sûm Fârûkî “rahime-hullahü teâlâ,
İslâm
âlimlerinin büyüklerinden ve Evliyânın
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’ azîz” üstünlerinden biridir. Hicretin binyedi
senesinde Hindistânda, Serhend şehrinde doğmuş,
1079 [m. 1668] senesinde orada vefât etmişdir. Babasının
türbesinden birkaç yüz metre uzakdaki büyük türbede medfûndur. Sayısız
mektûblarıyla
Hindistândaki binlerce müslimâna, devlet adamlarına,
zemânının
pâdişâhı
Âlemgîr Evrengzîb sultâna “rahime-hullahü teâlâ”[1]
nasîhatlar vermiş, kardeşlik duygularını,
iyi huylu olmağı,
yardımlaşmağı,
dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşayıp,
âhiretde de se’âdete kavuşmaları
için çalışmışdır.
Yüzkırkbinden
fazla kimse, sohbetinde, derslerinde bulunarak, tesavvufun yüksek derecesine
kavuşmuşlar, birer Velî olmuşlardır.
Bu seçilmiş talebesinden başka, kendisinden dinleyip, öğrenip
dînini ve ahlâkını
düzeltenlerin sayısı
yüzbinleri aşmakdadır.
Yetişdirdiği
Evliyâ arasında
dört yüzden ziyâdesi irşâd makâmına
yükselmiş, her biri, gönderildiği
şehrlerde, binlerce insanı
felâketden, cehâletden, dalâletden kurtarmışlardır.
Altı
oğlundan
herbiri, büyük âlim ve velî olup, bütün torunları
böyle olmuş, bütün insanlara
ışık
tutan, çok kıymetli
kitâblar bırakmışlardır.
Hakîkî
müslimân, bâtıl
inançlara inanmaz. Sihr, uğursuzluk,
fal, efsûn, Kur’ân-ı
kerîmden başka şeyler yazılı
muska, mavi boncuk, kehânet ve benzeri şeylere, bunların
muhakkak iş yapacaklarına,
mezârlara mum dikmeğe,
tel ve iplik bağlamağa
i’tibâr etmez ve kerâmet sâhibi olduğunu
söyleyen sahtekârlara ancak güler. Bâtıl,
bozuk şeylerin çoğu,
başka dinlerden islâmiyyete sokuşdurulmuşdur. Ba’zı
din adamlarından
(kerâmet) bekleyenlere büyük
İslâm
âlimi İmâm-ı
Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” şöyle buyurmakdadır:
(İnsanlar,
din adamlarından,
kerâmet beklerler. Bunların
ba’zılarının
kerâmeti yokdur, ama diğerlerinden
dahâ ziyâde Allahü teâlâya yakındır.
En büyük kerâmet,
İslâmiyyeti
iyi öğrenmek
ve ona uygun yaşayabilmekdir.)
Amerikada
Stanford Üniversitesinde yapılan
son incelemeler, ba’zı
insanların
bir (altıncı
hisse) sâhib olduğunu,
meselâ kapalı
bir kutu içinde bulunan eşyâyı
sayabildiklerini, kapalı
zarfdaki ya-
----------------------------
[1] Sultân Âlemgîr, 1118 [m. 1707] de vefât etdi.
zıyı
okuyabildiklerini, uzakda bulunan bir kimse ile irtibat kurabildiklerini, bir
insanın
aklından
geçen şeyi anlıyabildiklerini
göstermişdir. Tecribeye her
ırk
ve dinden insanlar katılmış,
hepsi din ve ırk
farkı
göstermeden aynı
başarıya
ulaşmışdır.
Uzak Doğuda,
Çinde ve Hindistânda rastlanan ba’zı
Çin kâhinleri ve Hind fakîrleri, bizi hayrete düşüren, akla gelmez dürlü
ma’rifetler göstermekdedir. Bunların
içinde, havada uçar gibi görünen veyâ bir halatı
havaya atarak onun üzerinde göğe
doğru
tırmanan
kimseler vardır.
Hâlbuki Çinlilerin kabûl etdiği
Budizm, bir nev’i felsefe sistemidir. Buda (Buddah)
(M.Ö. 563-483) ve Konfuçyus (Confucius)
(M.Ö. 531-479) ve Laotse, meşhûr filozoflardı.
Telkîn etdikleri esâslar, ahlâk kâideleridir. Bunlar da, insanların
dürlü arzûlardan vazgeçmeleri, [riyâzeti], iyilik, sabr etmek, birbirine yardım,
fenâlıkla
mücâdele etmek gibi şeylerdir. Buda, (Sen kendine nasıl
mu’amele edilmesini istiyorsan, başkalarına
karşı öyle hareket et) der. Fekat, Allahü teâlâdan bahs etmez. Buda, kendisinin
ancak bir insan olduğunu
söylediği
hâlde, talebeleri ölümünden sonra onu tanrılaşdırmışlar,
onun için tapınaklar
yapmışlardır.
Böylece budizm, âdetâ bir din hâline gelmişdir. Hindlilerin esâs dîni olan
Mecûsîlik ise, bir nev’i putperestlikdir. Putlardan başka ba’zı
hayvanlara da (meselâ ineklere) taparlar. Ne Budizm, ne de Mecûsîlik, bir din değildir.
Buna rağmen,
bunlara mensûb olan insanların
âdetâ kerâmete benzer ma’rifetler gösterdiği
bir gerçekdir. Bu ma’rifetleri özel bir terbiye görerek, riyâzetle, özel vücûd
hareketleriyle ve uzun zemân çalışarak,
elde etmekdedirler. Bunun gibi, insanı
âdetâ donduran, hissetmez hâle sokan manyatizma ile insana zorla emr telkîn eden
ve ona istediğini
yapdıran
hipnotizma, ba’zı
insanların
sâhib olduğu
husûsî bir kudretden ibâretdir.
Bu
gösterilenler hiç bir zemân bir kerâmet değildir.
Bunlar ancak bir hünerdir. Bugün ilm adamları,
bütün insanlarda bu gibi kâbiliyyetin az veyâ çok mevcûd bulunduğunu,
yalnız
ba’zılarında
fazla inkişâf etdiğini,
ba’zı
insanların
husûsî usûllerle bu hissi inkişâf etdirebileceğini,
zemânla bulunacak yeni ve kolay usûllerle herkesin bu hissini canlandırabileceğini
ileri sürmekdedirler. O hâlde, kendisinde (altıncı
his) fazla inkişâf etmiş bulunan bir kimsenin, bu husûsiyyetini ma’rifet değil,
kerâmet olarak göstermesi, ancak bir hîlekârlıkdır.
İmâm-ı
Ahmed Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehul-azîz”
293. cü
mektûbunda buyuruyor ki, (Hârikalar, kerâmetler ikiye ayrılır:
Birincisi, Allahü teâlânın
zâtına
ve sıfatlarına
ve işlerine âid olan bilgiler ve ma’rifetlerdir. Bunlar, akl ile, düşünmekle
elde
edilemez.
Allahü teâlâ, seçdiği
kullarına
ihsân eder. İkincisi,
madde âlemindeki gaybları
bilmekdir. Bu kerâmet, seçilmiş kullara verildiği
gibi, kâfirlere de verilir. Kerâmetlerin birincisi kıymetlidir.
Bunlar, doğru
yolda bulunanlara, Allahü teâlânın
sevdiklerine verilir. Câhiller ise, ikincisini kıymetli
sanırlar.
Kerâmet deyince, yalnız
bunları
anlarlar. Açlıkla
ve insanlardan kaçarak, nefslerini temizliyen her insan, mahlûkların
gayblarını
haber verir. İnsanların
çoğu,
hep dünyâyı
düşündükleri için, böyle haber verenleri Evliyâ sanır.
Hakîkatdan haber verenlere kıymet
vermezler. Bunlar Evliyâ olsalardı,
bizim hâllerimizden haber verirdi, derler. Bu bozuk ölçüleri ile, Allahü teâlânın
sevdiği
kullarını
inkâr ederler).
İkiyüzaltmışıncı
mektûbunda buyuruyor ki, (Evliyâlık,
Allahü teâlâya yaklaşmak demekdir. Bu dereceye yetişenlere mahlûklara âid
kerâmetler de verilebilir. Bu kerâmetin çok olması,
Velînin yüksek olduğunu
göstermez. Velînin kendinde kerâmet hâsıl
olduğunu
bilmesi lâzım
değildir.
Allahü teâlâ, bir Velînin şekllerini bir anda çeşidli memleketlerde herkese
gösterir. Uzak yerlerde şaşılacak şeyleri yapdığı
görülür. Hâlbuki, kendisi bunları
bilmez. Bilenleri olur ise de, başkalarına
belli etmezler. Çünki, kerâmete kıymet
vermezler.)
Ehl-i sünnet
âlimlerinin gözbebeği,
sözleri huccet, sened olan
İbni
Hacer-i Mekkî “rahime-hullahü teâlâ”, (Zevâcir)
kitâbında,
(İhtikâr)dan
önce, şu hadîs-i şerîfleri bildirmekdedir:
(Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir lokma harâm
yiyenin kırk
gün ibâdetleri kabûl olmaz)
ve
(Harâm para ile alınan
bir cilbâb ile,
[ya’nî
gömlekle] kılınan
nemâz kabûl olmaz)
ve
(Harâm para ile verilen sadaka kabûl olmaz. Günâhı
azalmaz).
Süfyân-ı
Sevrî diyor ki, (Harâm para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği
bevl ile yıkayıp
temizlemek gibidir).
Hakîkî bir
müslimân, ibâdetini herkesin yanında
gösteriş olarak yapmaz. Nâfile olan ibâdet gizli yapılır,
farz ibâdetler açık
veyâ toplu olarak câmi’de icrâ olunur.
İyi
bir müslimân, iyilik yapmak veyâ sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve
iyilik yapdığı
veyâ sadaka verdiği
insanın
kalbini kırmadan,
onu incitmeden, yapdığı
iyiliği
başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını
Kur’ân-ı
kerîmde birçok yerlerde emr buyurmakdadır.
Hülâsa, hakîkî
müslimân, bütün iyi huylara sâhib, vakarlı,
seciyeli, bedenen ve rûhen tertemiz, her dürlü i’timâda lâyık,
mükemmel bir insandır.
Büyük islâm
âlimi İmâm-ı
Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ”, 450
[m. 1058] - 505
[m. 1111], bundan hemen hemen dokuzyüz sene evvel fârisî olarak yazdığı
(Kimyâ-i se’âdet)
ismindeki
eserinde insanları
dört kısma
ayırmakdadır:
Bunlardan birinci kısmdakiler,
dünyâda yimek içmek ve zevk etmekden başka bir şey bilmiyenlerdir.
İkinci
kısmdakiler,
cebr, şiddet, zulm ile hareket edenlerdir. Üçüncü kısmdakiler,
hîlekârlık
ve mürâîlikle etrâfındakileri
aldatanlardır.
Ancak dördüncü kısmdakiler
yukarda bahsedilen güzel ahlâk sâhibi olan, hakîkî müslimânlardır.
Unutmamak lâzımdır
ki, her insanın
kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır.
Bütün mes’ele, bu yoldan
İslâm
nûrunun insanlara ulaşdırılmasıdır.
O nûru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısmdan
olursa olsun, yapdığı
fenâlıklara
pişmân olur ve doğru
yolu bulur.
Eğer
bütün insanlar, islâm dînini kabûl etseler, dünyâda ne fenâlık,
ne hîlekârlık,
ne harb, ne şiddet ve ne de zulm kalırdı.
Bunun için, tam ve mükemmel bir müslimân olmağa
gayret etmek ve müslimânlığın
esâsını
ve inceliklerini ve güzel ahlâkını
îzâh ederek, bütün dünyâya yaymak, hepimizin boynuna düşen bir borçdur. Bunu
yapmak cihâd olur.
Başka dinden de
olsa, insanlara dâimâ tatlı
dille ve anlayışla
hitâb ediniz! Bunu, Kur’ân-ı
kerîm emr etmekdedir. Müslimân olmıyanın
yüzüne karşı, kâfir, dinsiz diyerek, onun kalbini incitmenin günâh olduğu,
böyle söyliyenin cezâlandırılması
lâzım
olduğu,
fıkh
kitâblarında
yazılıdır.
Maksad, herkese islâm dîninin yüceliğini
anlatmakdır.
Bu cihâd da, ancak tatlı
dille, sabr, ilm ve îmânla olur. Bir kimseyi bir şeye inandırmak
isteyenin evvelâ kendisinin ona inanması
şartdır.
Mü’min ise, hiç bir zemân sabrını
kaybetmez ve inandığını
anlatmakda müşkilât çekmez.
İslâm
dîni kadar, açık
ve mantıkî
hiç bir din yokdur. Bu dînin esâsını
anlıyan
bir kimse, herkese bu dînin biricik hak din olduğunu
kolaylıkla
isbât edebilir.
Başka dinden
olanların
hepsini, fenâ huylu bir insan kabûl etmemelidir. Evet küfr, ya’nî müslimân
olmamak, her zemân ve her yerde fenâdır.
Çünki küfr, insanı
dünyâda ve âhiretde felâkete götüren zararlı
bir inanış
ve bozuk bir yaşayışdır.
Allahü teâlâ, İslâm
dînini, insanların
dünyâda râhat ve huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları
için ve âhiretde sonsuz azâblardan kurtulmaları
için göndermişdir. Kâfirler, ya’nî müslimân olmıyanlar,
bu se’âdet yolundan mahrûm kalmış
zevallı
kimselerdir. Bunlara, acımalı
ve incitmemelidir. Bunları
gîbet etmek bile harâmdır.
İnsanın,
sa’îd veyâ şakî olduğu
son nefesde belli olur. Bütün semâvî dinlerin, insanlar
tarafından
bozulmamış
olanlarında,
tek Allaha îmân esâsı
vardır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı
kerîmde bütün insanları
doğru
yolda bulunmağa
da’vet ediyor. Doğru
yola kavuşan insanın,
geçmişdeki bütün hatâlarını
afv edeceğini
va’d buyuruyor. Başka dinden olanlar, şeytânın
veyâ müslimânlıkdan
haberi olmıyanların
aldatdıkları
zevallı
kimselerdir. Bunların
çoğu,
Allahü teâlânın
rızâsına
kavuşmak için, yanlış
yola sapdırılmış
tâli’siz insanlardır.
Biz bunlara sabr ile, tatlı
dille, akl ve mantık
ile doğru
yolu göstermeliyiz.
Allahü teâlânın
var ve BİR
olduğunu
bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından
bozulmadan evvel, inanılacak
şeyler bakımından
birbirinin aynı
idi. Mûsâ aleyhisselâmdan başlıyarak
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyükdin, ya’nî Mûsevîlik,
Îsevîlik ve İslâm
dinleri, hep Allahü teâlânın
bir olduğunu
ve Allahü teâlânın
Peygamberlerinin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bizim gibi bir insan olduğunu
bildirmişdir. Ancak Yehûdîler, Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâma inanmamışlardır.
Hıristiyanlar,
putlara tapınmakdan
bir dürlü kurtulamamışlarve
Îsâ aleyhisselâm, (Ben de, sizin gibi bir insanım.
Allahın
oğludeğilim)
dediği
hâlde, Îsâ aleyhisselâmı
Allahın
oğlu
sanmışlar,Baba
(Allahü teâlâ), Oğul
(Îsâ aleyhisselâm) ve Rûh-ul-kuds ismi ile üç ayrı
ilâha tapınmağa
başlamışlardır.
Bunun yalan ve yanlış
olduğunu
anlayan ve düzeltmeğe
uğraşanlar
arasında
Honorius gibi papalar da vardır.
Bu yanlış
i’tikâdları,
ancak Allahü teâlânın
gönderdiği
son Peygamberi, Muhammed Mustafâ “aleyhissalâtü vesselâm” vâsıtası
ile neşr etdirdiği,
islâm dîni ile düzeltilmişdir. O hâlde, bu üç dînin hakîkî esâslarını
kendisinde toplayan ve bu dinleri içerlerine sokulmuş olan hurâfelerden
temizleyen hakîkî, doğru
dînin, İslâm
dîni olduğunu
kimse inkâr edemez.
Müslimânlığı kabûl etmiş bir İngiliz olan Fellowes diyor ki; (Hıristiyanlığın birçok yanlış akîdelerini [inançlarını] düzeltmeğe kalkan Martin Luther, bilmiyordu ki, kendisinden tam 900 sene evvel Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” İslâmiyyeti neşr ederek, bütün bu kusûrları düzeltmişdir. Bunun için, İslâmiyyeti, hurâfelerden temâmen temizlenmiş nasrâniyyetin mütekâmil bir şekli olarak kabûl etmek ve Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olduğuna inanmak lâzımdır.)
Kimseye bâkî değildir,
mülk-i dünyâ,
sîm-ü zer, Bir harâb olmuş gönül, ta’mîr etmekdir hüner.
Buna fânî dünyâ derler, durmayıp
dâim döner,
Âdem oğlu, bir fenerdir, âkıbet bir gün söner.