3 -
İSLÂM DÎNİ: İslâm dîni, bütün hurâfelerden,
efsânelerden temiz olan, yalancıları red
eden, insanları
günâhkâr değil,
bil’aks Allahü teâlânın
kulu olarak kabûl eden, onlara hayâtda çalışma ve iyi yaşama imkânını veren, beden
ve rûh temizliğini
emr eden bir dindir. İslâm
dîninin esâsı, BİR olan Allahü
teâlâ ile,
Onun Peygamberi, bizim gibi bir insan ve Allahü teâlânın sevgili
kulu olan Muhammed aleyhisselâma inanmakdır. İslâm dîninde Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm”, (Ma’sûm) kusûrsuz bir insandır. Allahü
teâlâ Onu kendi emrlerini insanlara bildirmek için seçmişdir. İslâm dîni,
bütün Peygamberleri kabûl ve tasdîk eder “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.
Bunların
hepsini sever ve hurmet eder. Esâsen eski din kitâblarında ve hakîkî
Tevrât ve İncîlde
bir son Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” geleceği yazılıdır. Muhammed
aleyhisselâm en son Peygamberdir ve Ondan sonra bir dahâ Peygamber
gelmeyecekdir.
Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlânın Peygamberi
olduğuna
inanmak demek, Onun bildirdiği Kur’ân-ı kerîmde yazılı olan emrlerin ve yasakların hepsinin, Allahü teâlânın emrleri ve
yasakları olduğuna inanmak,
hepsini kabûl etmek, beğenmek
demekdir. Böyle inanan kimse, bunlardan ba’zılarına uymazsa, îmânı bozulmaz. Müslimânlıkdan çıkmaz. Fekat,
bunlardan birine bile uymadığına üzülmez ve bu hâli ile öğünürse, Peygambere inanmamış olur, îmânı bozulur,
kâfir olur. Uygunsuz hareketinden dolayı Allahü teâlâya karşı boynu bükük, kalbi üzüntülü
olursa, îmânının kuvvetli
olduğu
anlaşılır.
Aşağıda islâm dîninin esâslarından bahs
olunacakdır. İslâmiyyetde
dürlü âyinler, dinde reformlar, dürlü dürlü yortular yokdur. İslâm dîni,
insanların
dürüst ve nâmûslu yaşamalarını ve
hayâtdan da zevk almalarını emr etmişdir. İbâdet için
emr etdiği
zemânlar kısadır. İbâdetde esâs,
kalbini temâmiyle Allahü teâlâya bağlamakdır. İbâdet, bir âdet olarak değil, Allahü
teâlânın
huzûruna çıkıp, Ona can ve
gönülden şükr etmek ve Ona yalvarmak için yapılmakdadır. Riyâ [gösteriş] olarak yapılan bir
ibâdeti Allahü teâlâ kabûl etmez. Kur’ân-ı kerîmde de Mâ’ûn sûresinde
meâlen, (Ey Resûlüm, kıyâmet gününü inkâr eden, yetîmi sertlik ve sitemle def’ edip hakkını gasb eden, fakîri doyurmayan ve
başkalarını da
fakîre iyilik yapmağa teşvîk etmeyen o kimseyi
gördün mü? Nemâzlarını gaflet ile kılanlara ve riyâ, gösteriş yapanlara ve
zekâtı [fakîrin hakkını] vermeyenlere şiddetli azâb vardır) buyurulmakdadır.
İslâm dîninin kitâbı, “KUR’ÂN-I KERÎM”dir. Kur’ân-ı kerîm,
Muhammed aleyhisselâma, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş ve kendisi tarafından Eshâbına teblîg
olunmuşdur. Kur’ân-ı
kerîm neşr olunurken büyük bir dikkat ile zapt edilmiş ve hiç bir kelimesi, hiç
bir harfi değişmeden,
bugüne kadar gelmişdir. Hiç bir semâvî kitâb, Kur’ân-ı kerîm kadar
belîg değildir.
Aradan on dört asr geçmiş olmasına rağmen, bugün de, o berraklığını, i’câz,
belâgat ve fesâhatını muhâfaza etmekdedir.
Dünyânın meşhûr edîblerinden olan Goethe
(1749-1832), Kur’ân-ı
kerîm hakkında (West-Östlicher Dîvân = Batı-Doğu Dîvânı) adlı eserinde şu
sözü söylemişdir: (Kur’ânın
içinde pek çok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zemân, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor. Fekat
biraz sonra, bu kitâb bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda,
büyük saygı ve
hürmete götürüyor).
Goetheden başka birçok meşhûr fikr
adamları da,
Kur’ân-ı
kerîme hayrân olmuşlardır.
Birkaçını dahâ tanıtalım:
Prof. Edouard Monté: (Allahın birliğini en temiz,
en yüksek, en kutsal ve inandırıcı ve başka hiç
bir din kitâbının üstün gelemiyeceği bir dil ile
anlatan kitâb, Kur’ân-ı
kerîmdir) demekdedir.
Kur’ân-ı kerîmi Fransızcaya çeviren
Dr. Maurice, (Kur’ân-ı
kerîm insanlığa
hediyye edilen din kitâblarının en
güzelidir) demekdedir.
Gaston Karr, (İslâm dîninin
kaynağı olan
Kur’ânda, cihân medeniyyetinin dayandığı bütün temeller bulunmakdadır. O kadar
ki, bugün bizim medeniyyetimizin Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği temel hükmler üzerine kurulduğunu kabûl
etmemiz lâzımdır)
demekdedir.
İslâm dîni, rûh ve beden temizliği esâsı üzerine
kurulmuşdur. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini İslâmiyyet
kendinde toplamışdır.
İslâm dînine girmiş olanlara, ya’nî müslimânlara
farz olan, muhakkak yapılması gereken beş
esâs vazîfe vardır:
Bunlardan birincisi tek Allaha ve Onun Peygamberi ve kulu olan Muhammed
aleyhisselâma inanmak, ikincisi nemâz kılmak, üçüncüsü Ramezân ayında oruc
tutmak, dördüncüsü hacca gitmek, beşincisi zekât vermekdir.
Nemâz, günde
beş def’a, vaktleri gelince, yapılan dînî vazîfedir. Nemâza başlamadan evvel
abdest almak, ya’nî elini, yüzünü, kollarını yıkamak,
başını mesh
etmek ve ayaklarını yıkamak lâzımdır. Abdesti
bozan sebebler olmadıkca,
bir def’a abdest alarak birkaç kerre nemâz kılınabilir. Günde beş def’a bu vazîfenin yapılması, dünyâ
işleri için çalışmağa mâni’ olmaz.
Esâsen kısa
süren nemâz câmi’e gitmeden her yerde yalnız kılınabildiği gibi, abdest tâzelemek için ayakkabı çıkarmadan
abdest almayı
mümkin kılan,
mest üzerine (mesh) usûlü de vardır. Hattâ, su
bulunmıyan
yerlerde ve hastaların
toprak ile (teyemmüm) ederek abdestli
sayılmaları da
mümkindir. Zarûrî hâllerde ve seyâhatde mal ve can tehlü-
kesi olunca, nemâzı kazâya bırakmak câiz olur. Fekat, bu nemâzları özr bitince,
bir def’ada hemen kılmalı, ya’nî kazâ
etmelidir.
Nemâz, adaleyi ve sinirleri kuvvetlendiren
hareketler topluluğu
olduğu
gibi, kalbi ve ahlâkı
temizlemekdedir.
Oruc, senede
bir ay, ya’nî Ramezân ayında,
yalnız
gündüzleri orucu bozan şeylerden uzaklaşmak demekdir. Orucun, dünyâdaki
fâidelerinden biri insanlara açlığın ve susuzluğun ne demek
olduğunu öğretmekdir.
Tok, hiç bir zemân açın
hâlinden anlamaz ve ona merhamet etmez. Oruc, bundan başka, nefse hâkimiyyeti
ta’lîm eder. Oruc tutma zemânı, arabî aya göre ta’yîn edildiğinden, her
sene evvelki seneye göre takrîben on gün evvel başlar. Bu sebebden ba’zan yaza,
ba’zan kışa
isâbet eder. Yaz orucuna dayanamayan hasta kimseler, orucu kışın kazâ
edebilecekleri gibi, oruc tutamayacak olan çok ihtiyâr kimseler, oruc
mukabilinde (Fidye), ya’nî fakîrlere
sadaka vererek bu borçlarını edâ edebilirler.
Bunu da veremiyenleri Allahü teâlâ mes’ûl tutmaz.
İslâm dîninde, zor, işkence yokdur. Sıhhatini fedâ
ederek, hastalanarak ibâdet etmeği Allahü teâlâ hiçbir zemân istememişdir. Allahü
teâlâ, çok kerîm, gafûr ve rahîmdir. Tevbe edenleri afv edici ve merhametlidir.
Zekât, kazancı yerinde ve
ihtiyâcından
fazla malı (Nisâb) denilen mikdârı, sınırı aşan
müslimânın
elindeki toplu servetin yüzde ikibuçuğunu, ya’nî kırkda birini senede bir def’a muhtaç olan
müslimânlara vermesi demekdir. Bu farz, varlıklı müslimânlar içindir. Kazancı ancak kendi
geçimine kifâyet eden müslimânlar zekât vermez.
Hac ise,
hiç bir borcu bulunmıyan
ve seyâhatde iken âilesinin nafakasını onlara bırakabilen zengin müslimânların ömrlerinde
bir kerre Mekke şehrine gidip Kâ’beyi ziyâret ve Arafât meydânında Allahü
teâlâya düâ etmeleri demekdir. Hac, bu şartları hâiz olan müslimânlara farzdır. Mekkeye
gidip gelmekde hayât tehlükesi, hasta olmak korkusu veyâ hacca gitmek isteyenin
bedenen dayanamıyacağı müşkilât
varsa, hacca gitmez. Yerine başkasını gönderir.
Bu ibâdetlerin teferruâtını, şartlarını ve doğru olarak nasıl edâ
edileceklerini öğrenmek
için, dört mezhebin, ayrı ayrı (ilmihâl) denilen kitâbları vardır. Her
müslimânın,
kendine kolay gelen bir mezhebi seçerek, ibâdetlerini bu mezhebin kitâblarından okuyup öğrenmesi lâzımdır.
İslâmın ibâdet kısmı Allahü teâlâ ile kul arasında kalır. Bu
ibâdetde, ihmâl veyâ kusûru olanları ancak Allahü teâlâ afv eder ve
yâ cezâlandırır. Cezâlanacak olanlar, (Cehennem)
denilen yerde, ateşde yakılarak azâb olunacaklardır.
Cehennemde kimler sonsuz kalacak?
Nemâz kılmıyanlar mı? Günâh
işliyenler mi? Hayır!
Cehennemde, Allahü teâlânın
düşmanları,
sonsuz yanacakdır.
Günâh işleyenler, Allahü teâlânın düşmanı değildir.
Kabâhatli kullarıdır. Bunlar, yaramaz,
suçlu çocuğa
benzer. Yaramaz çocuğa,
anası,
babası
düşman olur mu? Elbette olmaz. Yalnız onu biraz azarlar, fekat sevmekde devâm
ederler.
Müslimânlar, başlıca altı şeye, ya’nî
Allahü teâlâya, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, kitâblara,
meleklere, hayr ve şerrin Allahdan geldiğine ve ölümden sonra tekrâr dirilme olacağına inanırlar. Bütün
hak dinler de, bunlara inanmakdadır.
Yukarıda, ibâdetin Allahü teâlâ ve kul arasında kaldığını söyledik.
Fekat başkasını aldatanlar,
başkasının hakkını yiyenler,
yalan söyliyenler, hîlekârlık yapanlar, zulm edenler, adâletsizlik yapanlar,
riyâkârlar, anasına
babasına ve
büyüğüne
itâ’at etmiyenler, âmirlerine, hükûmete isyân edenler, kısaca Allahü
teâlânın
emrlerini yerine getirmiyen ve kendi nefsi için başkasının hakkını yiyen veyâ
başkasını aldatanlar,
hak sâhibleri ile halâllaşmadıkça afv edilmeyeceklerdir. Ya’nî, üzerinde kul veyâ
hayvan hakkı
bulunan kimseleri Allahü teâlâ afv etmez ve bunlar ibâdet etseler bile,
Cehenneme girecekler, cezâlarını göreceklerdir.
Kul haklarından birisi,
boşadığı kadına mehr parasını hemen
ödemekdir. Ödemezse, dünyâda cezâsı ve âhiretde azâbı çok şiddetlidir. Kul haklarından en
mühimmi ve azâbı en
çok olanı,
akrabâsına ve
emri altında
olanlara emr-i ma’rûf yapmamakdır. Bunlara islâm bilgilerini öğretmeği terk
etmekdir. Onların ve
bütün müslimânların
dinlerini öğrenmelerine
ve ibâdetlerini yapmalarına,
işkence ederek veyâ aldatarak mâni’ olanın kâfir olduğu, islâm düşmanı olduğu anlaşılır. Dört
mezhebden birinde olmıyan müslimâna
(Bid’at sâhibi) denir. Bid’at
sâhiblerinin, sözleri ile, yazıları ile,
Ehl-i sünnet i’tikâdını değişdirmeleri,
dîni, îmânı
bozmaları,
müslimânlar için büyük tehlükedir.
Bu gibi kimseler, dahâ dünyâda iken,
pişmân olarak, o kulun hakkını
ödeyip, önce kendini ona afv etdirmeli, sonra Allahü teâlânın merhametine
sığınmalı, bir dahâ
böyle kötü hareketde bulunmakdan çekinmeli, birçok iyilikler yaparak günâhlarını afv etdirmeğe çalışmalıdır. O zemân,
Allahü teâlâ, onların
kusûrlarını bağışlayacakdır.
Beşeriyyete hizmet düşüncesi ile çalışarak fâideli
bilgiler ve
eserler bırakmış olanlar, başka dinden olsalar bile, ömrlerinin sonunda
Allahü teâlânın
hidâyetine nâil olmaları
umulur. Eski müslimânlar, bu gibi insanlar için (gizli din tutar) derlerdi. Bu
gibi hayr ve ihsân sâhiblerinden küfrü belli olmıyanların neye inanarak can verdiklerini biz
bilmiyoruz. Yalnız,
Allahü teâlânın
kendilerine verdiği akl
silâhını iyi kullanmışlarsa, hiçbir
kimseye fenâlık
etmeden, bütün insanların
iyiliğini
düşünerek, hizmet etmişlerse, bütün dinlerin esâslarını
incelemişlerse, umulur ki, hidâyete ermişler, müslimân olmuşlardır.
Meselâ asrımızın meşhûr
edîblerinden biri olan Bernard Shaw (1856-1950), yazılarından birinde,
(Her asra hitâb edecek kudretde olan biricik din, İslâm dînidir.
Ben, müslimânlığın,
yarınki
Avrupanın
kabûl edeceği din
olduğuna
inanıyorum)
demişdir ki, bu da onun kalben İslâmiyyeti kabûl etdiğini göstermekdedir.
Alman fikr adamı ve yazarı Emil Ludwig
(1881-1948) bir eserinde şöyle yazmakdadır: (Mısrı ziyâret etmişdim. Bir akşam üstü Kızıldenizin
kenârında
yürüyordum. Birdenbire sessizlik içinde bir ezân sesi işitdim. Bütün vücûdüm
Allah korkusu ile ürperdi. Birdenbire içimden derhâl suya atılıp müslimânlar
gibi abdest almak, sonra onlar gibi secdeye kapanarak Allaha yalvarmak arzûsu geldi).
Bu da, yazarın
kalbinde geçici bile olsa, bir hidâyet nûrunun parladığını göstermez
mi?
Kalbinde böyle bir hidâyet nûru
hissetmiş olan Lord Hadley, (İslâmiyyetin sâde, fekat nûr içinde parlayan büyüklüğünü gördükden
sonra, insan karanlık
dehlizden, gün ışığına
kavuşan bir kimse gibi oluyor) demiş ve İslâm dînini kabûl etmişdir. Eğer îmân
etmeden ölenlerini Allahü teâlâ âhiretde cezâlandıracaksa da, insanlara yapdıkları iyilikleri
sebebiyle cezâlarını hafîfletecekdir.
Kur’ân-ı
kerîmde Allahü teâlâ Zilzâl sûresinin yedinci ve
sekizinci âyetlerinde meâlen, (Kim zerre
kadar iyilik yaparsa onun mükâfâtını görecek, kim zerre kadar kötülük yaparsa onun cezâsını görecekdir) buyurmakdadır. Müslimân, yapdığı iyiliklerin mükâfâtlarına, hem
dünyâda, hem de âhiretde, kâfir ise, yalnız dünyâda kavuşacakdır.
Kötülüklerin en kötüsü, kâfir olmakdır. İnsanlara iyilik etmek düşüncesi ile çalışarak,
beşeriyyete fâideli keşfler veyâ işler yapmış, insanlara yardım için hayâtını, sıhhatini
tehlükeye koyarak, en müşkil şartlar altında çalışmış olan bir kimse, müslimân olmayıp, kâfir
olarak ölürse, iyilikleri onu küfrün cezâsından kurtaramaz. Fekat, Allahü teâlânın nezdinde
her dürlü fenâlığı ve
hîlekârlığı
yapan, riyâ ile ibâdet eden münâfıkların cezâsı, muhakkak böyle kâfirlerin cezâlarından dahâ çok
olacakdır.
Bunların
müslimân görünmeleri, kendilerini, kalblerindeki küfrün
karşılığı olan azâbdan kurtarmıyacakdır.
Osmânlı târîhinde, evvelce hıristiyan iken
İslâm
dînini kabûl eden ve İslâmiyyete
büyük hizmetleri dokunan pek çok kumandan, ilm ve fen adamı vardır.
Bursalı İsmâ’îl Hakkı efendi
“rahime-hullahü teâlâ” 1137 [m. 1725] yılında Bursada vefât etmişdir. On cild (Rûh-ul-beyân) Kur’ân-ı kerîm
tefsîri, bütün dünyâdaki İslâm
âlimlerinin “rahimehümullahü teâlâ” yanında çok kıymetlidir. Altıncı cüz’ün tefsîrini bitirdikden sonra diyor ki,
(Zemânın
allâmesi olan şeyhimin yanında, ba’zı hıristiyan
ve yehûdîlerin, herkese merdce, cömertce davrandıkları, iyilik etdikleri söylendikde, böyle
olmak, ebedî se’âdet sâhiblerinin alâmetidir. Böyle olanların îmâna ve
tevhîde kavuşmaları,
sonlarının felâh olması umulur,
buyurdu). Tefsîr kitâbının bu yazısı, yukarıdaki
sözümüzün senedlerinden biridir.
Şimdi, İslâm dînini tenkîd edenlere, onda kusûr
arayanlara gelince, bu gibilerin en çok üzerinde durduğu husûslar
şunlardır:
1- (İslâm dîni bir
erkeğin
dört kadınla
evlenmesini kabûl etmekdedir. Bu, zemânımızdaki âile
mefhûmu, âile bağlılığı ve sosyal
nizâm ile hiç bir zemân bağdaşamaz) imiş.
Buna verilecek cevâb şudur: İslâm dîni
bundan 14 asr evvel zuhûr etmişdir. Bu dînin doğduğu yer olan Arabistânda, o zemân kadınların hiç bir
hakkı
yokdu. Herkes istediği
kadar kadın ile
birlikde yaşar ve bunlara karşı hiç bir sorumluluk kabûl etmezdi. O zemânlarda
kadının hiç bir kıymeti olmadığı şundan
anlaşılır ki,
pek çok âileler, doğan kız çocuklarını diri diri
toprağa
gömerlerdi. Böyle bir yerde doğan İslâm
dîni, bir adamın
birlikde yaşayacağı kadın mikdârını, o zemâna
göre, son derece sınırlamış, kadınlara hak tanımış, bir
erkekden ayrılan
kadının sefîl
olmaması
için, dahâ evlenmeden evvel, ilerde bir ayrılık zuhûr ederse ona ödenecek olan parayı ya’nî (Mehr) mikdârını tesbît etmişdir. Tenkîdcilerin iddi’â etdiği gibi, (Kadınları hor
görmemiş), bil’aks onların
haklarını korumuş ve
mevkı’lerini
yükseltmişdir. Bu bildirdiklerimiz, Harputlu İshak efendinin[1], protestan misyonerlerinin İslâm dînine
karşı yaydıkları yalan ve
iftirâlara karşı yazmış olduğu türkçe (Diyâ-ül-kulûb) kitâbında,
üçyüzyirmidördüncü sahîfeden başlıyarak uzun bildirilmekdedir. Bu kitâb, (Cevâb Veremedi) ismi verilerek, Hakîkat Kitâbevi
tarafından
ayrıca
basdırılmışdır.
Bugünkü hâle gelince, şunu iyi
bilmelidir ki, İslâm
dîni bir er-
----------------------------
[1] İshak
efendi, 1309 [m. 1891] de vefât etdi.
keğin
muhakkak dört kadınla
evlenmesini emr etmemiş, buna ancak izn vermişdir. Ya’nî, birden fazla kadınla evlenmek,
farz değildir,
sünnet de değil
ancak mubâhdır.
Mehmed Zihni efendi “rahime-hullahü teâlâ” (Ni’met-i
İslâm) kitâbında,
Münâkehât kısmına başlarken
diyor ki, (Kadını boşamak ve
dörde kadar evlenmek, islâm dîninde vâcib değildir. Mendub da değildir. İhtiyâc olduğu zemân izn
verilmişdir. Erkekler, birden fazla kadın almağa emr olunmadıkları gibi, kadınlar da bunu kabûl etmeğe mecbûr değildirler).
Hükûmet mubâh olan birşeyi yasak ederse, bu şeyi yapmak mubâh olmakdan çıkar, harâm
olur. Çünki müslimân, kanûna karşı gelmez, suç işlemez. Müslimân, kendine ve
başkalarına
zararı
dokunmıyan
insan demekdir. Ayrıca,
bir erkeğin
ikinci bir kadın
alabilmesi için, bu husûsda birinci karısının hak
ve hürriyyetini koruyan ekonomik ve sosyal şartlar vardır. Sonradan
alacağı kadınların da, ayrıca hakları vardır. Bu şartları hâiz olmıyan ve kadınların haklarını yapamıyacak olanın birden
fazla evlenmesini islâmiyyet yasak etmekdedir. Ayrıca, birinci
kadının gönlünü hoş
etmesi için ikinci kadınla
evlenmekden vazgeçmesi de sevâbdır. Bundan başka, bir müslimânı, ya’nî
birinci kadını incitmek
harâmdır.
Yirminci asrda milletleri saran geçim sıkıntısı içinde, çok
erkek bu şartları hâiz
değildir.
Bunun için, şimdi böyle erkeklerin ikinci bir kadınla evlenmesinin câiz olmıyacağı âşikârdır. Örf ve
âdete tâbi’ olan ahkâmın,
zemâna göre değişebileceğini İslâm dîni
kabûl eder ve bugün müslimânların tek zevcesi vardır.
Bu husûsda biraz da diğer
memleketleri ve dinleri inceliyelim: Hıristiyanların ve yehûdîlerin kabûl etdikleri Tevrât ya’nî
(Ahd-i atîk)de, Tekvînin otuz, Tesniyenin yirmibir ve İkinci
Samuelin ikinci bâblarında
birkaç kadınla
evliliğe izn
verilir. Dâvüd ve Süleymân Peygamberlerin “aleyhimesselâm” birçok zevcesi ve
câriyeleri vardı. Doğu Roma İmperatörlerinin
dâimâ birkaç karısı olduğu gibi, eski
Alman imperatörlerinin, meselâ Friedrich Barbarossanın (1152-1190)
üç, dört karısı vardı. Eskimolarda
erkek, karısının iznini
almak şartıyla
ikinci bir eş alabilir. Amerikada 1830 yılında kurulan Mormon hıristiyan mezhebi, bir erkeğin birden
fazla kadınla
evlenmesine izn vermekdedir. (Ancak şimdiki Amerikan kanûnları bunu
yasaklamışdır.) Japonyada,
bugün dahî bir erkek birkaç kadınla evlenebilir.
Demek oluyor ki, İslâm dînini, (Birkaç
kadınla
evlenmeğe
müsâ’ade ediyor) diye ayblamak çok büyük haksızlıkdır. Çünki
birçok memleketler ve dinler, birkaç kadınla evlenmeği kabûl et-
mişdir. Tanınmış yazar John Milton (1608-1674), (Gerek Ahd-i
atîkde, gerek İncîllerde
yasaklanmıyan
bir şey neden utanılacak
bir şey olsun veyâ nâmûsa aykırı sayılsın? Geçmiş
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” dâimâ birkaç hanımı vardı. O hâlde birkaç kadınla evlilik,
zinâ değildir,
kanûna ve kamu vicdânına
uygundur) demekdedir.
Meşhûr yazar Montesqieu (1689-1735),
(Sıcak
memleketlerde kadınların çabuk
gelişdiğini,
fekat çabuk ihtiyârladığını göz önünde
tutarsak, bu gibi memleketlerde yaşıyanların birkaç kadınla evlenmesi gâyet tabî’îdir) demekdedir. Şimdi,
geçim şartları
güçleşdiği
için, müslimân memleketlerinde yukarıda bahs olunduğu gibi, birkaç kadınla evlenmek kalmamış gibidir.
2- (İslâm dîni,
din uğruna
öldürmeği,
yakıp yıkmağı,
memleketleri istîlâ etmeği ve ehâlîyi kılıçdan geçirmeği emr etmekde
ve buna “Cihâd” adını vermekde) imiş.
Bu iddi’â da temâmiyle yanlışdır. İslâm dîninde
mevcûd olan cihâdda esâs, memleketleri yıkmak, insan öldürmek değil, dîni
yaymak ve aynı
zemânda dîni korumakdır. Bu
da, hiç bir zemân yakıp yıkma ile, zulm
ile yapılmaz.
İslâm
dîni, kendisine tecâvüz, hücûm edenlere karşı korunmağı ve mücâdele
etmeği emr
etmekdedir. Hâlbuki hıristiyanlar,
yukarıda
uzun uzadıya
anlatdığımız gibi, din uğruna en
korkunç cinâyetleri yapmakdan çekinmemişler, kendilerine insâf ve merhamet
telkîn eden Îsâ aleyhisselâmın sözleri ve nasîhatları hilâfına, her dürlü fenâlıkları ve
vahşetleri yapmışlardır. Târîh,
onların
yapdıkları vahşetler
ile doludur. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinde, islâm devletinin, kâfir
memleketlerinde yapılan
harb silâhlarını araşdırıp, öğrenip, bunların hepsini,
sulh zemânında
yapmalarını emr ediyor.
[Bunları yapmıyan bir
hükûmet, islâmiyyete uymamış olur. Düşmanların hücûmlarına cevâb veremeyip, milyonlarca müslimânın şehîd olmasına ve
islâmiyyetin za’îflemesine sebeb olur.] Bir müslimân, hiç kimseye karşı hiçbir
tecâvüzde bulunmaz. Kendisine veyâ dînine karşı bir saldırı olursa, ona
tatlı dil
ile nasîhat verir. Kabûl etmezse, mahkemeye haber verir. Mahkeme, adâlet ile
cezâ verir. Mahkeme vâsıtası ile hakkına
kavuşamazsa, evine, iş yerine çekilir. Tecâvüz edenler arasına karışmaz. Evine,
iş yerine saldırılırsa, hicret
eder. Ya’nî o şehri terkeder. Gidecek şehr bulamazsa, o memleketi terkeder.
Gidecek islâm memleketi bulamazsa, insan haklarına riâyet eden bir kâfir memleketine
hicret eder. Bir müslimân dili ile, eli ile kimseyi incitmez. Kimsenin malına, mülküne, ırzına ve
nâmûsuna dokunmaz. Cihâd, Allahü teâlânın kullarına, Allahü teâlânın hak
olan dînini bildirmek demekdir. Bu da, Allahü teâlânın dîninin,
Allahü teâlânın
kullarına
ulaşmasına
mâni’ olan zâlim, sömürücü diktatörleri, kılınç kuvveti ile, zor kullanarak ortadan kaldırmakla yapılır. Önce
nasîhat edilir. İslâmiyyeti
kabûl etmeleri teklîf olunur. Kabûl etmezler ise; islâm hâkimiyyeti, ya’nî
harac ve cizye vermeleri teklîf olunur. Bunu da kabûl etmezler ve karşı
koyarlarsa, bu engeller ortadan kaldırılır.
Zor ile, kuvvet ile olan cihâdı şahslar değil, İslâm devleti yapar. Kur’ân-ı kerîmde Bekara sûresinin ikiyüz elli altıncı
âyetinde meâlen, (Dinde zorlama
yokdur) buyurulmuşdur. Bir gayr-i
müslim, zorla müslimân yapılmaz. Müslimânlar hiç bir zemân, hıristiyanların dâimâ yapdıkları gibi, zorla
veyâ maddî kazançlar vâ’d ederek bir insanı müslimân yapmağa teşebbüs etmezler. Kim isterse, seve
seve müslimân olur. Tatlı,
yumuşak, mantıkî,
akla uygun sözleri ile ve güzel ahlâk ve iyi hareketleri ile, onların seve seve
müslimân olmalarına
sebeb olurlar. Müslimân olmıyanlar, İslâm devletinin himâyesi altında, zimmî
olarak yaşarlar. Müslimânların bütün hak ve hürriyyetlerine mâlik olarak, kendi
dinlerinin îcâblarını serbestçe
yaparlar. Bunlar (Diyâ-ül-kulûb) kitâbının
ikiyüzdoksanüçüncü sahîfesinden başlıyarak anlatılmakdadır.
(Menâkıb-i cihâr yâr-ı güzîn) kitâbında,
yetmişinci menkîbede diyor ki, (Bir ticâret kervanı gelip, gece
Medînenin dışına
kondu. Yorgunlukdan hemen uyudular. Halîfe Ömer “radıyallahü teâlâ
anh”, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdürrahmân bin Avfın “radıyallahü teâlâ anh” evine gelip, (Bu
gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fekat, bize sığınmışlar. Eşyâları çokdur ve kıymetlidir.
Yabancıların, yolcuların bunları soymasından
korkuyorum. Gel, bunları
koruyalım)
dedi. Sabâha kadar bekleyip, sabâh nemâzında mescide gitdiler. İçlerinden bir
genç uyumamışdı. Arkalarından gitdi. Soruşdurup,
kendilerine bekçilik eden şahsın halîfe Ömer “radıyallahü anh” olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına anlatdı. Roma ve
Îran ordularını perişân
eden, adâleti ile meşhûr, yüce halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyyetin
hak din olduğunu
anladılar
ve seve seve müslimân oldular.)
Yine (Menâkıb) kitâbında diyor ki, (Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, şark
cebhesi kumandanı olan
Sa’d bin ebî Vakkâs “radıyallahü
teâlâ anh” Kûfe şehrinde bir köşk yapdırmak istedi. Arsaya bitişik bir mecûsînin evini
satın
almak îcâb etdi. Mecûsî satmak istemedi. Evine gidip hanımına danışdı. Bu da,
onların
Medînede bir Emîr-ül-mü’minînleri var. Ona gidip şikâyet et dedi. Medîneye
gelip halîfenin serâyını aradı. Onun serâyı, köşkü
yok dediler. Kendisi şehr dışına çıkdı, dediler. Gidip aradı. Askerleri,
muhâfızları göremedi.
Toprak üstünde uyumuş birini gördü.Halîfe Ömeri gördün mü dedi. Hâlbuki bu zât,
Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” idi. Onu niçin arıyorsun dedi. Onun kumandanı, benim evimi zor ile satın almak
istiyor. Onu kendisine şikâyet etmeğe geldim dedi. Ömer “radıyallahü anh”,
mecûsî ile evine geldi. Kâğıd istedi. Evde kâğıd bulamadı. Bir kürek kemiği gördü. Bunu istedi. Kemik üzerine,
(Bismillâhirrahmânirrahîm. Ey Sa’d, bu mecûsînin kalbini kırma! Yoksa,
hemen yanıma
gel!) yazdı.
Mecûsî, kemiği alıp evine
geldi. Boşuna yoruldum. Bu kemik parçasını kumandana verirsem, alay ediliyor sanıp, çok kızar dedi. Kadının isrâr
etmesi üzerine Sa’da gitdi. Sa’d, askerleri arasında oturmuş, neş’e ile konuşuyordu.
Sa’dın
gözü, uzakda duran mecûsînin elindeki kemikdeki yazıya ilişdi.
Emîrül-mü’minîn Ömerin “radıyallahü anh” yazısını tanıyıp ansızın rengi
soldu. Bu ânî değişikliğe herkes
şaşırdı.
Sa’d, mecûsînin yanına
gelip, her ne istersen yapayım. Aman beni Ömerin karşısına çıkarma! Zîrâ Onun cezâsına tâkat
getiremem dedi. Mecûsî, kumandanın bu yalvarmasını görünce, hayretden aklı gitdi. Aklı başına
gelince, hemen müslimân oldu. Seve seve nasıl müslimân oldun diyenlere, (Bunların Emîrlerini
gördüm. Yamalı hırkasını örtünmüş,
toprak üstünde uyuyordu. Büyük kumandanların bundan titrediklerini de gördüm. Bunların hak dinde
olduklarını anladım. Benim
gibi, ateşe tapan bir kimseye böyle adâlet yapılması, ancak hak olan dîne inananlarda
olur dedi.))
Hindistânın (Nedvet-ül-ulemâ) meclisinin reîsi, meşhûr (el-İntikad) kitâbının yazarı, târîh
profesörü Şiblî Nu’mânî 1332 [m. 1914] de ölmüşdür. Bunun urdu dilindeki (El-Fârûk) kitâbını serdâr Esedullah hânın annesi ve
Afganistân pâdişâhı
Nâdir şâhın kızkardeşi
fârisîye terceme etmiş, Nâdir şâhın emri ile 1352 [m. 1933]de Lahor şehrinde basdırılmışdır.
Yüzsekseninci sahîfesinde diyor ki, (Rum Kayseri Herakliyüsün büyük ordularını perîşan eden
İslâm
askerlerinin başkumandanı Ebû
Ubeyde bin Cerrâh zafer kazandığı her şehrde adamlarını bağırtarak,
rumlara halîfe Ömerin “radıyallahü anhümâ” emrlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca da, (Ey
rumlar! Allahü teâlânın
yardımı ile ve
halîfemiz Ömerin emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticâretinizde, işinizde,
ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse
dokunmıyacakdır. İslâmiyyetin
adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecekdir. Dışardan gelen düşmana karşı,
müslimânları
koruduğumuz
gibi, sizi de koruyacağız. Bu
hizmetimize karşılık
olmak üzere, müslimânlardan hayvan zekâtı
ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kerre cizye
vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ
emretmekdedir.) dedi. [Cizye mikdârı, fakîrlerden kırk, orta hallilerden seksen,
zenginlerden yüzaltmış gram
gümüş veyâ bu değerde
mal yâhud tahıldır. Kadınlardan,
çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyârlardan ve din adamlarından cizye alınmaz.] Humus
rumları,
cizyelerini seve seve getirip, Beyt-ül-mâl emîni Habib bin Müslime teslîm
etdiler. Herakliyüsün, bütün memleketinden asker toplıyarak
Antakyaya hücûma hâzırlandığı haber alınınca, Humus
şehrindeki askerlerin de, Yermükdeki kuvvetlere katılmasına karar
verildi. Ebû Ubeyde, şehrde me’murlar bağırtıp, (Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeğe, sizi
korumağa,
söz vermişdim. Buna karşılık, sizden cizye almışdım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emr üzerine, Herakliyüs ile gazâ
edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bunun için
hepiniz Beyt-ül-mâla gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsmleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır) dedi.
Suriye şehrlerinin çoğunda
da böyle oldu. Hıristiyanlar,
müslimânların bu
adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imperatorlarından çekdikleri
zulmlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yapdılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve seve
müslimân oldu. Kendi arzûları ile, rum ordularına karşı İslâm askerine câsûsluk yapdılar. Ebû
Ubeyde böylece, Herakliyüs ordularının her hareketini günü gününe haber alırdı. Büyük
Yermük zaferinde bu rum câsûslarının büyük yardımı oldu. İslâm devletlerinin meydâna gelmesi, yayılması, asla, saldırmakla,
öldürmekle olmadı. Bu
devletleri ayakda tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde,
çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi.)
Batının bâtıl i’tikâdlarını, moda ve ahlâksızlıklarını taklîd etmek medeniyyet değildir. Müslimân milletinin bünyesinde
tahrîbât yapmakdır. Bu
tahrîbâtı da,
ancak İslâma
düşman olanlar yapar. İslâm
dîni, müslimânların
tenbel, miskin oturmalarına
asla izn vermez. Müslimânların her dürlü fen kollarında çalışarak ilerlemelerini, başka dinden olanların fende
buldukları
yenilikleri, onlardan öğrenmelerini,
bunları
kendilerinin de yapmalarını emr eder.
Zirâat, ticâret, doktorluk, kimyâ ve harb sanâyiinde başkalarından ileride
olmalarını emr eder.
Müslimânlar, başka milletlerdeki fen vâsıtalarını araşdırır, öğrenir ve
yapar. Fekat, onların
bozuk dinlerini, kötü, çirkin huylarını, âdetlerini almaz, taklîd etmez.
Osmânlı Devletinde rus sefîri olarak uzun
seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, sultân
ikinci Mahmûd “rahime-hullahü teâlâ” zemânında, 1237 [m. 1821] de rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik
Gregoryus’un rus çarı
Aleksandra yazdığı
mektûbu açıklamakdadır. Mektûb
ibret vericidir:
(Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünki
Türkler, müslimân oldukları için çok sabrlı ve mukâvemetli insanlardır. Gayet mağrûrdurlar ve
izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere
rızâ
göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına [devlet
adamlarına,
kumandanlarına,
büyüklerine] olan itâ’at duygularından gelmekdedir.
Türkler zekîdirler ve kendilerini
müsbet yolda yönetecek reîslere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet
kanâ’atkârdırlar.
Onların
bütün meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ’at duyguları da
geleneklerine olan bağlılıklarından,
ahlâklarının güzelliğinden ileri
gelmekdedir.
Türklerde evvelâ itâ’at duygusunu kırmak ve
ma’nevî râbıtalarını [bağlarını] kesretmek
[parçalamak], dînî metanetlerini [sağlamlığını] za’fa uğratmak [zayıflatmak] îcâb eder. Bunun da en kısa yolu,
an’anât-i milliyye [millî geleneklerine] ve müslimânlığa uymıyan hâricî
fikrler ve hareketlere alışdırmakdır.
Müslimânlıkları sarsıldığı gün,
Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zâhiren
hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asl kudretleri sarsılacak ve
maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkin
olabilecekdir. Bu sebeble, Osmânlı Devletini tasfiye için, mücerret olarak harb
meydânındaki
zaferler kâfî değildir.
Hattâ, sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vakârını tahrik edeceğinden,
kendilerini anlamalarına
sebeb olabilir.
Yapılacak olan, Türklere birşey hissetdirmeden,
bünyelerindeki dînî tahrîbi temâmlamakdır.)
Bu mektûb ders kitâblarında
ezberletilecek kadar mühimdir. Mektûbda ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi,
Türkleri yabancı fikr
ve âdetlere alışdırmakdır. Bu hedefe
batının inanç, moda
ve ahlâksızlıklarını taklîde alışdırmakla ulaşılır. Bunun
için, Mustafâ Reşîd pâşa, mason olunca, Londradaki müstemlekeler nezâretinden
aldığı emre
uyarak, ba’zı
vilâyetlerimizde, fransızca
ve ingilizce kolejler açdı.
Buralara mason öğretmenler
getirdi. İslâmın büyük
düşmanı olan
nefs-i emmârenin istediği
şeylere ilericilik denildi. İslâmiyyetin yasak etdiği bu kötü şeyler hüner sayıl-
dı. Bu
kolejlerde yetişen ilericiler, yüksek makâmlara getirildi. İkinci
Abdülhamîd hân, masonların bu
hâin siyâsetlerini anlıyarak,
bunları iş
başından ve basından
uzaklaşdırdı ise de,
müstemlekeler nezâretinin yetişdirip, gönderdiği binlerce câsûsun, bol para ve
yalanlarla aldatdıkları
ilericilerden meydâna gelen dâhilî düşmanların gazete ve radyolarla yapdıkları hücûmlar ve
ingiliz ordusunun modern silâhlarla yapdıkları hücûmlar karşısında âciz kaldı. (Allahü
teâlâ, rahmet ve magfiret eylesin! Âmîn.)
Batının ilm, fen, teknik ve her sâhadaki fennî
gelişmelerini almak elbette lâzımdır.
Zâten İslâmiyyet
bunu emr eder.
Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilm
adamlarından
Lord Davenport, yirminci asr başlarında Londrada basdırdığı (Hazret-i Muhammed ve
Kur’ân-ı kerîm) adındaki İngilizce
kitâbında
diyor ki:
(Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki,
müslimânlığın az
zemânda sür’atle yayılmasına sebeb
olmuşdur. Müslimânlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâimâ afv
ile karşılamışlardır. Juryo
diyor ki, müslimânların hıristiyanlara
karşı davranışı ile,
papalığın ve
kralların
mü’minlere revâ gördüğü
muâmele, aslâ birbirlerine benzetilemez. Meselâ 980 [m. 1572] senesi Ağustosun
yirmidördüncü günü, ya’nî Saint Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve Kraliçe
Katerinanın
emri ile Pâris ve civârında
altmışbin
protestan öldürüldü. [Sent Bartelemi, oniki havârîden biri olup, mîlâdî (71)
senesi, Ağustos
ayında hıristiyanlığı neşr
ederken, Erzurumda öldürülmüşdür.] Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan
kanları,
müslimânların
harb meydânlarında
dökdükleri hıristiyan
kanlarından
kat kat fazladır.
Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, islâmiyyetin zâlim bir din olduğu zannından
kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin,
hiç bir vesîkası
yokdur. Papalığın
vahşet ve yamyamlık
derecesine varan işkenceleri yanında, müslimânların gayr-i müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan
bir sabîninki kadar yumuşak olmuşdur.
Chatfeld diyor ki: (Arablar, Türkler
ve başka müslimânlar, hıristiyanlara
karşı batılı milletlerin,
ya’nî hıristiyanların
müslimânlara karşı uyguladıkları fenâ mu’amele ve gaddarlığın aynını yapmış olsalardı, bugün doğuda tek hıristiyan
kalmazdı).
İslâmiyyet, başka dinlerin hurâfe ve şübheler
bataklığı
ortasında,
çiçek temizliği ile
yükselmiş, aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuş bir dindir.
Milton der ki, (Kostantin kiliseyi
zenginleşdirince, papazlar
makam ve servet hırslarını artırdılar.
Bunun cezâsını, parça parça
olan hıristiyanlık çekdi).
İslâmiyyet, ilahlara insan kanı dökmek
fâci’a ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle,
insanlara iyiliği emr
etdi. Sosyal adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara
hâcet bırakmadan
dünyâya kolayca yayıldı. [İslâm cihâdı da bu
demekdir.]
İlm dâvâsına müslimânlar kadar bağlı ve saygılı hiç bir
millet gelmemişdir denilebilir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın pek çok
hadîsleri, samîmî bir ilm teşvîkçisidir ve ilme saygı ile doludur.
İslâmiyyet,
ilme maldan dahâ çok kıymet
vermişdir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, dâimâ ilm öğrenmeği ve yaymağı emr etmiş,
Eshâbı da,
bu yolda çalışmışlardır.
Bugünkü fen ve medeniyyetin, eski ve
yeni eserlerin ve edebiyyâtın koruyucuları, Emevîler, Abbasîler, Gaznelîler ve Osmânlılar zemânındaki
müslimânlar olmuşdur). Davenportun yazısı temâm oldu.
Buraya kadar ba’zı parçalarını yazdığımız Davenportun
İngilizce
kitâbı,
misyonerler tarafından
piyasadan toplanarak, yok edilmek istenmişdir. Hindli Rahmetullah efendinin
“rahime-hullahü teâlâ”[1] (İzhâr-ülhak) kitâbının ikinci
cildinde, (İslâmda
cihâd)ın ne
olduğu
uzun yazılıdır.
3- (İslâm dîninde
Kur’ân-ı
kerîm, aynı zemânda
kanûn hüviyyetindedir. Kur’ân-ı kerîmde, hırsızlık yapanların elinin
kesilmesi gibi çok şiddetli, bugün için zâlimâne olarak kabûl edilecek ba’zı hükmler var)
imiş.
Bu iddi’â da yanlışdır. Kur’ân-ı kerîmde hırsızlık yapanların elinin
kesilmesi emri vardır.
Fekat burada hırsızdan maksad,
büyük bir vahşet ile evlere saldıran ve mal yağma eden kimselerdir. Bunlar yakalandıkları zemân
ellerinin kesilmesini, Kur’ân-ı kerîm emr etmişdir. Fekat, bu cezâyı tatbîk
edebilmek için çeşidli şartlar vardır. Bu şartlar bulunmıyan hırsızın eli
kesilmez. Halîfe Alî “radıyallahü
anh”, kıtlık zemânında yiyecek
çalan kimselerin elinin kesilmemesini emr etmişdi. Bugün bu cezâ İslâm devleti ismini
taşıyan ba’zı
memleketlerde yanlış
tatbîk olunuyorsa, burada kusûr islâm dîninde değil, bunu yanlış tatbîk
edenlerdedir. İslâm
dîninin esâslarını doğru tatbîk
eden hakîkî müslimân devletlerde tatbîk edilmemişdir. Çünki, islâm
devletlerinde bu cezâyı
tatbîk edecek vak’a zuhûr etmemişdir. Bunun da sebebi, Kur’ân-ı
----------------------------
[1] Rahmetullah efendi,
1306 [m. 1889] da Mekkede vefât etdi.
kerîmde, bu suçları işleyenler için bildirilmiş olan, ağır cezâlardır. İslâm
devletlerinde had cezâlarını hâkimler
dahî afv edemez. Had cezâsını îcâb
eden suç işleyenlere, cezâları herkesin gözü önünde tatbîk edilir. Bu ağır cezâlara
çarpdırılmak
korkusundan, kimse bu suçları işlemez, işleyemez.
Şimdi birâz da hıristiyanların ellerindeki
(Kitâb-ı
mukaddes)i karışdıralım:
Matta İncîlinin 18. bâbının sekizinci
âyetinde şöyle yazılıdır: (Îsâ dedi
ki, Elin ve ayağın
seni sürçtürürse, onu kes, kendinden at. Sana, topal veyâ çolak olarak hayâta
girmek, iki el ve ayağın
olarak ebedî ateşe atılmakdan
dahâ iyidir.)
Tevrâtın (Hurûc)
kitâbının 31. ci bâbının ondördüncü
âyetinde, (rabbe mukaddes olan Cumartesi günü her kim iş işlerse, katl
olunacakdır)
denilmekdedir.
Demek oluyor ki, büyük günâh
işleyenlerin elinin ve ayağının
kesilmesinin uygun olduğu,
Tevrât ve İncîlde
yazılıdır.
Doktorun verdiği ilâc
hastaya acı
gelebilir. Onu fâidesiz, hattâ zararlı zannedebilir. Fekat, tabîbin ilmine güvenip de,
ilâcı
kullanınca,
şifâ bulur. Kalb, rûh ve beden hastalıklarının mutlak tabîbi olan Allahü teâlâ da, hırsızlık hastalığına en
te’sîrli ilâç olarak, hırsızın elinin
kesilmesini emr eyledi. Her müslimân bu emri bilince ve birkaç hırsızın elinin
kesildiği
işitilince, korkudan kimsede hırsızlık huyu
kalmaz. Hırsızlık hastalığı yok olur. İnsanlar malının çalınması üzüntüsünden
ve çeşidli zararlardan kurtulur.
Kimsenin eli de kesilmez olur.
4-(İslâm dîni, insandan irâde kuvvetini
almakda, her şeyi (Kader)e, (Kısmet)e bağlıyarak,
insanları hiç
bir şey yapmaz, tenbel ve âtıl bırakmakda) imiş.
Bu da, temâmiyle yanlış bir iddi’âdır. İslâm dîni
insanlara dâimâ, çalışmak,
aklını doğru kullanmak,
her dürlü yeniliği öğrenmek,
muvaffak olmak için her dürlü meşrû çâreye başvurmak ve hiç bir zemân
yorulmamak ve usanmamak husûslarını emr etmekdedir. Allahü teâlâ, kullarından kendi
işlerine, kâbiliyyetlerine göre karâr vermelerini ve bu işleri ona göre yapmalarını emr
etmekdedir.
Kısmet kelimesinin ma’nâsı büsbütün
başkadır.
Bir müslimân ancak her hangi bir işde aklını kullandığı, her çâreye başvurduğu ve son derecede çalışdığı hâlde, bir
başarıya
ulaşamazsa, me’yûs olmamalı ve bu sonucun, Allahü teâlânın kendisi
için münâsib gördüğü bir
husûs olduğunu
kabûl ederek, kısmetine
râzı olmalı-
dır.
Yoksa hiç bir şey yapmadan, çalışmadan, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip ve ağzını havaya
açarak kısmetini
beklemek, islâmiyyetde yokdur. Böyle yapmak büyük günâhdır. Allahü
teâlâ Necm sûresinin otuzdokuzuncu âyetinde
meâlen, (İnsana [âhiretde] ancak dünyâda çalışarak [ihlâs ile] yapdığı işler fâide verir) buyurmuşdur.
Aşağıda,
islâm dîninde ilm ve fenden bahs ederken müslimânların öğrenmeğe ve çalışmağa ne kadar ehemmiyyet
verdiklerini göreceğiz.
İnsanlar, ba’zan her şeye başvurdukları ve çok çalışdıkları hâlde,
istediklerine nâil olamazlar. İşte o zemân, bu işde kendi ellerinde olmıyan bir
kudret bulunduğunu
ve bu kudretin insanların
yaşamaları ve
muvaffakiyetleri üzerinde müessir olduğunu ve onlara yön verdiğini kabûl
ederler. İşte kısmet budur. Kısmet aynı zemânda
büyük bir tesellî kaynağıdır. (Ben
vazîfemi yapdım,
fekat ne yapayım ki
kısmetim
bu imiş) diyen bir müslimân, bir işde başarısız olsa bile, ümmîdsizliğe kapılmaz ve büyük bir iç huzûru ile çalışmağa devâm eder.
İnşirâh sûresinin beşinci âyeti ve devâmında meâlen, (Güçlükle berâber şübhesiz bir kolaylık vardır. Evet muhakkak güçlükle berâber bir
kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine giriş ve
hâcetini yalnız Rabbinden iste) buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı muvaffakıyyetsizlikden
ümmîdsizliğe
düşmeyip çalışmağa devâm
etmenin lâzım
olduğudur.
Hâlbuki, yalnız
maddî husûslara ehemmiyyet veren başka bir din sâliki veyâ hiç bir dîne inanmıyan kimse, böyle
bir vaziyyet karşısında
ümmîdini, cesâretini, çalışma
azmini kaybeder ve bir dahâ çalışamaz hâle gelir. İkinci Cihân Harbinden sonra, bütün dünyâ (Kısmet)e
inanmağa
başlamışdır. Birçok
Avrupa ve Amerika neşriyyatında, (Müslimânların kısmet dedikleri şey, meğerse ne kadar
doğru
imiş. Ne kadar uğraşırsak
uğraşalım, hâdiseleri
değişdirmek
imkânı
yokdur) denilmekdedir. Bir felâket karşısında kalan, sevdiklerini, malını, mülkünü
kaybeden bir kimse, ancak kadere, kısmete inanarak ve Allahü teâlâya (Tevekkül) ederek tesellî bulabilir ve yeniden
hayâta döner. Tevekkül, en büyük tesellî kaynağıdır. Ama yine tekrâr edelim ki, tevekkül etmeden
evvel islâmiyyetin emrlerine uymak, aklını tam kullanmak, bütün çârelere başvurarak her derdin
devâsını aramak şartdır.
5 - (İslâm dîni,
fâizi men’ etmekde ve böylece dünyâda bugün kurulmuş olan ekonomik sistemin
aleyhinde bulunmakda) imiş.
Bu da, temâmen yanlış bir iddi’âdır. İslâm dîni,
kazancı değil, ödünç
vermeği değil, tefeciliği, ödünç
verilenleri sömürmeği
men’
eder. Yoksa sırf ticârî maksadlarla ve dürüst yoldan elde
edilen bir kazanç, İslâm
dîninin men’ etdiği değil, bil’aks
takdîr ve teşvîk etdiği bir
kazançdır. Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ tüccârı sever, tüccâr Onun sevgilisidir) buyurmuşdur
ve kendisi de ticâret yapmışdır.
Kendi başına iş yapamıyan
bir kimsenin parasını bir
arkadaşına veyâ bir şirkete emânet ederek, elde etdiği kazanca
ortak olması, İslâm ticâret
ahkâmında
önemli yer almakdadır.
Bir kimsenin fâizsiz ticârî işler yaparak para kazanan bir bankanın kazancından aldığı hisse,
temâmiyle halâldir. Fâizsiz çalışan bankalar ve bunların fâideleri, (Se’âdet-i
ebediyye) kitâbımızda
uzun yazılıdır. İslâmın men’ etdiği fâizin,
Tevrâtda da harâm edilmiş olduğu, Mâide sûresinde bildirilmekdedir. Nitekim, Tevrâtın Tesniye kısmının yirmiüçüncü
bâbı,
ondokuzuncu ve yirminci âyetlerinde, (Din kardeşine hiçbirşeyi fâiz ile verme!
Ecnebîye fâiz ile verebilirsin) yazılıdır.
6 - (İslâm dîni
ilme ve fenne düşman) imiş.
İslâmiyyete ilm ile nasıl karşı
durulabilir? İslâmiyyet,
ilmin tâ kendisidir. Kur’ân-ı kerîmin birçok yeri, ilmi emr etmekde, ilm adamlarını övmekdedir.
Meselâ Zümer sûresinin dokuzuncu âyetinde,
Allahü teâlâ meâlen (Bilen ile bilmeyen hiç bir olur
mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyurmakdadır.
Peygamberimizin “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” ilmi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çokdur ve
meşhûrdur ki, gayr-i müslimler dahî bunları bilmekdedir. Meselâ, (İhyâ-ül-ulûm) ve (Mevdû’ât-ül-ulûm)
kitâblarında,
ilmin fazîleti anlatılırken, (İlm, Çinde de olsa
alınız) hadîs-i
şerîfi yazılıdır. Bu dünyânın en uzak
yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilm öğreniniz, demekdir. Bir hadîs-i
şerîfde de, (Beşikden mezâra kadar ilm öğreniniz, çalışınız)
buyuruldu. Bu emre göre, bir ayağı mezârda olan
seksenlik ihtiyârın da
çalışması lâzımdır. Öğrenmesi
ibâdetdir. Bir def’a da, Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (Yarın ölecekmiş gibi âhirete ve hiç ölmiyecekmiş gibi dünyâ işlerine çalışınız) buyurdu. Bir
def’a da, (Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetden
dahâ iyidir) buyurdu. Bir kerre de, (Şeytânın bir âlimden korkması, câhil olan bin
âbidden korkmasından dahâ çokdur) buyurdu.
İslâm
dîninde kadın
kocasının izni
olmadan nâfile hacca gidemez. Sefere, müsâfirliğe gidemez. Fekat kocası öğretmezse ve
izn vermezse, ondan iznsiz, ilm öğrenmeğe gidebilir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevdiği, büyük
ibâdet olan hacca iznsiz gitmesi günâh olduğu hâlde, ilm öğrenmeğe iznsiz gitmesi günâh olmuyor. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve-
sellem” bize bildiriyor ve (Nerede
ilm varsa, orada müslimânlık vardır. Nerede ilm yoksa, orada kâfirlik vardır!) buyuruyor. Burada da ilmi emr etmekdedir. Her müslimânın, önce din,
sonra dünyâ bilgilerini öğrenmesi
lâzımdır.
İslâmiyyetin fenne düşman olduğu da, iddi’â
edilemez. Fen, (Mahlûkları,
hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak) demekdir ki,
bu üçünü de, Kur’ân-ı
kerîm emr etmekdedir. Fen bilgilerine, san’ata ve en modern harb silâhlarını yapmağa uğraşmak, farz-ı kifâyedir.
Düşmanlardan dahâ çok çalışmamızı dînimiz emr
etmekdedir. Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” fenni emr eden
pek canlı
sözlerinden birkaçı, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbının birinci kısm,
yirmidördüncü sahîfesinde yazılıdır. İslâmiyyet,
fenni, tecribeyi, müsbet çalışmayı emr
eden dinamik bir dindir.
Avrupalılar, fen bilgilerinin çoğunu ve
hepsinin temelini İslâm
kitâblarından
aldılar.
Avrupalılar,
dünyâyı
tepsi gibi düz, etrâfı dıvar çevrili
zannederken, müslimânlar dünyânın yuvarlak olup, kendi etrâfında döndüğünü
biliyorlardı.
Hattâ Mûsul civârındaki
Sincar sahrasında,
meridyenin uzunluğunu
ölçerek bugünkü gibi buldular. (Şerh-i mevâkıf) ve (Ma’rifetnâme) kitâbları, bunları uzun olarak
yazmakdadır.
581 [m. 1185] yılında vefât
eden Nûrüddîn Batrûcî, Endülüs İslâm Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayât) kitâbında, bugünkü astronomiyi yazmakdadır. Galile,
Kopernik, Newton, dünyânın
döndüğünü
müslimân kitâblarından
öğrenip
söyleyince, bu sözleri suç sayıldı.
Galile yukarıda da
bildirdiğimiz
gibi, papazlar tarafından
muhâkeme edilip, habsolundu. Eski islâm medreselerinde ayrıca fen
dersleri vardı.
Endülüs medreseleri bu husûsda bütün dünyâya rehber olmuşdu.
Hastalıkların mikroblardan geldiğini ilk
bulan, İslâm
medeniyyetinin yetişdirdiği İbni Sînâdır[1]. Bundan 900 sene evvel (Her hastalığı yapan bir
kurtdur. Yazık ki
bunları
görecek bir âletimiz yokdur) demişdir.
Büyük islâm hekimlerinden Ebûbekr
Râzî “rahime-hullahü teâlâ” (854-952), ilk def’a olarak o zemâna kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar olduğunu
bulmuşdur. Bu islâm hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitâbı olarak bütün
dünyâ üniversitelerinde okutulmakda idi. Batıda akl hastaları (şeytân tarafından tutulmuş
kimseler) olarak canlı
----------------------------
[1] İbni
Sînâ Hüseyn, 428 [m. 1037] de Hemedanda vefât etdi.
canlı yakılırken,
doğuda
müslimân memleketlerinde bunların tedâvîsi için özel hastahâneler kurulmuşdu.
Bugün, aklı başında olan
herkes, maddî ilm ile fennin evvelâ müslimânlar tarafından kurulduğunu kabûl
etmekdedir. Batılı ilm adamları da, bunu
tasdîk etmekdedirler. İslâm
ülkelerine sızarak
ve müslimân görünerek, sözlerini dinletmek imkânını bulan ba’zı islâm düşmanları, fennin yeni buluş ve imkânlarını, yapdıkları yeni
silâhları
anlatıp
(Bunlar gâvur îcâdıdır, bunları kullananlar
kâfir olur) diyerek, câhilleri aldatdılar. Allahü teâlânın (her şeyi öğreniniz!)
emrini unutdurdular. Bu hâl, müslimânların ilmde ve fende geri kalma sebeblerinden biri
oldu. Batı,
yeni âlet ve silâhlarla üstünlük kazandı. İslâm düşmanları, bir tarafdan müslimânları, böyle,
aldatdılar.
Diğer
tarafdan da, müslimânlar fenni beğenmiyor, maddî ilmleri istemiyorlar, müslimânlık
gericilikdir, yobazlıkdır diyerek, gençleri
islâmiyyetden ayırmağa,
islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışdılar.
Matba’acılığın Osmânlı idâresi altında bulunan
islâm memleketlerine Avrupadan ancak 200 sene sonra gelmesini, (islâm dîni
matba’a ile kitâb basmayı men’ eder) tarzında îzâh
etmeye kalkanlar temâmiyle yanılmakdadırlar. Matba’acılığın Türkiyeye gelmesinin gecikmesine, kitâblar basılırsa işsiz
kalacaklarından
korkan kitâb müstensihleri, ya’nî para karşılığında kitâb yazanlar sebeb olmuşdur.
Bunlar, matba’anın
Türkiyeye gelmemesi için dürlü propagandalar yapmışlar, divitlerini bir tabuta koyarak,
Bâb-ı
Âliye kadar yürümüşlerdir. Hattâ -aşağıda kendilerinden bahs edeceğimiz - “yobazlardan”
fâidelenerek bunların
ötede beride (Matba’acılık islâmiyyete
aykırıdır) tarzında
konuşmalarını sağlamışlardır. Hâlbuki bu
kimselerin islâmiyyeti şahsî menfe’atlerine âlet etmek istediklerini gören
Osmânlı
Pâdişâhı,
sultân üçüncü Ahmed Hân[1],
sadrazamı
Dâmâd İbrâhîm
Pâşanın da
yardımı ile, bu işi
kökünden halletmek için, islâm dîninin en büyük reîsi olan Şeyh-ül-islâmdan
matba’acılık hakkında bir fetvâ
taleb etmişdir. O zemânki Şeyh-ül-islâm Abdüllah Efendi tarafından verilen
fetvâ, (Behcet-ül-fetâvâ) fetvâ kitâbının ikiyüzaltmışikinci
sahîfesinde şöyle yazılıdır:
(İlm, fen ve ahlâk kitâblarını, matba’ada kalıba alarak, az
zemânda ve kolaylıkla
çok kitâb basmak, fâideli kitâbların ucuz elde edilmelerine ve her yere yayılmalarına sebeb
olacağı
için, matba’a yapılmasının câiz ve
güzel olduğunu
bildirir fetvâ verildi).
----------------------------
[1] Ahmed hân, 1149 [m.
1736] da vefât etdi.
Bu fetvâ, matba’acılık hakkında çıkarılan
(islâmiyyete aykırıdır) iddi’âsının ne kadar
yanlış olduğunu göstermeğe yeter.
Yukarıda
kullandığımız (Yobaz) kelimesi, kaba, câhil, bozuk ve sapık
düşüncelerini ve siyâsî kanâ’atlarını din bilgisi olarak ileri süren kimse demekdir. Bozuk
düşüncelerini, yanlış
kanâ’atlarını kabûl
etdirmek için, din bilgilerini yanlış söyler. Bunlardan ba’zıları, taşıdıkları
etiketlerinden, sığındıkları kanûn
maddelerinden, çoğu da
müslimânların
îmânlarını istismâr
etmekden güç alırlar.
Büyük halk topluluklarını arkalarına takarak
ihtilâl çıkarmağa, bölücülüğe, kardeş
kavgasına
sebeb olurlar. Yobazların en
zararlısı ve en
tehlükelisi, mal, para, makâm elde etmek için yabancı
ideolojilerin, dinde reformcuların ve mezhebsizlerin propagandalarını yaparak,
milletin îmânını, ahlâkını bozan, satılmış, din ve fen
ve siyâset yobazlarıdır. Yobazları üçe ayırabiliriz:
1 - Din ve dünyâ bilgilerinden mahrûm
olan, fekat kendilerini ilm adamı, akllı sanan (Câhil
yobazlar)dır.
Bunlar, bölücülük yapdıkları gibi, din
düşmanlarına
çabuk aldanıp,
zararlı
yollara kolayca sürüklenebilirler, Osmânlı târîhini kana boyayan Patrona Halil, Kabakçı Mustafâ,
mehdî olduğunu
iddi’â eden kızılbaş Celâlî
gibi kimseler bu kısm yobazlardandır.
2 - Yobazların ikinci kısmı, (Din yobazları)dır. Bunlar
kötü din adamlarıdır. İlmleri biraz
varsa da, sinsi maksadlarına,
mala ve mevkı’e
kavuşmak için, bilmediklerini veyâ bildiklerinin tersini söylerler ve yaparlar.
İslâmiyyetin
dışına çıkarlar.
Kötülük yapmakda, dîni yıkmakda,
câhillere nümûne olur, rehberlik ederler. İslâm dîninde büyük yaralar açan Abdüllah bin
Sebe’ ve Ebû Müslim Horâsânî ve Hasen Sabbah ve Samavne kadısı oğlu şeyh
Bedreddîn ve Osmânlı
padişâhlarının şehîd
edilmelerine fetvâ veren din adamları ve vehhâbîlik fitnesini ortaya çıkaran Necdli
Abdülvehhab oğlu
Muhammed ve Mısrdaki
mason locası
başkanı
Cemaleddîn-i Efgânî[1] ve
Kâhire müftîsi mason Muhammed Abduh ile çömezi Reşid Rızâ ve Mısrlı Hasen
el-Bennâ ile Seyyid Kutb ve İstanbulda islâmiyyete saldıranlardan doktor Abdüllah Cevdet ve
Hindistânda İngilizlerin
islâmiyyete hücûmlarına
vâsıta
olan münâfık
Ahmed Kâdıyânî
ve Pâkistanlı
Ebülâlâ Mevdûdî ve benzerleri, yeni türeyen reformcular ve mezhebsizler ve din
adamı
şekline girerek, Osmânlı
Devletinin yıkılmasına çalışan meşhûr
ingiliz câsûsu Lavrens hep bu kısmdaki yobazlardandır. Bunlar, müslimânların din
duygularını, îmânlarını sömürerek,
----------------------------
[1] Cemâlüddîn Efgânî,
1314 [m. 1897] de öldü.
İslâm
dînini içerden yıkmağa çalışmışlardır.
Büyük İslâm âlimi imâm-ı Ahmed
Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”, (Mektûbât) kitâbının kırkyedinci
mektûbunda,kötü din adamlarından acı acı
şöyle şikâyet etmekdedir: (Dünyâlık peşinde olan din adamlarının sözlerini
dinlemek, [kitâblarını okumak],
zehr yimek gibi zararlıdır. Kötü din
adamlarının zararları, bulaşıcıdır.
Cem’iyyetleri bozar, milletleri parçalar. Geçmişde İslâm
devletlerinin başlarına
gelen felâketlere hep kötü din adamları sebeb oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan
bunlar sapdırdı. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Müslimânlar yetmişüç fırkaya bölünecek. Bunların yetmişikisi
Cehenneme gidecek. Yalnız bir fırkası Cehennemden kurtulacak!) buyurdu.
Doğru
yoldan ayrılan
bu yetmişiki sapık fırkanın reisleri,
hep kötü din adamları idi.
Câhil bir yobazın
zararının başkalarına bulaşması az
görülmüşdür. Câhil ve sapık
tekke şeyhleri de, kötü din adamlarıdır. Bunların da zararları başkalarına bulaşır).
Otuzüçüncü mektûbunda diyor ki, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Kıyâmet gününde, en
şiddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlânın kendi
ilminden, kendisini fâidelendirmediği âlimdir) buyurdu. Allahü teâlânın kıymet verdiği ve herşeyin
en şereflisi olan ilmi, mal, mevkı’ kapmağa ve başa geçmeğe vesîle edenlere, bu ilm zararlı olmaz mı? Hâlbuki,
dünyâya düşkün olmak, Allahü teâlânın hiç sevmediği birşeydir. O hâlde, Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun
sevmediği
yolda harc etmek, çok çirkin bir işdir. Onun kıymet verdiğini kötülemek,
sevmediğini
de kıymetlendirmek,
yükseltmek demekdir. Açıkçası, Allahü
teâlâya karşı durmak demekdir. Ders vermek, va’z etmek ve dînî yazı, kitâb,
mecmû’a çıkarmak,
ancak, Allah rızâsı için olduğu vakt ve
mevkı’,
mal ve şöhret kazanmak için olmadığı zemân fâideli olur. Böyle hâlis,
temiz düşünmenin alâmeti de, dünyâya düşkün olmamakdır. Bu belâya
düşmüş, dünyâyı
seven din adamları,
hakîkatda dünyâ adamlarıdır. Kötü
âlimler bunlardır. İnsanların en alçağı bunlardır. Din, îmân
hırsızları bunlardır. Hâlbuki
bunlar, kendilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır. Allahü teâlâ bunlar için, Sûre-i
Mücâdelenin onsekiz ve ondokuzuncu âyetlerinde meâlen, (Onlar, kendilerini müslimân sanıyor. Onlar son derece yalancıdır. Şeytân onlara musallat olmuşdur. Allahü
teâlâyı hâtırlamaz ve ismini ağızlarına almazlar. Şeytâna
uymuşlar, şeytân olmuşlardır. Biliniz ki,
şeytâna uyanlar ziyân etdi. Ebedî se’âdeti bırakıp sonsuz azâba atıldı) buyuruyor.
Büyüklerden biri şeytânı boş
oturuyor, insanları
aldat-
makla uğraşmıyor görüp, sebebini sorar. Şeytân cevâb olarak, (Zemânın din adamı geçinen,
kötü âlimleri, insanları
yoldan çıkarmakda,
bana o kadar yardım
ediyor ki, bu mühim işi yapmama lüzûm kalmıyor) demişdir. Doğrusu, zemânımızda islâmiyyetin
emrlerini yapmakdaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen
sözlerden, yazılardan
ve bu adamların
bozuk niyyetlerinden dolayıdır.
[Hakîkî din adamlarında
üç sıfat
bulunur: Akl sâhibi, ilm sâhibi, din sâhibi. Bu üç sıfatı da birlikde
taşıyan din adamına (Din âlimi) denir. Bir sıfatı noksân
olursa, onun sözüne güvenilmez. İlm sâhibi olmak için, akl ve nakl ilmlerinde
mütehassıs
olmak lâzımdır.]
Dünyâya gönül kapdırmıyan, mal,
mevkı’,
şöhret kazanmak, başa geçmek sevdâsında olmıyan din âlimleri, âhiret adamlarıdır.
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” vârisleri, vekîlleridir. Mahlûkların en iyisi
bunlardır. Kıyâmet günü,
bunların
mürekkebi, Allahü teâlâ için cânını veren şehîdlerin kanı ile dartılacak ve mürekkeb, dahâ ağır gelecekdir.
(Âlimlerin uykusu ibâdetdir) hadîs-i şerîfinde medh edilenler, bunlardır. Âhiretdeki
sonsuz ni’metlerin güzelliğini anlıyan, dünyânın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhiretin ebedî, dünyânın ise fânî,
geçip tükenici olduğunu
bilen onlardır.
Bunun için kalıcı olmayan,
çabuk değişen
ve biten şeylere bakmayıp,
bâkî olana, hiç bozulmıyan
ve bitmiyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhiretin
büyüklüğünü
anlıyabilmek,
Allahü teâlânın
sonsuz büyüklüğünü
görebilmekle olur. Âhiretin büyüklüğünü anlıyan da, dünyâya hiç kıymet vermez.
Çünki, dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyâya kıymet veren,
âhireti gücendirir. Dünyâyı beğenmiyen
de, âhirete kıymet
vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veyâ her ikisini aşağılamak olamaz.
İki zıd şey bir
araya getirilemez. [Ateş ile su bir arada bulundurulamaz.]
Tesavvuf büyüklerinden ba’zısı, kendilerini
ve dünyâyı
temâmen unutdukdan sonra, birçok sebebler, fâideler için, dünyâ adamı şeklinde
görünürler. Dünyâyı
seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki,
içlerinde hiç dünyâ sevgisi, arzûsu yokdur. Sûre-i
Nûrun otuzyedinci âyetinde meâlen bildirdiği gibi, (Bunların ticâretleri, alışverişleri, Allahü teâlâyı hâtırlamalarına hiç mâni’ olmaz). Dünyâya
bağlı görünürler.
Hâlbuki, hiç bağlılıkları yokdur. Hâce
Behâüddîn-i Nakşibend Buhârî “kuddise sirruh”[1]
buyuruyor ki, (Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir
tâcir, aşağı yu-
----------------------------
[1] Behâüddîn-i Buhârî,
791 [m. 1389] de vefât etdi.
karı,
ellibin altın değerinde alış-veriş yapıyordu. O
esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu).
3 - Yobazların üçüncü kısmı, elinde
üniversite diploması
bulunan, fen adamı
olarak ortaya çıkan (Fen yobazları)dır. Fen
yobazları,
gençlerin îmânlarını bozmak,
bunları
dinden, islâmiyyetden ayırmak
için, uydurdukları
şeyleri fen bilgisi, tıb
bilgisi, ilericilik olarak anlatır ve yazarlar. Din kitâbları bu fen
bilgilerine uymadığı için
yanlışdır, bu bozuk
kitâblara inanmak, bunların
gösterdiği
yolda yaşamak gericilikdir derler. Din yobazları, din bilgilerini değişdirdikleri
gibi, fen yobazları, fen
bilgilerini değişdirerek
İslâmiyyete
saldırmakdadırlar. İslâmiyyeti
iyi bilen ve üniversitede iyi yetişmiş olan akllı bir kimse, bunların sözlerinin
ilme, fenne uymadığını, fen ve din
câhili olduklarını hemen anlar
ise de, gençler, talebeler, bunların etiketlerine aldanarak, yalanlarına inanır, felâkete
sürüklenirler. Böylece islâm topluluğunu parçalarlar. Fen yobazları üzerinde, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında geniş
bilgi verilmişdir.
Yobazların yukarıda yazılı her üç kısmı da, islâm
memleketlerine ve tertemiz islâm dînine çok zararlı olmuş ve
olmakdadırlar.
İslâmiyyeti
içerden yıkmağa çalışan böyle
münâfıklar,
zındıklar şimdi de
vardır.
Allahü teâlâya şükrler olsun ki, eski güc ve kuvvetlerinden çok şey
kaybetmişlerdir. Bugün islâm âlemi, Allahü teâlânın emretdiği gibi fennin
bütün inceliklerini öğrenmeğe çalışmakda ve
ancak bu sâyede Batının fen ve
teknolojisine ulaşılacağını bilmekdedir.
Ne yazık ki,
Orta çağda
ilm ve fende en önde olan müslimânlar, islâmiyyete karşı olanların hîlelerine
aldandıklarından ve islâm
dîninin emrlerini ihmâl etdiklerinden,son zemânlarda bu husûslarda geri kalmışlardır.
Demek oluyor ki, islâm dîni her
husûsda kusûrsuz ve bugün içerisine girmekde olduğumuz yirmibirinci asrın şartlarına temâmen
uygun bir dindir. İlmi,
fenni ve adâleti emr eder, miskinliği men’ eder ve Avrupanın ancak
ondokuzuncu asrdan i’tibâren te’sîs etmeğe başladığı sosyal nizâmın kurucusu ve
koruyucusudur. Kitâbımızda, bu
husûsda geniş bilgi vermeğe,
yerimiz müsâid değildir.
Müslimân kardeşlerimiz ve müslimânlığı merak eden diğer din
sâlikleri, islâm dîni ile Sosyal Nizâm arasındaki münâsebetleri (Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbında bulacaklardır. Onlara bu kitâbı okumalarını tavsiye
ederiz.
Âlem içre mu’teber bir nesne yok devlet gibi,
olmaya devlet cihânda, bir nefes sıhhat gibi.