3 - İSLÂM DÎNİ: İslâm dîni, bütün hurâfelerden, efsânelerden temiz olan, yalancıları red eden, insanları günâhkâr değil, bil’aks Allahü teâlânın kulu olarak kabûl eden, onlara hayâtda çalışma ve iyi yaşama imkânını veren, beden ve rûh temizliğini emr eden bir dindir. İslâm dîninin esâsı, BİR olan Allahü teâlâ ile,

-104-

Onun Peygamberi, bizim gibi bir insan ve Allahü teâlânın sevgili kulu olan Muhammed aleyhisselâma inanmakdır. İslâm dîninde Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm”, (Ma’sûm) kusûrsuz bir insandır. Allahü teâlâ Onu kendi emrlerini insanlara bildirmek için seçmişdir. İslâm dîni, bütün Peygamberleri kabûl ve tasdîk eder “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bunların hepsini sever ve hurmet eder. Esâsen eski din kitâblarında ve hakîkî Tevrât ve İncîlde bir son Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” geleceği yazılıdır. Muhammed aleyhisselâm en son Peygamberdir ve Ondan sonra bir dahâ Peygamber gelmeyecekdir.

Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlânın Peygamberi olduğuna inanmak demek, Onun bildirdiği Kur’ân-ı kerîmde yazılı olan emrlerin ve yasakların hepsinin, Allahü teâlânın emrleri ve yasakları olduğuna inanmak, hepsini kabûl etmek, beğenmek demekdir. Böyle inanan kimse, bunlardan ba’zılarına uymazsa, îmânı bozulmaz. Müslimânlıkdan çıkmaz. Fekat, bunlardan birine bile uymadığına üzülmez ve bu hâli ile öğünürse, Peygambere inanmamış olur, îmânı bozulur, kâfir olur. Uygunsuz hareketinden dolayı Allahü teâlâya karşı boynu bükük, kalbi üzüntülü olursa, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır.

Aşağıda islâm dîninin esâslarından bahs olunacakdır. İslâmiyyetde dürlü âyinler, dinde reformlar, dürlü dürlü yortular yokdur. İslâm dîni, insanların dürüst ve nâmûslu yaşamalarını ve hayâtdan da zevk almalarını emr etmişdir. İbâdet için emr etdiği zemânlar kısadır. İbâdetde esâs, kalbini temâmiyle Allahü teâlâya bağlamakdır. İbâdet, bir âdet olarak değil, Allahü teâlânın huzûruna çıkıp, Ona can ve gönülden şükr etmek ve Ona yalvarmak için yapılmakdadır. Riyâ [gösteriş] olarak yapılan bir ibâdeti Allahü teâlâ kabûl etmez. Kur’ân-ı kerîmde de Mâ’ûn sûresinde meâlen, (Ey Resûlüm, kıyâmet gününü inkâr eden, yetîmi sertlik ve sitemle def’ edip hakkını gasb eden, fakîri doyurmayan ve başkalarını da fakîre iyilik yapmağa teşvîk etmeyen o kimseyi gördün mü? Nemâzlarını gaflet ile kılanlara ve riyâ, gösteriş yapanlara ve zekâtı [fakîrin hakkını] vermeyenlere şiddetli azâb vardır) buyurulmakdadır.

İslâm dîninin kitâbı, “KUR’ÂN-I KERÎM”dir. Kur’ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâma, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş ve kendisi tarafından Eshâbına teblîg olunmuşdur. Kur’ân-ı kerîm neşr olunurken büyük bir dikkat ile zapt edilmiş ve hiç bir kelimesi, hiç bir harfi değişmeden, bugüne kadar gelmişdir. Hiç bir semâvî kitâb, Kur’ân-ı kerîm kadar belîg değildir. Aradan on dört asr geçmiş olmasına rağmen, bugün de, o berraklığını, i’câz,

-105-

belâgat ve fesâhatını muhâfaza etmekdedir.

Dünyânın meşhûr edîblerinden olan Goethe (1749-1832), Kur’ân-ı kerîm hakkında (West-Östlicher Dîvân = Batı-Doğu Dîvânı) adlı eserinde şu sözü söylemişdir: (Kur’ânın içinde pek çok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zemân, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor. Fekat biraz sonra, bu kitâb bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda, büyük saygı ve hürmete götürüyor).

Goetheden başka birçok meşhûr fikr adamları da, Kur’ân-ı kerîme hayrân olmuşlardır. Birkaçını dahâ tanıtalım:

Prof. Edouard Monté: (Allahın birliğini en temiz, en yüksek, en kutsal ve inandırıcı ve başka hiç bir din kitâbının üstün gelemiyeceği bir dil ile anlatan kitâb, Kur’ân-ı kerîmdir) demekdedir.

Kur’ân-ı kerîmi Fransızcaya çeviren Dr. Maurice, (Kur’ân-ı kerîm insanlığa hediyye edilen din kitâblarının en güzelidir) demekdedir.

Gaston Karr, (İslâm dîninin kaynağı olan Kur’ânda, cihân medeniyyetinin dayandığı bütün temeller bulunmakdadır. O kadar ki, bugün bizim medeniyyetimizin Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği temel hükmler üzerine kurulduğunu kabûl etmemiz lâzımdır) demekdedir.

İslâm dîni, rûh ve beden temizliği esâsı üzerine kurulmuşdur. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini İslâmiyyet kendinde toplamışdır.

İslâm dînine girmiş olanlara, ya’nî müslimânlara farz olan, muhakkak yapılması gereken beş esâs vazîfe vardır: Bunlardan birincisi tek Allaha ve Onun Peygamberi ve kulu olan Muhammed aleyhisselâma inanmak, ikincisi nemâz kılmak, üçüncüsü Ramezân ayında oruc tutmak, dördüncüsü hacca gitmek, beşincisi zekât vermekdir.

Nemâz, günde beş def’a, vaktleri gelince, yapılan dînî vazîfedir. Nemâza başlamadan evvel abdest almak, ya’nî elini, yüzünü, kollarını yıkamak, başını mesh etmek ve ayaklarını yıkamak lâzımdır. Abdesti bozan sebebler olmadıkca, bir def’a abdest alarak birkaç kerre nemâz kılınabilir. Günde beş def’a bu vazîfenin yapılması, dünyâ işleri için çalışmağa mâni’ olmaz. Esâsen kısa süren nemâz câmi’e gitmeden her yerde yalnız kılınabildiği gibi, abdest tâzelemek için ayakkabı çıkarmadan abdest almayı mümkin kılan, mest üzerine (mesh) usûlü de vardır. Hattâ, su bulunmıyan yerlerde ve hastaların toprak ile (teyemmüm) ederek abdestli sayılmaları da mümkindir. Zarûrî hâllerde ve seyâhatde mal ve can tehlü-

-106-

kesi olunca, nemâzı kazâya bırakmak câiz olur. Fekat, bu nemâzları özr bitince, bir def’ada hemen kılmalı, ya’nî kazâ etmelidir.

Nemâz, adaleyi ve sinirleri kuvvetlendiren hareketler topluluğu olduğu gibi, kalbi ve ahlâkı temizlemekdedir.

Oruc, senede bir ay, ya’nî Ramezân ayında, yalnız gündüzleri orucu bozan şeylerden uzaklaşmak demekdir. Orucun, dünyâdaki fâidelerinden biri insanlara açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu öğretmekdir. Tok, hiç bir zemân açın hâlinden anlamaz ve ona merhamet etmez. Oruc, bundan başka, nefse hâkimiyyeti ta’lîm eder. Oruc tutma zemânı, arabî aya göre ta’yîn edildiğinden, her sene evvelki seneye göre takrîben on gün evvel başlar. Bu sebebden ba’zan yaza, ba’zan kışa isâbet eder. Yaz orucuna dayanamayan hasta kimseler, orucu kışın kazâ edebilecekleri gibi, oruc tutamayacak olan çok ihtiyâr kimseler, oruc mukabilinde (Fidye), ya’nî fakîrlere sadaka vererek bu borçlarını edâ edebilirler. Bunu da veremiyenleri Allahü teâlâ mes’ûl tutmaz.

İslâm dîninde, zor, işkence yokdur. Sıhhatini fedâ ederek, hastalanarak ibâdet etmeği Allahü teâlâ hiçbir zemân istememişdir. Allahü teâlâ, çok kerîm, gafûr ve rahîmdir. Tevbe edenleri afv edici ve merhametlidir.

Zekât, kazancı yerinde ve ihtiyâcından fazla malı (Nisâb) denilen mikdârı, sınırı aşan müslimânın elindeki toplu servetin yüzde ikibuçuğunu, ya’nî kırkda birini senede bir def’a muhtaç olan müslimânlara vermesi demekdir. Bu farz, varlıklı müslimânlar içindir. Kazancı ancak kendi geçimine kifâyet eden müslimânlar zekât vermez.

Hac ise, hiç bir borcu bulunmıyan ve seyâhatde iken âilesinin nafakasını onlara bırakabilen zengin müslimânların ömrlerinde bir kerre Mekke şehrine gidip Kâ’beyi ziyâret ve Arafât meydânında Allahü teâlâya düâ etmeleri demekdir. Hac, bu şartları hâiz olan müslimânlara farzdır. Mekkeye gidip gelmekde hayât tehlükesi, hasta olmak korkusu veyâ hacca gitmek isteyenin bedenen dayanamıyacağı müşkilât varsa, hacca gitmez. Yerine başkasını gönderir.

Bu ibâdetlerin teferruâtını, şartlarını ve doğru olarak nasıl edâ edileceklerini öğrenmek için, dört mezhebin, ayrı ayrı (ilmihâl) denilen kitâbları vardır. Her müslimânın, kendine kolay gelen bir mezhebi seçerek, ibâdetlerini bu mezhebin kitâblarından okuyup öğrenmesi lâzımdır.

İslâmın ibâdet kısmı Allahü teâlâ ile kul arasında kalır. Bu ibâdetde, ihmâl veyâ kusûru olanları ancak Allahü teâlâ afv eder ve

-107-

yâ cezâlandırır. Cezâlanacak olanlar, (Cehennem) denilen yerde, ateşde yakılarak azâb olunacaklardır.

Cehennemde kimler sonsuz kalacak? Nemâz kılmıyanlar mı? Günâh işliyenler mi? Hayır! Cehennemde, Allahü teâlânın düşmanları, sonsuz yanacakdır. Günâh işleyenler, Allahü teâlânın düşmanı değildir. Kabâhatli kullarıdır. Bunlar, yaramaz, suçlu çocuğa benzer. Yaramaz çocuğa, anası, babası düşman olur mu? Elbette olmaz. Yalnız onu biraz azarlar, fekat sevmekde devâm ederler.

Müslimânlar, başlıca altı şeye, ya’nî Allahü teâlâya, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, kitâblara, meleklere, hayr ve şerrin Allahdan geldiğine ve ölümden sonra tekrâr dirilme olacağına inanırlar. Bütün hak dinler de, bunlara inanmakdadır.

Yukarıda, ibâdetin Allahü teâlâ ve kul arasında kaldığını söyledik. Fekat başkasını aldatanlar, başkasının hakkını yiyenler, yalan söyliyenler, hîlekârlık yapanlar, zulm edenler, adâletsizlik yapanlar, riyâkârlar, anasına babasına ve büyüğüne itâ’at etmiyenler, âmirlerine, hükûmete isyân edenler, kısaca Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmiyen ve kendi nefsi için başkasının hakkını yiyen veyâ başkasını aldatanlar, hak sâhibleri ile halâllaşmadıkça afv edilmeyeceklerdir. Ya’nî, üzerinde kul veyâ hayvan hakkı bulunan kimseleri Allahü teâlâ afv etmez ve bunlar ibâdet etseler bile, Cehenneme girecekler, cezâlarını göreceklerdir.

Kul haklarından birisi, boşadığı kadına mehr parasını hemen ödemekdir. Ödemezse, dünyâda cezâsı ve âhiretde azâbı çok şiddetlidir. Kul haklarından en mühimmi ve azâbı en çok olanı, akrabâsına ve emri altında olanlara emr-i ma’rûf yapmamakdır. Bunlara islâm bilgilerini öğretmeği terk etmekdir. Onların ve bütün müslimânların dinlerini öğrenmelerine ve ibâdetlerini yapmalarına, işkence ederek veyâ aldatarak mâni’ olanın kâfir olduğu, islâm düşmanı olduğu anlaşılır. Dört mezhebden birinde olmıyan müslimâna (Bid’at sâhibi) denir. Bid’at sâhiblerinin, sözleri ile, yazıları ile, Ehl-i sünnet i’tikâdını değişdirmeleri, dîni, îmânı bozmaları, müslimânlar için büyük tehlükedir.

Bu gibi kimseler, dahâ dünyâda iken, pişmân olarak, o kulun hakkını ödeyip, önce kendini ona afv etdirmeli, sonra Allahü teâlânın merhametine sığınmalı, bir dahâ böyle kötü hareketde bulunmakdan çekinmeli, birçok iyilikler yaparak günâhlarını afv etdirmeğe çalışmalıdır. O zemân, Allahü teâlâ, onların kusûrlarını bağışlayacakdır.

Beşeriyyete hizmet düşüncesi ile çalışarak fâideli bilgiler ve

-108-

eserler bırakmış olanlar, başka dinden olsalar bile, ömrlerinin sonunda Allahü teâlânın hidâyetine nâil olmaları umulur. Eski müslimânlar, bu gibi insanlar için (gizli din tutar) derlerdi. Bu gibi hayr ve ihsân sâhiblerinden küfrü belli olmıyanların neye inanarak can verdiklerini biz bilmiyoruz. Yalnız, Allahü teâlânın kendilerine verdiği akl silâhını iyi kullanmışlarsa, hiçbir kimseye fenâlık etmeden, bütün insanların iyiliğini düşünerek, hizmet etmişlerse, bütün dinlerin esâslarını incelemişlerse, umulur ki, hidâyete ermişler, müslimân olmuşlardır.

Meselâ asrımızın meşhûr edîblerinden biri olan Bernard Shaw (1856-1950), yazılarından birinde, (Her asra hitâb edecek kudretde olan biricik din, İslâm dînidir. Ben, müslimânlığın, yarınki Avrupanın kabûl edeceği din olduğuna inanıyorum) demişdir ki, bu da onun kalben İslâmiyyeti kabûl etdiğini göstermekdedir.

Alman fikr adamı ve yazarı Emil Ludwig (1881-1948) bir eserinde şöyle yazmakdadır: (Mısrı ziyâret etmişdim. Bir akşam üstü Kızıldenizin kenârında yürüyordum. Birdenbire sessizlik içinde bir ezân sesi işitdim. Bütün vücûdüm Allah korkusu ile ürperdi. Birdenbire içimden derhâl suya atılıp müslimânlar gibi abdest almak, sonra onlar gibi secdeye kapanarak Allaha yalvarmak arzûsu geldi). Bu da, yazarın kalbinde geçici bile olsa, bir hidâyet nûrunun parladığını göstermez mi?

Kalbinde böyle bir hidâyet nûru hissetmiş olan Lord Hadley, (İslâmiyyetin sâde, fekat nûr içinde parlayan büyüklüğünü gördükden sonra, insan karanlık dehlizden, gün ışığına kavuşan bir kimse gibi oluyor) demiş ve İslâm dînini kabûl etmişdir. Eğer îmân etmeden ölenlerini Allahü teâlâ âhiretde cezâlandıracaksa da, insanlara yapdıkları iyilikleri sebebiyle cezâlarını hafîfletecekdir. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ Zilzâl sûresinin yedinci ve sekizinci âyetlerinde meâlen, (Kim zerre kadar iyilik yaparsa onun mükâfâtını görecek, kim zerre kadar kötülük yaparsa onun cezâsını görecekdir) buyurmakdadır. Müslimân, yapdığı iyiliklerin mükâfâtlarına, hem dünyâda, hem de âhiretde, kâfir ise, yalnız dünyâda kavuşacakdır. Kötülüklerin en kötüsü, kâfir olmakdır. İnsanlara iyilik etmek düşüncesi ile çalışarak, beşeriyyete fâideli keşfler veyâ işler yapmış, insanlara yardım için hayâtını, sıhhatini tehlükeye koyarak, en müşkil şartlar altında çalışmış olan bir kimse, müslimân olmayıp, kâfir olarak ölürse, iyilikleri onu küfrün cezâsından kurtaramaz. Fekat, Allahü teâlânın nezdinde her dürlü fenâlığı ve hîlekârlığı yapan, riyâ ile ibâdet eden münâfıkların cezâsı, muhakkak böyle kâfirlerin cezâlarından dahâ çok olacakdır. Bunların müslimân görünmeleri, kendilerini, kalblerindeki küfrün

-109-

karşılığı olan azâbdan kurtarmıyacakdır.

Osmânlı târîhinde, evvelce hıristiyan iken İslâm dînini kabûl eden ve İslâmiyyete büyük hizmetleri dokunan pek çok kumandan, ilm ve fen adamı vardır.

Bursalı İsmâ’îl Hakkı efendi “rahime-hullahü teâlâ” 1137 [m. 1725] yılında Bursada vefât etmişdir. On cild (Rûh-ul-beyân) Kur’ân-ı kerîm tefsîri, bütün dünyâdaki İslâm âlimlerinin “rahimehümullahü teâlâ” yanında çok kıymetlidir. Altıncı cüz’ün tefsîrini bitirdikden sonra diyor ki, (Zemânın allâmesi olan şeyhimin yanında, ba’zı hıristiyan ve yehûdîlerin, herkese merdce, cömertce davrandıkları, iyilik etdikleri söylendikde, böyle olmak, ebedî se’âdet sâhiblerinin alâmetidir. Böyle olanların îmâna ve tevhîde kavuşmaları, sonlarının felâh olması umulur, buyurdu). Tefsîr kitâbının bu yazısı, yukarıdaki sözümüzün senedlerinden biridir.

Şimdi, İslâm dînini tenkîd edenlere, onda kusûr arayanlara gelince, bu gibilerin en çok üzerinde durduğu husûslar şunlardır:

1- (İslâm dîni bir erkeğin dört kadınla evlenmesini kabûl etmekdedir. Bu, zemânımızdaki âile mefhûmu, âile bağlılığı ve sosyal nizâm ile hiç bir zemân bağdaşamaz) imiş.

Buna verilecek cevâb şudur: İslâm dîni bundan 14 asr evvel zuhûr etmişdir. Bu dînin doğduğu yer olan Arabistânda, o zemân kadınların hiç bir hakkı yokdu. Herkes istediği kadar kadın ile birlikde yaşar ve bunlara karşı hiç bir sorumluluk kabûl etmezdi. O zemânlarda kadının hiç bir kıymeti olmadığı şundan anlaşılır ki, pek çok âileler, doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Böyle bir yerde doğan İslâm dîni, bir adamın birlikde yaşayacağı kadın mikdârını, o zemâna göre, son derece sınırlamış, kadınlara hak tanımış, bir erkekden ayrılan kadının sefîl olmaması için, dahâ evlenmeden evvel, ilerde bir ayrılık zuhûr ederse ona ödenecek olan parayı ya’nî (Mehr) mikdârını tesbît etmişdir. Tenkîdcilerin iddi’â etdiği gibi, (Kadınları hor görmemiş), bil’aks onların haklarını korumuş ve mevkı’lerini yükseltmişdir. Bu bildirdiklerimiz, Harputlu İshak efendinin[1], protestan misyonerlerinin İslâm dînine karşı yaydıkları yalan ve iftirâlara karşı yazmış olduğu türkçe (Diyâ-ül-kulûb) kitâbında, üçyüzyirmidördüncü sahîfeden başlıyarak uzun bildirilmekdedir. Bu kitâb, (Cevâb Veremedi) ismi verilerek, Hakîkat Kitâbevi tarafından ayrıca basdırılmışdır.

Bugünkü hâle gelince, şunu iyi bilmelidir ki, İslâm dîni bir er-

----------------------------

[1] İshak efendi, 1309 [m. 1891] de vefât etdi.

-110-

keğin muhakkak dört kadınla evlenmesini emr etmemiş, buna ancak izn vermişdir. Ya’nî, birden fazla kadınla evlenmek, farz değildir, sünnet de değil ancak mubâhdır. Mehmed Zihni efendi “rahime-hullahü teâlâ” (Ni’met-i İslâm) kitâbında, Münâkehât kısmına başlarken diyor ki, (Kadını boşamak ve dörde kadar evlenmek, islâm dîninde vâcib değildir. Mendub da değildir. İhtiyâc olduğu zemân izn verilmişdir. Erkekler, birden fazla kadın almağa emr olunmadıkları gibi, kadınlar da bunu kabûl etmeğe mecbûr değildirler). Hükûmet mubâh olan birşeyi yasak ederse, bu şeyi yapmak mubâh olmakdan çıkar, harâm olur. Çünki müslimân, kanûna karşı gelmez, suç işlemez. Müslimân, kendine ve başkalarına zararı dokunmıyan insan demekdir. Ayrıca, bir erkeğin ikinci bir kadın alabilmesi için, bu husûsda birinci karısının hak ve hürriyyetini koruyan ekonomik ve sosyal şartlar vardır. Sonradan alacağı kadınların da, ayrıca hakları vardır. Bu şartları hâiz olmıyan ve kadınların haklarını yapamıyacak olanın birden fazla evlenmesini islâmiyyet yasak etmekdedir. Ayrıca, birinci kadının gönlünü hoş etmesi için ikinci kadınla evlenmekden vazgeçmesi de sevâbdır. Bundan başka, bir müslimânı, ya’nî birinci kadını incitmek harâmdır. Yirminci asrda milletleri saran geçim sıkıntısı içinde, çok erkek bu şartları hâiz değildir. Bunun için, şimdi böyle erkeklerin ikinci bir kadınla evlenmesinin câiz olmıyacağı âşikârdır. Örf ve âdete tâbi’ olan ahkâmın, zemâna göre değişebileceğini İslâm dîni kabûl eder ve bugün müslimânların tek zevcesi vardır.

Bu husûsda biraz da diğer memleketleri ve dinleri inceliyelim: Hıristiyanların ve yehûdîlerin kabûl etdikleri Tevrât ya’nî (Ahd-i atîk)de, Tekvînin otuz, Tesniyenin yirmibir ve İkinci Samuelin ikinci bâblarında birkaç kadınla evliliğe izn verilir. Dâvüd ve Süleymân Peygamberlerin “aleyhimesselâm” birçok zevcesi ve câriyeleri vardı. Doğu Roma İmperatörlerinin dâimâ birkaç karısı olduğu gibi, eski Alman imperatörlerinin, meselâ Friedrich Barbarossanın (1152-1190) üç, dört karısı vardı. Eskimolarda erkek, karısının iznini almak şartıyla ikinci bir eş alabilir. Amerikada 1830 yılında kurulan Mormon hıristiyan mezhebi, bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine izn vermekdedir. (Ancak şimdiki Amerikan kanûnları bunu yasaklamışdır.) Japonyada, bugün dahî bir erkek birkaç kadınla evlenebilir.

Demek oluyor ki, İslâm dînini, (Birkaç kadınla evlenmeğe müsâ’ade ediyor) diye ayblamak çok büyük haksızlıkdır. Çünki birçok memleketler ve dinler, birkaç kadınla evlenmeği kabûl et-

-111-

mişdir. Tanınmış yazar John Milton (1608-1674), (Gerek Ahd-i atîkde, gerek İncîllerde yasaklanmıyan bir şey neden utanılacak bir şey olsun veyâ nâmûsa aykırı sayılsın? Geçmiş Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” dâimâ birkaç hanımı vardı. O hâlde birkaç kadınla evlilik, zinâ değildir, kanûna ve kamu vicdânına uygundur) demekdedir.

Meşhûr yazar Montesqieu (1689-1735), (Sıcak memleketlerde kadınların çabuk gelişdiğini, fekat çabuk ihtiyârladığını göz önünde tutarsak, bu gibi memleketlerde yaşıyanların birkaç kadınla evlenmesi gâyet tabî’îdir) demekdedir. Şimdi, geçim şartları güçleşdiği için, müslimân memleketlerinde yukarıda bahs olunduğu gibi, birkaç kadınla evlenmek kalmamış gibidir.

2- (İslâm dîni, din uğruna öldürmeği, yakıp yıkmağı, memleketleri istîlâ etmeği ve ehâlîyi kılıçdan geçirmeği emr etmekde ve buna “Cihâd” adını vermekde) imiş.

Bu iddi’â da temâmiyle yanlışdır. İslâm dîninde mevcûd olan cihâdda esâs, memleketleri yıkmak, insan öldürmek değil, dîni yaymak ve aynı zemânda dîni korumakdır. Bu da, hiç bir zemân yakıp yıkma ile, zulm ile yapılmaz. İslâm dîni, kendisine tecâvüz, hücûm edenlere karşı korunmağı ve mücâdele etmeği emr etmekdedir. Hâlbuki hıristiyanlar, yukarıda uzun uzadıya anlatdığımız gibi, din uğruna en korkunç cinâyetleri yapmakdan çekinmemişler, kendilerine insâf ve merhamet telkîn eden Îsâ aleyhisselâmın sözleri ve nasîhatları hilâfına, her dürlü fenâlıkları ve vahşetleri yapmışlardır. Târîh, onların yapdıkları vahşetler ile doludur. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinde, islâm devletinin, kâfir memleketlerinde yapılan harb silâhlarını araşdırıp, öğrenip, bunların hepsini, sulh zemânında yapmalarını emr ediyor. [Bunları yapmıyan bir hükûmet, islâmiyyete uymamış olur. Düşmanların hücûmlarına cevâb veremeyip, milyonlarca müslimânın şehîd olmasına ve islâmiyyetin za’îflemesine sebeb olur.] Bir müslimân, hiç kimseye karşı hiçbir tecâvüzde bulunmaz. Kendisine veyâ dînine karşı bir saldırı olursa, ona tatlı dil ile nasîhat verir. Kabûl etmezse, mahkemeye haber verir. Mahkeme, adâlet ile cezâ verir. Mahkeme vâsıtası ile hakkına kavuşamazsa, evine, iş yerine çekilir. Tecâvüz edenler arasına karışmaz. Evine, iş yerine saldırılırsa, hicret eder. Ya’nî o şehri terkeder. Gidecek şehr bulamazsa, o memleketi terkeder. Gidecek islâm memleketi bulamazsa, insan haklarına riâyet eden bir kâfir memleketine hicret eder. Bir müslimân dili ile, eli ile kimseyi incitmez. Kimsenin malına, mülküne, ırzına ve nâmûsuna dokunmaz. Cihâd, Allahü teâlânın kullarına, Allahü teâlânın hak

-112-

olan dînini bildirmek demekdir. Bu da, Allahü teâlânın dîninin, Allahü teâlânın kullarına ulaşmasına mâni’ olan zâlim, sömürücü diktatörleri, kılınç kuvveti ile, zor kullanarak ortadan kaldırmakla yapılır. Önce nasîhat edilir. İslâmiyyeti kabûl etmeleri teklîf olunur. Kabûl etmezler ise; islâm hâkimiyyeti, ya’nî harac ve cizye vermeleri teklîf olunur. Bunu da kabûl etmezler ve karşı koyarlarsa, bu engeller ortadan kaldırılır. Zor ile, kuvvet ile olan cihâdı şahslar değil, İslâm devleti yapar. Kur’ân-ı kerîmde Bekara sûresinin ikiyüz elli altıncı âyetinde meâlen, (Dinde zorlama yokdur) buyurulmuşdur. Bir gayr-i müslim, zorla müslimân yapılmaz. Müslimânlar hiç bir zemân, hıristiyanların dâimâ yapdıkları gibi, zorla veyâ maddî kazançlar vâ’d ederek bir insanı müslimân yapmağa teşebbüs etmezler. Kim isterse, seve seve müslimân olur. Tatlı, yumuşak, mantıkî, akla uygun sözleri ile ve güzel ahlâk ve iyi hareketleri ile, onların seve seve müslimân olmalarına sebeb olurlar. Müslimân olmıyanlar, İslâm devletinin himâyesi altında, zimmî olarak yaşarlar. Müslimânların bütün hak ve hürriyyetlerine mâlik olarak, kendi dinlerinin îcâblarını serbestçe yaparlar. Bunlar (Diyâ-ül-kulûb) kitâbının ikiyüzdoksanüçüncü sahîfesinden başlıyarak anlatılmakdadır.

(Menâkıb-i cihâr yâr-ı güzîn) kitâbında, yetmişinci menkîbede diyor ki, (Bir ticâret kervanı gelip, gece Medînenin dışına kondu. Yorgunlukdan hemen uyudular. Halîfe Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdürrahmân bin Avfın “radıyallahü teâlâ anh” evine gelip, (Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fekat, bize sığınmışlar. Eşyâları çokdur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım) dedi. Sabâha kadar bekleyip, sabâh nemâzında mescide gitdiler. İçlerinden bir genç uyumamışdı. Arkalarından gitdi. Soruşdurup, kendilerine bekçilik eden şahsın halîfe Ömer “radıyallahü anh” olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına anlatdı. Roma ve Îran ordularını perişân eden, adâleti ile meşhûr, yüce halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyyetin hak din olduğunu anladılar ve seve seve müslimân oldular.)

Yine (Menâkıb) kitâbında diyor ki, (Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, şark cebhesi kumandanı olan Sa’d bin ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” Kûfe şehrinde bir köşk yapdırmak istedi. Arsaya bitişik bir mecûsînin evini satın almak îcâb etdi. Mecûsî satmak istemedi. Evine gidip hanımına danışdı. Bu da, onların Medînede bir Emîr-ül-mü’minînleri var. Ona gidip şikâyet et dedi. Medîneye gelip halîfenin serâyını aradı. Onun serâyı, köşkü

-113-

yok dediler. Kendisi şehr dışına çıkdı, dediler. Gidip aradı. Askerleri, muhâfızları göremedi. Toprak üstünde uyumuş birini gördü.Halîfe Ömeri gördün mü dedi. Hâlbuki bu zât, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” idi. Onu niçin arıyorsun dedi. Onun kumandanı, benim evimi zor ile satın almak istiyor. Onu kendisine şikâyet etmeğe geldim dedi. Ömer “radıyallahü anh”, mecûsî ile evine geldi. Kâğıd istedi. Evde kâğıd bulamadı. Bir kürek kemiği gördü. Bunu istedi. Kemik üzerine, (Bismillâhirrahmânirrahîm. Ey Sa’d, bu mecûsînin kalbini kırma! Yoksa, hemen yanıma gel!) yazdı. Mecûsî, kemiği alıp evine geldi. Boşuna yoruldum. Bu kemik parçasını kumandana verirsem, alay ediliyor sanıp, çok kızar dedi. Kadının isrâr etmesi üzerine Sa’da gitdi. Sa’d, askerleri arasında oturmuş, neş’e ile konuşuyordu. Sa’dın gözü, uzakda duran mecûsînin elindeki kemikdeki yazıya ilişdi. Emîrül-mü’minîn Ömerin “radıyallahü anh” yazısını tanıyıp ansızın rengi soldu. Bu ânî değişikliğe herkes şaşırdı. Sa’d, mecûsînin yanına gelip, her ne istersen yapayım. Aman beni Ömerin karşısına çıkarma! Zîrâ Onun cezâsına tâkat getiremem dedi. Mecûsî, kumandanın bu yalvarmasını görünce, hayretden aklı gitdi. Aklı başına gelince, hemen müslimân oldu. Seve seve nasıl müslimân oldun diyenlere, (Bunların Emîrlerini gördüm. Yamalı hırkasını örtünmüş, toprak üstünde uyuyordu. Büyük kumandanların bundan titrediklerini de gördüm. Bunların hak dinde olduklarını anladım. Benim gibi, ateşe tapan bir kimseye böyle adâlet yapılması, ancak hak olan dîne inananlarda olur dedi.))

Hindistânın (Nedvet-ül-ulemâ) meclisinin reîsi, meşhûr (el-İntikad) kitâbının yazarı, târîh profesörü Şiblî Nu’mânî 1332 [m. 1914] de ölmüşdür. Bunun urdu dilindeki (El-Fârûk) kitâbını serdâr Esedullah hânın annesi ve Afganistân pâdişâhı Nâdir şâhın kızkardeşi fârisîye terceme etmiş, Nâdir şâhın emri ile 1352 [m. 1933]de Lahor şehrinde basdırılmışdır. Yüzsekseninci sahîfesinde diyor ki, (Rum Kayseri Herakliyüsün büyük ordularını perîşan eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh zafer kazandığı her şehrde adamlarını bağırtarak, rumlara halîfe Ömerin “radıyallahü anhümâ” emrlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca da, (Ey rumlar! Allahü teâlânın yardımı ile ve halîfemiz Ömerin emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmıyacakdır. İslâmiyyetin adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecekdir. Dışardan gelen düşmana karşı, müslimânları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, müslimânlardan hayvan zekâtı

-114-

ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kerre cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmekdedir.) dedi. [Cizye mikdârı, fakîrlerden kırk, orta hallilerden seksen, zenginlerden yüzaltmış gram gümüş veyâ bu değerde mal yâhud tahıldır. Kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyârlardan ve din adamlarından cizye alınmaz.] Humus rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beyt-ül-mâl emîni Habib bin Müslime teslîm etdiler. Herakliyüsün, bütün memleketinden asker toplıyarak Antakyaya hücûma hâzırlandığı haber alınınca, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermükdeki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehrde me’murlar bağırtıp, (Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeğe, sizi korumağa, söz vermişdim. Buna karşılık, sizden cizye almışdım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emr üzerine, Herakliyüs ile gazâ edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bunun için hepiniz Beyt-ül-mâla gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsmleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır) dedi. Suriye şehrlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar, müslimânların bu adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imperatorlarından çekdikleri zulmlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yapdılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve seve müslimân oldu. Kendi arzûları ile, rum ordularına karşı İslâm askerine câsûsluk yapdılar. Ebû Ubeyde böylece, Herakliyüs ordularının her hareketini günü gününe haber alırdı. Büyük Yermük zaferinde bu rum câsûslarının büyük yardımı oldu. İslâm devletlerinin meydâna gelmesi, yayılması, asla, saldırmakla, öldürmekle olmadı. Bu devletleri ayakda tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi.)

Batının bâtıl i’tikâdlarını, moda ve ahlâksızlıklarını taklîd etmek medeniyyet değildir. Müslimân milletinin bünyesinde tahrîbât yapmakdır. Bu tahrîbâtı da, ancak İslâma düşman olanlar yapar. İslâm dîni, müslimânların tenbel, miskin oturmalarına asla izn vermez. Müslimânların her dürlü fen kollarında çalışarak ilerlemelerini, başka dinden olanların fende buldukları yenilikleri, onlardan öğrenmelerini, bunları kendilerinin de yapmalarını emr eder. Zirâat, ticâret, doktorluk, kimyâ ve harb sanâyiinde başkalarından ileride olmalarını emr eder. Müslimânlar, başka milletlerdeki fen vâsıtalarını araşdırır, öğrenir ve yapar. Fekat, onların bozuk dinlerini, kötü, çirkin huylarını, âdetlerini almaz, taklîd etmez.

-115-

Osmânlı Devletinde rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, sultân ikinci Mahmûd “rahime-hullahü teâlâ” zemânında, 1237 [m. 1821] de rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryus’un rus çarı Aleksandra yazdığı mektûbu açıklamakdadır. Mektûb ibret vericidir:

(Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünki Türkler, müslimân oldukları için çok sabrlı ve mukâvemetli insanlardır. Gayet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına [devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine] olan itâ’at duygularından gelmekdedir.

Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda yönetecek reîslere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ’atkârdırlar. Onların bütün meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ’at duyguları da geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden ileri gelmekdedir.

Türklerde evvelâ itâ’at duygusunu kırmak ve ma’nevî râbıtalarını [bağlarını] kesretmek [parçalamak], dînî metanetlerini [sağlamlığını] za’fa uğratmak [zayıflatmak] îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an’anât-i milliyye [millî geleneklerine] ve müslimânlığa uymıyan hâricî fikrler ve hareketlere alışdırmakdır.

Müslimânlıkları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkin olabilecekdir. Bu sebeble, Osmânlı Devletini tasfiye için, mücerret olarak harb meydânındaki zaferler kâfî değildir. Hattâ, sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vakârını tahrik edeceğinden, kendilerini anlamalarına sebeb olabilir.

Yapılacak olan, Türklere birşey hissetdirmeden, bünyelerindeki dînî tahrîbi temâmlamakdır.)

Bu mektûb ders kitâblarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektûbda ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi, Türkleri yabancı fikr ve âdetlere alışdırmakdır. Bu hedefe batının inanç, moda ve ahlâksızlıklarını taklîde alışdırmakla ulaşılır. Bunun için, Mustafâ Reşîd pâşa, mason olunca, Londradaki müstemlekeler nezâretinden aldığı emre uyarak, ba’zı vilâyetlerimizde, fransızca ve ingilizce kolejler açdı. Buralara mason öğretmenler getirdi. İslâmın büyük düşmanı olan nefs-i emmârenin istediği şeylere ilericilik denildi. İslâmiyyetin yasak etdiği bu kötü şeyler hüner sayıl-

-116-

dı. Bu kolejlerde yetişen ilericiler, yüksek makâmlara getirildi. İkinci Abdülhamîd hân, masonların bu hâin siyâsetlerini anlıyarak, bunları iş başından ve basından uzaklaşdırdı ise de, müstemlekeler nezâretinin yetişdirip, gönderdiği binlerce câsûsun, bol para ve yalanlarla aldatdıkları ilericilerden meydâna gelen dâhilî düşmanların gazete ve radyolarla yapdıkları hücûmlar ve ingiliz ordusunun modern silâhlarla yapdıkları hücûmlar karşısında âciz kaldı. (Allahü teâlâ, rahmet ve magfiret eylesin! Âmîn.)

Batının ilm, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zâten İslâmiyyet bunu emr eder.

Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilm adamlarından Lord Davenport, yirminci asr başlarında Londrada basdırdığı (Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerîm) adındaki İngilizce kitâbında diyor ki:

(Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslimânlığın az zemânda sür’atle yayılmasına sebeb olmuşdur. Müslimânlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâimâ afv ile karşılamışlardır. Juryo diyor ki, müslimânların hıristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların mü’minlere revâ gördüğü muâmele, aslâ birbirlerine benzetilemez. Meselâ 980 [m. 1572] senesi Ağustosun yirmidördüncü günü, ya’nî Saint Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerinanın emri ile Pâris ve civârında altmışbin protestan öldürüldü. [Sent Bartelemi, oniki havârîden biri olup, mîlâdî (71) senesi, Ağustos ayında hıristiyanlığı neşr ederken, Erzurumda öldürülmüşdür.] Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan kanları, müslimânların harb meydânlarında dökdükleri hıristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, islâmiyyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin, hiç bir vesîkası yokdur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslimânların gayr-i müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sabîninki kadar yumuşak olmuşdur.

Chatfeld diyor ki: (Arablar, Türkler ve başka müslimânlar, hıristiyanlara karşı batılı milletlerin, ya’nî hıristiyanların müslimânlara karşı uyguladıkları fenâ mu’amele ve gaddarlığın aynını yapmış olsalardı, bugün doğuda tek hıristiyan kalmazdı).

İslâmiyyet, başka dinlerin hurâfe ve şübheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş, aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuş bir dindir.

Milton der ki, (Kostantin kiliseyi zenginleşdirince, papazlar

-117-

makam ve servet hırslarını artırdılar. Bunun cezâsını, parça parça olan hıristiyanlık çekdi).

İslâmiyyet, ilahlara insan kanı dökmek fâci’a ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyiliği emr etdi. Sosyal adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan dünyâya kolayca yayıldı. [İslâm cihâdı da bu demekdir.]

İlm dâvâsına müslimânlar kadar bağlı ve saygılı hiç bir millet gelmemişdir denilebilir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın pek çok hadîsleri, samîmî bir ilm teşvîkçisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyyet, ilme maldan dahâ çok kıymet vermişdir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, dâimâ ilm öğrenmeği ve yaymağı emr etmiş, Eshâbı da, bu yolda çalışmışlardır.

Bugünkü fen ve medeniyyetin, eski ve yeni eserlerin ve edebiyyâtın koruyucuları, Emevîler, Abbasîler, Gaznelîler ve Osmânlılar zemânındaki müslimânlar olmuşdur). Davenportun yazısı temâm oldu.

Buraya kadar ba’zı parçalarını yazdığımız Davenportun İngilizce kitâbı, misyonerler tarafından piyasadan toplanarak, yok edilmek istenmişdir. Hindli Rahmetullah efendinin “rahime-hullahü teâlâ”[1] (İzhâr-ülhak) kitâbının ikinci cildinde, (İslâmda cihâd)ın ne olduğu uzun yazılıdır.

3- (İslâm dîninde Kur’ân-ı kerîm, aynı zemânda kanûn hüviyyetindedir. Kur’ân-ı kerîmde, hırsızlık yapanların elinin kesilmesi gibi çok şiddetli, bugün için zâlimâne olarak kabûl edilecek ba’zı hükmler var) imiş.

Bu iddi’â da yanlışdır. Kur’ân-ı kerîmde hırsızlık yapanların elinin kesilmesi emri vardır. Fekat burada hırsızdan maksad, büyük bir vahşet ile evlere saldıran ve mal yağma eden kimselerdir. Bunlar yakalandıkları zemân ellerinin kesilmesini, Kur’ân-ı kerîm emr etmişdir. Fekat, bu cezâyı tatbîk edebilmek için çeşidli şartlar vardır. Bu şartlar bulunmıyan hırsızın eli kesilmez. Halîfe Alî “radıyallahü anh”, kıtlık zemânında yiyecek çalan kimselerin elinin kesilmemesini emr etmişdi. Bugün bu cezâ İslâm devleti ismini taşıyan ba’zı memleketlerde yanlış tatbîk olunuyorsa, burada kusûr islâm dîninde değil, bunu yanlış tatbîk edenlerdedir. İslâm dîninin esâslarını doğru tatbîk eden hakîkî müslimân devletlerde tatbîk edilmemişdir. Çünki, islâm devletlerinde bu cezâyı tatbîk edecek vak’a zuhûr etmemişdir. Bunun da sebebi, Kur’ân-ı

----------------------------

[1] Rahmetullah efendi, 1306 [m. 1889] da Mekkede vefât etdi.

-118-

kerîmde, bu suçları işleyenler için bildirilmiş olan, ağır cezâlardır. İslâm devletlerinde had cezâlarını hâkimler dahî afv edemez. Had cezâsını îcâb eden suç işleyenlere, cezâları herkesin gözü önünde tatbîk edilir. Bu ağır cezâlara çarpdırılmak korkusundan, kimse bu suçları işlemez, işleyemez.

Şimdi birâz da hıristiyanların ellerindeki (Kitâb-ı mukaddes)i karışdıralım:

Matta İncîlinin 18. bâbının sekizinci âyetinde şöyle yazılıdır: (Îsâ dedi ki, Elin ve ayağın seni sürçtürürse, onu kes, kendinden at. Sana, topal veyâ çolak olarak hayâta girmek, iki el ve ayağın olarak ebedî ateşe atılmakdan dahâ iyidir.)

Tevrâtın (Hurûc) kitâbının 31. ci bâbının ondördüncü âyetinde, (rabbe mukaddes olan Cumartesi günü her kim iş işlerse, katl olunacakdır) denilmekdedir.

Demek oluyor ki, büyük günâh işleyenlerin elinin ve ayağının kesilmesinin uygun olduğu, Tevrât ve İncîlde yazılıdır.

Doktorun verdiği ilâc hastaya acı gelebilir. Onu fâidesiz, hattâ zararlı zannedebilir. Fekat, tabîbin ilmine güvenip de, ilâcı kullanınca, şifâ bulur. Kalb, rûh ve beden hastalıklarının mutlak tabîbi olan Allahü teâlâ da, hırsızlık hastalığına en te’sîrli ilâç olarak, hırsızın elinin kesilmesini emr eyledi. Her müslimân bu emri bilince ve birkaç hırsızın elinin kesildiği işitilince, korkudan kimsede hırsızlık huyu kalmaz. Hırsızlık hastalığı yok olur. İnsanlar malının çalınması üzüntüsünden ve çeşidli zararlardan kurtulur.

Kimsenin eli de kesilmez olur.

4-(İslâm dîni, insandan irâde kuvvetini almakda, her şeyi (Kader)e, (Kısmet)e bağlıyarak, insanları hiç bir şey yapmaz, tenbel ve âtıl bırakmakda) imiş.

Bu da, temâmiyle yanlış bir iddi’âdır. İslâm dîni insanlara dâimâ, çalışmak, aklını doğru kullanmak, her dürlü yeniliği öğrenmek, muvaffak olmak için her dürlü meşrû çâreye başvurmak ve hiç bir zemân yorulmamak ve usanmamak husûslarını emr etmekdedir. Allahü teâlâ, kullarından kendi işlerine, kâbiliyyetlerine göre karâr vermelerini ve bu işleri ona göre yapmalarını emr etmekdedir.

Kısmet kelimesinin ma’nâsı büsbütün başkadır. Bir müslimân ancak her hangi bir işde aklını kullandığı, her çâreye başvurduğu ve son derecede çalışdığı hâlde, bir başarıya ulaşamazsa, me’yûs olmamalı ve bu sonucun, Allahü teâlânın kendisi için münâsib gördüğü bir husûs olduğunu kabûl ederek, kısmetine râzı olmalı-

-119-

dır. Yoksa hiç bir şey yapmadan, çalışmadan, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip ve ağzını havaya açarak kısmetini beklemek, islâmiyyetde yokdur. Böyle yapmak büyük günâhdır. Allahü teâlâ Necm sûresinin otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (İnsana [âhiretde] ancak dünyâda çalışarak [ihlâs ile] yapdığı işler fâide verir) buyurmuşdur. Aşağıda, islâm dîninde ilm ve fenden bahs ederken müslimânların öğrenmeğe ve çalışmağa ne kadar ehemmiyyet verdiklerini göreceğiz.

İnsanlar, ba’zan her şeye başvurdukları ve çok çalışdıkları hâlde, istediklerine nâil olamazlar. İşte o zemân, bu işde kendi ellerinde olmıyan bir kudret bulunduğunu ve bu kudretin insanların yaşamaları ve muvaffakiyetleri üzerinde müessir olduğunu ve onlara yön verdiğini kabûl ederler. İşte kısmet budur. Kısmet aynı zemânda büyük bir tesellî kaynağıdır. (Ben vazîfemi yapdım, fekat ne yapayım ki kısmetim bu imiş) diyen bir müslimân, bir işde başarısız olsa bile, ümmîdsizliğe kapılmaz ve büyük bir iç huzûru ile çalışmağa devâm eder. İnşirâh sûresinin beşinci âyeti ve devâmında meâlen, (Güçlükle berâber şübhesiz bir kolaylık vardır. Evet muhakkak güçlükle berâber bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine giriş ve hâcetini yalnız Rabbinden iste) buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı muvaffakıyyetsizlikden ümmîdsizliğe düşmeyip çalışmağa devâm etmenin lâzım olduğudur. Hâlbuki, yalnız maddî husûslara ehemmiyyet veren başka bir din sâliki veyâ hiç bir dîne inanmıyan kimse, böyle bir vaziyyet karşısında ümmîdini, cesâretini, çalışma azmini kaybeder ve bir dahâ çalışamaz hâle gelir. İkinci Cihân Harbinden sonra, bütün dünyâ (Kısmet)e inanmağa başlamışdır. Birçok Avrupa ve Amerika neşriyyatında, (Müslimânların kısmet dedikleri şey, meğerse ne kadar doğru imiş. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, hâdiseleri değişdirmek imkânı yokdur) denilmekdedir. Bir felâket karşısında kalan, sevdiklerini, malını, mülkünü kaybeden bir kimse, ancak kadere, kısmete inanarak ve Allahü teâlâya (Tevekkül) ederek tesellî bulabilir ve yeniden hayâta döner. Tevekkül, en büyük tesellî kaynağıdır. Ama yine tekrâr edelim ki, tevekkül etmeden evvel islâmiyyetin emrlerine uymak, aklını tam kullanmak, bütün çârelere başvurarak her derdin devâsını aramak şartdır.

5 - (İslâm dîni, fâizi men’ etmekde ve böylece dünyâda bugün kurulmuş olan ekonomik sistemin aleyhinde bulunmakda) imiş.

Bu da, temâmen yanlış bir iddi’âdır. İslâm dîni, kazancı değil, ödünç vermeği değil, tefeciliği, ödünç verilenleri sömürmeği men’

-120-

eder. Yoksa sırf ticârî maksadlarla ve dürüst yoldan elde edilen bir kazanç, İslâm dîninin men’ etdiği değil, bil’aks takdîr ve teşvîk etdiği bir kazançdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ tüccârı sever, tüccâr Onun sevgilisidir) buyurmuşdur ve kendisi de ticâret yapmışdır. Kendi başına iş yapamıyan bir kimsenin parasını bir arkadaşına veyâ bir şirkete emânet ederek, elde etdiği kazanca ortak olması, İslâm ticâret ahkâmında önemli yer almakdadır. Bir kimsenin fâizsiz ticârî işler yaparak para kazanan bir bankanın kazancından aldığı hisse, temâmiyle halâldir. Fâizsiz çalışan bankalar ve bunların fâideleri, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbımızda uzun yazılıdır. İslâmın men’ etdiği fâizin, Tevrâtda da harâm edilmiş olduğu, Mâide sûresinde bildirilmekdedir. Nitekim, Tevrâtın Tesniye kısmının yirmiüçüncü bâbı, ondokuzuncu ve yirminci âyetlerinde, (Din kardeşine hiçbirşeyi fâiz ile verme! Ecnebîye fâiz ile verebilirsin) yazılıdır.

6 - (İslâm dîni ilme ve fenne düşman) imiş.

İslâmiyyete ilm ile nasıl karşı durulabilir? İslâmiyyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’ân-ı kerîmin birçok yeri, ilmi emr etmekde, ilm adamlarını övmekdedir. Meselâ Zümer sûresinin dokuzuncu âyetinde, Allahü teâlâ meâlen (Bilen ile bilmeyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyurmakdadır.

Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ilmi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çokdur ve meşhûrdur ki, gayr-i müslimler dahî bunları bilmekdedir. Meselâ, (İhyâ-ül-ulûm) ve (Mevdû’ât-ül-ulûm) kitâblarında, ilmin fazîleti anlatılırken, (İlm, Çinde de olsa alınız) hadîs-i şerîfi yazılıdır. Bu dünyânın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilm öğreniniz, demekdir. Bir hadîs-i şerîfde de, (Beşikden mezâra kadar ilm öğreniniz, çalışınız) buyuruldu. Bu emre göre, bir ayağı mezârda olan seksenlik ihtiyârın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi ibâdetdir. Bir def’a da, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yarın ölecekmiş gibi âhirete ve hiç ölmiyecekmiş gibi dünyâ işlerine çalışınız) buyurdu. Bir def’a da, (Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetden dahâ iyidir) buyurdu. Bir kerre de, (Şeytânın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden korkmasından dahâ çokdur) buyurdu. İslâm dîninde kadın kocasının izni olmadan nâfile hacca gidemez. Sefere, müsâfirliğe gidemez. Fekat kocası öğretmezse ve izn vermezse, ondan iznsiz, ilm öğrenmeğe gidebilir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevdiği, büyük ibâdet olan hacca iznsiz gitmesi günâh olduğu hâlde, ilm öğrenmeğe iznsiz gitmesi günâh olmuyor. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve-

-121-

sellem” bize bildiriyor ve (Nerede ilm varsa, orada müslimânlık vardır. Nerede ilm yoksa, orada kâfirlik vardır!) buyuruyor. Burada da ilmi emr etmekdedir. Her müslimânın, önce din, sonra dünyâ bilgilerini öğrenmesi lâzımdır.

İslâmiyyetin fenne düşman olduğu da, iddi’â edilemez. Fen, (Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak) demekdir ki, bu üçünü de, Kur’ân-ı kerîm emr etmekdedir. Fen bilgilerine, san’ata ve en modern harb silâhlarını yapmağa uğraşmak, farz-ı kifâyedir. Düşmanlardan dahâ çok çalışmamızı dînimiz emr etmekdedir. Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” fenni emr eden pek canlı sözlerinden birkaçı, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbının birinci kısm, yirmidördüncü sahîfesinde yazılıdır. İslâmiyyet, fenni, tecribeyi, müsbet çalışmayı emr eden dinamik bir dindir.

Avrupalılar, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslâm kitâblarından aldılar. Avrupalılar, dünyâyı tepsi gibi düz, etrâfı dıvar çevrili zannederken, müslimânlar dünyânın yuvarlak olup, kendi etrâfında döndüğünü biliyorlardı. Hattâ Mûsul civârındaki Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçerek bugünkü gibi buldular. (Şerh-i mevâkıf) ve (Ma’rifetnâme) kitâbları, bunları uzun olarak yazmakdadır. 581 [m. 1185] yılında vefât eden Nûrüddîn Batrûcî, Endülüs İslâm Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayât) kitâbında, bugünkü astronomiyi yazmakdadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyânın döndüğünü müslimân kitâblarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile yukarıda da bildirdiğimiz gibi, papazlar tarafından muhâkeme edilip, habsolundu. Eski islâm medreselerinde ayrıca fen dersleri vardı. Endülüs medreseleri bu husûsda bütün dünyâya rehber olmuşdu.

Hastalıkların mikroblardan geldiğini ilk bulan, İslâm medeniyyetinin yetişdirdiği İbni Sînâdır[1]. Bundan 900 sene evvel (Her hastalığı yapan bir kurtdur. Yazık ki bunları görecek bir âletimiz yokdur) demişdir.

Büyük islâm hekimlerinden Ebûbekr Râzî “rahime-hullahü teâlâ” (854-952), ilk def’a olarak o zemâna kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar olduğunu bulmuşdur. Bu islâm hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitâbı olarak bütün dünyâ üniversitelerinde okutulmakda idi. Batıda akl hastaları (şeytân tarafından tutulmuş kimseler) olarak canlı

----------------------------

[1] İbni Sînâ Hüseyn, 428 [m. 1037] de Hemedanda vefât etdi.

-122-

canlı yakılırken, doğuda müslimân memleketlerinde bunların tedâvîsi için özel hastahâneler kurulmuşdu.

Bugün, aklı başında olan herkes, maddî ilm ile fennin evvelâ müslimânlar tarafından kurulduğunu kabûl etmekdedir. Batılı ilm adamları da, bunu tasdîk etmekdedirler. İslâm ülkelerine sızarak ve müslimân görünerek, sözlerini dinletmek imkânını bulan ba’zı islâm düşmanları, fennin yeni buluş ve imkânlarını, yapdıkları yeni silâhları anlatıp (Bunlar gâvur îcâdıdır, bunları kullananlar kâfir olur) diyerek, câhilleri aldatdılar. Allahü teâlânın (her şeyi öğreniniz!) emrini unutdurdular. Bu hâl, müslimânların ilmde ve fende geri kalma sebeblerinden biri oldu. Batı, yeni âlet ve silâhlarla üstünlük kazandı. İslâm düşmanları, bir tarafdan müslimânları, böyle, aldatdılar. Diğer tarafdan da, müslimânlar fenni beğenmiyor, maddî ilmleri istemiyorlar, müslimânlık gericilikdir, yobazlıkdır diyerek, gençleri islâmiyyetden ayırmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışdılar.

Matba’acılığın Osmânlı idâresi altında bulunan islâm memleketlerine Avrupadan ancak 200 sene sonra gelmesini, (islâm dîni matba’a ile kitâb basmayı men’ eder) tarzında îzâh etmeye kalkanlar temâmiyle yanılmakdadırlar. Matba’acılığın Türkiyeye gelmesinin gecikmesine, kitâblar basılırsa işsiz kalacaklarından korkan kitâb müstensihleri, ya’nî para karşılığında kitâb yazanlar sebeb olmuşdur. Bunlar, matba’anın Türkiyeye gelmemesi için dürlü propagandalar yapmışlar, divitlerini bir tabuta koyarak, Bâb-ı Âliye kadar yürümüşlerdir. Hattâ -aşağıda kendilerinden bahs edeceğimiz - “yobazlardan” fâidelenerek bunların ötede beride (Matba’acılık islâmiyyete aykırıdır) tarzında konuşmalarını sağlamışlardır. Hâlbuki bu kimselerin islâmiyyeti şahsî menfe’atlerine âlet etmek istediklerini gören Osmânlı Pâdişâhı, sultân üçüncü Ahmed Hân[1], sadrazamı Dâmâd İbrâhîm Pâşanın da yardımı ile, bu işi kökünden halletmek için, islâm dîninin en büyük reîsi olan Şeyh-ül-islâmdan matba’acılık hakkında bir fetvâ taleb etmişdir. O zemânki Şeyh-ül-islâm Abdüllah Efendi tarafından verilen fetvâ, (Behcet-ül-fetâvâ) fetvâ kitâbının ikiyüzaltmışikinci sahîfesinde şöyle yazılıdır:

(İlm, fen ve ahlâk kitâblarını, matba’ada kalıba alarak, az zemânda ve kolaylıkla çok kitâb basmak, fâideli kitâbların ucuz elde edilmelerine ve her yere yayılmalarına sebeb olacağı için, matba’a yapılmasının câiz ve güzel olduğunu bildirir fetvâ verildi).

----------------------------

[1] Ahmed hân, 1149 [m. 1736] da vefât etdi.

-123-

Bu fetvâ, matba’acılık hakkında çıkarılan (islâmiyyete aykırıdır) iddi’âsının ne kadar yanlış olduğunu göstermeğe yeter. Yukarıda kullandığımız (Yobaz) kelimesi, kaba, câhil, bozuk ve sapık düşüncelerini ve siyâsî kanâ’atlarını din bilgisi olarak ileri süren kimse demekdir. Bozuk düşüncelerini, yanlış kanâ’atlarını kabûl etdirmek için, din bilgilerini yanlış söyler. Bunlardan ba’zıları, taşıdıkları etiketlerinden, sığındıkları kanûn maddelerinden, çoğu da müslimânların îmânlarını istismâr etmekden güç alırlar. Büyük halk topluluklarını arkalarına takarak ihtilâl çıkarmağa, bölücülüğe, kardeş kavgasına sebeb olurlar. Yobazların en zararlısı ve en tehlükelisi, mal, para, makâm elde etmek için yabancı ideolojilerin, dinde reformcuların ve mezhebsizlerin propagandalarını yaparak, milletin îmânını, ahlâkını bozan, satılmış, din ve fen ve siyâset yobazlarıdır. Yobazları üçe ayırabiliriz:

1 - Din ve dünyâ bilgilerinden mahrûm olan, fekat kendilerini ilm adamı, akllı sanan (Câhil yobazlar)dır. Bunlar, bölücülük yapdıkları gibi, din düşmanlarına çabuk aldanıp, zararlı yollara kolayca sürüklenebilirler, Osmânlı târîhini kana boyayan Patrona Halil, Kabakçı Mustafâ, mehdî olduğunu iddi’â eden kızılbaş Celâlî gibi kimseler bu kısm yobazlardandır.

2 - Yobazların ikinci kısmı, (Din yobazları)dır. Bunlar kötü din adamlarıdır. İlmleri biraz varsa da, sinsi maksadlarına, mala ve mevkı’e kavuşmak için, bilmediklerini veyâ bildiklerinin tersini söylerler ve yaparlar. İslâmiyyetin dışına çıkarlar. Kötülük yapmakda, dîni yıkmakda, câhillere nümûne olur, rehberlik ederler. İslâm dîninde büyük yaralar açan Abdüllah bin Sebe’ ve Ebû Müslim Horâsânî ve Hasen Sabbah ve Samavne kadısı oğlu şeyh Bedreddîn ve Osmânlı padişâhlarının şehîd edilmelerine fetvâ veren din adamları ve vehhâbîlik fitnesini ortaya çıkaran Necdli Abdülvehhab oğlu Muhammed ve Mısrdaki mason locası başkanı Cemaleddîn-i Efgânî[1] ve Kâhire müftîsi mason Muhammed Abduh ile çömezi Reşid Rızâ ve Mısrlı Hasen el-Bennâ ile Seyyid Kutb ve İstanbulda islâmiyyete saldıranlardan doktor Abdüllah Cevdet ve Hindistânda İngilizlerin islâmiyyete hücûmlarına vâsıta olan münâfık Ahmed Kâdıyânî ve Pâkistanlı Ebülâlâ Mevdûdî ve benzerleri, yeni türeyen reformcular ve mezhebsizler ve din adamı şekline girerek, Osmânlı Devletinin yıkılmasına çalışan meşhûr ingiliz câsûsu Lavrens hep bu kısmdaki yobazlardandır. Bunlar, müslimânların din duygularını, îmânlarını sömürerek,

----------------------------

[1] Cemâlüddîn Efgânî, 1314 [m. 1897] de öldü.

-124-

İslâm dînini içerden yıkmağa çalışmışlardır.

Büyük İslâm âlimi imâm-ı Ahmed Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”, (Mektûbât) kitâbının kırkyedinci mektûbunda,kötü din adamlarından acı acı şöyle şikâyet etmekdedir: (Dünyâlık peşinde olan din adamlarının sözlerini dinlemek, [kitâblarını okumak], zehr yimek gibi zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları, bulaşıcıdır. Cem’iyyetleri bozar, milletleri parçalar. Geçmişde İslâm devletlerinin başlarına gelen felâketlere hep kötü din adamları sebeb oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan bunlar sapdırdı. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Müslimânlar yetmişüç fırkaya bölünecek. Bunların yetmişikisi Cehenneme gidecek. Yalnız bir fırkası Cehennemden kurtulacak!) buyurdu. Doğru yoldan ayrılan bu yetmişiki sapık fırkanın reisleri, hep kötü din adamları idi. Câhil bir yobazın zararının başkalarına bulaşması az görülmüşdür. Câhil ve sapık tekke şeyhleri de, kötü din adamlarıdır. Bunların da zararları başkalarına bulaşır).

Otuzüçüncü mektûbunda diyor ki, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Kıyâmet gününde, en şiddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlânın kendi ilminden, kendisini fâidelendirmediği âlimdir) buyurdu. Allahü teâlânın kıymet verdiği ve herşeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevkı’ kapmağa ve başa geçmeğe vesîle edenlere, bu ilm zararlı olmaz mı? Hâlbuki, dünyâya düşkün olmak, Allahü teâlânın hiç sevmediği birşeydir. O hâlde, Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harc etmek, çok çirkin bir işdir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediğini de kıymetlendirmek, yükseltmek demekdir. Açıkçası, Allahü teâlâya karşı durmak demekdir. Ders vermek, va’z etmek ve dînî yazı, kitâb, mecmû’a çıkarmak, ancak, Allah rızâsı için olduğu vakt ve mevkı’, mal ve şöhret kazanmak için olmadığı zemân fâideli olur. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de, dünyâya düşkün olmamakdır. Bu belâya düşmüş, dünyâyı seven din adamları, hakîkatda dünyâ adamlarıdır. Kötü âlimler bunlardır. İnsanların en alçağı bunlardır. Din, îmân hırsızları bunlardır. Hâlbuki bunlar, kendilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır. Allahü teâlâ bunlar için, Sûre-i Mücâdelenin onsekiz ve ondokuzuncu âyetlerinde meâlen, (Onlar, kendilerini müslimân sanıyor. Onlar son derece yalancıdır. Şeytân onlara musallat olmuşdur. Allahü teâlâyı hâtırlamaz ve ismini ağızlarına almazlar. Şeytâna uymuşlar, şeytân olmuşlardır. Biliniz ki, şeytâna uyanlar ziyân etdi. Ebedî se’âdeti bırakıp sonsuz azâba atıldı) buyuruyor. Büyüklerden biri şeytânı boş oturuyor, insanları aldat-

-125-

makla uğraşmıyor görüp, sebebini sorar. Şeytân cevâb olarak, (Zemânın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakda, bana o kadar yardım ediyor ki, bu mühim işi yapmama lüzûm kalmıyor) demişdir. Doğrusu, zemânımızda islâmiyyetin emrlerini yapmakdaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyyetlerinden dolayıdır. [Hakîkî din adamlarında üç sıfat bulunur: Akl sâhibi, ilm sâhibi, din sâhibi. Bu üç sıfatı da birlikde taşıyan din adamına (Din âlimi) denir. Bir sıfatı noksân olursa, onun sözüne güvenilmez. İlm sâhibi olmak için, akl ve nakl ilmlerinde mütehassıs olmak lâzımdır.]

Dünyâya gönül kapdırmıyan, mal, mevkı’, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdâsında olmıyan din âlimleri, âhiret adamlarıdır. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” vârisleri, vekîlleridir. Mahlûkların en iyisi bunlardır. Kıyâmet günü, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için cânını veren şehîdlerin kanı ile dartılacak ve mürekkeb, dahâ ağır gelecekdir. (Âlimlerin uykusu ibâdetdir) hadîs-i şerîfinde medh edilenler, bunlardır. Âhiretdeki sonsuz ni’metlerin güzelliğini anlıyan, dünyânın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhiretin ebedî, dünyânın ise fânî, geçip tükenici olduğunu bilen onlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâkî olana, hiç bozulmıyan ve bitmiyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhiretin büyüklüğünü anlıyabilmek, Allahü teâlânın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Âhiretin büyüklüğünü anlıyan da, dünyâya hiç kıymet vermez. Çünki, dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyâya kıymet veren, âhireti gücendirir. Dünyâyı beğenmiyen de, âhirete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veyâ her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıd şey bir araya getirilemez. [Ateş ile su bir arada bulundurulamaz.]

Tesavvuf büyüklerinden ba’zısı, kendilerini ve dünyâyı temâmen unutdukdan sonra, birçok sebebler, fâideler için, dünyâ adamı şeklinde görünürler. Dünyâyı seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki, içlerinde hiç dünyâ sevgisi, arzûsu yokdur. Sûre-i Nûrun otuzyedinci âyetinde meâlen bildirdiği gibi, (Bunların ticâretleri, alışverişleri, Allahü teâlâyı hâtırlamalarına hiç mâni’ olmaz). Dünyâya bağlı görünürler. Hâlbuki, hiç bağlılıkları yokdur. Hâce Behâüddîn-i Nakşibend Buhârî “kuddise sirruh”[1] buyuruyor ki, (Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir, aşağı yu-

----------------------------

[1] Behâüddîn-i Buhârî, 791 [m. 1389] de vefât etdi.

-126-

karı, ellibin altın değerinde alış-veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu).

3 - Yobazların üçüncü kısmı, elinde üniversite diploması bulunan, fen adamı olarak ortaya çıkan (Fen yobazları)dır. Fen yobazları, gençlerin îmânlarını bozmak, bunları dinden, islâmiyyetden ayırmak için, uydurdukları şeyleri fen bilgisi, tıb bilgisi, ilericilik olarak anlatır ve yazarlar. Din kitâbları bu fen bilgilerine uymadığı için yanlışdır, bu bozuk kitâblara inanmak, bunların gösterdiği yolda yaşamak gericilikdir derler. Din yobazları, din bilgilerini değişdirdikleri gibi, fen yobazları, fen bilgilerini değişdirerek İslâmiyyete saldırmakdadırlar. İslâmiyyeti iyi bilen ve üniversitede iyi yetişmiş olan akllı bir kimse, bunların sözlerinin ilme, fenne uymadığını, fen ve din câhili olduklarını hemen anlar ise de, gençler, talebeler, bunların etiketlerine aldanarak, yalanlarına inanır, felâkete sürüklenirler. Böylece islâm topluluğunu parçalarlar. Fen yobazları üzerinde, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında geniş bilgi verilmişdir.

Yobazların yukarıda yazılı her üç kısmı da, islâm memleketlerine ve tertemiz islâm dînine çok zararlı olmuş ve olmakdadırlar. İslâmiyyeti içerden yıkmağa çalışan böyle münâfıklar, zındıklar şimdi de vardır. Allahü teâlâya şükrler olsun ki, eski güc ve kuvvetlerinden çok şey kaybetmişlerdir. Bugün islâm âlemi, Allahü teâlânın emretdiği gibi fennin bütün inceliklerini öğrenmeğe çalışmakda ve ancak bu sâyede Batının fen ve teknolojisine ulaşılacağını bilmekdedir. Ne yazık ki, Orta çağda ilm ve fende en önde olan müslimânlar, islâmiyyete karşı olanların hîlelerine aldandıklarından ve islâm dîninin emrlerini ihmâl etdiklerinden,son zemânlarda bu husûslarda geri kalmışlardır.

Demek oluyor ki, islâm dîni her husûsda kusûrsuz ve bugün içerisine girmekde olduğumuz yirmibirinci asrın şartlarına temâmen uygun bir dindir. İlmi, fenni ve adâleti emr eder, miskinliği men’ eder ve Avrupanın ancak ondokuzuncu asrdan i’tibâren te’sîs etmeğe başladığı sosyal nizâmın kurucusu ve koruyucusudur. Kitâbımızda, bu husûsda geniş bilgi vermeğe, yerimiz müsâid değildir. Müslimân kardeşlerimiz ve müslimânlığı merak eden diğer din sâlikleri, islâm dîni ile Sosyal Nizâm arasındaki münâsebetleri (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında bulacaklardır. Onlara bu kitâbı okumalarını tavsiye ederiz.

Âlem içre mu’teber bir nesne yok devlet gibi,

olmaya devlet cihânda, bir nefes sıhhat gibi.

-127-