(Sebeblere Yapışmak Lâzımdır)
Hindistânda yetişmiş olan islâm
âlimlerinin büyüklerinden Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî “rahmetullahi
aleyh”, fârisî (Mektûbât) kitâbının onsekizinci
mektûbunda buyuruyor ki:
İnsanların çoğu, şübhe ve hayâl ile hareket ederek yanılıyorlar. Böyle
bozuk düşünenlerden bir kısmı (Allahü
teâlânın
bizim ibâdetlerimize ihtiyâcı yokdur. İbâdetlerimizin
Ona hiç fâidesi yokdur. İnsanların ibâdet veyâ isyân etmeleri, Onun
büyüklüğü
karşısında
müsâvîdir. İbâdet
yapanlar, boşuna sıkıntı, zahmet
çekiyorlar) diyorlar.Böyle düşünmek yanlışdır. İslâmiyyeti
bilmedikleri için, böyle söylemekdedirler. İbâdetlerin Allahü teâlâya fâidesi olduğunu ve bunun
için emr olunduklarını zan etmekdedirler.
Böyle zan etmek çok yanlışdır. Olmıyacak şeyi
oluyor zan etmekdir. Her insanın yapdığı ibâdetin fâidesi, yalnız kendisinedir. Böyle olduğunu, Allahü
teâlâ (Fâtır) sûresinin onsekizinci âyetinde açıkca haber
vermekdedir. Böyle yanlış
düşünen kimse, perhiz yapmıyan hastaya benzemekdedir. Bu hastaya doktor, perhiz
tavsiye ediyor. Bu ise, perhiz yapmazsam doktora hiç zararı olmaz
diyerek, perhiz yapmıyor.
Doktora zararı
olmaz demesi doğrudur.
Fekat kendine zarar vermekdedir. Tabîb, kendine fâidesi olduğu için değil, onun
hastalıkdan
kurtulması
için, perhiz yapmasını tavsiye
etmişdir. Doktorun tavsiyesine uyarsa, şifâ bulur. Uymazsa ölür, gider. Tabîbin
bundan hiç zararı
olmaz.
Bozuk düşünenlerden bir kısmı da, hiç
ibâdet yapmaz, harâmlardan sakınmaz, ya’nî islâmiyyete uymazlar. (Allah kerîmdir,
rahîmdir. Kullarına
çok acır.
Afvı
sonsuzdur. Kimseye azâb etmez) derler. Evet, ilk sözleri doğrudur. Fekat,
son sözleri yanlışdır. Burada
şeytân kendilerini aldatmakdadır. İsyâna
sürüklemekdedir. Aklı olan
kimse, şeytâna aldanmaz. Allahü teâlâ, kerîm, rahîm olduğu gibi, azâbı da
şiddetlidir. Can yakıcıdır. Bu
dünyâda, çoklarını fakîrlik ve
sıkıntılar içinde
yaşatdığını görüyoruz.
Nice kullarını, hiç
çekinmeden azâblar içinde yaşatıyor. Çok kerîm ve razzâk olduğu hâlde, zırâ’at,
çiftcilik sıkıntıları çekilmezse,
bir lokma ekmek vermiyor. Herkesi yaşatan O olduğu hâlde, yimiyen, iç-
meyen insanı yaşatmıyor. İlâc kullanmıyan hastaya şifâ vermiyor. Yaşamak, hasta olmamak
ve mal sâhibi olabilmek gibi, dünyâ ni’metlerinin hepsi için sebebler yaratmış, sebebine
yapışmıyanlara hiç
acımayıp, dünyâ
ni’metlerinden mahrûm bırakmışdır. İlâclar maddî
ve ma’nevî olarak iki kısmdır. Bütün
hastalıkları tedâvî eden
ma’nevî ilâclar, sadaka vermek ve düâ okumakdır. (Hastalarınızı sadaka
vererek tedâvî ediniz!) ve (Çok
istigfâr okumak, bütün derdlere devâdır!) hadîsleri meşhûrdur.
Maddî ilâclar çokdur. Tecribe ile anlaşılırlar. Ma’nevî ilâcları kullanmak,
maddî ilâcları
bulmağa da
yardım
ederler. Âhiret ni’metlerine kavuşmak da böyledir. Kâfirliği, kalbi ve
rûhu öldüren zehr yapmışdır. Tenbellik
de, rûhu hasta yapar. Bunlara ilâc yapılmazsa, rûh hastalanır, ölür.
Küfrün ve câhilliğin
biricik ilâcı,
ilmdir, ma’rifetdir. Tenbelliğin ilâcı da, nemâz kılmakdır ve her ibâdeti yapmakdır. Bir kimse,
dünyâda zehr yir ve Allah rahîmdir, zehrin zararından beni korur derse, hastalanır, ölür. İshâl olan,
hind yağı
içerse, [şeker hastası,
tatlı ve
hamur işi yirse], hastalıkları artar. İnsanların bedenleri
nâzik olduğu
için, lâzım
olan ihtiyâç maddeleri [gıdâ,
libâs ve mesken] çokdur. Bunları bulmak ve islâmiyyete uygun olarak kullanabilmek için,
hâzırlamak
çok güçdür. Bu işlerin kolay ve râhat yapılması için, insanlarda (Nefs) denilen ayrı bir kuvvet yaratılmışdır.
Hayvanlarda bu kuvvetin yaratılması için bir sebeb yokdur. Nefs, bedene lâzım olan
şeylerin yapılmasını ister. Bu
şeyleri fazlası ile
yapmak ona tatlı
gelir. Nefsin isteklerine (Şehvet) denir.
Şehveti, akla danışmadan,
ihtiyâcdan fazla yapması,
kalbe ve bedene ve başkalarına zarar verir, günâh olur. (Se’âdet-i
Ebediyye) sh. 32 ye bakınız!
Bozuk düşünenlerden bir kısmı da, açlık çekerek
riyâzet yapıyorlar.
Böylece islâmiyyetin beğenmediği şehvet,
gadab ve eğlence
isteklerini kökünden yok etmek istiyorlar. İslâmiyyet, bunların yok edilmesini emr ediyor sanıyorlar. Uzun
zemân açlık sıkıntısı çekerek, bu
kötü isteklerinin yok olmadıklarını
görüyor, islâmiyyet, yapılamıyacak şeyi
emr etmişdir zan ediyorlar. (İslâmiyyetin bu emri yapılamaz. İnsan yaratılışında bulunan
huylardan kurtulamaz. Bunlardan kurtulmak için çalışmak, siyâh
kimseyi beyâz yapmağa çalışmak gibidir. Olamıyacak şeyi
yapmağa çalışmak, ömrü
boşuna harc etmek olur) diyorlar. Bunlar yanlış düşünüyor ve
yanlış iş
yapıyorlar.
Hele, islâmiyyet böyle emr etmişdir demeleri tam bir câhillik ve ahmaklıkdır. Çünki
islâmiyyet, gadabın,
şehvetin, insanlık sıfatlarının yok
edilmesini emr etmiyor. Böyle söylemek, islâmiyyete iftirâ etmek olur. İslâmiyyet,
böyle emr etmiş olsaydı,
dînin sâhibi olan Muhammed aleyhisselâmda bu sıfat-
lar bulunmazdı. Hâlbuki, (Ben insanım. Herkes gibi, ben de kızarım) buyururdu. Ara sıra kızdığı görülürdü. Kızması, hep Allahü
teâlâ için olurdu. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân
sûresinin yüzotuzdördüncü âyetinde, (Gadablarını yenen) kimseleri
medh etmekdedir. Gadab etmiyenleri medh etmemekdedir. Bozuk düşünen kimsenin,
insan, şehvetini yok etmelidir demesi, pek yanlışdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dokuz hanımla “radıyallahü teâlâ
anhünne” evlenmiş olması, bu
sözünün yanlış olduğunu açıkca
göstermekdedir. Bir kimsenin şehveti giderse, ilâc yaparak şehvete kavuşması lâzımdır. Gadab da
böyledir. İnsan,
zevcesini ve çocuklarını gadab sıfatı ile korur. İslâm
düşmanlarına
karşı, bu sıfat
yardımı ile cihâd
eder. Çoluk çocuk sâhibi olup, öldükden sonra şân ve şeref ile anılmak, şehvet
sâyesinde olmakdadır.
Bunlar, islâmiyyetin medh etdiği, beğendiği, övdüğü şeylerdir.
İslâmiyyet, şehvetin ve gadabın yok
edilmesini değil,
her ikisine hâkim olup, dîne uygun kullanılmalarını emr etmekdedir. Suvârînin atını ve avcının köpeğini yok
etmeleri değil,
bunları
terbiye ederek, kendilerinden fâidelenmeleri lâzım olduğu gibidir. Ya’nî, şehvet ve gadab,
avcının köpeği ve
süvârînin atı
gibidirler. Bu ikisi olmadıkça, âhiret ni’metleri avlanamaz. Fekat, bunlardan
fâidelenebilmek için, terbiye ederek, dîne uygun kullanılmaları lâzımdır. Terbiye
edilmezler, azgın
olup, dînin sınırlarını aşarlarsa,
insanı
felâkete sürüklerler. Riyâzet yapmak, bu iki sıfatı yok etmek için değil, terbiye
edip dîne uymalarını sağlamak içindir.
Bunu sağlamak
da, herkes için mümkindir. Medeniyyet, atom gücü kullanmak ve jet gibi şeyler
yapmak değildir.
Medeniyyet, bunları
insanlara hizmet için kullanmakdır. Bu da, islâmiyyete uymakla ele geçer.
Bozuk düşünenlerin dördüncü kısmına gelince,
bunlar kendilerini aldatmakdadırlar. (Herşey ezelde takdîr edilmişdir. Çocuk dünyâya
gelmeden önce, (Sa’îd) veyâ
(Şakî) olduğu bellidir.
Bu, sonradan değişmez.
Bunun için, ibâdet yapmanın fâidesi yokdur) derler.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kazâ ve kaderin değişmiyeceğini, herşeyin
ezelde takdîr edilmiş olduğunu anlatınca, Eshâb-ı kirâm da, böyle söylemişlerdi. (Ezeldeki takdîre
güvenelim. İbâdet
yapmıyalım)
demişlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, bunlara karşı, (İbâdet yapınız!
Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur) buyurdu.
Ya’nî, Allahü teâlânın
ezelde sa’îd olarak bildiği
kimse, dünyâda sa’îdlerin işlerini yapar. Bundan anlaşılıyor ki,
ezelde sa’îd denilenlerin ibâ-
det yapmaları ve şakî denilenlerin ısyân
etmeleri, sağlam
yaşamaları
ezelde takdîr edilmiş olanların gıdâ ve
ilâc almalarına ve
hastalanmaları,
ölmeleri takdîr edilmiş olanların da, gıdâ ve ilâc almamalarına benzemekdedir. Açlıkdan, hastalıkdan ölmesi
ezelde takdîr edilmiş olana, gıdâ ve ilâc almak nasîb olmaz. Zengin olması ezelde
takdîr edilmiş olana, kazanc yolları açılır. Doğuda ölmesi takdîr edilmiş olana, batıya giden
yollar kapanır. İşitdiğimize göre,
Azrâîl aleyhisselâm, Süleymân aleyhisselâmın yanına gelince, oturanlardan birine dikkat ile bakdı. Bu kimse,
meleğin
böyle sert bakışından
korkdu. Azrâîl aleyhisselâm gidince, Süleymân aleyhisselâma yalvarıp, rüzgâra
emr etmesini, rüzgârın
kendisini garb memleketlerinden birine götürüp, Azrâîl aleyhisselâmdan
kurtulmasını istedi.
Azrâîl aleyhisselâm tekrâr gelince, Süleymân aleyhisselâm, o adamın yüzüne
niçin sert bakdığını sordu.
Azrâîl aleyhisselâm, (Bir sâat sonra, garbdaki şehrlerden birinde, o kimsenin
canını almak için
emr olunmuşdum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkat ile bakdım. Emre uyup
garba gidince, onu orada görüp canını aldım) dedi. [Bu kıssa, Celâlüddîn-i Rûmînin “rahime-hullahü teâlâ”[1] (Mesnevî)sinde
uzun yazılıdır.] Görülüyor
ki, ezeldeki takdîr, bir emr değil, bir ilmdir. Altmışüçüncü sahîfeye bakınız! Ezeldeki kaderin hâsıl olması için, bu
kimse, Azrâîl aleyhisselâmdan korkdu. Süleymân aleyhisselâm ona itâ’at etdi.
Ezeldeki takdîr, sebebler zinciri ile yerine getirildi. Bunun gibi, ezelde
sa’îd denilmiş olan kimsenin îmân etmesi, riyâzet çekerek, kötü huylarının düzelmesi
nasîb olur. (En’âm) sûresinin yüzyirmibeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, hidâyete kavuşdurmak istediği kulunun kalbine islâmiyyeti yerleşdirir) buyurulmuşdur.
Ezelde şakî olacağı
bilinen, ya’nî Cehenneme gitmesi takdîr edilmiş olan kimse, (İbâdet etmeğe lüzûm
yokdur. Herkesin sa’îd veyâ şakî olduğu ezelde takdîr edilmişdir) der. Böyle düşünerek
ibâdet etmez. Böyle düşünerek ibâdet yapmaması, o kimsenin ezelde şakî olduğunu gösterir.
Bunun gibi, câhil kalması
ezelde takdîr edilmiş kimse (Herşey ezelde takdîr edilmişdir. Câhil kalması takdîr
edilmiş olanın,
okuyup öğrenmesinin
fâidesi olmaz) der. Böylece çalışmaz, öğrenmez. Câhil kalır. Bir kimsenin zirâ’at yaparak bol mahsûl alması takdîr
edilmiş ise, tarlasını sürmek,
tohum ekmek nasîb olur. Ezelde sa’îd denilmiş olanların îmân
etmeleri ve ibâdet yapmaları, şakî denilmiş olanların da, kâfir olmaları ve ısyân etmeleri
böyledir. Ahmak olan kimse, bunu anlıyamaz. (Îmânın ve ibâdet yapmanın, ezelde sa’îd olmak ile ve küfrün, ısyânın
----------------------------
[1] Celâlüddîn-i Rûmî, 672
[m. 1273] de Konyada vefât etdi.
da şakî olmak ile acabâ ne ilgisi vardır?) der. Kısa aklı ile bu
ilgiyi anlamak ister. Herşeyi, kendi aklı ile çözmeğe kalkışır. Hâlbuki, insanın aklı sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akl
ile anlamağa
kalkışmak,
aklsızlık, ahmaklık olur. Öyle
düşünenlerin ahmak oldukları anlaşılır. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki, (Anadan doğma körlerin
görmesini sağlamak,
hattâ ölüleri diriltmek bana güç gelmedi. Fekat, ahmak olana, doğru sözü
anlatamadım).
Allahü teâlâ, sonsuz olan ilmi ve hikmeti ile, ba’zı kullarını melek
derecesine yükseltir. Hattâ, meleklerden dahâ ileri olur. Ba’zılarını da, köpek, hınzır derecesine
düşürür. Onsekizinci mektûbun tercemesi burada temâm oldu.
Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî
hazretlerinin (Mektûbât) kitâbında yüz
mektûb vardır.
741 [m. 1339] senesinde yazılmış ve
1329 [m. 1911] senesinde Hindistânda basılmışdır. İstanbulda
Süleymâniyye kütübhânesinde el yazması vardır. Yetmişaltıncı mektûbunda buyuruyor ki:
(Se’âdet),
Cennetlik olmak demekdir. (Şekâvet), Cehennemlik
olmak demekdir. Se’âdet ve Şekâvet, Allahü teâlânın iki hazînesi gibidir. Birinci
hazînenin anahtarı,
tâ’at ve ibâdetdir. İkinci
hazînenin anahtarı,
ma’sıyyet
ya’nî günâhlardır.
Allahü teâlâ, her insanın
Sa’îd veyâ Şakî olacağını ezelde
biliyordu. Bu bilgisine (Kader) denir.
[Buna alın yazısı diyoruz.]
Sa’îd olacağı
ezelde bilinen kimse, Allahü teâlâya itâ’at eder. Ezelde, Şakî olacağı bilinen
kimse, hep günâh işler. Dünyâda herkes, Sa’îd veyâ Şakî olduğunu,amelinden
anlıyabilir.
Âhireti düşünen din âlimleri, herkesin Sa’îd veyâ Şakî olduğunu böylece
anlar. Dünyâya dalmış olan
din adamı ise,
bunu bilmez. Her izzet ve her ni’met, Allahü teâlâya, ihlâs ile itâ’at ve
ibâdet etmekdedir. Her kötülük ve sıkıntı da,
günâh işlemekden hâsıl
olur. Herkese derd ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâ’at
yolundan gelmekdedir. [Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse, değişdiremez.
Nefse kolay ve tatlı
gelen şeyi se’âdet zan etmemeli. Nefse güç ve acı gelenleri de şekâvet ve felâket
sanmamalıdır.] Kudüsde
Mescid-i Aksâda senelerce tesbih ve ibâdet ile ömrünü geçiren kimse, ibâdetin
şartlarını ve ihlâsı öğrenmediği için, bir
secdeyi terk edince, öyle zarar etdi ki, helâk oldu. Eshâb-ı Kehfin köpeği ise, pis
olduğu
hâlde, Sıddîkların arkasında birkaç adım yürüdüğü için, öyle
yükseldi ki, hiç düşmedi. Bu hâl, insanı hayrete düşürmekdedir. Asrlar boyunca, âlimler,
bu sırrı
çözememişdir. İnsan
aklı,
bunun hikmetinianlıyamıyor. Âdem
aleyhisselâma buğdaydan
yime dedi ve yiyeceğini
ezelde bildiği
için, yimesini diledi. Şeytânın Âdem aleyhisselâma secde etmesini emr eyledi ve secde
etmemesini diledi. Beni
arayınız
buyurdu. Fekat ihlâsı olmıyanın kavuşmasını dilemedi. İlâhî yolun
yolcuları,
(Hiç anlıyamadık) demekden
başka birşey söyliyemediler. Bizlere ne demek düşer. Onun, insanların îmân
etmelerine, ibâdet yapmalarına ihtiyâcı yokdur. Kâfir olmalarının ve günâh
işlemelerinin Ona hiç zararı olmaz. Mahlûklarına Onun hiç ihtiyâcı yokdur. İlmi, zulmetin
temizlenmesine, cehli de, günâh işlenmesine sebeb yapdı. İlmden îmân ve
tâ’at doğmakda,
cehlden de küfr ve günâh hâsıl olmakdadır. Tâ’at, çok küçük olsa da, kaçırmamalı! Günâh, pek
küçük görünse de, yaklaşmamalıdır! İslâm âlimleri
buyurdular ki, üç şey, üç şeye sebebdir: Tâ’at, Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa sebebdir.
Günâh işlemek, Allahü teâlânın gadabına sebebdir. Îmân etmek, şerefli ve kıymetli olmağa sebebdir.
Bunun için, küçük günâh işlemekden de çok sakınmalıdır. Allahü teâlânın gadabı, bu günâhda olabilir. Her mü’mini
kendinden iyi bilmelidir. O mü’min, Allahü teâlânın çok sevdiği kulu
olabilir. Herkes için ezelde yapılmış olan takdîr, hiç değişdirilemez.
Hep günâh işleyip, hiç tâ’at yapmamış olan bir müslimânı, Allahü teâlâ, dilerse afv eder. Bekara sûresinin otuzuncu âyetinde, Melekler, meâlen,
(Yâ Rabbî! Yer yüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan insanları
niçin yaratıyorsun) dediklerinde,
(Onlar fesâd çıkarmazlar)
demedi. (Sizin bilmediklerinizi ben bilirim) buyurdu. (Lâyık olmıyanları lâyık yaparım. Uzak kalanları yaklaşdırırım. Zelîl
olanları azîz
ederim) buyurdu. Siz onların işlerine bakarsınız. Ben kalblerindeki îmâna bakarım. Siz,
günâhsız
olduğunuza
bakıyorsunuz.
Onlar, benim rahmetime sığınırlar. Sizin
günâhsız
olduğunuzu
beğendiğim gibi,
müslimânların
günâhlarınıafv etmeği de severim.
Benim bildiğimi
sizler bilemezsiniz. Îmânı
olanları,
ezelî olan lutfüme kavuşdurur, ebedî olan lutfüm ile hepsini okşarım buyurdu.
Yetmişaltıncı mektûbdan
terceme temâm oldu.
Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, 782 [m. 1380] senesinde vefât etmişdir. Hindistânda
Bihar şehrinde yaşadı.
Kabri de oradadır.
Münir, Bihar şehrinin köylerinden birinin ismidir. Şâh Abdülhak Dehlevînin
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Ahbâr-ül-ahyâr) kitâbında, hâl
tercemesi uzun yazılıdır. Bu kitâb
fârisî olup, 1332 [m. 1914] senesinde Hindistânda, Diyobend şehrinde ve sonra
Pâkistânda Lahorda basılmışdır. (İrşâdüs-sâlikîn),
(Ma’din-ül-me’ânî) ve (Mektûbât) kitâbları çok kıymetlidir.
[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” muhtelif mektûblarında buyuruyor
ki, (Allahü teâlânın emr
etdiği
işlere (Farz) denir. Yasak etdiklerine (Harâm) denir. Farz veyâ harâm olmayan, ser-
best bırakılmış olanlara (Mubâh) denir. Farzları yapmağa,
harâmlardan sakınmağa ve mubâhları Allah rızâsı için yapmağa (İbâdet etmek) denir.
Bir ibâdetin sahîh ve makbûl olması için, ya’nî doğru olması ve Allahü
teâlânın beğenmesi için, (İlm) ya’nî
doğru
yapmanın
şartlarını öğrenmek ve (Amel) ya’nî şartlarına uygun
yapmak ve (İhlâs) ile yapmak lâzımdır. İhlâs, para, mevkı’, şöhret gibi dünyâ menfa’atlarını düşünmeyip,
Allahü teâlâ emr etdiği
için, Onun rızâsını, sevgisini
kazanmak için yapmakdır. İlm, fıkh kitâblarını, bir üstâd
ile birlikde okuyarak, ihlâs da, bir Velînin sözlerinden ve hâl ve
hareketlerinden ve tesavvuf kitâblarını okuması ile elde edilir. İslâm ilmleri, iki kısmdır: Din bilgileri ve fen bilgileri.
Bunları,
lüzûmu kadar öğrenmek
farzdır.
Meselâ, ilâcın
kullanma şeklini, mikdârını ve elektrik
lambası
makinası
kullananın elektrik
hakkında kısa bilgi öğrenmesi farzdır. Öğrenmezse,
ölüme sebeb olurlar.
Farzlara ve harâmlara inanıp da,
tenbellikle veyâ kötü arkadaşlara uyarak, ibâdet etmeyen bir müslimân, tevbe
etmeden ölürse, günâhı
bitinceye kadar, Cehennemde yanar. Farzları öğrenmiyen, bilse de, kıymet,
ehemmiyyet vermiyen, üzülmeden, Allahdan korkmadan terk eden, müslimânlıkdan çıkar, kâfir
olur. Cehennemde, ebedî, sonsuz yanar. Harâmları yapmak da böyledir.
Bir ibâdetin ilmini öğrenmiyenin,
şartlarını bilmiyenin,
yapdığı
ibâdet, ihlâs ile yapılmış olsa da,
sahîh olmaz. Hiç yapmamış
gibi, Cehennemde yanar. Şartlarını
bilerek ve gözeterek yapanın, ibâdeti sahîh olur. Cehennem azâbından
kurtulur. Fekat, ihlâs ile yapmadı ise, bu ibâdeti ve hiçbir iyiliği kabûl
olmaz. Sevâb kazanmaz. Allahü teâlâ, bu ibâdetini ve hayrât ve hasenâtını beğenmiyeceğini
bildiriyor. İlm ve
ihlâs ile yapılmıyan ibâdetin
fâidesi olmaz. İnsanı küfrden,
günâhdan, azâbdan kurtarmaz. Ömr boyunca, böyle ibâdet yapıp da, küfr
üzere vefât eden münâfıklar
çok görülmüşdür. İlm
ile, ihlâs ile yapılan
ibâdet, insanı,
dünyâda küfrden, günâhdan kurtarır ve azîz eder. Âhiretde de, Cehennem azâbından
kurtaracağını, Allahü
teâlâ, Mâide sûresinin dokuzuncu âyetinde ve Vel’asr sûresinde va’d etmekdedir.
Allahü teâlâ, va’dinde sâdıkdır.
Verdiği
sözü elbette yapar.)]
Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.
bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı
kul yapdı sanır.
Cümle eşyâ Hâlıkındır, kul elîle işlenir.
emr-i Bârî olmayınca,
sanma bir çöp deprenir!