(Bu zât yine sorarak, yâ Resûlallah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! (Îmânın ne olduğunu da bana bildir)dedi).
İslâmın ne olduğunu sordukdan
ve cevâb verildikden sonra, Cebrâîl “aleyhisselâm”, Resûl-i ekrem “sallallahü
aleyhi ve sellem” efendimizden,îmânın hakîkatini ve mâhiyyetini açıklamasını sordu. Îmân,
lügatda bir kimseyi tâm doğru sözlü bilmek, ona inanmak demekdir. İslâmiyyetde
îmân demek; Resûl-i ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın peygamberi
olduğunu
ve Onun tarafından
seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek ve inanarak söylemek ve Onun Allahü
teâlâ tarafından
kısaca
bildirdiklerine kısaca
inanmak ve geniş bildirdiklerine etraflıca inanmak ve gücü yetdikçe, kelime-i şehâdeti
dil ile de söylemekdir.Kuvvetli îmân şöyledir ki, ateşin yakdığına, yılanın zehrleyip
öldürdüğüne
yakîn üzere inanıp
kaçdığı
gibi, gönlünden tâm olarak, Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek inanmak, Onun rızâsına ve
cemâline koşmak ve gazabından,
azâbından
kaçmak ve îmânı,
mermer üzerine yazılan
yazı gibi
sağlam
olarak gönlüne yerleşdirmekdir.
Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği îmân ile islâm birdir. Kelime-i şehâdetin ma’nâsına inanmak, her ikisinde de vardır. Ba’zı umûm ve husûs ayrılıkları var ise de, lügat ma’nâları ayrı olmakla berâber, islâmiyyetde ayrılıkları yokdur.
Îmân tek birşey midir, birkaç parçanın birleşiği midir?
Birleşik ise, kaç parçadan yapılmışdır? Ameller,
ibâdetler, îmândan mıdır,değil midir?
Îmânım var
derken, inşâallah demek câiz midir, değil
midir? Îmânda azlık çokluk olur mu? Îmân mahlûk mudur? Îmân etmek,
insanın
elinde midir? Yoksa mü’minler zorla mı îmân etmişdir? Eğer îmânda zor, cebr varsa, herkesin
îmân etmesi neden emr olunmuşdur? Bunları ayrı ayrı bildirmek çok uzun sürer. Bunun için herbirinin
cevâbını burada ayrı ayrı bildirmiyeceğim. Şu kadar
bilmelidir ki, Eş’arî ve Mu’tezile mezheblerine göre, mümkin olmıyan bir şeyin
yapılmasını, Allahü
teâlânın emr
etmesi câiz değildir.
Kendisi mümkin ise de, insanların gücü yetmediği şeyleri emr etmesi de, Mu’tezileye göre câiz değildir.
Eş’arîye göre ise, bu câizdir. Fekat, emr etmemişdir. İnsanın havada
uçmasını emr etmek
böyledir. Îmân, ibâdetler ve amellerde, Allahü teâlâ, kullarından gücü
yetmediği
şeyleri istememişdir. Bunun için, müslimân iken deli olan, gâfil olan, uyuyan,
ölen kimse, bu hâlinde tasdîk etmekde değil ise de, müslimânlıkları devâm
etmekdedir.
Bu
hadîs-i şerîfde,
îmânın
lügat ma’nâsını
düşünmemelidir. Çünki lügat ma’nâsı, tasdîk ve inanmak demek olduğundan, arab
câhillerinden, bu ma’nâyı
bilmiyen kimse yokdur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bilmemiş olsunlar.
Cebrâîl aleyhisselâm, îmânın ma’nâsını
Eshâb-ı
kirâma öğretmek
istiyordu. Bunun için, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
islâmiyyetde neye îmân denildiğini sormakdadır. (Îmân demek),
keşf ile bularak veyâ vicdânla bularak, yâhud bir delîl ile aklın anlaması yolundan
veyâ seçilmiş, beğenilmiş
bir söze güvenerek ve uyarak, belli altı şeye cân ve gönülden inanmak ve dil ile de
söylemekdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, îmânın belli altı şeye inanmak
olduğunu
şöyle bildirdi:
1 -Bu altı şeyden
birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ma’bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı
olduğuna inanmakdır. Dünyâ
âleminde ve âhiret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zemânsız ve
benzersiz olarak yokdan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin
inanmakdır. [Her
maddeyi, atomları,
molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cismleri, hücreleri, hayâtı, ölümü, her
olayı, her
reaksiyonu, her çeşid kuvveti, enerji nev’lerini, hareketleri, kanûnları, rûhları, melekleri,
canlı cansız her varı, yokdan var
eden ve hepsini, her ân varlıkda bulunduran, yalnızOdur.] Âlemlerde olan herşeyi, [hiçbiri yok
iken, bir anda] yaratdığı
gibi, [her zemân, birbirlerinden de var etmekdedir. Kıyâmet zemânı gelince,
herşeyi bir ânda] yine yok edecekdir. Her varlığın hâlıkı, yaratanı, sâhibi, hâkimi Odur. Onun hâkimi, âmiri, üstünü
yokdur diye inanmak lâzımdır. Her
üstünlük, her kemâl sıfat,
Onundur. Onda, hiçbir kusûr, hiçbir noksan sıfat yokdur. Dilediğini yapabilir. Yapdıkları, kendine
veyâ başkasına
fâideli olmak için
değildir.
Bir karşılık
için yapmaz. Bununla berâber, her işinde, hikmetler, fâideler, lutflar ve
ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olanı, fâideli
olanı
vermeğe,
kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Âsîlerin, günâh işliyenlerin hepsini
Cennete koysa, fadlına,
ihsânına
yakışır. İtâ’at, ibâdet
edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adâletine uygun olur. Fekat müslimânları ve ibâdet
edenleri Cennete sokacağını, bunlara
sonsuz ni’metler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennemde sonsuz azâb edeceğini dilemiş
ve bildirmişdir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân etse, itâ’at etse, Ona
hiçbir fâidesi olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, Ona hiçbir zarar
vermez. Kul, birşey yapmak dileyince, O da isterse, o şeyi yaratır. Kullarının her
hareketini ve her şeyi yaratan Odur. O dilemezse, yaratmazsa, hiçbir şey
hareket edemez. O dilemezse, kimse kâfir olamaz. Kimse isyan edemez. Küfrü,
günâhları
diler ise de, bunlardan râzı değildir.
Onun işine, kimse karışamaz.
Niçin böyle yapdı.
Şöyle yapsaydı demeğe, sebebini
sormağa
kimsenin gücü ve hakkı
yokdur. Şirkden, küfrden başka, herhangi büyük günâhı işleyip,
tevbesiz ölen kimseyi, dilerse afv eder. Küçük bir günâh için dilerse azâb
eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç afv etmiyeceğini, bunlara
sonsuz azâb edeceğini
bildirmişdir.
Müslimân olan, ya’nî
(Ehl-i kıble)
olup,
ibâdet eden, fekat, i’tikâdı (Ehl-i sünnet)
i’tikâdına uymıyan ve tevbe
etmeden ölen kimseye, Cehennemde azâb edecek ise de, böyle
(Bid’at sâhibi) müslimânlar, Cehennemde sonsuz
kalmıyacakdır.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş
gözü ile görmek câizdir. Fekat, kimse görmemişdir. [Allahü teâlâ dünyâda
kendini göstermedi. His uzvları ile anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmetdir. Görülseydi, kötü
kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahr ve gadab-ı ilâhîye
sebeb olurlardı.
Kötülerin yanı sıra, iyiler de
azâb görürlerdi. İyiler,
şehîd olurlar ise de, dünyâda râhat, huzûr kalmazdı.] Kıyâmet günü,
mahşer yerinde, kâfirlere ve günâhı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan
mü’minlere ise, lutf ve cemâl ile görünecekdir. Mü’minler, Cennetde, cemâl sıfatı ile
görecekdir. Melekler ve kadınlar da görecekdir.Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin
de mahrûm kalacaklarını bildiren
haber kuvvetlidir. Âlimlerin çoğuna göre, (Mü’minlerin makbûl olanları, her sabâh
ve akşam, derecesi aşağı
olanlar ise, her Cum’a günü ve kadınlar, dünyâ bayramı gibi, yılda birkaç
kerre, tecellî-i cemâl ile ve rü’yet ile müşerref olacaklardır).
[Şeyh Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri[1], fârisî (Tekmîl-ül-îmân) kitâbında buyuruyor
ki: Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kıyâmet günü
Rabbinizi, ondördüncü ayı gördüğünüz gibi görürsünüz!). Allahü teâlâ dünyâda anlaşılamadan
bilineceği
gibi, âhiretde de anlaşılamadan görülecekdir. Ebül Hasen-i Eş’arî ve imâm-ı Süyûtî ve
imâm-ı
Beyhekî gibi büyük âlimler, meleklerin de Cennetde Allahü teâlâyı
göreceklerini bildirmişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve başka âlimler, cinnin sevâb kazanmıyacaklarını ve Cennete
girmiyeceklerini, ancak mü’min olanlarının Cehennemden kurtulacaklarını bildirdiler. Kadınlar, dünyâdaki bayram günleri gibi
senede birkaç kerre göreceklerdir. Mü’minlerin kâmil olanları, her sabâh
ve akşam, diğerleri
ise Cum’a günleri göreceklerdir. Bu fakîre göre, mü’min kadınlar ve
melekler ve cin de bu müjdeye dâhildirler. Fâtımat-üz-zehrâ ve Hadîcet-ül-kübrâ ve
Âişe-i sıddîka
ve diğer
ezvâc-i tâhirât ve Meryem ve Âsiye “radıyallahü teâlâ anhünne ecma’în” gibi kâmil ve ârif
hâtûnların diğer kadınlardan
müstesnâ tutulmaları
uygun olur. İmâm-ı Süyûtî de
buna işâret etmekdedir.]
Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünki, Allahü teâlânın işleri akl ile anlaşılmaz. Dünyâ işlerine benzemez. [Fizik ve kimyâ bilgileri ile ölçülemez.] Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yokdur. Allahü teâlâ, madde değildir. Cism değildir. [Element değildir. Karışım, bileşik değildir.]Sayılı değildir. Ölçülmez. Hesâb edilmez. Onda değişiklik olmaz.Mekânlı değildir. Bir yerde değildir. Zemânlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yokdur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, Onun hiçbir şeyini anlıyamaz. Onun nasıl görüleceğini de kavrıyamaz. El, ayak, cihet, yer ve bunlar gibi, Allahü teâlâ için câiz olmıyan kelimelerin, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunması, bizim anladığımız ve bildiğimiz, bugün kullanılan ma’nâlarda değildir. Böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere (Müteşâbihât) denir. Bunlara inanmalı, ne ve nasıl olduklarını anlamağa kalkışmamalıdır. Yâhud, bunlar, kısaca veyâ uzun olarak, (Te’vîl) olunur. Ya’nî, Allahü teâlâya yakışacak başka ma’nâ verilir. Meselâ, el kelimesi, kudret, enerji demek olur.
Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlâyı, mi’râcda
gördü. Bu görmesi, dünyâdaki baş gözü ile görmek gibi değildi. Bir
kimse, Allahü teâlâyı
dünyâda gördüm dese, o zındıkdır. Evliyânın
“kaddesallahü teâlâ esrârehüm ecma’în” görmesi, dünyâ ve âhiret görmeleri gibi
değildir.
Ya’nî (Rü’yet) değildir. Onlara
(Şühûd) hâsıl olmakdadır. [Ya’nî
kalb gözü ile, misâlini görürler.] Evliyâ-i ki-
----------------------------
[1] Abdülhak-ı
Dehlevî, 1052 [m. 1642] de Delhîde vefât etdi.
râmdan, gördüm diyenler oldu ise de, sekr hâlinde iken,
ya’nî aklları
başlarında
değil
iken, şühûdü, rü’yet sanmışlardır. Yâhud, te’vîl
ederek anlaşılabilecek sözlerden biridir.
Süâl: Allahü
teâlânın
dünyâda baş gözü ile görülmesinin câiz olduğu yukarıda bildirilmişdi. Câiz olan bir şeyin hâsıl olduğunu söyliyen
kimse, niçin zındık olsun? Vâkı’ olduğunu söyliyen
kâfir olursa, o şeye câiz denilebilir mi?
Cevâb: Lügatde,
câiz demek, olması da,
olmaması da
uygundur demekdir. Fekat, Eş’arî[1] mezhebinde,
rü’yetin câiz olması
demek; Allahü teâlâ, bu dünyâda yakın olmanın, karşısında olmanın ve dünyâda yaratmış olduğu fizik kanûnları ile görmenin
dışında
olarak, insanda bambaşka bir görmek kuvveti yaratmağa kâdirdir
demekdir. Meselâ, Çinde bulunan kör bir kimseye, Endülüsdeki sivri sineği göstermeğe veyâ
dünyâdaki insana, ayda ve yıldızda
bulunanı
göstermeğe
kâdirdir ve câizdir. Böyle kuvvet, Allahü teâlâya mahsûsdur. İkinci olarak,
dünyâda gördüm demek, âyet-i kerîmeye ve âlimlerin söz birliğine uygun değildir. Bunun
için, böyle birşeyi söyliyen kimse (Mülhid) veyâ
(Zındık) dır.
Üçüncü cevâb olarak deriz ki, dünyâda rü’yetin câiz olması, Onu
dünyâda, fizik kanûnları ile
olan görmek câiz olur demek değildir. Hâlbuki, Allahü teâlâyı gördüm diyen
kimse, başka şeyleri gördüğü gibi gördüm demekdedir. Bu ise, câiz olmıyan bir
görmekdir. Bunun gibi, küfre sebeb olan şeyleri söyliyen kimseye mülhid veyâ zındık denir.
[Mevlânâ Hâlid hazretleri], bu cevâblardan sonra (Dikkat ediniz!) buyuruyor.
Bununla, ikinci cevâbın
dahâ sağlam
olduğuna
işâret ediyor. [(Mülhid) ve (Zındık), kendisinin müslimân olduğunu söyler. (Mülhid) bu sözünde samîmîdir. Kendisinin
müslimân olduğuna,
doğru
yolda bulunduğuna
inanmakdadır. (Zındık) ise, İslâm düşmanıdır. İslâmiyyeti
içerden yıkmak,
müslimânları
aldatmak için müslimân görünmekdedir.]
Allahü teâlâ üzerinden, gece gündüz
ve zemân geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir
değişiklik
olmıyacağı için,
geçmişde, gelecekde şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl
etmez. Hiçbir şeyle birleşmez. [Şî’îlerin, hazret-i Alîye hulûl etmişdir diyen (Nusayrî) ismindeki fırkaları kâfir
olmakdadır.]
Allahü teâlânın zıddı, tersi,
benzeri, ortağı,
yardımcısı, koruyucusu
yokdur. Anası,
babası, oğlu, kızı, eşi yokdur.
Her zemân, herkes ile hâzır ve
herşeyi muhît ve nâzırdır. Herkese
can damarından
dahâ yakındır. Fekat, hâzır olması, ihâta
etmesi, berâber ve yakın
olması,
bizim anladığımız gibi değildir. Onun
ya-
----------------------------
[1] Ebülhasen Alî bin İsmâîl
Eş’arî, 330 [m. 941] de Bağdâdda vefât etdi.
kınlığı, âlimlerin
ilmi, fen adamlarının zekâsı ve Evliyânın
“kaddesallahü teâlâ esrârehüm ecma’în” keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların iç yüzünü,
insan aklı kavrıyamaz. Allahü
teâlâ, zâtında
ve sıfatlarında birdir,
hiçbirinde değişiklik,
başkalaşmak olmaz. Tefekkerû fî âlâillâhi ve lâ tetefekkerû fî zâtillâhi.
Birinci cild, 46.cı
mektûbu okuyunuz!
Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfî)dir. Ya’nî, islâmiyyetde bildirilen
ismleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir. [Meselâ Allahü teâlâya âlim denir. Fekat,
âlim demek olan fakîh denmez. Çünki, islâmiyyet, Allahü teâlâya fakîh
dememişdir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünki tanrı, ilah, ma’bûd demekdir. Meselâ,
hindlilerin tanrıları inekdir,
denilmekdedir. (Birdir Allah, Ondan başka tanrı yok) denilebilir. Başka dillerdeki
Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilah, ma’bûd ma’nâsına kullanılabilir.
Allah adı
yerine kullanılamaz.]
Allahü teâlânın ismleri
sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhûrdur. Ya’nî, ismlerinden binbir dânesini
insanlara bildirmişdir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksandokuzu
bildirilmişdir. Bunlara (Esmâ-i hüsnâ) denir.
Allahü teâlânın (Sıfât-ı zâtiyye)si altıdır.
[Bunları yukarıda
bildirmişdik.] (Sıfât-ı sübûtiyye)si, (Mâtürîdiyye) mezhebinde sekizdir. (Eş’ariyye) mezhebinde ise yedidir. Bu sıfatları da, zâtı gibi,
ezelîdir, ebedîdir. Ya’nî sonsuz olarak vardırlar. Mukaddesdirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akl
ile, zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ, bu sıfatlarından birer
örnek, insanlara ihsân buyurmuşdur. Bunları görerek, Allahü teâlânın sıfatları biraz
anlaşılabilir. İnsan,
Allahü teâlâyı anlıyamıyacağı için, Allahü
teâlâyı
düşünmek, anlamağa
kalkışmak
câiz değildir.
Allahü teâlânın
sekiz sıfât-ı sübûtiyyesi,
zâtının aynı da değildir, gayrı da değildir. Ya’nî
sıfatları, kendisi değildir.
Kendisinden başka da değildir.
Bu sekiz sıfat:
Hayât, ilm, sem’, basar,
kudret, kelâm, irâde ve tekvîn’dir.
Eş’ariyye mezhebinde, tekvîn sıfatı,
kudret sıfatı ile birdir.
Meşiyyet de, irâde demekdir.
Allahü teâlânın sekiz sıfatından herbiri
basîtdir, bir hâldedir. Hiçbirinde, hiçbir değişiklik olmaz. Fekat, mahlûklara
te’alluk bakımından herbiri
çokdur. Bir sıfatın mahlûklara
te’alluku, etkisi bakımından çok
olması,
bunun basît olmasına
zarar vermez. Bunun gibi, Allahü teâlâ, bu kadar çeşidli mahlûkları yaratdı ve hepsini,
her ân, yok olmakdan korumakdadır. Fekat, O, yine birdir. Onda değişiklik
olmaz. Her mahlûk, her ân, her bakımdan Ona muhtâcdır. O, hiç kimseye muhtâc değildir.
2 - Îmân edilmesi, inanılması lâzım olan altı şeyden
ikincisi: (Onun meleklerine inanmakdır). Melek, elçi, haber verici veyâ kuvvet demekdir. Melekler,
cismdir. Latîfdir. Gaz hâlinden de dahâ latîfdirler. Nûrânîdirler. Diridirler.
Akllıdırlar. İnsanlardaki
kötülükler, meleklerde yokdur. Her şekle girebilirler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca, şekl
aldığı
gibi, melekler de güzel şekller alabilirler. Melekler, büyük insanların bedeninden
ayrılan
rûhlar değildirler.
Hıristiyanlar,
melekleri, böyle rûh zan ediyor. Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler.
Eski felesoflardan bir kısmı, böyle zan
ediyordu. Hepsine (Melâike) denir.
Melekler, her canlıdan
önce yaratıldı. Onun için,
kitâblara îmândan önce, meleklere îmân edilmesi bildirildi. Kitâblar da,
Peygamberlerden öncedir. Kur’ân-ı kerîmde de, inanılacak şeylerin ismi, bu sıra ile
bildirilmekdedir.
Meleklere îmân şöyle olmalıdır: Melekler,
Allahü teâlânın
kullarıdır. Ortakları değildir. Kızları değildir.
Kâfirler, müşrikler, öyle zan etdiler. Allahü teâlâ, meleklerin hepsini sever.
Allahü teâlânın
emrlerine itâ’at ederler. Günâh işlemezler. Emrlere isyân etmezler. Erkek ve
dişi değildirler.
Evlenmezler. Çocukları
olmaz. Hayât sâhibi, diridirler. Abdüllah ibni Mes’ûddan “radıyallahü anh”
gelen haberde, meleklerden bir kısmının çocukları olduğu, İblîs ve cin bunlardan olduğu
bildirilmekde ise de, bunun cevâbı kitâblarda uzun yazılıdır. Allahü
teâlâ, insanları
yaratacağını buyurduğu zemân, (Yâ
Rabbî! Yer yüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?) gibi
meleklerin (Zelle) denilen süâlleri,
bunların
ma’sûm, günâhsız
olmalarına
zarar vermez.
Sayısı ençok olan mahlûk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü
teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri, boş bir
yer yokdur. Göklerin her yeri, rükû’da veyâ secdede olan meleklerle doludur.
Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda,
canlılarda,
cansızlarda,
yağmur
damlalarında,
ağaçların yapraklarında, her
molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her hareketde, herşeyde meleklerin
vazîfeleri vardır.
Her yerde, Allahü teâlânın
emrlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile mahlûkları arasında vâsıtadırlar. Ba’zıları, diğer meleklerin
âmiridir. Ba’zıları,
Peygamberlere haber getirir. Ba’zıları, insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna (İlhâm) denir.
Ba’zılarının, insanlardan
ve bütün mahlûklardan haberi yokdur. Allahü teâlânın cemâli
karşısında
kendilerinden geçmişlerdir. Herbirinin belli yeri vardır. Oradan ayrılamazlar.
Ba’zısının iki, ba’zısının dört veyâ
dahâ çok kanadı vardır. [Her
hayvanın
kanadı ve
tayyârelerin kanadları,
kendilerinin yapısında olup,
birbirlerine benzemediği
gibi, meleklerin ka-
nadı da,
kendi cinslerindendir. İnsan,
görmediği,
bilmediği
birşeyin adını işitince,
bunu bildiği
şeyler gibi zan edip aldanır. Meleklerin kanadları vardır. İnanırız. Fekat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Kiliselerde ve ba’zı mecmû’a ve
filmlerde, melek diye görülen kanadlı kadın resmleri uydurmadır. Müslimânlar böyle resm yapmaz.
Müslimân olmıyanların yapdığı bu bozuk
resmleri doğru
sanmamalı,
düşmanlara aldanmamalıdır.] Cennet
melekleri, Cennetdedir. Bunların büyüklerinin adı (Rıdvân)dır.
Cehennem meleklerine (Zebânî) denir.
Bunlar, Cehennemde emr olunan vazîfelerini yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar
vermez. Denizin balığa
zararlı
olmaması
gibidir. Cehennem zebânîlerinin büyükleri ondokuzdur. En büyüğünün ismi (Mâlik)dir.
Her insanın hayr ve
şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece, ikisi gündüz gelen dört meleğe, (Kirâmen kâtibîn) veyâ (Hafaza melekleri) denir. Hafaza meleklerinin, bunlardan başka
olduğu da,
bildirilmişdir. Sağ
tarafdaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri ve ibâdetleri yazar.
Soldaki, kötülükleri yazar. Kabrlerde, kâfirlere ve âsî müslimânlara azâb
edecek melekler ve kabrde süâl soracak melekler vardır. Süâl
meleklerine (Münker ve Nekîr) denir. Mü’minlere soranlara (Mübeşşir ve Beşîr) de
denir.
Meleklerin birbirlerinden
üstünlükleri vardır. En
üstünleri dörtdür. Bunların
birincisi (Cebrâîl) aleyhisselâmdır. Bunun
vazîfesi, Peygamberlere (Vahy) getirmek,
emr ve yasakları
bildirmekdir. İkincisi
(Sûr) denilen boruyu üfürecek olan (İsrâfîl) aleyhisselâmdır. Sûru iki
def’a üfürecekdir. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecekdir. İkincisinde,
hepsi tekrâr dirilecekdir.Üçüncüsü, (Mikâîl) aleyhisselâmdır. Ucuzluk,
pahalılık, kıtlık, bolluk, [İktisâdî
nizâm] yapmak, [ferâhlık ve
huzûr getirmek] ve her maddeyi hareket etdirmek, bunun vazîfesidir. Dördüncüsü,
(Azrâîl) aleyhisselâmdır. İnsanların rûhunu alan
budur. [Fârisî dilinde rûha, can denir.] Bu dört melekden sonra üstün olan
melekler, dört sınıfdır: (Hamele-i Arş) denen melekler, dört dânedir. Kıyâmetde sekiz
olacaklardır.
Huzûr-i ilâhîde bulunan meleklere, (Mukarrebîn) denir.
Azâb meleklerinin büyüklerine, (Kerûbiyân) denir.
Rahmet meleklerine, (Rûhâniyân) denir.
Bunların
hepsi, meleklerin, havâssı,
ya’nî üstünleridir. Bunlar, Peygamberlerden başka “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât”, bütün insanlardan dahâ üstündür. Müslimânların sâlihleri
ve velîleri, meleklerin avâmından, ya’nî, aşağılarından dahâ efdal, dahâ üstündür. Meleklerin avâmı, müslimânların avâmından, ya’nî
âsî ve fâsıklardan
efdaldir.
Kâfirler ise, her mahlûkdan dahâ aşağıdır. Sûrun
birinci üfürülmesinde, dört büyük melekden ve hamele-i Arşdan başka, bü-
tün melekler de yok olacakdır. Bundan sonra, hamele-i Arş ve dahâ
sonra dört melek yok olacakdır. İkincisinde,
önce bütün melekler dirilecekdir. Hamele-i Arş ile bu dört melek, sûrun ikinci
üfürülmesinden önce dirilecekdir. Demek ki, bu melekler, bütün canlılardan önce
yaratıldıkları gibi, her
canlıdan
sonra yok olacaklardır.
3 - Îmân edilmesi lâzım olan altı şeyden
üçüncüsü: (Allahü teâlânın indirdiği kitâblarına inanmakdır). Allahü teâlâ,
bu kitâbları,
melek ile, ba’zı
Peygamberlerin mübârek kulaklarına söyliyerek, ba’zılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, ba’zılarına da, meleksiz
işitdirerek indirdi. Bu kitâbların hepsi Allahü teâlânın kelâmıdır. Ebedî ve
ezelîdirler. Mahlûk değildirler.
Bunlar, meleklerin veyâ Peygamberlerin kendi sözleri değildir. Allahü
teâlânın
kelâmı,
bizim yazdığımız ve
zihnlerimizde tutduğumuz
ve söylediğimiz
kelâm gibi değildir.
Yazıda,
sözde ve zihnde bulunmak gibi değildir. Harfli ve sesli değildir. Allahü
teâlânın ve
sıfatlarının nasıl olduğunu, insan
anlıyamaz.
Fekat, o kelâmı,
insanlar okur. Zihnlerde saklanır ve yazılır.
Bizimle berâber olunca, hâdis olur. Allahü teâlânın kelâmı, insanlarla berâber olunca, mahlûk
ve hâdisdir. Allahü teâlânın kelâmı olduğu düşünülünce, kadîmdir.
Allahü teâlânın indirdiği kitâbların hepsi hakdır, doğrudur. Yalan,
yanlış
olamaz. Cezâ, azâb yapacağım
deyip de afv etmesi câiz denildi ise de, bizim bilemediğimiz şartlara
veyâ Onun irâdesine, isteğine
bağlıdır. Yâhud,
kulun hak etdiği
azâbı afv
eder demekdir. Cezâyı,
azâbı
bildiren kelâm, birşeyi haber vermek değildir ki, afv edince, yalancılık olsun.
Allahü teâlânın va’d
etdiği
ni’metleri vermemesi câiz değil ise de, azâbları afv etmesi câizdir. Akl da, âyet-i kerîmeler de,
böyle olduğunu
göstermekdedir.
Bir mâni’, sıkıntı olmadıkça, âyet-i
kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, açıkça anlaşılan ma’nâları vermek lâzımdır. Bunlara
benziyen başka ma’nâ vermek câiz değildir. [Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler Kureyş
lügatı ve
lehcesi iledir. Kelimelere, bindörtyüz sene önce, Hicâzda kullanılan ma’nâları vermek lâzımdır. Zemânla değişip, bugün
kullanılan
ma’nâları
vererek terceme yapmak doğru değildir.] (Müteşâbihât) denilen âyet-i kerîmelerde,
anlaşılamıyan
gizli ma’nâlar vardır.
Bunların
ma’nâsını, ancak
Allahü teâlâ bilir ve kendilerine (İlm-i ledünnî) verilen pek az seçilmiş büyükler, kendilerine
bildirildiği
kadar, anlıyabilirler.
Başka kimse anlıyamaz.
Onun için, müteşâbih âyetlerin, Allah kelâmı olduğuna îmân etmeli, ma’nâlarını araşdırmamalıdır. Eş’arî
mezhebindeki âlimler, böyle âyetleri, kısaca veyâ geniş olarak (Te’vîl) etmek câiz olur dedi. Te’vîl demek, kelimenin çeşidli
ma’nâları arasından
meşhûr olmıyanı seçmek demekdir. Meselâ İsrâ
sûresinde, (Allahın eli, onların ellerinin üstündedir) meâlindeki âyet-i kerîme, Allahü teâlânın kelâmıdır. Allahü
teâlâ, bununla neyi murâd ediyor ise, öylece inandım demelidir.
Bunun ma’nâsını ben anlıyamam, ancak
Allahü teâlâ bilir demek, en iyi yoldur. Yâhud Allahü teâlânın ilmi, bizim
ilmimiz gibi değildir.
İrâdesi
bizim irâdemize benzemez. Allahü teâlânın eli de, kulların elleri gibi değildir.
Allahü teâlânın indirdiği kitâblarda,
ba’zı
âyetlerin yalnız
okunması,
yâhud yalnız
ma’nâsı veyâ
ikisi birden (Nesh) edilmiş, Allahü
teâlâ tarafından
değişdirilmişdir.
Kur’ân-ı
kerîm, bütün kitâbları nesh
etmiş, hükmlerini yürürlükden kaldırmışdır. Kur’ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiçbir zemân, yanlışlık, unutulmak,
ziyâde ve noksanlık
olmaz. Geçmişdeki ve gelecekdeki bütün ilmler, Kur’ân-ı kerîmde vardır. Bunun
için, bütün semâvî kitâblardan üstün ve kıymetlidir. Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” en büyük mu’cizesi, Kur’ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cin bir
araya gelse, hepsi, Kur’ân-ı kerîmin en kısa bir sûresi gibi bir söz söyliyebilmek için uğraşsalar,
söyliyemezler. Arabistânın
belîg, edîb, fasîh şâirleri bir araya geldi. Çok uğraşdılar. Bir kısa âyet gibi
bir söz söyliyemediler. Kur’ân-ı kerîme karşı duramadılar. Şaşkına döndüler. Allahü teâlâ, islâm düşmanlarını, Kur’ân-ı kerîm karşısında âciz, mağlûb
etmekdedir. Kur’ân-ı
kerîmin belâgati, insan gücünün üstündedir. İnsanlar, onun gibi söylemekden âciz kalmakdadır. Kur’ân-ı kerîmin
âyetleri, insanların
nazmına,
veznli olmıyan
nesrine, kâfiyeli sözlerine benzemiyor. Bununla berâber, Arabistândaki
edîblerin, kullandığı
harflerle söylenmişdir.
Semâvî kitâblardan bize bildirileni
yüz dörtdür. Bunlardan on suhuf (Âdem) aleyhisselâma,
elli suhuf Şis (Şît) aleyhisselâma, otuz
suhuf (İdrîs)
aleyhisselâma, on suhuf (İbrâhîm) aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. (Tevrât) kitâbı Mûsâ aleyhisselâma, (Zebûr)
kitâbı
Dâvüd aleyhisselâma, (İncîl) kitâbı Îsâ aleyhisselâma ve (Kur’ân-ı kerîm) Muhammed aleyhisselâma indirilmişdir.
Bir insan, emr vermek veyâ yasak
etmek veyâ birşey sormak, bir haber vermek istese, önce bunları zihnde
düşünür, hâzırlar.
Zihnde bulunan bu ma’nâlara (Kelâm-ı nefsî) derler. Bu ma’nâlara arabî, fârisî veyâ türkçe denemez.
Çeşidli dillerde söylenmesi, bunların başka başka ma’nâlar almasına sebeb
olmaz. Bu ma’nâları
anlatan sözlere (Kelâm-ı lafzî) denir. Kelâm-ı lafzî, çeşidli dillerle anlatılabilir.
Bundan anlaşılıyor
ki, kelâm-ı
nefsî, başka sıfatlar
gibi, meselâ ilm, irâde, görmek... gibi, kelâm sâhibinde bulunan, basît, değişmez, ayrı bir sıfatdır. Kelâm-ı lafzî ise,
kelâm-ı
nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyliyenin ağzından çıkan harfler
topluluğudur.
İşte
Allahü teâlânın
kelâmı, hiç
susmak olmıyan
ve mahlûk olmıyan
ve zâtı ile
bulunan, ezelî ve ebedî bir kelâmdır. Sıfât-ı zâtiyyesinden ve ilm, irâde gibi, sıfât-ı
sübûtiyyelerinden başka olarak, başlı başına bir sıfatdır.
Kelâm sıfatı da basîtdir. Hiç değişmez.
Harfli, sesli değildir.
Emr, yasak, haber vermek gibi ve arabî, fârisî, ibrânî, türkçe, süryânî olmak
gibi başkalaşması,
parçalanması
yokdur. Böyle şekller almaz. Yazılmaz. Zihn, kulak ve dil gibi âletlere, vâsıtalara muhtâc
değildir.
Hangi dil ile söylemek istense, söylenebilir. Böylece, arabî söylenirse,
Kur’ân-ı
kerîm denir. İbrânî
olarak söylenirse, Tevrâtdır. Süryânî olunca, İncîldir. [(Şerh-ul-mekâsid)[1] kitâbında, yunânî söylenirse İncîl, süryânî
olunca, Zebûrdur diyor.]
Kelâm-ı ilâhî çeşidli şeyleri bildirir. Kıssaları, ya’nî olayları bildirirse (Haber) olur. Böyle olmazsa, (İnşâ) olur.
Yapılması lâzım olan
şeyleri bildirirse, (Emr) olur. Yasakları bildirirse, (Nehy) olur. Fekat, kelâm-ı ilâhîde hiç
değişiklik
ve çoğalmak
olmaz. İnen
kitâbların ve
sahîfelerin hepsi, Allahü teâlânın kelâm sıfatındandırlar. Kelâm sıfatından, ya’nî kelâm-ı nefsîdendirler. Arabî olunca,
Kur’ân-ı
kerîmdir. Harfli olup, yazılan ve söylenen ve işitilen ve zihnde ezberlenen, nazm
hâlinde indirilen vahye (Kelâm-ı lafzî) ve (Kur’ân-ı kerîm) denir. Bu kelâm-ı lafzî, kelâm-ı nefsîyi gösterdiği için, buna da, kelâm-ı ilâhî ve sıfât-ı ilâhî demek
câizdir. Hepsine Kur’ân-ı
kerîm denildiği
gibi, parçalarına da
Kur’ân denilir.
Kelâm-ı nefsînin mahlûk olmadığını, kadîm olduğunu, doğru yolun
âlimleri sözbirliği ile
söylemekdedir. Kelâm-ı
lafzînin hâdis veyâ kadîm olmasında sözbirliği yokdur. Hâdis olduğunu
bildirenlerden bir kısmı, kelâm-ı lafzînin
hâdis olduğunu
söylememelidir dedi. Eğer,
hâdis denilirse, kelâm-ı
nefsînin hâdis olduğu
anlaşılabilir buyurdular. En iyi söz de budur. İnsanların zihni, birşeyi göstereni işitince,
hemen o şeyi hâtırlar.
Ehl-i sünnet âlimlerinden, Kur’ân-ı kerîm hâdisdir diyenlerin bu sözü, ağzımızla okuduğumuz, ses ve
kelimelerin mahlûk olduğunu
bildirmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile, kelâm-ı lafzînin de,
nefsînin de, Allah kelâmı olduğunu
söylediler. Bu sözde, mecaz yoluna sapanlar oldu ise de, Kelâm-ı nefsî Allah
kelâmıdır demek,
Allahü teâlânın
kelâm sıfatıdır demekdir.
Kelâm-ı
lafzî Allah kelâmıdır demek,
Allahü teâlâ onun hâlıkıdır demekdir.
----------------------------
[1] Şerh-ül-mekâsidi
Sa’düddîn Teftâzânî yazmış, 792 [m. 1389] da Semerkandda vefât etmişdir.
Süâl: Yukarıdaki yazılardan
anlaşılıyor
ki, Allahü teâlânın
ezelî olan kelâmı
işitilmez. Allah kelâmını işitdim
demek, okunan ses ve kelimeleri işitdim demek olur. Yâhud, okunan ses ve ezelî
olan kelâm-ı
nefsîyi anladım
demek olur. Bütün Peygamberler, hattâ herkes, bu iki şeklde de
işitebilmekdedir. Mûsâ aleyhisselâmı, (kelîmullah) diye ayırmanın sebebi
nedir?
Cevâb: Mûsâ
aleyhisselâm, âdet-i ilâhiyyenin dışında olarak, harfsiz, sessiz olan
kelâm-ı
ezelîyi işitdi. Cennetde, anlaşılamaz ve anlatılamaz olarak, Allahü teâlâ görüleceği gibi, anlatılamaz olarak
işitdi. Başka kimse, böyle işitmedi. Yâhud, Allah kelâmını, sesle
işitdi. Fekat, yalnız
kulakla değil.
Vücûdünün her zerresi, her yandan işitdi. Yâhud, yalnız ağaç tarafından işitdi.
Fekat, ses ile değildi.
Hava titreşimi veyâ başka olaylarla işitmedi. Bu üç hâlden biri ile işitdiği için (Kelîmullah) adına kavuşdu. Muhammed aleyhissalâtü
vesselâmın,
mi’râc gecesinde, kelâm-i ilâhîyi işitmesi ve Cebrâîl aleyhisselâmın vahy alırken işitmesi
de böyle idi.
4 - Îmân edilmesi, inanılması lâzım olan altı şeyden
dördüncüsü, (Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmakdır). İnsanları, Allahü
teâlânın beğendiği yola
kavuşdurmak, doğru
yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Rüsül, resûller demekdir. Lügatde,
gönderilmiş zât ve haberci demekdir. İslâmiyyetde (Resûl) demek,
yaratılışı, huyu, ilmi,
aklı,
zemânında
bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem bir zât demekdir. Hiçbir kötü
huyu, beğenilmiyecek
hâli yokdur. Peygamberlerde (İsmet) sıfatı vardır. Ya’nî
Peygamber olduğu
bildirilmeden önce ve bildirildikden sonra, küçük ve büyük hiçbir günâh
işlemez. [İslâmiyyeti
içerden yıkmak
istiyen kâfirler, Muhammed aleyhisselâm Peygamber olmadan önce, heykellerin
önünde kurban keserdi diyorlar ve mezhebsizlerin kitâblarını da vesîka
olarak gösteriyorlar. Bu çirkin iftirâlarının yalan olduğu, yukarıdaki satırlardan anlaşılmakdadır.] Peygamber
olduğu
bildirildikden sonra, Peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve
benzerleri ayb ve kusûrları da olmaz. Her Peygamberde yedi sıfatın bulunduğuna inanmak
lâzımdır: Emânet, sıdk, teblîg, adâlet,
ismet, fetânet ve emnül-azl. Ya’nî
Peygamberlikden azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok anlayışlı demekdir.
Yeni bir din getiren Peygambere (Resûl) denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne
da’vet eden Peygambere (Nebî) denir.
Emrleri teblîg etmekde ve insanları, Allahü teâlânın dînine çağırmakda, Resûl
ile Nebî arasında
bir ayrılık yokdur.
Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiçbir fark görmiyerek, hepsinin
sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak
demekdir. Onlardan birine inanmıyan kimse, hiçbirine inanmamış olur.
Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok
ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur.
İnsanların dünyâdaki ve âhiretdeki işlerinin düzgün ve fâideli olması için ve
zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, râhata kavuşdurmak için,
Peygamberler vâsıtası ile dinler gönderilmişdir. Düşmanları çok olduğu ve alay
etdikleri, üzdükleri hâlde, Allahü teâlânın, inanmak için ve yapmak için olan
emrlerini insanlara teblîg etmekde, bildirmekde, düşmanlardan korkmamış, göz
kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, Peygamberlerin sıdk sâhibi olduklarını, doğru
söylediklerini göstermek için, Onları mu’cizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu
mu’cizelere karşı gelemedi. Peygamberi kabûl edip inanan kimseye, o Peygamberin
(Ümmeti) denir. Kıyâmet gününde,
ümmetlerinden, günâhı çok olanlara şefâ’at etmeleri için izn verilecek ve
şefâ’atleri kabûl olacakdır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, Velî olanlarına da,
şefâ’at etmeleri için Allahü teâlâ izn verecek ve şefâ’atlerini kabûl
buyuracakdır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, mezârlarında, bizim
bilmediğimiz bir hayât ile diridir. Mübârek vücûdlarını toprak çürütmez. Bunun
içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Peygamberler, mezârlarında, nemâz kılarlar ve hac ederler) buyuruldu.
[Şimdi, Arabistânda bulunan (Vehhâbî)
adındaki kimseler, bu hadîs-i şerîflere inanmıyorlar. Bunlara inanan
hakîkî müslimânlara kâfir diyorlar. Ma’nâları açık olmayıp, şübheli olan
nassları yanlış te’vîl etdikleri için, kendileri kâfir olmuyor ise de, (Bid’at sâhibi) oluyorlar. Müslimânlara çok zarar
veriyorlar. Vehhâbîlik, Muhammed bin Abdülvehhab isminde Necdli bir ahmak
tarafından kuruldu. İngiliz câsûsu Hempher, İbni Teymiyyenin[1] sapık fikrlerini ileri sürerek, bunu
aldatdı. Abduh[2] ismindeki bir
Mısrlının kitâbları ile, türklere ve her yere yayıldı. Bunların beşinci mezheb
değil, dalâletde, yanlış yolda olduklarını, (Ehl-i
sünnet) âlimleri, yüzlerce kitâblarında bildirmişlerdir. (Se’âdet-i ebediyye) ve (Kıyâmet ve Âhiret) kitâblarında bunlar uzun
bildirilmişdir. Allahü teâlâ, genç din adamlarını ingilizlerin çıkardığı,
vehhâbîlik yoluna kaymakdan muhâfaza buyursun. Hadîs-i şerîfler ile medh olunan
(Ehl-i sünnet) âlimlerinin yolundan ayırmasın!]
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” mübârek gözleri uyurken,
----------------------------
[1] Ahmed ibni Teymiyye,
728 [m. 1328] de Şâmda vefât etdi.
[2] Muhammed Abduh, 1323
[m. 1905] de Mısrda vefât etdi.
kalb gözleri uyumaz. Peygamberlik vazîfelerini görmekde,
Peygamberlik üstünlüklerini taşımakda, bütün Peygamberler müsâvîdir. Yukarıda bildirdiğimiz yedi
şey, hepsinde vardır.
Peygamberler, Peygamberlikden azl edilmez, atılmaz. Velîlerden ise, evliyâlık alınabilir.
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” insandan olur. Cinden, melekden
insanlara Peygamber olmaz. Cin ve melek, Peygamberlerin derecelerine
yükselemez. Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ
ümmetlerinin çok olması,
gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilm ve ma’rifetlerinin çok yerlere yayılması,
mu’cizelerinin dahâ çok ve devâmlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve
ihsânlar bulunması gibi
üstünlükler bakımından, âhir
zemân Peygamberi (Muhammed) aleyhisselâm,
bütün Peygamberlerden dahâ üstündür. Ülül’azm olan Peygamberler, böyle olmıyanlardan ve
Resûller, resûl olmıyan
Nebîlerden dahâ üstündürler.
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” sayısı belli değildir.
Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üçyüzonüç veyâ üçyüzonbeş adedi
Resûldür. Bunların
içinden de, altısı dahâ
yüksekdir. Bunlara (Ülül’azm) Peygamberler
denir. Ülül’azm Peygamberler, Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed
Mustafâdır
“aleyhimüssalâtü vesselâm”.
Peygamberlerin içinde otuzüç adedi
meşhûrdur. Bunların
ismleri: Âdem, İdrîs, Şît veyâ (Şîs), Nûh, Hûd,
Sâlih, İbrâhîm, Lût, İsmâ’îl, İshak, Ya’kûb, Yûsüf, Eyyûb, Şu’ayb,
Mûsâ, Hârun, Hıdır,
Yûşa’ bin Nûn, İlyâs, Elyesa’, Zülkifl, Şem’un, İşmoil, Yûnüs bin Metâ, Dâvüd, Süleymân, Lokmân, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, Îsâ
bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed
aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâmdır.
Bunlardan, yalnız
yirmisekizinin ismleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Şît, Hıdır, Yûşa’,
Şem’un ve İşmoil
bildirilmemişdir. Bu yirmisekizden Zülkarneyn, Lokmân, Uzeyrin ve Hıdırın Peygamber
olup olmadıkları kat’i belli
değildir.
(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) C. 2, 36.cı mektûbda, Hıdır aleyhisselâmın Peygamber olduğunu bildiren haberlerin kuvvetli olduğunu yazmakdadır. 182.ci
mektûbda, Hıdır
aleyhisselâmın,
insan şeklinde görülmesi ve ba’zı işleri yapması, Onun hayâtda olduğunu göstermez. Allahü teâlâ Onun ve
birçok Peygamberlerin ve velîlerin rûhlarının insan şeklinde görülmesine izn vermişdir. Onları görmek
hayâtda olduklarını göstermez,
demekdedir. Zülkifl aleyhisselâmın ikinci ismi Harkıldır. Bunun İlyâs veyâ İdrîs yâhud Zekeriyyâ aleyhisselâm olduğunu
söyliyenler de vardır.
İbrâhîm aleyhisselâm, Halîlullahdır. Çünki,
bunun kalbinde, Allahü teâlânın sevgisinden başka, hiçbir mahlûkun sevgisi yokdu. Mûsâ
aleyhisselâm, Kelîmullahdır.
Çünki, Allahü teâlâ ile konuşdu. Îsâ aleyhisselâm, Kelimetullahdır. Çünki,
babası
yokdur. Yalnız
(OL) kelime-i ilâhiyyesi ile anasından dünyâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu
kelimelerini, va’z vererek, insanların kulaklarına ulaşdırırdı.
Âdem oğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi ve
mahlûkların
yaratılmasına sebeb olan
Muhammed aleyhisselâm, Habîbullahdır. Onun
Habîbullah olduğunu
ve büyüklüğünü,
üstünlüğünü
gösteren şeyler pek çokdur. Bunun için, Ona, mağlûb olmak, bozguna uğramak gibi
sözler söylenemez. Kıyâmetde,
herkesden önce kabrden kalkacakdır. Mahşer yerine önce gidecekdir. Cennete
herkesden önce girecekdir. Mu’cizeleri, sayılmakla bitmez ve saymağa insan gücü
yetişmez ise de, mi’râc mu’cizesini yazmakla, yazılarımızı süsliyelim:
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” yatağında
iken uyandırılıp, mübârek
bedeni ile, Mekke şehrinden Kudüsdeki Mescid-i aksâya ve oradan göklere ve
yedinci gökden sonra, Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Mi’râca, böylece inanmak lâzımdır. [İsmâ’îlî sapık fırkasında olanlar
ve islâm âlimi şekline bürünen din düşmanları, mi’râc bir hâl idi, yalnız rûh ile
oldu. Beden ile gitmedi diyerek ve yazarak gençleri aldatmağa çalışıyorlar. Böyle
bozuk kitâbları
almamalı,
bunlara aldanmamalıdır. Mi’râcın nasıl olduğu, birçok kıymetli
kitâblarda, meselâ (Şifâ-i şerîf)[1]de uzun yazılıdır. (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında da geniş
anlatılmışdır.] Mekke-i
mükerremeden (Sidre-tül-müntehâ)ya
kadar, Cebrâîl aleyhisselâm ile birlikde gitdi. (Sidre-tül-müntehâ),
altıncı ve yedinci
göklerde bir ağaçdır ki, bütün
bilgiler ve bütün yükselişler oradan ileri geçemez. Resûl-i ekrem “sallallahü
aleyhi ve sellem” efendimiz, Sidrede, Cebrâîl aleyhisselâmı, altıyüz kanadı ile kendi
şeklinde gördü. Cebrâîl aleyhisselâm Sidrede kaldı. Mekkeden Kudüs-i şerîfe kadar veyâ
yedinci göke kadar, (Burak) üstünde götürüldü. (Burak),
beyâz renkli, katırdan küçük ve merkebden büyük bir Cennet hayvanıdır. Dünyâ
hayvanlarından
değildir.
Erkekliği,
dişiliği
yokdur. Çok hızlı giderdi.
Gözün görebildiği
uzaklığa ayağını basardı. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Mescid-i aksâ)da,
Peygamberlere imâm olup, yatsı yâhud sabâh nemâzını kıldırdı.
Peygamberlerin rûhları,
kendi insan şekllerinde orada bulundu. (Kudüs)den
yedinci göke kadar (Mi’râc)
----------------------------
[1] Şifâyı
yazan kâdı
İyâd mâlikî, 544 [m. 1150] de Merrâküşde vefât etdi.
adındaki
bilinmeyen bir merdivenle bir anda çıkarıldı. Yolda melekler, sağa sola
dizilmiş, Resûlullahı
medh-u senâ ederlerdi. Her göke gelince Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullahın teşrîf etdiğini haber ve
müjde verirdi. Her birinde, bir Peygamberi görüp selâmlaşdı. (Sidre)de şaşılacak çok şeyler gördü. Cennetdeki
ni’metleri, Cehennemdeki azâbları gördü. Cenâb-ı Hakkın cemâlini görmek arzûsundan ve zevkınden,
Cennetdeki ni’metlerin hiçbirine bakmadı. Sidreden ileriye, yalnız olarak,
nûrlar arasında
ilerledi. Meleklerin kalemlerinin seslerini işitdi. Yetmişbin perdeden geçdi. İki perde arası, beşyüz
senelik yol gibi idi. Bundan sonra, güneşden dahâ parlak (Refref) adında bir döşek üzerinde Kürsîden geçdi. Arş-ı ilâhîye
erişdi. Arşdan, zemândan, mekândan, madde âlemlerinden dışarı çıkdı. Cenâb-ı Hakkın kelâmını işitecek
makâma vardı.
Zemânsız ve mekânsız olarak,
âhiretde Allahü teâlânın
görüleceği
gibi, anlaşılamıyan
ve anlatılamıyan bir
hâlde, Allahü teâlâyı
gördü. Harfsiz ve sessiz olarak, Allahü teâlâ ile konuşdu. Allahü teâlâyı, tesbîh,
hamd ve senâ eyledi. Sayısız ikrâmlara,
şereflere kavuşdu. Kendine ve ümmetine elli vakt nemâz farz oldu ise de, Mûsâ
aleyhisselâmın
işâreti ile, yavaş yavaş beş vakte indirildi. Bundan önce, yalnız sabâh ile
ikindi yâhud yatsı
nemâzları kılınırdı. Bu kadar
uzun yolculukdan ve ikrâmlara, ihsânlara kavuşdukdan sonra ve şaşılacak nice
şeyler görüp işitdikden sonra, yatağına geldi. Yeri dahâ soğumamış idi.
Bildirdiklerimizin bir kısmı, âyet-i
kerîmelerle, bir kısmı da, hadîs-i
şerîflerle haber verilmişdir. Hepsine inanmak vâcib değil ise de,
Ehl-i sünnet âlimleri bildirdiği için, bu haberleri kabûl etmiyen, Ehl-i sünnetden ayrılmış olur. Âyet-i
kerîmeye veyâ hadîs-i şerîflere inanmıyan ise, kâfir olur.
Muhammed aleyhisselâmın (Seyyid-ül-enbiyâ) olduğunu, ya’nî
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” en üstünü olduğunu gösteren
sayısız şeylerden
birkaçını bildirelim:
Kıyâmet günü, bütün Peygamberler “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât”, Onun sancağı altında
gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her Peygambere, [Mahlûklarımın içinde,
seçip sevdiğim,
habîbim Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğu zemâna erişirseniz, Ona îmân ediniz ve yardımcı olunuz!]
diye emr etdi. Bütün Peygamberler de, ümmetlerine böyle vasiyyet ve emr eyledi.
Muhammed aleyhisselâm, (Hâtem-ül-enbiyâ)dır. Ya’nî Ondan sonra hiç Peygamber
gelmiyecekdir. Mübârek rûhu, her Peygamberden önce yaratıldı.
Peygamberlik makâmı, en
önce Ona verildi. Peygamberlik, Onun dünyâya teşrîf etmesi ile temâmlandı. Îsâ
aleyhisselâm, kıyâmete doğru, hazret-i Mehdî zemânında, gökden
Şâma inecek ise de, yer yüzüne, Muhammed aleyhisselâmın dînini
yayacakdır.
Onun ümmetinden olacakdır.
[Hicrî kamerî 1296 ve mîlâdî 1880
senesinde, Hindistânda İngilizlerin
ortaya çıkardıkları (Kâdıyânî) denilen sapıklar, Îsâ aleyhisselâm için de, çirkin ve yalan
söyliyorlar. Kendilerine müslimân diyorlar ise de, islâmiyyeti içerden yıkmakdadırlar. Müslimân
olmadıklarına fetvâ
verilmişdir. Bunlara (Ahmedî) de
denilmekdedir.
Hindistânda ortaya çıkan bid’at
ehli ve zındıklardan
birisi, (Cemâ’atüt-teblîgıyye) fırkasıdır. Bunu 1345
[m.1926]de, İlyâs
isminde bir câhil kurdu. (Müslimânlar dalâlete düşdü. Bunları kurtarmak
için rü’yâda emr aldım)
diyordu. Hocaları, sapık, Nezîr
Hüseyn, Reşîd Ahmed Kenkühî ve Halîl Ahmed Sehârenpûrînin kitâblarından öğrendiklerini
söyliyordu. Müslimânları
aldatmak için, hep nemâzın ve
cemâ’atin kıymetini
anlatıyorlar.
Hâlbuki, bid’at ehlinin, ya’nî (Ehl-i sünnet) mezhebinde
olmıyanların nemâzları ve hiçbir
ibâdetleri kabûl olmaz. Bunların Ehl-i sünnet kitâblarını okuyarak, evvelâ bid’at inanışlarından
kurtulup, hakîkî müslimân olmaları lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmde, kapalı bildirilmiş olan âyetlerden yanlış ma’nâ çıkaranlara (Bid’at ehli) veyâ (Sapık) denir. Âyet-i kerîmelere, kendi hâin, sapık
düşüncelerine göre, yanlış
ma’nâ veren islâm düşmanlarına (Zındık) denir. Zındıklar, Kur’ân-ı kerîmi ve
islâmiyyeti değişdirmeğe çalışıyorlar.
Bunları
ortaya çıkaran
ve besleyen ve dünyânın her
tarafına
yaymak için milyarlar sarf eden, en büyük düşman, ingilizlerdir. İngiliz
kâfirinin tuzaklarına
düşmüş olan câhil ve soysuz (Teblîg-ı cemâ’atcı)lar,
kendilerine, (Ehl-i sünnet) diyerek ve
nemâz kılarak,
yalan söyliyor, müslimânları aldatıyorlar. Abdüllah bin Mes’ûd buyuruyor ki, (Dîni olmadığı hâlde nemâz
kılan
kimseler olacakdır).
Bunlar, Cehennemin dibinde sonsuz yanacaklardır. Bunlardan bir kısmı, minâre
tepesindeki leylek yuvası
gibi, büyük sarıkları, sakalları ve cübbeleri
ile, âyet-i kerîmeler okuyup, bunlara yanlış ma’nâ vererek, müslimânları aldatıyorlar.
Hâlbuki hadîs-i şerîfde (İnnallahe lâ yenzuru
ilâ süveriküm ve siyâbiküm ve lâkin yenzuru ilâ kulûbiküm ve niyyâtiküm), (Allahü
teâlâ şekllerinize ve elbiselerinize değil, kalblerinize ve niyyetlerinize bakar)
buyuruldu. Beyt:
Kadd-i bülend dâred,
destâr pâre pâre,
Çün âşiyân-ı leklek, ber kelle-i minâre.
Bu câhillerin, ahmakların yaldızlı sözlerinin
yalan olduklarını
isbât eden, (Hakîkat
Kitâbevi)nin kitâblarına cevâb veremedikleri için, (Hakîkat Kitâbevinin
kitâbları yanlışdır, bozukdur.
Bu kitâbları
okumayın)
diyorlar. İslâm
düşmanı sapıkların, zındıkların en büyük
alâmeti, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarına ve bunları neşr eden hakîkî din kitâblarına bozukdur,
bunları
okumayınız
demeleridir. İslâmiyyete
yapdıkları zararları ve Ehl-i
sünnet âlimlerinin cevâbları, (Fâideli Bilgiler) kitâbımızda uzun yazılıdır.]
Muhammed aleyhisselâm, peygamberlerin
en üstünü, âlemlerin rahmetidir. Onsekizbin âlem, Onun rahmet deryâsından
fâidelenmekdedir. Sözbirliği ile, bütün insanların ve cinnin Peygamberidir. Meleklere, nebâtâta,
hayvanlara ve her maddeye de Peygamber olduğunu bildirenler çokdur. Diğer
Peygamberler, belli bir memleketde, belli bir kavme gönderilmişdi. Resûl-i
ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” ise, bütün âlemlere, canlı, cansız her mahlûka
Peygamberdir. Allahü teâlâ, başka Peygamberleri ismleri ile söylemişdir.
Muhammed aleyhisselâmı ise,
ey Resûlüm, ey Peygamberim diyerek taltîf buyurmuşdur. Başka Peygamberlerin
herbirine verilen her mu’cizenin benzeri, kendisine de ihsân buyurulmuşdur.
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine, o kadar çok ikrâmda bulunmuşdur, o kadar
çok mu’cize vermişdir ki, başka hiçbir Peygamberine böyle vermemişdir. Mübârek
parmağı ile
işâret buyurunca, ayın
ikiye ayrılması, mübârek
avucuna aldığı
taşların
tesbîh etmesi, ağaçların (yâ
Resûlallah) diyerek, kendisine selâm vermesi, Resûlullah yanından ayrıldığı için, (Hannâne) adındaki kuru odunun sesle ağlaması, mübârek
parmaklarının arasından saf su
akması,
âhiretde kendisine (Makâm-ı Mahmûd), (Şefâ’at-i kübrâ), (Kevser havuzu), (Vesîle) ve (Fadîle) adındaki makâmların verilmesi, Cennete girmeden önce, cemâl-i
ilâhîyi görmekle şereflenmesi ile ve dünyâda hulk-ı azîm, dinde
yakîn, ilm, hilm, sabr, şükr, zühd, iffet, adl, mürüvvet, hayâ, şecâ’at,
tevâzu’, hikmet, edeb, semâhat (iyilik yapıcı), merhamet (re’fet) ve bitmez tükenmez fazîletler ve
şereflerle, bütün Peygamberlerin üstüne çıkarılmışdır. Ona verilen mu’cizelerin sayısını, Allahü
teâlâdan başkası
bilemez. Onun dîni, bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükden kaldırmışdır. Dîni,
bütün dinlerin en iyisi, en yükseğidir. Onun ümmeti, bütün ümmetlerden üstündür.
Onun ümmetinin Evliyâsı,
başka ümmetlerin Evliyâsından
dahâ şereflidir.
Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin
Evliyâsı arasında,
Resûlullahın
halîfesi olmağa hak
kazanan ve hilâfete, başkalarından dahâ lâyık olan, imâmların, Velîlerin baş tâcı (Ebû
Bekr-i Sıddîk) “radıyallahü anh”,
Peygamberlerden sonra, gelmiş ve gelecek bütün insanların, en hayrlısı, en
üstünüdür. Hilâfet derecesini, şerefi-
ni önce kazanan Odur. Müslimânlık meydâna çıkmadan önce
de, Allahü teâlânın
lutfü ve ihsânı ile,
putlara tapmadı.
Kâfirlik ve sapıklık
ayblarından
muhâfaza buyuruldu. [Resûlullahın, nübüvvetden önce putlara tapdığını sanan ve
yazanların ne
kadar zevallı ve
câhil olduklarını buradan da
anlamalıdır.]
Bundan sonra, insanların en üstünü,
Fârûk-ı
a’zam, Allahü teâlânın,
Habîbine arkadaş olarak seçdiği, ikinci halîfe (Ömer bin Hattâb)dır “radıyallahü teâlâ
anh”.
Bundan sonra, insanların en üstünü,
Resûlullahın
üçüncü halîfesi, iyilikler, ihsânlar hazînesi, hayâ, îmân ve irfân kaynağı, Zinnûreyn (Osmân bin Affân)dır “radıyallahü teâlâ anh”.
Bundan sonra insanların en hayrlısı, Resûlullahın dördüncü
halîfesi, şaşılacak üstünlükler sâhibi, Allahü teâlânın arslanı (Alî
bin ebî Tâlib)dir “radıyallahü teâlâ anh”.
Bundan sonra, (Hazret-i Hasen) halîfe oldu. Hadîs-i şerîfde
bildirilen otuz sene halîfelik, bunun ile temâm oldu[1]. Bundan sonra, insanların en üstünü,
Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, iki gözünün nûru (Hüseyn bin Alî)dir “radıyallahü teâlâ
anhüm”.
Bu üstünlükler, sevâbın dahâ çok
olması,
dîn-i islâm uğrunda,
vatanlarını,
sevdiklerini terk etmek, başkalarından dahâ önce müslimân olmak, Resûlullaha
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” son derece uymak, Onun sünnetine sımsıkı sarılmak, dînini
yaymağa uğraşmak,
küfrü, fitneyi, fesâdı
önlemek demekdir.
Alî “radıyallahü anh”,
her ne kadar, Ebû Bekrden “radıyallahü anh” başka, herkesden önce müslimân oldu ise de,
o zemân, çocuk olduğu
için ve malsız
olduğu
için ve Resûlullahın
evinde ve hizmetinde olduğu
için, onun önce îmân etmesi, başkalarının îmân etmesine, ibret almalarına ve
kâfirlerin bozguna uğramasına sebeb
olmadı.
Hâlbuki diğer üç
halîfenin îmâna gelmeleri, islâmı kuvvetlendirdi. İmâm-ı Alî ve çocukları “radıyallahü
anhüm”, Resûlullahın en
yakın
akrabâsı ve
Resûlullahın
mübârek kanından
oldukları
için, Sıddîk-i
ekberden ve Fârûk-ı
a’zamdan dahâ üstün denilebilir ise de, bu üstünlükleri, her bakımdan üstünlük
demek değildir.
Her bakımdan,
o büyüklerin önünde olmalarını sağlamaz. Hızır
aleyhisselâmın,
Mûsâ aleyhisselâma birkaç şey öğretmesine benzer. [Kan bakımından dahâ yakın olan, dahâ üstün olsaydı, hazret-i
Abbâs, hazret-i Alîden dahâ üstün olurdu.
----------------------------
[1] Hasen bin Alî 49 [m.
669] da Medîne-i münevverede zehrlenerek vefât etdi.
Kan bakımından
çok yakın
olan Ebû Tâlibde ve Ebû Lehebde ise, mü’minlerin en aşağısında bulunan
şeref ve üstünlük hiç yokdur.] Kan bakımından yakın olduğu için, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hadîce ile hazret-i
Âişeden “radıyallahü
anhünne” dahâ üstündür. Fekat, bir bakımdan üstünlük, her bakımdan üstün
olmasını göstermez.
Bu üçünden en üstün hangisi olduğunu, âlimlerimiz başka başka söylemişdir. Hadîs-i
şerîflerden anlaşıldığına
göre, üçü de ve hazret-i Meryem ve
Fir’avnın
hâtunu hazret-i Âsiye “radıyallahü teâlâ
anhünne ecma’în”, dünyâ kadınlarının en
üstünüdürler. Hadîs-i şerîfde, (Fâtıma, Cennet hâtunlarının üstünüdür. Hasen ve Hüseyn de,
Cennet gençlerinin yüksekleridir) buyuruluyor ki, bu, bir bakımdan
üstünlükdür.
Bunlardan sonra, Eshâb-ı kirâmın en
üstünleri (Aşere-i mübeşşere)den ya’nî
Cennet ile müjdelenmiş on kişiden olanlardır. Bunlardan sonra, Bedr gazâsında bulunan
üçyüzonüç kişi üstündür. Onlardan sonra Uhud gazâsındaki yediyüz
arslanın
arasında
bulunanların
hepsi, dahâ sonra da (Bî’at-ür-rıdvân), ya’nî ağaç altında Resûlullaha söz veren bindörtyüz kişi üstündür.
Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve
sellem” efendimizin yolunda, canlarını, mallarını fedâ
eden, Ona yardım
eden Eshâb-ı
kirâmın
“radıyallahü
anhüm ecma’în” hepsinin ismlerini, saygı ile, sevgi ile söylememiz, bize vâcibdir. Onların büyüklüğüne yakışmıyan sözler
söylememiz, aslâ câiz değildir.
İsmlerini
saygısızca söylemek,
dalâletdir, sapıklıkdır.
Resûlullahı seven
kimsenin, Onun Eshâbının hepsini de
sevmesi lâzımdır. Çünki, bir
hadîs-i şerîfde, (Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever. Onları sevmiyen kimse, beni
sevmemiş olur. Onları inciten, beni incitir.
Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitmiş olur.
Allahü teâlâyı inciten kimse, elbette azâb
görecekdir) buyuruldu. Başka bir hadîs-i
şerîfde de, (Allahü teâlâ, benim ümmetimden
bir kuluna iyilik yapmak isterse, onun kalbine, Eshâbımın sevgisini yerleşdirir. Onların hepsini canı gibi sever) buyuruldu.
Bunun için, Eshâb-ı kirâm arasında olan
muhârebeleri; kötü düşüncelerle ve halîfeliği ele geçirmek, nefsin arzûlarını yerine
getirmek için yapdıklarını sanmamalıdır. Böyle
sanmak ve bunun için o büyüklere dil uzatmak, münâfıklıkdır ve felâkete
sürüklenmekdir. Çünki, Resûlullahın huzûrunda oturmakla, Onun mübârek sözlerini
işitmekle, te’assub [ya’nî inâdcılık, çekememek] ve mevkı’ arzûsu ve dünyâya düşkün olmak, hepsinin
kalblerinden sıyrılmış, gitmişdi. Hırs [doymazlık,
düşkünlük], kin ve kötü huydan kurtulmuş, tertemiz olmuşlardı. O yüce
Peygamberin “sallal-
lahü aleyhi ve sellem” ümmetinin Evliyâsından biri ile
birkaç gün bir arada bulunan bir kimse, o Velînin güzel huylarından ve üstünlüklerinden
fâideleniyor, temizleniyor, dünyâya düşkün olmakdan kurtuluyor da, Eshâb-ı kirâm
efendilerimiz, Resûlullahı
“sallallahü aleyhi ve sellem” herşeyden çok sevdikleri, mallarını, canlarını, Onun için
fedâ etdikleri, vatanlarını terk
etdikleri, Onun, rûhlara gıdâ olan sohbetine âşık oldukları hâlde,
bunların
kötü huylardan kurtulamadıkları, nefslerinin
temizlenmediği,
geçip tükenici dünyâ cîfesi için döğüşecekleri nasıl düşünülebilir? O büyükler, elbette herkesden
dahâ temizdir. Bunların ayrılığını,
muhârebelerini, bizim gibi bozuk niyyetli kimselere benzetmek, dünyâ için,
nefslerinin bozuk isteklerine kavuşmak için döğüşdüler demek hiç yakışır mı? Eshâb-ı kirâm için
böyle çirkin şeyler düşünmek, câiz değildir. Böyle söyliyen bir kimse, hiç düşünmez mi
ki, Eshâb-ı
kirâma düşmanlık
etmek, onları
terbiye eden, yetişdiren, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize
düşmanlık
etmek olur. Onları
kötülemek, Resûlullahı
kötülemek olur. Bunun için, din büyükleri buyurdular ki, (Eshâb-ı kirâmı büyük
bilmiyen, onlara saygı
göstermiyen bir kimse, Resûlullaha îmân etmemiş olur). Deve ve Sıffîn
muhârebeleri, onları
kötülemeğe
sebeb olamaz. Bu muhârebelerde, hazret-i Alîye karşı gelenlerin hepsini kötü
olmakdan kurtaran, hattâ sevâba kavuşduran dînî sebebler vardır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Yanılan müctehide bir
sevâb, doğruyu bulana iki veyâ on sevâb vardır. İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek
sevâbıdır.
İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır.) Bu din
büyüklerinin aralarında
olan çekişmeler, döğüşmeler,
inâd ile, düşmanlık ile
değildi.
İctihâdları sebebi ile
idi. İslâmiyyetin
emrinin yerine getirilmesini istedikleri için idi. Eshâb-ı kirâmın herbiri
müctehid idi. [Meselâ, Amr ibni Âs’ın “radıyallahü teâlâ anh” müctehid olduğu, (Hadîka)nın ikiyüzdoksansekizinci sahîfesindeki hadîs-i
şerîfde bildirilmekdedir.]
Her müctehidin, kendi ictihâdı ile bulduğu, edindiği bilgiye
uygun iş yapması
farzdır.
Kendi ictihâdı,
hernekadar, kendinden dahâ büyük bir müctehidin ictihâdına uygun
olmaz ise de, yine kendi ictihâdına uyması lâzımdır. Başkasının ictihâdına uyması câiz değildir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin[1] talebesi
olan Ebû Yûsüf ile Muhammed Şeybânî ve imâm-ı Muhammed Şâfi’înin
[2] talebesi olan Ebû Sevr ve İsmâ’îl
Müzenî, çok yerde, hocalarına uymadılar. Hocalarının harâm dediklerinden ba’zılarına halâl dediler.
----------------------------
[1] Ebû Hanîfe Nu’mân bin
Sâbit, 150 [m. 767] de Bağdâdda vefât etdi.
[2] Muhammed bin İdrîs
Şâfi’î 204 [m. 820] de Mısrda vefât etdi.
Halâl buyurduklarından ba’zılarına harâm
dediler. Bundan dolayı,
bunlara günâh işledi, kötü oldular denilemez. Böyle söyliyen hiç yokdur. Çünki,
bunlar da, hocaları gibi
müctehiddirler.
Evet, Alî “radıyallahü anh”
efendimiz, Mu’âviyeden ve Amr ibni Âsdan “radıyallahü anhümâ” dahâ yüksek, dahâ
âlim idi. Kendini onlardan ayıracak, pekçok üstünlükleri vardır. İctihâdı da, o
ikisinin ictihâdlarından
dahâ çok kuvvetli ve isâbetli idi. Fekat, Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid oldukları için,
ikisinin de; bu büyük imâmın ictihâdına uymaları câiz değil idi. Kendi ictihâdlarına göre
hareket etmeleri lâzım
idi.
Süâl: Cemel
ve Sıffîn
muhârebelerinde, Muhâcirlerden ve Ensârdan pekçok Sahâbî, imâm-ı Alî ile
birlikde idi. Ona itâ’at etdiler. Ona uydular. Bunların hepsi
müctehid iken, imâm-ı
Alîye uymağı
vâcib bildiler. Bundan anlaşılıyor ki, imâm-ı Alîye uymak, müctehid olanlara da vâcib imiş. İctihâdları uymasa da,
onunla birleşmeleri lâzım
imiş denirse:
Cevâb: Alîye
“radıyallahü
teâlâ anh” uyanlar, onunla birlikde harb edenler, onun ictihâdına uydukları için
birleşmedi. Kendi ictihâdları da, İmâmın
ictihâdına
uygun olduğu
için, onların
ictihâdı,
imâm-ı
Alîye uymağı
vâcib göstermişdi. Bunun gibi, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden çoğunun ictihâdları, imâm-ı Alînin
ictihâdına
uymadı. O
büyük imâm ile harb etmeleri vâcib oldu. O zemân Eshâb-ı kirâmın ictihâdları üç dürlü
olmuşdu. Bir kısmı, imâm-ı Alînin haklı olduğunu anladı. Bunların, imâm-ı Alîye
uymaları
vâcib oldu. Bir kısmı ise, onunla
harb edenlerin ictihâdını haklı gördü.
Bunların da,
Alî “radıyallahü
anh” ile harb edenlere uymaları, onunla harb etmeleri vâcib oldu. Üçüncü kısm, her iki
tarafa da uymamak, döğüşmemek
lâzımdır dedi.
Bunların
ictihâdı,
muhârebelere karışmamağı îcâb
etdirdi. Her üç kısm
da, elbette haklı idi
ve sevâb kazandılar.
Süâl: Yukarıdaki yazı, imâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ
anh” ile muhârebe edenlerin de haklı olduğunu gösteriyor. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri,
imâm-ı
Alînin haklı olduğunu, karşısındakilerin
yanıldıklarını, özrleri
olduğu
için, afv olunduklarını veyâ sevâb
da aldıklarını
bildirmekdedir. Buna ne denilir?
Cevâb: İmâm-ı Şâfi’î ve
Ömer bin Abdül’azîz gibi din büyükleri, Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri için yanıldı demek câiz
olmaz buyurdu. Bunun için, (Büyüklere yanıldı demek yanlışdır) buyurmuşlardır. Küçüklerin, büyükler için, (doğru yapdı, yanlış yapdı, beğendik, beğenmedik) gibi
şeyleri söylemeleri câiz değildir. Allahü teâlâ, ellerimizi o büyüklerin kanlarına bulaşdırmadığı gibi, biz
de,
haklı ve haksız gibi sözleri söylemekden dillerimizi korumalıyız. Derin
âlimler, delîlleri kavrıyarak
ve olayları
inceliyerek, imâm-ı Alî
haklı idi,
karşısında
bulunanlar yanıldı buyurdular
ise de,bu sözleri ile (Alî “radıyallahü anh”, karşı tarafda olanlarla konuşabilseydi,
onların da
kendi gibi ictihâd etmelerini sağlıyabilirdi) demek istemişlerdir. Nitekim Zübeyr bin Avvâm
hazretleri, deve muhârebesinde, hazret-i Alîye karşı olduğu hâlde,
olayları dahâ
derin inceliyerek, ictihâdı değişdi.
Muhârebeden vazgeçdi. İşte
Ehl-i sünnet âlimlerinden hatâyı câiz görenlerin sözleri, böyle anlaşılmalıdır. Yoksa,
hazret-i Alî ve onunla birlikde olanlar hak yolda, karşı tarafda olan Âişe-i Sıddîka
vâlidemiz ve bununla birlikde olan Eshâb-ı kirâm bâtıl işde idi demek, câiz değildir.
Eshâb-ı kirâmın bu muhârebeleri, ahkâm-ı şer’ıyyenin dallarında olan
ictihâd ayrılıklarında idi. İslâmiyyetin
temel, belli başlı
işlerinde hiç ayrılıkları yokdu. Şimdi
ba’zı
kimseler, Mu’âviye ileAmr ibni Âs “radıyallahü anhümâ” gibi din büyüklerine dil uzatıyor, saygısızlık
gösteriyorlar. Eshâb-ı
kirâmı
incitmenin, Resûlullahı
“sallallahü aleyhi ve sellem” incitmek ve küçültmek olacağını anlıyamıyorlar. İmâm-ı Mâlik bin
Enesin (Mu’âviyeye veyâ Amribni Âsa “radıyallahü anhümâ”[1]
söğen,
kötüliyen kimse, onlara söylediği söze lâyık bir kimsedir. Onlara karşı edebsizlik
yapanlara, söyliyenlere ve yazanlara ağır cezâ vermek lâzımdır) buyurduğu, (Şifâ-i şerîf)de
yazılıdır. Allahü
teâlâ, kalblerimizi, Habîbinin Eshâbının sevgisi ile doldursun! O büyükleri, sâlih ve müttekî
olanlar sever. Münâfık ve
şakî olan sevmez.
[Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” Eshâbının kıymetlerini,
üstünlüklerini anlıyarak,
hepsini sevenlere, hepsine saygı gösterenlere ve onların yolunda gidenlere, (Ehl-i
sünnet) denir. Birkaçını severiz, başkalarını sevmeyiz diyerek çoğunu kötüliyenlere, böylece hiçbirinin yolunda
bulunmıyanlara,
(Râfızî)
ve (Şî’î)denir.
Râfızîler,Îrânda,
Hindistânda ve Irâkda çokdur. Türkiyede hiç yokdur. Bunlardan ba’zısı,
yurdumuzdaki müslimân, temiz Alevîleri aldatmak
için, kendilerine (Alevî) dedi. Hâlbuki,
Alevî, Alîyi “radıyallahü anh”
seven müslimân demekdir. Bir kimseyi sevmek için, onun yolunda olmak, onun
sevdiklerini sevmek lâzımdır. Bunlar,
Alîyi “radıyallahü
anh” sevmiş olsalardı,
onun yolunda giderlerdi. Alî “radıyallahü anh”, Eshâb-ı kirâmın hepsini
severdi. İkinci
halîfe olan Ömerin de “radıyallahü anhümâ” müşâviri, derd ortağı idi. Fâtımadan “radıyallahü anhâ”
olan kızı
----------------------------
[1] Mu’âviye bin Ebû
Süfyân, 60 [m. 680] de Şâmda vefât etdi. Amr ibniÂs 43 [m. 663] de Mısrda
vefât etdi.
Ümm-i Gülsümü, Ömere “radıyallahü anh” nikâh etdi. Hutbede,
hazret-i Mu’âviye için (Kardeşlerimiz, bizden ayrıldı. Onlar kâfir ve fâsık değildir. İctihâdları böyle oldu)
buyurdu. Kendisine karşı harb eden Talha “radıyallahü anh” şehîd olunca yüzünden toprakları sildi. Nemâzını kendi kıldırdı. Allahü
teâlâ, Kur’ân-ı
kerîmde, (Mü’minlerin kardeş olduğunu) bildiriyor. Feth sûresinin son âyet-i kerîmesi, (Eshâb-ı kirâmın birbirleri ile sevişdiklerini) haber
veriyor. Eshâb-ı
kirâmdan birisini bile sevmemek ve hele düşmanlık etmek, Kur’ân-ı kerîme
inanmamak olur. Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”
üstünlüklerini iyi anladılar.
Hepsini sevmemizi emr etdiler. Müslimânları felâketden kurtardılar.
Ehl-i beyti ya’nî Alîyi “radıyallahü anh”
ve bütün evlâdını, soyunu
sevmiyenlere ve Ehl-i sünnetin göz bebeği olan bu büyüklere düşmanlık edenlere, (Hâricî) denir. Bugün hâricîlere (Yezîdî) denilmekdedir. Yezîdîlerin, dinleri,
îmânları çok
bozukdur.
Eshâb-ı kirâmın hepsini severiz deyip de, onların yolunda
bulunmıyan,
kendi bozuk düşüncelerine, Eshâbın yoludur diyenlere, (Vehhâbî)
denir. Vehhâbîlik, mezhebsiz din adamı Ahmed ibni Teymiyyenin kitâblarındaki sapık fikrleri
ile, Hempher denilen ingiliz câsûsunun yalanlarının karışımından hâsıl oldu. Vehhâbîler, Ehl-i sünnet âlimlerini,
tesavvuf büyüklerini ve şî’îleri beğenmiyor, hepsini kötüliyorlar. Müslimân, yalnız,
kendilerini sanıyorlar.
Kendileri gibi olmıyanlara
müşrik diyor. Bunların malı, canı vehhâbîlere
halâldir diyorlar. (İbâhî) oluyorlar. Nasslardan, ya’nî Kur’ân-ı kerîmden ve
hadîs-i şerîflerden, yanlış,
bozuk ma’nâlar çıkararak,
müslimânlığı bu
ma’nâlar zan ediyorlar. Edille-i şer’iyyeyi ve hadîs-i şerîflerin çoğunu inkâr
ediyorlar. Dört mezhebin âlimleri, Ehl-i sünnetden ayrılanların, dalâlete
sapdıklarını, islâmiyyete
çok zarar verdiklerini, birçok kitâblarında vesîkalarla isbât etdiler. Dahâ geniş bilgi
almak için türkçe (Kıyâmet ve Âhiret), (Se’âdet-i Ebediyye) kitâblarını ve arabî (Minha-tül-vehbiyye), (Et-Tevessül-ü bin-Nebî ve
bis-Sâlihîn), (Sebîl-ün-necât) ve fârisî (Seyf-ül-ebrâr)
kitâblarını okuyunuz! Bu
kitâblar ve bid’at ehline red olarak yazılmış birçok kıymetli kitâblar İstanbulda (Hakîkat
Kitâbevi) tarafından basdırılmışdır. (İbni Âbidîn)in[1] üçüncü cildinde bâgîleri anlatırken ve
türkçe (Nimet-i islâm) kitâbının nikâh
bahsinde, vehhâbîlerin ibâhî oldukları açıkca yazılıdır.
Sultân ikinci Abdülhamîd hânın amirallerinden Eyyûb Sabrî pâ-
----------------------------
[1] Muhammed Emîn ibni
Âbidîn 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etdi.
şa[1] , (Mir’ât-ül-haremeyn) ve (Târîh-i vehhâbiyyân) kitâblarında ve Ahmed
Cevdet pâşa, târîhinin yedinci cildinde, vehhâbîleri türkçe olarak uzun uzun
yazmakdadırlar.
Yûsüf Nebhânînin Mısrda
basılan
arabî (Şevâhid-ül-hak) kitâbı da, vehhâbîlere
ve İbni
Teymiyyeye uzun cevâb vermekdedir. Bu kitâbdan elli sahîfe, 1972 de İstanbulda
arabî olarak neşr etdiğimiz (İslâm âlimleri ve
vehhâbîler) kitâbında mevcûddur.
Eyyûb Sabrî pâşa “rahime-hullahü
teâlâ” diyor ki: (Vehhâbîlik, 1205 [m. 1791] yılında Arabistân yarımadasında kanlı, işkenceli
bir ihtilâl ile meydâna çıkdı.) Vehhâbîliği ve
mezhebsizliği
kitâbları ile
dünyâya yaymağa uğraşanlardan
biri, Mısrlı Muhammed
Abduhdur. Bir mason olan ve Kâhire mason locası başkanı Cemâleddîn-i Efgânîye[2] hayrânlığını açıkça yazan Abduh büyük islâm âlimi, ilerici fikr
adamı, kıymetli
reformcu denilerek, gençliğin önüne sürüldü. Ehl-i sünneti yıkmak,
islâmiyyeti bozguna uğratmak
için pusuda duran islâm düşmanları da, din adamı kılığına girerek, yaldızlı kelimelerle müslimânlığı överek,
sinsice bu fitneyi körüklediler. Abduh göklere çıkarıldı. Ehl-i sünnetin büyük âlimlerine, mezheb imâmlarına câhil
denildi. İsmleri
söylenilmez oldu. Fekat, islâmiyyet için kanlarını döken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
aşkına
canlarını veren ecdâdımızın, şanlı
şerefli şehîdlerin temiz ve asîl evlâdları, bu propagandalara ve milyonlarca lira verilerek
yapılan
reklâmlara aldanmadı.
Hattâ, bu şişirme din kahramanlarını duymadı ve tanımadı.
Cenâb-ı Hak,
şehîd yavrularını, alçakça yapılan bu
hücûmlardan korudu. Bugün de, Mevdûdî[3], Seyyid Kutb[4] ve
Hamîdullah ve (Teblîg-ı
cemâ’atcı)lar
gibi mezhebsizlerin kitâbları terceme edilerek gençliğin önüne sürülmekdedir. Dev gibi
reklâmlarla ballandıra
ballandıra
medh edilen bu tercemelerde, islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan sapık fikrlerin
bulunduğunu
görüyoruz. Su uyur, düşman uyumaz. Allahü teâlâ, habîbi, çok sevdiği Peygamberi
Muhammed “aleyhisselâm” hurmetine, müslimânları, gaflet uykusundan uyandırsın. Düşmanların yalanlarına, iftirâlarına
aldanmakdan muhâfaza buyursun! Âmîn. Yalnız düâ etmekle kendimizi aldatmıyalım! Allahü
teâlânın
âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeblere yapışmadan, çalışmadan düâ etmek, Allahü teâlâ-
----------------------------
[1] Eyyûb Sabrî pâşa, 1308
[m. 1890] da vefât etdi.
[2] Cemâlüddîn Efgânî,
1314 [m. 1897] de vefât etdi.
[3] Mevdûdî, Hindistândaki
(Cemâ’at-ül-islâmiyye)nin müessisidir. 1399 h [m. 1979] da vefât etdi.
[4] Seyyid Kutb 1386 [m.
1966] da Mısrda idâm edildi.
dan mu’cize istemek demekdir. Müslimânlıkda, hem çalışılır, hem de düâ
edilir. Önce sebebe yapışmak,
sonra düâ etmek lâzımdır. Küfrden
kurtulmak için birinci sebeb, islâmiyyeti öğrenmek ve öğretmekdir. Zâten, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve farzları, harâmları öğrenmek, kadın erkek,
herkese farzdır.
Birinci vazîfedir. Bugün, bunları öğrenmek, çok kolaydır. Çünki, doğru olan din
kitâbı
yazmak ve neşr etmek serbestdir. Müslimânlara bu hürriyyeti veren devlete, her
müslimânın
yardım
etmesi lâzımdır.
Ehl-i sünnet i’tikâdını ve ilm-i
hâlini öğrenmiyen
ve çocuklarına öğretmiyenler,
müslimânlıkdan
ayrılmak,
küfr felâketine düşmek tehlükesindedir. Böyle kimselerin düâları zâten kabûl
olmaz ki, küfrden korunabilsinler. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki, (İlm bulunan yerde müslimânlık vardır. İlm bulunmıyan yerde müslimânlık kalmaz.) Ölmemek
için, yimek, içmek lâzım
olduğu
gibi, kâfirlere aldanmamak, dinden çıkmamak için de, dînini, îmânını öğrenmek lâzımdır. Ecdâdımız, her zemân
toplanırlar,
ilmihâl kitâblarını okurlar,
dinlerini öğrenirlerdi.
Ancak, böyle müslimân kaldılar. İslâmiyyetin zevkıni aldılar. Bu se’âdet ışığını bizlere, doğru olarak ulaşdırabildiler. Bizim de müslimân kalmamız, yavrularımızı içimizdeki
ve dışımızdaki
kâfirlere kapdırmamamız için,
birinci ve en lüzûmlu çâre, herşeyden önce Ehl-i sünnet âlimlerinin hâzırladığı ilmihâl
kitâblarını okumak ve öğrenmekdir.
Çocuğunun
müslimân olmasını istiyen
ana-baba, çocuğuna
Kur’ân öğretmelidir.
Fırsat
elde iken okuyalım, öğrenelim ve
çocuklarımıza, sözümüzü
dinliyenlere öğretelim!
Mektebe gitdikden sonra öğrenmeleri
güç olur. Hattâ imkânsız
olur. Felâket gelince, âh etmek fâide vermez. İslâm düşmanlarının, zındıkların, tatlı, yaldızlı kitâblarına,
gazetelerine, mecmû’a, televizyon ve radyolarına ve filmlerine aldanmamalıdır. İbni Âbidîn
“rahime-hullahü teâlâ”, üçüncü cildde buyuruyor ki, (hiçbir dîne inanmadığı hâlde,
müslimân görünüp, küfre sebeb olan şeyleri müslimânlıkmış gibi
anlatarak, müslimânları
dinden çıkarmağa çalışan sinsi
kâfirlere (Zındık) denir).
Süâl: Mezhebsizlerin
bozuk kitâblarından
terceme edilmiş yazıları okuyan biri
diyor ki, (Kur’ân-ı
kerîm tefsîrlerini okumalıyız. Dînimizi,
Kur’ân-ı
kerîmi anlamayı, din
âlimlerine bırakmak,
tehlükeli ve korkunç bir düşüncedir. Kur’ân-ı kerîmde (Ey din âlimleri) denmez. (Ey îmân
edenler), (Ey insanlar) gibi hitâblar kullanılır. Bunun için, her müslimân, Kur’ân-ı kerîmi
kendisi anlıyacak,
başkasından
beklemiyecekdir).
Bu kimse, herkesin tefsîr, hadîs
okumasını istiyor. İslâm
âlimlerinin, Ehl-i sünnet büyüklerinin kelâm, fıkh ve ilmihâl kitâblarını
okumağı tavsiye etmiyor. Diyânet işleri başkanlığının yayınladığı Mısrlı Reşîd Rızânın[1] 1394 [m. 1974] târîh ve 157 sayılı (İslâmda Birlik ve Fıkh Mezhebleri) kitâbı da,
okuyanları
büsbütün şaşırtdı. Bu
kitâbın
birçok yerinde, meselâ altıncı
konuşmasında
diyor ki:
(Müctehid imâmlarını Peygamberler
“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kadar yükseltdiler. Hattâ, Peygamberin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hadîsine uymıyan bir
müctehidin sözünü tercîh edip, hadîsi bırakdılar. Bu
hadîsin nesh edilmiş olması veyâ imâmımızın nezdinde
başka bir hadîsin bulunması muhtemeldir dediler.
Bu taklîdciler, hükmde hatâ etmesi
veyâ bilmemesi câiz olan kimselerin sözü ile amel edip de, hatâdan berî olan
Peygamberin hadîsini terk etmekle, müctehidleri taklîdden de ayrılmış oluyorlar.
Kur’ândan bile ayrılmış oluyorlar.
Müctehid imâmdan başka kimse Kur’ânı anlıyamaz
diyorlar. Fıkhcıların ve diğer
taklîdcilerin bu gibi sözleri, yehûdîlerden ve hıristiyanlardan
intikâl etdiğini
gösteriyor. Hâlbuki Kur’ânı ve hadîsi anlamak, fıkhcıların yazdığı kitâbları anlamakdan
dahâ kolaydır.
Arabca kelime ve üslûbları hazm edenler, Kur’ânı ve hadîsi
anlamak için zorluk çekmezler. Allahü teâlânın kendi
dînini açıkça
anlatmağa
kâdir olduğunu
kim inkâr eder? Resûlullahın Allahın murâdını herkesden
iyi anladığını ve anlatmağa başkalarından dahâ
muktedir olduğunu
kim inkâr edebilir? Hz. Peygamberin açıklamaları ümmete kâfî
değildir
demek, Onun teblîg vazîfesini tam olarak îfâ edemediğini söylemeğe varır. İnsanların çoğu, Kur’ân-ı kerîmi ve
sünneti anlıyamasalardı, cenâb-ı Hak, o kitâb
ve sünnetdeki hükmler ile bütün insanları mükellef kılmazdı. İnsan, inandığı şeyleri,
delîlleri ile bilmelidir. Cenâb-ı Hak taklîdciliği takbîh etmişdir.
Baba ve dedelerini taklîd etmelerinin ma’zûr görülmiyeceğini açıklamışdır. Âyetler
gösteriyor ki, taklîd Allah katında aslâ makbûl değildir. Dînin
fürû’ kısmını
delîllerinden anlamak, îmân kısmını anlamakdan
dahâ kolaydır.
Güç olanı
teklîf edince, güç olmıyanla nasıl mükellef kılmaz? Ba’zı nâdir
hâdiselerin hükmünü çıkarmak güç olur ise de, bunları bilmemek ve
yapmamak özr sayılır. Fıkhcılar,
kendiliklerinden bir takım mes’eleler îcâd etdiler. Bunlar için hükmler ihdâs
eylediler. Bunlara, re’y, kıyâs-ı celî, kıyâs-ı hafî gibi
şeyleri delîl getirmeğe kalkışdılar. Bunlar,
akl yolu ile bilgi edinmek mümkin olmayan ibâdetler sâhasına da taşırıldı. Böylece
dîni genişleterek, birkaç katına çıkardılar.
Müslimânları
külfete sokdular. Ben kıyâsı inkâr etmiyorum. İbâdet sâhasında kıyâs yokdur
----------------------------
[1] Reşîd Rızâ,
Muhammed Abduhun talebesidir. 1354 [m. 1935] de vefât etdi.
diyorum. Îmân ve ibâdetler, hazret-i Peygamber zemânında temâmlandı. Kimse,
bunlara birşey ilâve edemez. Müctehid imâmlar, insanları taklîdden
men’etmiş, taklîdi harâm kılmışlardır.) diyor.
Mezhebsiz Reşîd Rızânın (İslâmda Birlik
ve Fıkh
Mezhebleri) kitâbından
özetlediğimiz
yukarıdaki
yazılar,
mezhebsizlerin bütün kitâbları gibi, müslimânların dört mezheb imâmını taklîd etmelerini men’ediyor. Herkesin tefsîr ve
hadîs öğrenmesini
emr ediyor. Buna ne dersiniz?
Cevâb: Mezhebsizlerin
yazıları dikkat ile
okunursa, sapık
düşüncelerini ve bölücü görüşlerini, çürük mantık zincirleri ile ve yaldızlı kelimelerle
süsliyerek müslimânları
aldatmağa çalışdıkları hemen görülür.
Câhiller, bu yazıları mantık, akl
çerçevesinde, ilme dayanıyor
sanarak inanır,
arkalarına
takılırlar ise de,
ilm ve keskin görüş sâhibleri, aslâ bunların tuzaklarına düşmez.
Müslimânları sonsuz
felâkete sürükliyen mezhebsizlik tehlükesine karşı gençleri uyarmak için islâm
âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, ondört asrdan beri binlerce kıymetli kitâb
yazmışlardır. Yukarıdaki süâle
cevâb olmak üzere, Yûsüf Nebhânînin[1] (Huccet-ullahi alel-âlemîn) kitâbının
yediyüzyetmişbirinci sahîfesinden başlıyarak, bir mikdâr terceme etmeği uygun
gördük:
Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak,
herkesin yapabileceği şey
değildir.
Müctehid imâmlar bile, Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâmın hepsini çıkaramıyacakları için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
Kur’ân-ı
kerîmdeki ahkâmı,
hadîs-i şerîfleri ile açıklamışdır. Kur’ân-ı kerîmi,
ancak Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” açıkladığı gibi, hadîs-i şerîfleri de, yalnız Eshâb-ı kirâm ve
müctehid imâmlar anlıyabilmişler
ve açıklamışlardır.
Bunu anlıyabilmeleri
için, Allahü teâlâ, müctehid imâmlara aklî ve naklî ilmleri ve idrâk kuvveti ve
keskin zihn ve ziyâde akl ve dahâ nice üstünlükler ihsân eylemişdir. Bu
üstünlüklerin başında, takvâ gelmekdedir. Bundan sonra, kalblerindeki nûr-u
ilâhî gelmekdedir. Müctehid imâmlarımız, bu üstünlükler yardımı ile, Allahü teâlânın ve Resûlullahın kelâmlarından onların murâdlarını anlamışlar, anlıyamadıklarını (Kıyâs) ile bildirmişlerdir. Dört mezheb imâmının herbiri,
kendi re’yi ile konuşmadığını bildirmiş ve
talebelerine (sahîh hadîse rastlarsanız, benim sözümü bırakın. Resûlullahın hadîsine
uyun!) demişdir. Mezheb imâmlarımız, bu
sözü, kendileri gibi müctehid olan derin âlimlere söylemişlerdir. Bu âlimler,
dört mezhebin delîllerini bilen, tercîh ehli olanlardır.
----------------------------
[1] Yûsüf Nebhânî, 1350
[m. 1932] de Beyrûtda vefât etdi.
Müctehid olan bu âlimler, mezheb imâmının ictihâdının delîli ile
yeni öğrenilen
sahîh hadîsin senedlerini, râvîlerini ve hangisinin sonra vârid olduğunu ve dahâ
birçok şartları
inceliyerek hangisinin tercîh edileceğini anlarlar. Yâhud müctehid imâm, bir mes’eleye
delîl olacak hadîs-i şerîf kendisine ulaşmadığı için, kıyâs yaparak
hükm eylemişdir. Talebeleri bu mes’eleye sened olacak hadîs-i şerîfi öğrenerek,
başka dürlü hükm vermişlerdir. Fekat talebeleri böyle ictihâd yaparken, mezheb
imâmının
kâidelerinden dışarı çıkmazlar. Dahâ
sonra gelen müctehid müftîler de, böyle fetvâ vermişlerdir. Bütün bu yazılanlardan
anlaşılıyor
ki, dört mezheb imâmlarını ve bunların
mezheblerinde yetişmiş olan müctehidleri taklîd eden müslimânlar, Allahü teâlânın ve
Resûlünün hükmlerine tâbi’ olmakdadırlar. Bu müctehidler, Kur’ân-ı kerîmden ve
hadîs-i şerîflerden başkalarının anlıyamıyacağı hükmleri
anlamışlar,
anladıklarını
bildirmişlerdir. Müslimânlar da, onların kitâb ve sünnetden anlayıp
bildirdiklerini taklîd etmişlerdir. Çünki, Nahl
sûresinin kırküçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Bilmiyor iseniz, bilenlerden sorunuz!) buyuruldu.
Bu âyet-i kerîme, herkesin Kitâbı ve Sünneti
doğru
anlıyamıyacağını, anlıyamıyanların da bulunacağını
göstermekdedir. Anlıyamıyanların, Kur’ân-ı kerîmden ve
hadîs-i şerîflerden anlamağa çalışmalarını değil, anlamış olanlardan
sorup öğrenmelerini
emr etmekdedir. Kur’ân-ı
kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını herkes doğru anlıyabilseydi yetmişiki sapık fırka meydâna çıkmazdı. Bu fırkaları çıkaranların hepsi de
derin âlim idi. Fekat hiçbiri, Nassların, ya’nî, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin
ma’nâlarını doğru anlıyamadı. Yanlış anlıyarak, doğru yoldan ayrıldılar.
Milyonlarca müslimânın
felâkete sürüklenmelerine de sebeb oldular. Nasslardan yanlış ma’nâlar çıkarmakda,
ba’zıları o kadar taşkınlık yapdılar ki, doğru yoldaki
müslimânlara kâfir, müşrik diyecek kadar sapıtdılar. Türkçeye terceme ederek, el altından
yurdumuza sokulan (Keşf-üş-şübühât) ismindeki
vehhâbî kitâbında,
Ehl-i sünnet i’tikâdında
olan müslimânları
öldürmek ve mallarını yağma etmek
mubâhdır
denilmekdedir.
Allahü teâlâ, mezheb imâmlarının ictihâd
etmelerini ve mezheblerini kurmalarını ve bütün müslimânların bu mezhebler üzerinde toplanmalarını, yalnız sevgili
Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ümmetine ihsân etmişdir.
Cenâb-ı Hak,
bir yandan i’tikâd imâmlarını
yaratarak, sapıkların, zındıkların, mülhidlerin
ve insan şeytânlarının i’tikâd ve
îmân bilgilerini bozmalarına
mâni’ olduğu
gibi, mezheb imâmlarını da
yaratarak, dînini bozulmakdan korumuşdur. Hıristiyanlıkda ve yehûdîlikde bu
ni’met olmadığı için, dinleri bozulmuş, oyuncak
hâline gelmişdir.
Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” vefâtından
dörtyüz sene sonra, ictihâd edebilecek derin âlim kalmadığını islâm
âlimleri sözbirliği ile
bildirdiler. Şimdi, ictihâd etmeli diyen kimsenin akl hastası veyâ din
câhili olduğu
anlaşılır.
Büyük âlim Celâleddîn-i Süyûtî “rahime-hullahü teâlâ”[1], ictihâd derecesine yükselmiş olduğunu
söylemişdi. Zemânındaki
âlimler kendisine bir süâl sorup, buna iki çeşid cevâb verilmiş olduğunu,
bunlardan hangisinin dahâ sağlam olduğunu bildirmesini söylediler. Cevâb veremedi. İşinin çok olduğundan, buna
vakt ayıramıyacağını bildirdi.
Hâlbuki kendisinden istenilen şey, fetvâda ictihâd yapması idi. Bu ise,
ictihâd derecelerinin en aşağısıdır. İmâm-ı Süyûtî gibi
derin bir âlim, fetvâda ictihâddan kaçınınca, müslimânları mutlak ictihâd yapmağa
sürükliyenlere deli veyâ din câhili denilmez de, ne denir? İmâm-ı Gazâlî
“rahime-hullahü teâlâ”[2],
kendi zemânında
müctehid bulunmadığını, (İhyâ-ül-ulûm) kitâbında
bildirmişdir.
Müctehid olmıyan bir
müslimân, bir sahîh hadîs öğrenip, mezhebi imâmının buna uymıyan hükmünü yapmak kendine ağır gelirse, bu
müslimânın,
dört mezheb arasında,
bu hadîse uygun ictihâd etmiş olan müctehidi arayıp bulması ve bu işini
onun mezhebine göre yapması lâzımdır.
Büyük âlim İmâm-ı Nevevî
“rahimehullahü teâlâ”[3] (Ravdat-üt-tâlibîn) kitâbında bunu uzun
açıklamakdadır. Çünki,
ictihâd derecesine yükselmemiş olanların Kitâbdan ve Sünnetden ahkâm çıkarmaları câiz değildir. Şimdi,
ba’zı
câhiller, kendilerinin mutlak ictihâd derecesine yükseldiklerini, Nasslardan,
ya’nî Kitâbdan ve Sünnetden ahkâm çıkarabileceklerini ve dört mezhebden birini taklîd
etmeğe
ihtiyâcları
kalmadığını söyliyorlar.
Senelerden beri taklîd etmiş oldukları mezhebi terk ediyorlar. Bozuk düşünceleri ile
mezhebleri çürütmeğe
kalkışıyorlar.
Bizim gibi olan din adamlarının
re’ylerine uyamayız
gibi câhilce, ahmakca şeyler söyliyorlar. Şeytânın vesvesesi ve nefslerinin tahrîki
ile üstünlük iddi’â ediyorlar. Böyle sözleri ile, üstünlüklerini değil, ahmaklıklarını ve alçaklıklarını ortaya
koymuş olduklarını anlıyamıyorlar.
Bunlar arasında,
herkes tefsîr okumalı,
tefsîrden ve Buhârîden ahkâm çıkarmalıdır
diyen ve yazan câhilleri ve sapıkları da görmekdeyiz. Sakın müslimân kardeşim! Böyle ahmaklar ile arkadaşlık etmekden,
bunları din
adamı
sanmakdan
----------------------------
[1] Süyûtî Abdürrahmân,
911 [m. 1505] de Mısrda vefât etdi.
[2] İmâm-ı
Muhammed Gazâlî, 505 [m. 1111] de Tûs şehrinde vefât etdi.
[3] Yahyâ Nevevî, 676 [m.
1277] de Şâmda vefât etdi.
ve uydurma kitâblarını okumakdan çok sakın! İmâmının mezhebine sımsıkı sarıl! Dört mezhebden dilediğini ve beğendiğini
seçebilirsin. Fekat, mezheblerin kolaylıklarını araşdırmak, ya’nî mezhebleri (Telfîk)
etmek câiz değildir.
[(Telfîk) demek, mezheblerin kolaylıklarını toplıyarak yapılan bir işin
bu mezheblerden hiçbirine uymaması demekdir. Bir işi yaparken dört mezhebden birine
uydukdan sonra, ya’nî bu iş, bu mezhebe göre sahîh oldukdan sonra, ayrıca diğer üç
mezhebde de sahîh ve makbûl olması için gerekli şeylere de, mümkin olduğu kadar uyulursa,
buna (Takvâ) denir ki, çok sevâb olur.]
Hadîs-i şerîfleri okuyup iyi anlıyabilen bir
müslimânın,
önce kendi mezhebinin delîlleri olan hadîsleri öğrenmesi, sonra bu hadîslerin medh
etdiği
işleri yapıp,
yasak etdiği
işlerden sakınması, dîn-i islâmın büyüklüğünü, kıymetini ve
Allahü teâlânın ve
Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” ismlerinin ve sıfatlarının kemâlâtını ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtını ve
fazîletlerini ve mu’cizelerini ve dünyânın, âhiretin, Cennetin ve Cehennemin hâllerini ve
melekleri, cinleri ve geçmiş ümmetleri ve Peygamberleri ve kitâblarını ve Kur’ân-ı kerîmin ve
Resûlullahın üstünlüklerini
ve Onun Âlinin ve Eshâbının “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hâllerini ve kıyâmet alâmetlerini ve dahâ nice dünyâ ve âhiret
bilgilerini öğrenmesi
lâzımdır. Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinde dünyâ ve âhiretin bütün bilgileri
toplanmışdır.
Bu yazdıklarımız anlaşılınca, müctehidlerin hadîs-i şerîflerden çıkardıkları din
hükmlerinin fâidesi olmaz diyen kimsenin ne kadar câhil olduğu ortaya çıkar. Hadîs-i
şerîflerin bildirdikleri sayısız
ilmler arasında,
ibâdetleri ve mu’âmelâtı
bildiren hadîs-i şerîfler pek az kalmakdadır. Ba’zı âlimlere göre beşyüz kadardır. [Tekrâr
edilmiş olanları da
katılırsa, üçbini
geçmez.] Bu kadar az hadîs-i şerîf arasından sahîh bir hadîsi, dört mezheb imâmından
hiçbirinin işitmemiş olması düşünülemez. Sahîh hadîsleri dört mezheb imâmından en az
birisi delîl olarak almışdır. Kendi
mezhebindeki bir işin, sahîh olan bir hadîs-i şerîfe uygun olmadığını gören bir
müslimânın, bu
hadîs-i şerîfe göre ictihâd etmiş olan başka bir mezhebe uyarak bu işi yapması lâzımdır. Kendi
mezhebinin imâmı da
belki bu hadîs-i şerîfi işitmiş, fekat dahâ sahîh olduğunu anladığı veyâ dahâ sonra
olup birincisini nesh eden başka bir hadîs-i şerîfe uyarak veyâ müctehidlerin
bileceği
başka sebeblerden dolayı, bu
hadîsi delîl olarak almamışdır. Bir
hadîsin sahîh olduğunu
anlıyan
bir müslimânın,
mezhebinin bu hadîs-i şerîfe uymıyan hükmünü bırakıp, bu hadîse uyması güzel olur ise de, bu kimse için, bu
hadîsden hükm çıkarmış olan başka
mezhebi taklîd etme-
si lâzımdır.
Çünki, o mezhebin imâmı,
ahkâmın
delîllerinden onun bilmediklerini bilerek, o hadîs ile amel etmeğe mâni’
birşey bulunmadığını anlamışdır. Bununla
berâber, bu işi kendi mezhebine uyarak yapması da câizdir. Çünki mezhebinin imâmının öyle
ictihâd etmesi, muhakkak sağlam bir delîle dayanmışdır. Mukallidin bu delîli bilmemesini islâmiyyet özr
saymakdadır.
Çünki, dört mezheb imâmlarının
hiçbiri, ictihâd ederken,Kitâbdan ve Sünnetden ayrılmamışlardır. Bunların mezhebleri,
Kitâbın ve
Sünnetin açıklamalarıdır. Kitâbın ve Sünnetin
ma’nâlarını ve
hükmlerini müslimânlara açıklamışlardır. Onların anlıyabilecekleri şeklde anlatmışlar, kitâblara geçirmişlerdir. Mezheb
imâmlarının
“rahimehümullahü teâlâ” bu işleri, islâm dînine o kadar mu’azzam bir hizmetdir
ki, Allahü teâlâ kendilerine yardım etmeseydi, bunu yapmağa insan gücü
yetişemezdi. Bu mezhebler, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hak Peygamber
olduğunu
ve islâm dîninin sahîh olduğunu bildiren en kuvvetli vesîkalardan biridir.
Din imâmlarımızın ictihâdlarında
birbirlerinden ayrılmaları, yalnız fürû’-i
din, ya’nî fıkh
mes’elelerindedir. Usûl-i dinde, ya’nî i’tikâd ve îmân bilgilerinde hiç ayrılıkları yokdur.
Dinde zarûrî bilinen ve delîlleri tevâtür ile bildirilmiş hadîs-i şerîflerden
alınan
fürû’ bilgilerinde de, ayrılıkları yokdur.
Fürû-i din bilgilerinin ba’zısında
ayrılmışlardır. Bunların,
delîllerinin kuvvetlerini anlamadaki ayrılıkları, buna sebeb olmuşdur. Bu ufak ayrılıkları da, bu
ümmete rahmetdir. Müslimânların, diledikleri, kolaylarına gelen mezhebe uymaları câizdir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu ayrılığı müjde olarak bildirmiş ve bildirdiği gibi
olmuşdur.
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca
bildirilmiş olan i’tikâd bilgilerinde, ya’nî inanılacak şeylerde ve fıkh
bilgilerinde ictihâd etmek câiz değildir. Dalâlete, sapıklığa yol açar.
Büyük günâh olur. İ’tikâd
bilgilerinde doğru
olan tek yol vardır. Bu
da, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) mezhebidir.
Hadîs-i şerîfde, rahmet olduğu bildirilen ayrılık, fürû’da, ya’nî ahkâmda olan ayrılıkdır.
Dört mezhebin ameldeki hükmlerinin
ayrıldıkları bir
mes’elede, içlerinden yalnız birinin hükmü doğrudur. Bu doğru hükmü taklîd edenlere iki sevâb, doğru olmıyan hükmleri
taklîd edenlere bir sevâb vardır. Mezheblerin rahmet olması, bir mezhebi bırakıp başka
mezhebin ameldeki hükmünü taklîd etmenin câiz olacağını
göstermekdedir. Fekat, dört mezhebden başka, Ehl-i sünnetden olan mezhebleri ve
hattâ Eshâb-ı
kirâmı
taklîd etmek câiz değildir.
Çünki, onların
mezhebleri kitâblara geçmemiş, unutulmuşdur. Bilinen dört mezhebden başkasını taklîd etmek
imkânı
kalmamışdır. Eshâb-ı kirâmı taklîd etmek
câiz olmadığını islâm
âlimlerinin
sözbirliği ile bildirdiklerini, İmâm-ı Ebû Bekr-i Râzî “rahime-hullahü
teâlâ”[1]da, haber
vermekdedir. Mezheblerin ve müctehidlerin ve bilhâssa dört mezheb imâmının
üstünlüklerini ve mezheblerinin Kitâbdan ve Sünnetden dışarı çıkmadıklarını ve icmâ’ ile,
kıyâs
ile bildirdikleri hükmlerin kendi re’yleri olmayıp, Kitâbdan ve Sünnetden alınmış olduklarını iyi anlamak
istiyenlere, İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin
“rahime-hullahü teâlâ” (Mîzân-ül-kübrâ) ve
(Mîzân-ül-hıdriyye) kitâblarını
okumalarını tavsiye ederiz.
(Huccetullahi alel’âlemîn) kitâbından terceme
burada temâm oldu. Yukarıdaki
yazıların hepsi,
arabî aslından
terceme edilmişdir. Bütün yayınlarımızda
olduğu
gibi, burada da, başka kitâblardan aldığımız ilâveler köşeli parantez içine alınmış, böylece ilâvelerimizin
kitâbın yazıları ile karışdırılmaması sağlanmışdır. (Huccetullahi alel’âlemîn) kitâbından yukarıdaki yazıların arabî aslı, 1394 [m.
1974] senesinde, ofset yolu ile İstanbulda basdırılmışdır.
(Kur’ân-ı kerîmde din
âlimleri denmez) sözü doğru değildir. Çeşidli âyet-i kerîmeler, âlimleri ve ilmi
övmekdedir. Abdülganî Nablüsî hazretleri (Hadîka) kitâbında buyuruyor
ki:
Enbiyâ sûresi, yedinci âyet-i kerîmesinde
meâlen, (Bilmediklerinizi, zikr sâhiblerinden
sorunuz!) buyuruldu. Zikr, ilm
demekdir. Bu âyet-i kerîme, bilmiyenlerin, âlimleri bulup onlardan sorup,öğrenmelerini
emr etmekdedir. Âl-i
İmrân
sûresinin yedinci âyetinde
meâlen, (Müteşâbih âyetlerin ma’nâlarını
ancak ilm sâhibleri anlar)
ve
onsekizinci âyetinde meâlen,
(Allahü teâlânın
var ve bir olduğunu,
ilm sâhibleri anlar ve bildirirler)
ve
Kasas sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen,
(İlm
sâhibleri, onlara, size yazıklarolsun!
Îmân edip, amel-i sâlih işliyenlere Allahü teâlânın
vereceği
sevâblar, dünyâ ni’metlerinden dahâ iyidir dediler)
ve
Rum sûresinin ellialtıncı
âyetinde
meâlen, (İlm
ve îmân sâhibleri, dünyâda iken inkâr etdiğiniz
kıyâmet
günü, işte bu gündür diyeceklerdir)
ve
İsrâ
sûresinin yüzsekizinci âyetinde
meâlen, (İlm
sâhibleri, Kur’ân-ı
kerîmi işitince secde ederler ve sâhibimizde hiçbir kusûr yokdur. O, verdiği
sözden dönmez derler)
ve
Hac sûresi 54. cü âyetinde
meâlen, (İlm
sâhibleri, Kur’ân-ı
kerîmin Allah kelâmı
olduğunu
anlar)
ve
Ankebût sûresinin ellinci âyetinde meâlen,
(Kur’ân-ı
kerîm, ilm sâhiblerinin kalblerinde yerleşmişdir)
ve
Sebe’ sûresinin altıncı
âyetinde
meâlen, (İlm
sâhibleri, Kur’ân-ı
kerîmin Allah kelâmı
olduğunu
ve Allahü teâlânın
rızâsına
kavuşdurduğunu
bilirler)
ve
Mücâdele sûresinin onbirinci âyetinde meâlen,
(İlm
sâhiblerine Cennetde yüksek dereceler verilecekdir)
ve
Fâtır
----------------------------
[1] Ebû Bekr Ahmed Râzî, 370 [m. 980] de vefât etdi.
sûresinin yirmiyedinci âyetinde
meâlen, (Allahü teâlâdan ancak ilm sâhibleri korkar)
ve Hucurât sûresinin ondördüncü âyetinde
meâlen, (En kıymetliniz,
Allahü teâlâdan çok korkanınızdır)
buyurulmuşdur.
(Hadîka)nın
üçyüzaltmışbeşinci
sahîfesindeki hadîs-i şerîflerde,
(Allahü teâlâ ve melekler ve her canlı,
insanlara iyilik öğretene
düâ ederler)
ve
(Kıyâmet
günü önce Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehîdler, şefâ’at edeceklerdir)
ve
(Ey insânlar, biliniz ki, ilm âlimden işiterek öğrenilir),
(İlm
öğreniniz!
İlm
öğrenmek
ibâdetdir.
İlm
öğretene
ve öğrenene
cihâd sevâbı
vardır.
İlm
öğretmek,
sadaka vermek gibidir. Âlimden ilm öğrenmek,
teheccüd nemâzı
kılmak
gibidir)
buyuruldu. (Hülâsa)
fetvâ kitâbının
sâhibi Tâhir Buhârî “rahime-hullahü teâlâ”[1]
diyor ki: (Fıkh
kitâbı
okumak, geceleri nemâz kılmakdan
dahâ sevâbdır).
Çünki, farzları,
harâmları,
[âlimlerden veyâ yazmış
oldukları]
kitâblardan öğrenmek
farzdır.
Kendisi yapmak ve başkalarına
öğretmek
için fıkh
kitâbları
okumak, tesbîh nemâzı
kılmakdan
dahâ sevâbdır.
Hadîs-i şerîflerde, (İlm
öğrenmek,
bütün nâfile ibâdetlerden dahâ sevâbdır.
Çünki, kendine de, öğreteceği
kimselere de fâidesi vardır)
ve
(Başkalarına
öğretmek
için öğrenen
kimseye, Sıddîklar
sevâbı
verilir)
buyuruldu.
İslâm
bilgileri, ancak üstâddan ve kitâbdan öğrenilir.
İslâm
kitâblarına
ve rehbere lüzûm yokdur diyenler, yalancıdır,
zındıkdır.
Müslimânları
aldatmakda, felâkete sürüklemekdedir. Din kitâblarındaki
bilgiler,Kur’ân-ı
kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılmışdır.
(Hadîka)dan[2]
terceme, temâm oldu.
Allahü teâlâ,
Resûlünü, Kur’ân-ı
kerîmi teblîg etmek, öğretmek
için gönderdi. Eshâb-ı
kirâm, Kur’ân-ı
kerîmdeki bilgileri Resûlullahdan öğrendiler.
Din âlimleri de, Eshâb-ı
kirâmdan öğrendiler.
Bütün müslimânlar da, din âlimlerinden ve bunların
kitâblarından
öğrendiler.
Hadîs-i şerîflerde
(İlm
hazînedir. Anahtarı,
sorup öğrenmekdir)
ve
(İlm
öğreniniz
ve öğretiniz!)
ve
(Herşeyin kaynağı
vardır.
Takvânın
kaynağı,
âriflerin kalbleridir)
ve
(İlm
öğretmek
günâhlara keffâretdir)
buyuruldu.
İmâm-ı
Rabbânî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)
adındaki
kitâbının
birinci cildi, yüzdoksanüçüncü [193] mektûbunda buyuruyor ki:
(Mükellef)
olan, ya’nî âkıl
ve bâlig olan kimsenin, önce, îmânını,
i’tikâdını
düzeltmesi lâzımdır.
Ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerinin
----------------------------
[1] Tâhir Buhârî, 542 [m. 1147] de vefât etdi.
[2] Hadîkanın
müellifi Abdülganî Nablüsî, 1143 [m. 1731] de vefât etdi.
yazdıkları
akâid bilgilerini öğrenmek
ve bunlara uygun olarak inanmakdır.
Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına
bol bol sevâb versin! Âmîn. Kıyâmetde
Cehennem azâbından
kurtulmak, onların
bildirdiklerine inanmağa
bağlıdır.
Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız
bunların
yolunda gidenlerdir. [Onların
yolundan gidenlere (Sünnî) denir.]
Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâbının
“rıdvânullahi
aleyhim ecma’în” yolunda gidenler, yalnız
bunlardır.
Kitâbdan, ya’nî Kur’ân-ı
kerîmden ve Sünnetden, ya’nî hadîs-i şerîflerden çıkarılan
bilgiler içinde kıymetli,
doğru
olan, yalnız
bu büyük âlimlerin, Kitâbdan ve Sünnetden anlayıp
bildirdikleri bilgilerdir. Çünki, her bid’at sâhibi, ya’nî her reformcu ve her
(sapık)
ve
mezhebsiz kimse, bozuk düşüncelerini, kısa
aklı
ile, Kitâbdan ve Sünnetden çıkardığını
söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe,
küçültmeğe
kalkışıyor.
Demek ki, Kitâbdan ve Sünnetden çıkarıldığı
bildirilen her sözü, her yazıyı
doğru
sanmamalı,
yaldızlı
propagandalarına
aldanmamalıdır.
Ehl-i sünnet
vel-cemâ’at âlimlerinin bildirdiği
doğru
i’tikâdı
açıklamak
için, büyük âlim Türpüştî hazretlerinin fârisî
(El-mu’temed) kitâbı
çok kıymetlidir
ve açık
yazılmışdır.
Kolayca anlaşılabilir. [(Hakîkat Kitâbevi),
1410 [m. 1989] da basdırmışdır.
Fadlullah bin Hasen Türpüştî, Hanefî fıkh
âlimlerindendir. Altıyüzaltmışbir
661 [m. 1263] senesinde vefât etdi.]
Akâidi, ya’nî
inanılacak
bilgileri düzeltdikden sonra, (Halâl), (Harâm),
(Farz), (Vâcib), (Sünnet), (Mendûb) ve
(Mekrûh) olan şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları
fıkh
kitâblarından
öğrenmek
ve bunlara uymak lâzımdır.
Bu âlimlerin üstünlüklerini anlıyamamış
olan
câhillerin çıkardıkları
sapık
kitâbları
okumamalıdır.
Allah korusun! İ’tikâd
edilecek şeylerde Ehl-i sünnet mezhebine uymıyan
inanışı
olan müslimânlar, âhiretde Cehenneme girmekden kurtulamaz. Îmânı
doğru
olanın
ibâdetinde gevşeklik olursa, tevbe etmese bile, afv edilebilir. Afv edilmese
bile, azâb çekdikden sonra, Cehennemden kurtulur.
İşin
başı, i’tikâdı
düzeltmekdir. Hâce Ubeydullah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehul’azîz”[1]
buyurdu ki: (Bütün keşfleri, kerâmetleri bana verseler, fekat,
Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdını
vermeseler, kendimi harâb bilirim. Keşf ve kerâmetim olmasa ve kabâhatim çok
olsa, fekat Ehl-i sünnet vel cemâ’at i’tikâdını
ihsân eyleseler, hiç üzülmem).
Bugün,
Hindistânda müslimânlar kimsesiz kaldı.
Din düşman-
----------------------------
[1] Ubeydüllâh-i Ahrâr, 895 [m. 1490] de Semerkandda vefât etdi.
ları
her tarafdan saldırıyor.
Bugün, islâma hizmet için bir lira vermek, başka zemân verilen binlerce liradan
dahâ çok sevâbdır.
İslâma
yapılacak
en büyük hizmet, Ehl-i sünnet kitâblarını,
îmân ve islâm kitâblarını
alıp,
köylere, gençlere dağıtmakla
olur. Hangi tâli’li, bahtiyâr kimseye bu hizmeti nasîb ederlerse, çok sevinsin.
Çok şükr etsin. İslâma
hizmet etmek her zemân sevâbdır.
Fekat, İslâmın
za’îf olduğu,
yalanlarla, iftirâlarla, müslimânlık
yok edilmeğe
çalışıldığı
bu zemânda, Ehl-i sünnet i’tikâdını
yaymağa
çalışmak,
katkat dahâ çok sevâbdır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
Eshâb-ı
kirâmına
karşı buyurdu ki, (Siz öyle bir zemânda geldiniz
ki, Allahü teâlânın
emrlerinden ve yasaklarından
onda dokuzuna uyup, onda birine uymazsanız,
helâk olursunuz. Azâb görürsünüz! Sizden sonra, öyle bir zemân gelecek ki, o
zemân, emrlerin ve yasakların
yalnız
onda birine uyan kurtulacakdır).
[(Mişkât-ül-mesâbih)
C. 1- 179. cu sahîfede ve Tirmizî, Kitâb-ül-fiten 79. cu sırada
mevcûddur.] Bu hadîs-i şerîfde bildirilen zemân, işte bu zemândır.
Kâfirlerle cihâd etmek, müslimânlara saldıranları
tanımak,
onları
sevmemek lâzımdır.
[Güç kullanarak yapılan
cihâdı
hükûmet yapar. Devletin ordusu yapar. Müslimânların
böyle cihâdı
yapması,
asker olarak, hükûmetin verdiği
vazîfeyi yapmakla olur. Cihâd-ı
kavlînin cihâd-ı
katlîden, ya’nî söz ve yazı
ile olan cihâdın,
kuvvet kullanarak yapılan
cihâddan dahâ fâideli olduğu,
altmışbeşinci
mektûbda da yazılıdır.]
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını,
sözlerini yaymak için, kerâmet sâhibi olmak, âlim olmak şart değildir.
Her müslimânın
bunu yapmak için uğraşması
lâzımdır.
Fırsatı
kaçırmamalıdır.
Kıyâmetde
her müslimâna, bunu soracaklar, islâma niçin hizmet etmedin diyeceklerdir.
İlmihâl
kitâblarını
yaymak için uğraşmıyanlara,
din bilgilerini yayan kurumlara, kimselere yardım
etmiyenlere, çok azâb yapılacakdır.
Özr, behâne, kabûl edilmiyecekdir. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, insanların
en üstünleri, en kıymetlileri
iken, hiç râhat oturmadı.
Allahü teâlânın
dînini, se’âdet-i ebediyye yolunu yaymak için, gece gündüz uğraşdılar.
Mu’cize istiyenlere de, (Mu’cizeyi Allahü teâlâ
yaratır.
Benim vazîfem, Allahü teâlânın
dînini bildirmekdir)
buyururlardı.
Bu yolda çalışırlarken,
Allahü teâlâ da, bunlara yardım
eder, mu’cize yaratırdı.
Bizim de, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarını,
sözlerini yaymamız
ve kâfirlerin, düşmanların,
müslimânlara iftirâ ve eziyyet edenlerin, kötü, alçak, yalancı
olduklarını,
gençlere, dostlara bildirmemiz lâzımdır.
[Bunları
bildirmek, gîbet olmaz. Emr-i ma’rûf olur.] Bu yolda malı
ile, kuvveti ile, mesleği
ile çalışmıyanlar,
azâbdan kurtulamıyacaklardır.
Bu yolda çalışırken,
sıkıntı,
işkence çekmeği
büyük se’âdet,
büyük kazanç
bilmelidir. Peygamberler “aleyhimüssalevât”, Allahü teâlânın
emrlerini bildirirken, câhillerin, soysuzların
hücûmlarına
uğrardı.
Çok sıkıntı
çekerlerdi. O büyüklerin en üstünü, seçilmişi, Allahü teâlânın
sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâm,
(Benim çekdiğim
eziyyet gibi, hiçbir Peygamber eziyyet görmedi)
buyurdu.
(Mektûbât)dan terceme temâm oldu.
[Her müslimânın,
Ehl-i sünnet i’tikâdını
öğrenmesi
ve sözü geçenlere öğretmesi
lâzımdır.
Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerini bildiren kitâbları
ve gazeteleri bulup, almalı,
bunları,
gençlere tanıdıklara
göndermeli. Okumaları
için çalışmalıdır.
İslâm
düşmanlarının
iç yüzlerini açıklıyan
kitâbları
da yaymalıdır].
Yer yüzünde
bulunan bütün müslimânlara doğru
yolu gösteren ve Muhammed aleyhisselâmın
dînini, değişmeden,
bozulmadan öğrenmemize
rehber olan (Ehl-i sünnet âlimleri),
dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimleridir. Bunların
en büyükleri, dört büyük zât olup, birincileri,
İmâm-ı
a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir
“rahime-hullahü teâlâ”.
İslâm
âlimlerinin en büyüklerindendir. Ehl-i sünnetin reîsidir. Hâl tercemesi
(Se’âdet-i Ebediyye) ve
(Fâideli Bilgiler) kitâblarında
uzun yazılıdır.
Hicretin seksen [80] senesinde Kûfede tevellüd, 150 [m. 767] senesinde Bağdâdda
şehîd edildi.
İkincisi,
İmâm-ı
Mâlik bin Enes
“rahime-hullahü
teâlâ”, çok büyük âlimdir. Hicretin doksan [90] senesinde Medînede tevellüd, 179
[m. 795] de orada vefât etdiği,
seksendokuz sene yaşadığı
İbniÂbidînde
yazılıdır.
Dedesi, Mâlik bin Ebî Âmirdir.
Üçüncüsü,
İmâm-ı
Muhammed bin
İdrîs
Şâfi’î
“rahime-hullahü
teâlâ” olup, islâm âlimlerinin gözbebeğidir.
Yüzelli [150] senesinde, Filistinde, Gazzede tevellüd, ikiyüzdört 204 [m. 820]
de Mısrda
vefât etdi.
Dördüncüsü,
İmâm-ı
Ahmed bin Hanbel
“rahime-hullahü
teâlâ” olup, yüzaltmışdört
[164] senesinde Bağdâdda
tevellüd, 241 [m. 855] de orada vefât etdi.
İslâm
binâsının
temel direğidir
“rahmetullahi aleyhim ecma’în”.
Bugün, bu dört
imâmdan birine uymıyan
bir kimse, büyük tehlükededir. Doğru
yoldan sapmışdır.
Bunlardan başka Ehl-i sünnet âlimleri çok vardı.
Onların
da doğru
mezhebleri vardı.
Fekat, zemânla, mezhebleri unutuldu. Kitâblara geçirilemedi. Meselâ
(Fükahâ-i seb’a) denilen, Medînedeki yedi
büyük âlim ve Ömer bin Abdül’azîz, Süfyân bin
Uyeyne[1],
İshak
bin Râheveyh, Dâvüd-i
----------------------------
[1] Süfyân bin Uyeyne, 198 [m. 813] de Mekkede vefât etdi.
Tâî, Âmir bin Şerâhil-i Şa’bî, Leys bin Sa’d, A’meş, Muhammed bin Cerîr Taberî,
Süfyân-ı
Sevrî[1]
ve
Abdürrahmân Evzâî “rahimehümullahü teâlâ”
bunlardandır.
Eshâb-ı
kirâmın
hepsi “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în”, hak üzere, hidâyet yıldızları
idi. Herhangi birisi, bütün dünyâyı
doğru
yola getirmeğe
kâfî idi. Müctehid idiler. Hepsi kendi mezhebinde idi. Çoğunun
mezhebleri birbirlerine benzerdi. Fekat, mezhebleri toplanmamış,
kitâblara yazılmamış
olduğundan,
onlara uymamız
mümkin değildir.
Dört imâmın
mezheblerini, ya’nî inanılacak
ve yapılacak
şeylerde bildirdiklerini, kendileri ve talebeleri topladı,
açıkladı.
Kitâblara yazıldı.
Bugün, her müslimânın,
adı
geçen dört imâmdan birinin mezhebinde bulunması,
bu mezhebe göre yaşaması
ve ibâdet etmesi lâzımdır.
[Bu dört mezhebden birine uymak istemiyen kimse,
(Ehl-i sünnet) değildir.
Başlangıç
kısmında
ikinci sahîfeye bakınız!]
Bu dört imâmın
talebelerinden ikisi, îmân bilgilerini yaymakda çok yükseldi. Böylece,
i’tikâdda, îmânda mezheb iki oldu. Kur’ân-ı
kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun doğru
îmân, yalnız
bu ikisinin bildirdiği
îmândır.
Fırka-i
nâciyye olan Ehl-i sünnetin îmân bilgilerini yer yüzüne yayan, bu ikisidir.
Birisi Ebül-Hasen Eş’arî “rahime-hullahü
teâlâ” olup, hicretin [266] senesinde Basrada tevellüd, üçyüzotuz [m. 941] da Bağdâdda
vefât etdi. İkincisi,
Ebû Mensûr-i Mâtürîdî “rahime-hullahü
teâlâ” olup, 333 [m. 944] senesinde Semerkandda vefât etdi. Her müslimânın
i’tikâdda, bu iki büyük imâmdan birine uyması
lâzımdır.
Evliyânın
tarîkleri hakdır.
İslâmiyyetden
kıl
kadar ayrılıkları
yokdur. [Dîni, dünyâ kazançlarına
vesîle eden, mal, mevkı’
elde etmek için velî, mürşid ve din adamı
olarak ortaya çıkan
yalancılar,
sapıklar
her asrda vardı.
Bugün de, her meslekde, her san’atda ve her vazîfede kötü kimseler de
bulunmakdadır.
Kazançlarını,
zevklerini başkalarının
zararlarında
arıyanları
görerek, bunların
karışmış
oldukları
vazîfelilerin ve mesleklerin hepsini lekelemek, haksızlık
ve câhillik olur. Bozgunculara yardım
etmek olur. Bunun için, sapık
din adamlarını,
câhil ve sahte tarîkatcıları
görerek, islâm âlimlerine, tesavvuf ehline ve hizmetleri târîhde şerefli
sahîfeler doldurmuş olan büyük zâtlara dil uzatmamalıdır.
Onlara dil uzatanların
haksız
olduklarını
anlamalıdır.]
Evliyânın,
kerâmetleri vardır.
Hepsi hakdır,
doğrudur.
İmâm-ı
Yâfi’î[2]
buyurdu ki, (Gavsüs-sekaleyn mevlânâ Abdülkâdir-i Geylânînin
“kaddesallahü te-
----------------------------
[1] Süfyân-ı
Sevrî, 161 [m. 778] de Basrada vefât etdi.
[2] Abdüllah Yâfi’î, 768 [m. 1367] de Mekkede vefât etdi.
âlâ sirrehül’
azîz”[1]
kerâmetleri, ağızdan
ağıza
o kadar yayılmışdır
ki, şübhe etmek, inanmamak olamaz. Çünki heryerde yayılmak,
ya’nî [Tevâtür], sened yerine
geçmekdedir).
Nemâz kılan
bir kimsenin, küfr olan bir şeyi, açık
olarak ve zarûretsiz söyleyerek veyâ kullanarak, kâfir olduğu
anlaşılmadıkça,
başkalarına
uyarak, buna kâfir demek câiz olmaz. Kâfir olarak öldüğü
bilinmedikçe la’net edilmez. Kâfire dahî la’net etmek câiz değildir.
Bunun için, Yezîde la’net etmemek dahâ iyidir.]
5 - Îmân
edilmesi lâzım
olan altı
şeyden beşincisi (Âhiret gününe inanmakdır).
Bu
zemânın
başlangıcı,
insanın
öldüğü
gündür. Kıyâmetin
sonuna kadardır.
Son gün denilmesi, arkasından
gece gelmediği
veyâ dünyâdan sonra geldiği
içindir. Hadîs-i şerîfde bildirilen bu gün, bildiğimiz
gece gündüz demek değildir.
Bir vakt, bir zemân demekdir. Kıyâmetin
ne zemân kopacağı
bildirilmedi, zemânını
kimse anlıyamadı.
Fekat, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, birçok alâmetlerini ve
başlangıçlarını
haber verdi: Hazret-i Mehdî gelecek, Îsâ aleyhisselâm gökden Şâma inecek, Deccal
çıkacak.
Ye’cüc me’cüc denilen kimseler heryeri karışdıracak.
Güneş batıdan
doğacak.
Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk,
kötülük çoğalacak.
Dinsiz, ahlâksız,
nâmûssuz kimseler Emîr olacak, Allahü teâlânın
emrleri yapdırılmıyacak.
Harâmlar her yerde işlenecek, Yemenden bir ateş çıkacak.
Gökler ve dağlar
parçalanacak. Güneş ve Ay kararacak. Denizler birbirine karışacak
ve kaynayıp
kuruyacakdır.
Günâh işleri
yapan müslimânlara (Fâsık)
denir. Fâsıklara
ve bütün kâfirlere kabrde azâb vardır.
Bunlara elbette inanmak lâzımdır.
Mevtâ kabre konunca, bilinmiyen bir hayât ile dirilecek, râhat veyâ azâb
görecekdir. Münker ve
Nekîr adındaki
iki meleğin,
bilinmiyen korkunç insan şeklinde mezâra gelip süâl soracaklarını
hadîs-i şerîfler açıkça
bildirmekdedir. Kabr süâli, ba’zı
âlimlere göre, ba’zı
akâidden olacak, ba’zılarına
göre ise, bütün akâidden olacakdır.
[Bunun için, çocuklarımıza
(Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitâbın
nedir? Kıblen
neresidir? İ’tikâdda
ve amelde mezhebin nedir?) süâllerinin cevâblarını
öğretmeliyiz!
Ehl-i sünnet olmıyanın
doğru
cevâb veremiyeceği
(Tezkire-i Kurtubî)de[2]
yazılıdır.]
Güzel cevâb verenlerin kabri
----------------------------
[1] Abdülkâdir Geylânî, 561 [m. 1161] de Bağdâdda
vefât etdi.
[2] Tezkirenin müellifi Muhammed Kurtubî mâlikî, 671 [m. 1272] de vefât etdi.
(Muhtasar-ı
Tezkire-i Kurtubî)
Hakîkat Kitâbevi tarafından
1421 [m. 2000]de yeniden tab’ edilmişdir.
genişliyecek,
buraya Cennetden bir pencere açılacakdır.
Sabâh ve akşam, Cennetdeki yerlerini görüp, melekler tarafından
iyilikler yapılacak,
müjdeler verilecekdir.
İyi
cevâb veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını,
insandan ve cinden başka her mahlûk işitecekdir. Kabr o kadar daralır
ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar.
Cehennemden bir pencere açılır.
Sabâh ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezârda, mahşere kadar, acı
azâblar çeker.
Öldükden sonra,
yine dirilmeğe
inanmak lâzımdır.
Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz oldukdan sonra, bedenler, tekrâr yaratılacak,
rûhlar bedenlerine girip, herkes mezârdan kalkacakdır.
Bunun için, bu zemâna, (Kıyâmet
günü)
denir.
[Bitkiler
havadan karbon dioksid gazını
ve toprakdan su ile tuzları,
ya’nî toprak maddelerini alıp,
bunları
birleşdiriyorlar. Böylece, organik cismleri ve a’zâmızın
yapı
taşlarını
meydâna getiriyorlar. Senelerle uzun süren bir kimyâ reaksiyonunun,
(katalizör) kullanarak, sâniyeden az bir
zemânda hemen oluverdiği,
bugün bilinmekdedir.
İşte
bunun gibi, Allahü teâlâ, mezârda, su, karbon dioksid ve toprak maddelerini
birleşdirerek organik maddeleri ve canlı
uzvları
bir anda yaratacakdır.
Böyle dirileceğimizi,
Muhbir-i sâdık
haber veriyor. Fen ilmleri de, bunun dünyâda zâten yapılmakda
olduğunu
gösteriyor].
Bütün canlılar,
(Mahşer) yerinde toplanacak. Her insanın
amel defterleri uçarak sâhibine gelecekdir. Bunları,
yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları
yaratan, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ yapacakdır.
Bunların
olacağını,
Allahü teâlânın
Resûlü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber vermişdir. Onun söyledikleri
elbette doğrudur.
Elbette hepsi olacakdır.
Sâlihlerin,
iyilerin defteri sağ
tarafından,
fâsıkların,
kötülerin arka veyâ sol tarafından
verilecekdir. İyi
ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydânda yapılmış
olan her şey defterde yazılı
bulunacakdır.
(Kirâmen kâtibîn) meleklerinin bilmediği
işler bile, a’zânın
haber vermesi ile veyâ Allahü teâlânın
bildirmesi ile ortaya çıkarılacak,
herşeyden süâl ve hesâb olunacakdır.
Mahşerde, Allahü teâlânın
dilediği
her gizli şey meydâna çıkacakdır.
Meleklere, yerlerde, göklerde neler yapdınız?
Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim ecma’în”, Allahü
teâlânın
hükmlerini Onun kullarına
nasıl
bildirdiniz? Herkese de, Peygamberlere nasıl
uydunuz, sizlere bildirilen vazîfeleri nasıl
yapdınız?
Birbiriniz arasında
bulunan hakları
nasıl
gözetdiniz diye sorulacakdır.
Mahşerde, îmânı
olup, ameli ve ahlâkı
güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar
olacak, kötü
huylu, bozuk amelli olanlara ağır
cezâlar verilecekdir.
Allahü teâlâ,
dilediği
mü’minlerin büyük ve küçük bütün günâhlarını,
fadlı
ile, ihsânı
ile afv edecekdir. Şirkden, küfrden başka, her günâhı,
dilerse afv edecek, dilerse, adâleti ile küçük günâhlar için de azâb edecekdir.
Müşrik ve kâfir olarak öleni hiç afv etmiyeceğini
bildirmekdedir. Kitâblı
ve kitâbsız
kâfirler, ya’nî Muhammed aleyhisselâmın,
bütün insanlara Peygamber olduğuna
inanmıyan,
Onun bildirdiği
ahkâmdan, ya’nî emr ve yasaklardan birisini bile beğenmiyenler,
bu hâlde ölürlerse, elbette Cehenneme sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir.
Kıyâmet
günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz
bir (Mîzân), bir ölçü âleti, bir terâzî
vardır.
Yer ve gök bir gözüne sığar.
Sevâb gözü, parlak olup, Arşın sağında
Cennet tarafındadır.
Günâh tarafı,
karanlık
olup, Arşın solunda, Cehennem tarafındadır.
Dünyâda yapılan
işler, sözler, düşünceler, bakışlar,
orada şekl alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık
ve iğrenç
görünüp, bu terâzîde dartılacakdır.
Bu terâzî, dünyâ terâzîlerine benzemez. Ağır
tarafı
yukarı
kalkar. Hafîf tarafı
aşağı
iner, denildi. Âlimlerin “rahime-hümullahü teâlâ” bir kısmına
göre, çeşidli terâzîler olacakdır.
Birçoğu
da, terâzîlerin kaç dâne ve nasıl
oldukları
dinde açık
bildirilmedi. Bunları
düşünmemelidir, dedi.
(Sırât
köprüsü)
vardır.
Sırât
köprüsü, Allahü teâlânın
emri ile, Cehennemin üstünde kurulacakdır.
Herkese, bu köprüden geçmesi emr olunacakdır.
O gün, bütün Peygamberler (yâ Rabbî! Selâmet ver!) diye yalvaracaklardır.
Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennete gideceklerdir. Bunlardan
ba’zısı
şimşek gibi, ba’zısı
rüzgâr gibi, ba’zısı
koşan at gibi geçecekdir. Sırât
köprüsü kıldan
ince, kılıncdan
keskindir. Dünyâda islâmiyyete uymak da, böyledir.
İslâmiyyete
tâm uymağa
uğraşmak,
Sırât
köprüsünden geçmek gibidir. Burada, nefs ile mücâdele güçlüğüne
katlananlar, orada Sırâtı
kolay ve râhat geçecekdir.
İslâmiyyete
uymıyan,
nefslerine düşkün olanlar, Sırâtı
güç geçecekdir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ, islâmiyyetin gösterdiği
doğru
yola (Sırât-ı
müstakîm)
adını
verdi. Bu ism benzerliği
de, islâmiyyet yolunda bulunmanın,
Sırât
köprüsünü geçmek gibi olduğunu
göstermekdedir. Cehennemlik olanlar, Sırâtdan
geçemeyip, Cehenneme düşeceklerdir.
Peygamberimiz
Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs olan
(Kevser havuzu) vardır.
Büyüklüğü,
bir aylık
yol gibidir. Suyu sütden dahâ beyâz, kokusu miskden dahâ güzel-
dir. Etrâfındaki
kadehler, yıldızlardan
dahâ çokdur. Bir içen, Cehennemde olsa bile, bir dahâ susamaz.
(Şefâ’at)
hakdır.
Tevbesiz ölen mü’minlerin küçük ve büyük günâhlarının
afv edilmesi için, Peygamberler, Velîler, Sâlihler ve Melekler ve Allahü teâlânın
izn verdiği
kimseler, şefâ’at edecek ve kabûl edilecekdir.
[Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem”, (Ümmetimden büyük günâh işleyenlere
şefâ’at edeceğim)
buyurmuşdur.] Mahşerde, şefâ’at beş dürlüdür:
Birincisi,
kıyâmet
günü, mahşer yerinde kalabalıkdan,
çok uzun beklemekden usanan günâhkârlar, feryâd ederek, hesâbın
bir ân önce yapılmasını
isteyeceklerdir. Bunun için şefâ’at olunacakdır.
İkincisi,
süâlin ve hesâbın
kolay ve çabuk olması
için, şefâ’at edilecekdir.
Üçüncüsü,
günâhı
olan mü’minlerin, Sırâtdan
Cehenneme düşmemeleri, Cehennem azâbından
korunmaları
için şefâ’at olunacakdır.
Dördüncüsü,
günâhı
çok olan mü’minleri Cehennemden çıkarmak
için şefâ’at olunacakdır.
Beşincisi,
Cennetde sayısız
ni’metler olacak ve sonsuz kalınacak
ise de, sekiz derecesi vardır.
Herkesin derecesi, makâmı,
îmânının
ve amellerinin mikdârınca
olacakdır.
Cennetdekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefâ’at olunacakdır.
Cennet ve
Cehennem şimdi vardır.
Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem, herşeyin altındadır.
Sekiz Cennet, yedi Cehennem vardır.
Cennet, yer küresinden ve güneşden ve göklerden dahâ büyükdür. Cehennem de
güneşden büyükdür.
6 -
İnanılması
lâzım
olan altı
şeyden altıncısı;
(kadere, hayr ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna
inanmakdır).
İnsanlara
gelen hayr ve şer, fâide ve zarar, kazanç ve ziyânların
hepsi, Allahü teâlânın
takdîr etmesi iledir. (Kader), lügatde,
bir çokluğu
ölçmek, hükm ve emr demekdir. Çokluk ve büyüklük ma’nâsına
da gelir. Allahü teâlânın,
birşeyin varlığını
ezelde dilemesine kader denilmişdir. Kaderin, ya’nî varlığı
dilenilen şeyin var olmasına
(Kazâ) denir. Kazâ ve kader kelimeleri,
birbirinin yerine de kullanılır.
Buna göre kazâ demek, ezelden ebede kadar yaratılacak
şeyleri, Allahü teâlânın
ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyânın,
kazâya uygun olarak, dahâ az ve dahâ çok olmıyarak
yaratılmasına
kader denir. Allahü teâlâ, olacak herşeyi ezelde, sonsuz öncelerde, biliyordu.
İşte
bu bilgisine (Kazâ ve kader) denir. Eski
yunan felsefe-
cileri buna
(inâyet-i ezeliyye) dedi. Bütün varlıklar,
o kazâdan meydâna gelmişdir. Ezeldeki ilmine uygun olarak, eşyânın
var olmasına
da (Kazâ ve kader) denir. Kadere îmân etmek için iyi bilmeli ve inanmalıdır
ki, Allahü teâlâ, birşeyi yaratacağını
ezelde irâde etdi, diledi ise, az veyâ dahâ çok olmaksızın,
dilediği
gibi var olması
lâzımdır.
Olmasını
dilediği
şeylerin var olmaması
ve yokluğunu
dilediği
eşyânın
var olması
imkânsızdır.
Bütün hayvanların,
nebâtların,
cansız
varlıkların
[katıların,
sıvıların,
gazların,
yıldızların,
moleküllerin, atomların,
elektronların,
elektro-magnetik dalgaların,
kısaca
her varlığın
hareketi, fizik olayları,
kimyâ tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları,
enerji alışverişleri,
canlılardaki
fizyolojik fe’âliyyetler], herşeyin olup olmaması,
kulların
iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhiretde, bunların
cezâsını
görmeleri ve herşey, ezelde, Allahü teâlânın
ilminde var idi. Bunların
hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyâyı,
özellikleri, hareketleri, olayları,
ezelde bildiğine
uygun olarak yaratmakdadır.
İnsanların
iyi ve kötü bütün işlerini, müslimân olmalarını,
küfrlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmakdadır.
Yaratan, yapan yalnız
Odur. Sebeblerin meydâna getirdiği
herşeyi yaratan Odur. (Herşeyi bir sebeb ile
yaratmakdadır.)
Meselâ, ateş
yakıcıdır.
Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır.
Ateşin, yakmakda hiçbir ilgisi yokdur. Fekat, âdeti şöyledir ki, birşeye ateş
dokunmadıkça,
yakmağı
yaratmaz. [Ateş, tutuşma sıcaklığına
kadar ısıtmakdan
başka birşey yapmaz. Organik cismlerin yapısında
bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini
sağlıyan,
ateş değildir.
Doğruyu
göremiyenler, bunları
ateş yapıyor
sanır.
Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir.
Oksijen de değildir.
Isı
da değildir.
Elektron alış-verişi
de değildir.
Yakan, yalnız
Allahü teâlâdır.
Bunların
hepsini, yanmak için sebeb olarak yaratmışdır.
Bilgisi olmıyan
kimse, ateş yakıyor
sanır.
İlk
okulu bitiren bir kimse, (ateş yakıyor)
sözünü beğenmez.
Hava yakıyor
der. Orta okulu bitiren de, bunu kabûl etmez. Havadaki oksijen yakıyor
der. Liseyi bitiren, yakıcılık
oksijene mahsûs değildir.
Her elektron çeken element yakıcıdır
der.Üniversiteli ise, madde ile birlikde enerjiyi de hesâba katar. Görülüyor ki,
ilm ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakda, sebeb sanılan
şeylerin arkasında,
dahâ nice sebeblerin bulunduğu
anlaşılmakdadır.
İlmin,
fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tâm gören Peygamberler
“aleyhimüsselâm” ve O büyüklerin izinde giderek, ilm deryâlarından
damlalara kavuşan islâm âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, bugün yakıcı,
yapıcı
sanılan
şeylerin, âciz, zevallı
birer vâsıta
ve mahlûk olduklarını,
hakîkî yapıcının,
yaratıcının
sebebler değil,
Allahü teâlâ olduğunu
bildiriyor.] Yakıcı,
Allahü teâlâdır.
Ateşsiz de yakar. Fekat, ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateş içinde
de yakmaz. İbrâhîm
aleyhisselâmı
ateşde yakmadı.
Onu çok sevdiği
için, âdetini bozdu. [Nitekim ateşin yakmasını
önliyen maddeler de yaratmışdır.
Bu maddeleri, kimyâgerler bulmakdadır.]
Allahü teâlâ
dileseydi, herşeyi sebebsiz yaratırdı.
Ateşsiz yakardı.
Yimeden doyururdu. Tayyâresiz uçururdu. Radyosuz, uzakdan duyururdu. Fekat lutf
ederek, kullarına
iyilik ederek, herşeyi yaratmasını
bir sebebe bağladı.
Belirli şeyleri, belli sebeblerle yaratmağı
diledi. İşlerini,
sebeblerin altına
gizledi. Kudretini sebebler altında
sakladı.
Onun birşeyi yaratmasını
istiyen, o şeyin sebebine yapışır,
o şeye kavuşur. [Lâmbayı
yakmak istiyen, kibrit kullanır.
Zeytinyağı
çıkarmak
istiyen, baskı
âleti kullanır.
Başı ağrıyan,
aspirin kullanır.
Cennete gidip, sonsuz ni’metlere kavuşmak istiyen, islâmiyyete uyar. Kendini
tabanca ile vuran ölür. Zehr içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günâh
işliyen, îmânını
gideren de, Cehenneme gider. Herkes, hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta
kılındığı
şeye kavuşur. Müslimân kitâblarını
okuyan, müslimânlığı
öğrenir,
sever, müslimân olur. Dinsizlerin ve mezhebsizlerin arasında
yaşıyan, onların
sözlerini dinliyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu
kâfir olur. İnsan
hangi yerin vâsıtasına
binerse, oraya gider.]
Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder,
Halk eder esbâbını,
bir lahzada ihsân eder.
Allahü teâlâ,
işlerini sebeblerle yaratmamış
olsaydı,
kimse kimseye muhtâc olmazdı.
Herkes, herşeyi Allahü teâlâdan ister, hiçbir şeye başvurmazdı.
Böyle olunca, insanlar arasında,
âmir, me’mûr, işçi, san’atkâr, talebe, hoca ve nice insanlık
bağları
kalmaz, dünyâ ve âhiretin nizâmı
bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve mutî’ ile âsî arasında
fark kalmazdı.
Allahü teâlâ
dileseydi, âdetini başka dürlü yapardı.
Herşeyi, o âdetine göre yaratırdı.
Meselâ dileseydi, kâfirleri, dünyâda zevk ve safâsına
düşkün olanları,
can yakanları,
insanları
aldatanları
Cennete sokardı.
Îmânı
olanları,
ibâdet edenleri, iyilik yapanları
Cehenneme sokardı.
Fekat, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle dilemediğini
göstermekdedir.
İnsanların
her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan Odur. Kulların,
ihtiyârî, ya’nî istekli hareketlerini, işlerini yaratması
için, kullarında
(İhtiyâr)
ve
(İrâde)
yaratmış,
bu seçme ve dilemelerini, işleri yaratmasına
sebeb kılmışdır.
Bir kul, birşey yapmağı
ihtiyâr edince, isteyince, Allahü teâlâ da dilerse, o işi, ya-
ratır.
Kul istemez ve dilemez, Allahü teâlâ da dilemezse, o şeyi yaratmaz. O şey, yalnız
kulun dilemesi ile de yaratılmaz.
O da dilerse yaratır.
Kullarının
istekli işlerini yaratması,
birşeye ateş değerse,
o şeyde yakmağı
yaratması,
ateş değmezse,
yakmağı
yaratmaması
gibidir. Bıçak
değince,
kesmeği
yaratmakdadır.
Kesen, bıçak
değildir,
Odur. Bıçağı,
kesmek için sebeb kılmışdır.
Demek ki, kulların
istekli hareketlerini, onların
ihtiyâr etmeleri, hareketi tercîh etmeleri ve dilemeleri sebebi ile yaratmakdadır.
Fekat tabî’atdeki hareketler, kulların
ihtiyâr etmelerine bağlı
değildir.
Bunlar, yalnız
Allahü teâlâ dileyince, başka sebeblerle yaratılmakdadır.
Herşeyin, güneşlerin, zerrelerin, damlaların,
hücrelerin, mikropların,
atomların
maddelerini, özelliklerini, hareketlerini yaratan yalnız
Odur. Ondan başka yaratıcı
yokdur. Ancak, cansız
maddelerin hareketleri ile, insan ve hayvanların
ihtiyârî, istekli hareketleri arasında
şu ayrılık
vardır
ki, kullar bir şeyi yapmağı
ihtiyâr, tercîh edince ve dileyince, O da dilerse, kulu harekete geçiriyor ve
yaratıyor.
Kulun hareket etmesi kulun elinde değildir.
Hattâ nasıl
hareket etdiğinden
haberi bile yokdur. [İnsanın
her hareketi, nice fizik ve kimyâ olayları
ile hâsıl
olmakdadır.]
Cansızların
hareketlerinde (İhtiyâr
etmek)
yokdur. Ateş değdiği
zemân, yakmak yaratılması,
ateşin yakmağı
tercîh etmesi ve dilemesi ile değildir.
[Sevdiği,
acıdığı
kullarının,
iyi, fâideli isteklerini, O da ister ve yaratır.
Bunların
kötü ve zararlı
isteklerini, O istemez ve yaratmaz. Bu kullarından
hep iyi, fâideli işler hâsıl
olur. Bunlar, birçok işlerinin hâsıl
olmadığı
için üzülürler. Bu işlerin zararlı
oldukları
için yaratılmadığını
düşünmüş, anlamış
olsalardı,
hiç üzülmezlerdi. Bunun için sevinirler, Allahü teâlâya şükr ederlerdi. Allahü
teâlâ, insanların
ihtiyârî, istekli işlerini, onların
kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmelerinden sonra yaratmağı,
ezelde irâde etmiş, böyle olmasını
dilemişdir. Ezelde böyle dilemeseydi, istekli hareketlerimizi de, biz istemeden,
hep O zorla yaratırdı.
İstekli
işlerimizi biz istedikden sonra yaratması,
ezelde, böyle istemiş olduğu
içindir. Demek ki, Onun irâdesi hâkim olmakdadır].
Kulların
istekli hareketleri, iki şeyden meydâna gelmekdedir: Birincisi, kulun kalbinin
ihtiyâr ve irâdesi ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine
(Kesb etmek) denir. Kesb, insanın
sıfatıdır.
İkincisi,
Allahü teâlânın
yaratması,
var etmesi iledir. Allahü teâlânın
emrler, yasaklar, sevâblar ve azâblar yapması,
insanda kesb bulunduğu
içindir. (Saffât)
sûresinin doksanaltıncı
âyet-i kerîmesinde
meâlen, (Allahü teâlâ, sizi yaratdı
ve işlerinizi yaratdı)
buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, hem insanlarda kesb, ya’nî hareketlerinde kalbinin
ihtiyârı
ve (İrâde-i
cüz’iyye)si
bulunduğunu
gös-
termekdedir.
Cebr olmadığını
açıkça
isbât etmekdedir. Bunun için (İnsanın
işi)
denilmekdedir.
Meselâ, Alî vurdu, kırdı
denir. Hem de, herşeyin kazâ ve kaderle yaratıldığını
belli etmekdedir.
Kulun işinin
yapılmasında,
yaratılmasında,
önce bu işi kulun kalbinin ihtiyâr ve irâde etmesi lâzımdır.
Kul, kudreti dâhilinde olan şeyi irâde eder. Bu isteğe
ve dilemeğe
(Kesb) denir. Âmidî merhûm, bu kesbin,
işlerin yaratılmasında
sebeb olduğunu,
te’sîr etdiğini
bildiriyor. Bu kesbin ihtiyârî olan işin yaratılmasına
te’sîri olmaz demek de zarar vermez. Çünki, yaratılan
iş ile kulun istediği
iş, başka değildir.
Demek ki, kul her istediğini
yapamaz. İstemedikleri
de var olabilir. Kulun, her istediğini
yapması,
her istemediğinin
olmaması,
kulluk değildir.
Ulûhiyyete kalkışmakdır.
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, acıyarak,
kullarına
muhtâc oldukları
kadar ve emrlere, yasaklara uyabilecek kadar kuvvet ve kudret, ya’nî enerji
vermişdir. Meselâ, sıhhati
ve parası
olan kimse, ömründe bir kerre hacca gidebilir. Gökde Ramezân hilâlini [ayı]
görünce, her sene bir ay oruc tutabilir. Yirmidört sâatde, beş vakt farz olan
nemâzı
kılabilir.
Nisâb mikdârı
malı,
parası
olan, bir hicrî sene sonra, bunun kırkda
bir mikdârı
altın
ve gümüşü ayırıp
müslimânlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini,
isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahü teâlânın
büyüklüğü,
buradan da anlaşılmakdadır.
Câhil ve ahmak olanlar, kazâ, kader bilgilerini anlıyamadıkları
için, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine inanmaz. Kulların
kudret ve ihtiyârlarında
şübhe ederler. İnsanı,
istekli işlerinde âciz ve mecbûr sanırlar.
Ba’zı
işlerde kulların
ihtiyârı
olmadığını
görerek, Ehl-i sünnete dil uzatırlar.
Bu bozuk sözleri, kendilerinde irâde ve ihtiyâr bulunduğunu
göstermekdedir.
Bir işi yapıp
yapmamağa
gücü yetmeğe
(Kudret) denir. Yapmağı
veyâ yapmamağı
tercîh etmeğe,
seçmeğe
(İhtiyâr),
istemek denir. İhtiyâr
olunanı
yapmağı
dilemeğe
(İrâde),
dilemek denir. Bir işi kabûl etmeğe,
karşı gelmemeğe
(Rızâ),
beğenmek
denir. İşin
yapılmasına
te’sîr etmek şartı
ile, irâde ile kudretin bir araya gelmesine (Halk),
yaratmak denir. Te’sîrli olmıyarak
bir araya gelmelerine (Kesb) denir. Her
ihtiyâr edenin, hâlık
olması
lâzım
gelmez. Bunun gibi, her irâde edilen şeyden, râzı
olmak lâzım
gelmez. Allahü teâlâya hâlık
ve muhtâr denir. Kula, kâsib ve muhtâr denir.
Allahü teâlâ,
kullarının
tâ’atlarını,
günâhlarını
irâde eder ve yaratır.
Fekat, tâ’atden râzıdır.
Günâhdan râzı
değildir,
beğenmez.
Herşey, Onun irâde ve halk etmesi ile var olmakdadır.
En’âm sûresinin yüzikinci âyet-i kerîmesinde
meâlen, (Ondan başka ilah
yokdur. Herşeyin hâlıkı,
ancak Odur)
buyurulmuşdur.
(Mu’tezile)
fırkasında
olanlar, irâde ile rızâ
arasındaki
ayrılığı
göremediklerinden, şaşkına
döndü. İnsan
dilediği
işi, kendi yaratır
dediler. Kazâ ve kaderi inkâr etdiler. (Cebriyye)
fırkası
da, büsbütün şaşırdı.
Halk etmeksizin ihtiyâr bulunacağını
anlamadılar.
İnsanda
ihtiyâr yok sanarak, insanı,
taşa, oduna benzetdiler.
İnsanlar,
hâşâ, günâh sâhibi değildir.
Bütün kötülükleri yapdıran
Allahü teâlâdır,
dediler. Cebriyye mensûblarının
dediği
gibi, insanda irâde ve ihtiyâr olmasaydı,
kötülükleri, günâhları,
Allahü teâlâ zor ile yapdırsaydı,
eli-ayağı
bağlanıp
dağdan
aşağı
yuvarlanan kimse ile, yürüyerek, etrâfını
seyr ederek inen kimsenin hareketlerinin birbirlerinden farklı
olmaması
lâzım
olurdu. Hâlbuki, birincinin yuvarlanması
cebr ile, ikincinin inmesi, irâde ve ihtiyâr ile olmakdadır.
Aralarındaki
ayrılığı
göremiyenlerin görüşleri kısadır.
Hem de, âyet-i kerîmelere inanmamış
oluyorlar. Allahü teâlânın
emrlerini, yasaklarını,
lüzûmsuz, yersiz görmüş oluyorlar. Mu’tezile veyâ kaderiyye adındaki
fırkanın
dediği
gibi, insan dilediğini
kendi yaratıyor
zannetmek de, (Herşeyi yaratan Allahü teâlâdır)
âyet-i kerîmesine
inanmamak olduğu
gibi, yaratmakda, insanlar, Allahü teâlâya şerîk, ortak edilmiş olur.
Şî’îler de,
Mu’tezile gibi, insan dilediğini
yaratır
diyor. Eşeğin
sopa yidiği
hâlde sudan geçmediğini
buna sened gösteriyorlar. Bunlar düşünmiyor ki, insan bir iş yapmak isterse,
Allahü teâlâ da, o işin yapılmasını
istemese, Allahü teâlânın
dilediği
olur. Mu’tezilenin sözünün yanlış
olduğu
anlaşılır.
Ya’nî insan, her dilediğini
yapamaz, yaratamaz. Onların
dediği
gibi, insanın
her istediği
olursa, Allahü teâlânın,
âciz olması
îcâb eder. Allahü teâlâ, aczden münezzehdir, uzakdır.
Ancak, Onun irâde etdiği
olur. Herşeyi yaratan, var eden, yalnız
Odur. Allahlık
böyle olur. İnsanlar
için, (şunu yaratdı,
şunu yaratdık,
bunu yaratdılar)
gibi söylemek, yazmak çok çirkindir. Allahü teâlâya karşı edebsizlik olur. Küfre
sebeb olur.
[Kulların
ihtiyârî hareketleri, kendi irâdeleri ile olmıyan,
hattâ haberleri bile olmadan, nice fiziksel, kimyâsal ve fizyolojik olaylarla
meydâna gelmekdedir. Bu inceliği
anlamış
olan insâflı
bir fen adamı,
kendi ihtiyârî hareketlerine, (yaratdım)
demek şöyle dursun, (ben yapdım)
demeğe
bile sıkılır.
Allahü teâlâdan hayâ eder. Bilgisi, anlayışı
ve edebi az olan ise, her yerde herşeyi söylemekden sıkılmaz.
Allahü teâlâ,
dünyâda bütün insanlara acıyor.
Muhtâc oldukları
şeyleri yaratıp,
herkese gönderiyor. Dünyâda râhat ve huzûr
içinde
yaşamaları
ve âhiretde sonsuz se’âdete kavuşmaları
için, ne yapmaları
lâzım
olduğunu
açıkca
bildiriyor. Nefslerine, kötü arkadaşlara, zararlı
kitâblara ve radyolara aldanarak, küfr ve dalâlet yoluna sapanlardan, dilediğini
hidâyete kavuşduruyor. Bunları
doğru
yola çekiyor. Azgın,
zâlim olanlara bu ni’metini ihsân etmiyor. Onları,
beğendikleri,
istedikleri, içine düşdükleri inkâr bataklığında
bırakıyor.]
(İ’tikâdnâme) kitâbının tercemesi burada temâm oldu. Bu tercemeyi yapan hâcı Feyzullah efendi, Erzincanın Kemâh beldesindendir. Uzun seneler Sökede müderrislik yapmış, 1323 [m. 1905] de vefât etmişdir. Kitâbın yazarı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmânî “kuddise sirruh”, 1192 hicrî senesinde Bağdâdın kuzeyinde Şehrezûr şehrinde tevellüd, 1242 [m. 1826] de Şâmda vefât etdi. Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh” soyundan olduğu için, Osmânî denir. Kardeşi Mevlânâ Mahmûd Sâhib hazretlerine imâm-ı Nevevînin (Hadîs-i erba’în) kitâbındaki ikinci hadîs olan ve (Hadîs-i Cibrîl) adı ile meşhûr hadîs-i şerîfi okuturken, Mevlânâ Mahmûd-i Sâhib, bu hadîs-i şerîfi açıklıyarak yazmasını büyük kardeşinden dilemişdi. Mevlânâ Hâlid “rahmetullahi aleyh”, kardeşinin nûrlu kalbini hoş etmek için, bu dileği kabûl buyurmuş, bu hadîs-i şerîfi fârisî dil ile şerh etmişdir.
Uyan, gözün aç, âkıl,
yalvar güzel Allaha!
yolundan hiç ayrılma, yalvar güzel Allaha!
Her gün beş nemâzı kıl, Ramezânda oruc tut!
mâlın çoksa zekât ver, yalvar güzel Allaha!
Bir gün bu gözün görmez, hem kulağın işitmez,
Bu fırsat ele girmez, yalvar güzel Allaha!
Sağlığı ganîmet bil, her sâati ni’met bil,
emrine itâat kıl, yalvar güzel Allaha!
Ömrünü boş geçirme, nefsine kuvvet verme,
Uyan! Gaflet eyleme, yalvar güzel Allaha!
Günâhın çok olsa da, ondan
ümmîdin kesme,
Afvı, keremi boldur, yalvar güzel Allaha!
Seher vakti rahmeti, yağar
her memlekete,
Ol vakt pâklenir kalbin, yalvar güzel Allaha!
Allahın adın yâd et, rûhun ve kalbin şâd et,
Bülbül gibi feryâd et, yalvar güzel Allaha!