-3-

İSLÂMIN ŞARTLARI

Bütün âlemleri, her ân varlıkda durduran ve her ân hâzır ve nâzır olan ve bütün iyiliklerin ve ni’metlerin vericisi olan Allahü teâlânın yardımı ile şimdi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek sözünü açıklamağa başlıyoruz.

Müslimânların kahraman imâmı, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhûr, sevgili büyüğümüz,Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” buyuruyor ki:

(Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk). O gün, o sâat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resûlullahın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıdâ olan, canlara zevk ve safâ veren mübârek cemâlini görmek nasîb olmuşdu. Bu günün şerefini, kıymetini anlatabilmek için, (Öyle birgün idi ki...) buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâmı insan şeklinde görmek, onun sesini işitmek, kulların muhtâc olduğu bilgiyi, gâyet güzel ve açık olarak, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mübârek ağzından işitmek nasîb olan bir gün gibi, şerefli ve kıymetli bir vakt bulunabilir mi?

(O vakt, ay doğar gibi, bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyâz,saçları da pek siyâh idi. Üzerinde toz toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Ya’nî, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaşdırdı). Bu gelen, Cebrâîl ismindeki melek idi. İnsan şekline girmişdi. Cebrâîl aleyhisselâmın böyle oturması, edebe uymuyor gibi görünüyor ise de, bu hâli, mühim birşeyi bildirmekdedir. Ya’nî, din bilgisi

-14-

öğrenmek için utanmak doğru olmadığını ve üstâda gurûr, kibr yakışmıyacağını göstermekdedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, mu’allimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini Cebrâîl aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma, bu hâli ile, anlatmakdadır. Çünki, din öğrenmekde utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekde ve öğretmekde ve öğrenmekde sıkılmak doğru olmaz.

(O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullaha sorarak, yâ Resûlallah! Bana islâmiyyeti, müslimânlığı anlat dedi).

(İslâm) demek, lügatda, boyun bükerek teslîm olmak demekdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm kelimesinin, islâmiyyetde beş temel direğin ismi olduğunu şöyle beyân buyurdu:

Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki:

1 -İslâmın şartlarından birincisi (Kelime-i şehâdet getirmekdir). Kelime-i şehâdet getirmek demek, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) söylemekdir. Ya’nî, âkıl ve bâlig olan ve konuşabilen kimsenin, (Yerde ve gökde, Ondan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yokdur. Hakîkî ma’bûd ancak, Allahü teâlâdır). O, vâcib-ül-vücûddür. Her üstünlük Ondadır. Onda hiçbir kusûr yokdur. Onun ismi (Allah)dır, demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanmasıdır. Ve yine, O gül renkli, beyâz kırmızı, parlak, sevimli yüzlü ve kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek alnı açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistânda Mekkede doğduğu için Arab denilen, Hâşimî evlâdından (Abdüllahın oğlu Muhammed adındaki zât-i âlî, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, ya’nî Peygamberidir). Vehebin kızı olan hazret-i Âminenin oğludur. [Mîlâdın 571. ci senesi, Nisan ayının 20. ci pazartesi sabâhı, fecr ağarırken] Mekke şehrinde dünyâya teşrîf etdi. Kırk yaşında iken Peygamber olduğu kendisine bildirildi. Bu seneye (Bi’set senesi) denir. Bundan sonra, onüç sene Mekkede, insanları İslâm dînine da’vet etdi. Allahü teâlânın emri ile, Medîne şehrine hicret eyledi. Burada islâmiyyeti her tarafa yaydı. Hicretden on sene sonra, ya’nî mîlâdın 632 senesi Hazîranında, Rebî’ul-evvelin on ikinci pazartesi günü Medînede vefât eyledi. [Târîhcilere göre, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvere şehrine hicretinde, mîlâdın 622. ci senesinde, Safer ayının yirmiyedinci Perşembe günü akşama yakın Sevr dağındaki mağaraya girdi. Pazartesi gecesi mağaradan çıkıp, efrencî Eylül ayının yirminci ve rûmî Eylül ayının yedinci ve Rebî’ul-evvelin sekizinci Pazartesi günü Medîne şehrinin Kubâ köyüne ayak basdı. Bu mes’ûd gün, müslimânların (Hicrî şemsî) sene başı oldu. Şî’îlerin hicrî şemsî se-

-15-

ne başlangıcı, bundan altı ay evveldir. Ya’nî, ateşe tapan mecûsî kâfirlerin Nevruz bayramları olan Martın 20. ci günü başlamakdadır. Gece ile gündüzün müsâvî olduğu perşembe günü de Kubâda kalıp, Cum’a günü ayrıldı. O gün Medîneye girdi. O senenin Muharrem ayının birinci günü de, (Hicrî kamerî) sene başı kabûl edildi. Bu kamerî sene başı, Temmuz ayının onaltıncı Cum’a günü idi. Herhangi bir mîlâdî sene başının rastladığı hicrî şemsî sene, bu mîlâdî yeni seneden 622 noksandır. Herhangi bir hicrî şemsî sene başının rastladığı mîlâdî sene, bu yeni şemsî seneden 621 fazladır.]

2 -İslâmın beş şartından ikincisi, şartlarına ve farzlarına uygun olarak, hergün beş kerre (Vakti gelince, nemâz kılmakdır). Her müslimânın, her gün, vaktleri gelince, beş kerre nemâz kılması ve herbirisini vaktinde kıldığını bilmesi farzdır. Câhillerin, mezhebsizlerin hâzırladıkları yanlış takvîmlere uyarak, vaktinden evvel kılmak büyük günâh olur ve bu nemâz sahîh olmaz. Hem de, öğlenin ilk sünnetinin ve akşamın farzının kerâhet vaktinde kılınmasına sebeb olmakdadır. [Nemâz vaktinin geldiği, müezzinin ezân okuması ile anlaşılır. Kâfirlerin, bid’at ehlinin okuduğu ve ho-parlör gibi çalgıların seslerine (Ezân-ı Muhammedî) denmez.] Nemâzları; farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Allahü teâlâya vererek, vaktleri geçmeden kılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, nemâza (Salât) buyuruluyor. Salât; lügatde insanın düâ etmesi, meleklerin istigfâr etmesi, Allahü teâlânın merhamet etmesi, acıması demekdir. İslâmiyyetde (Salât) demek; ilmihâl kitâblarında bildirildiği şeklde, belli hareketleri yapmak ve belli şeyleri okumak demekdir. Nemâz kılmağa (İftitâh tekbîri) ile başlanır. Ya’nî erkeklerin ellerini kulaklarına kaldırıp göbek altına ve kadınların ellerini omuz hizâsına kaldırıp, göğüs üstüne indirirken, (Allahü ekber) demeleri ile başlanır. Son oturuşda, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp, selâm verilerek bitirilir.

3 -İslâmın beş şartından üçüncüsü, (Malının zekâtını vermekdir). Zekâtın lügat ma’nâsı, temizlik ve övmek ve iyi, güzel hâle gelmek demekdir. İslâmiyyetde zekât demek; ihtiyâcından fazla ve (Nisâb) denilen belli bir sınır mikdârında (Zekât malı) olan kimsenin, malının belli mikdârını ayırıp, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen müslimânlara, başa kakmadan vermesi demekdir. Zekât, yedi sınıf insana verilir. Dört mezhebde de, dört dürlü zekât malı vardır: Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlıyan dört ayaklı kasab hayvanları zekâtı ve toprak mahsûlleri zekâtıdır. Bu dördüncü zekâta (Uşr) denir. Yerden mahsûl alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât, nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra verilir.

-16-

4 -İslâmın beş şartından dördüncüsü, (Ramezân-ı şerîf ayında, hergün oruc tutmakdır). Oruc tutmağa (Savm) denir. Savm, lügatde, birşeyi birşeyden korumak demekdir. İslâmiyyetde, şartlarını gözeterek, Ramezân ayında, Allahü teâlâ emr etdiği için, hergün üç şeyden kendini korumak demekdir. Bu üç şey; yimek, içmek ve cimâ’dır. Ramezân ayı, gökde hilâli [yeni ayı] görmekle başlar. Takvîmle önceden hesâb etmekle başlamaz.

5 -İslâmın beş şartından beşincisi, (Gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir). Yol emîn ve beden sağlam olarak, Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bırakdığı çolukçocuğunu geçindirmeğe yetişecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kerre, Kâ’be-i mu’azzamayı tavâf etmesi ve Arafât meydânında durması farzdır.

O zât Resûlullahdan bu cevâbları işitince, (Doğru söyledin yâ Resûlallah) dedi. Eshâb-ı kirâmdan, orada bulunanların, o zâtın bu hâline şaşdıklarını, Ömer “radıyallahü anh” haber veriyor. Çünki, hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdîk ediyor. Birşeyi sormak, bilmediğini öğrenmeği istemek demekdir. Doğru söyledin demek ise, bunları bildiğini gösterir.

Yukarıda bildirilen, islâmın beş şartından en üstünü, (Kelime-i şehâdet) söylemek ve ma’nâsına inanmakdır. Bundan sonra üstünü, nemâz kılmakdır. Dahâ sonra, oruc tutmak, dahâ sonra, hac etmekdir. En sonra, zekât vermekdir. Kelime-i şehâdetin en üstün olduğu, sözbirliği ile bellidir. Geri kalan dördünün üstünlük sırasında, âlimlerin çoğunun sözü, yukarıda bildirdiğimiz gibidir. Kelime-i şehâdet, müslimânlığın başlangıcında ve ilk olarak farz oldu. Beş vakt nemâz, bi’setin onikinci senesinde ve hicretden bir sene ve birkaç ay önce mi’râc gecesinde farz oldu. Ramezân-ı şerîf orucu, hicretin ikinci senesinde, Şa’bân ayında farz oldu. Zekât vermek, orucun farz olduğu sene, Ramezân ayı içinde farz oldu. Hac ise, hicretin dokuzuncu senesinde farz oldu.

Bir kimse, islâmın bu beş şartından birini inkâr ederse, ya’nî inanmaz, kabûl etmezse, yâhud alay eder, saygı göstermezse, ne’ûzübillah, kâfir olur. Bunlar gibi, halâl ve harâm olduğu, açık olarak ve sözbirliği ile bildirilmiş olan başka şeylerden birini de kabûl etmiyen, ya’nî halâle harâm diyen veyâ harâma halâl diyen de kâfir olur. Dinde zarûrî ma’lûm olan, ya’nî, islâm memleketinde yaşıyan câhillerin bile işitdiği, bildiği, din bilgilerinden birini inkâr eden, beğenmiyen, kâfir olur.

[Meselâ, domuz eti yimek, alkollü içki içmek, kumar oynamak ve kadınların, kızların başları, saçları, kolları, bacaklarıık, erkeklerin de dizleri ile göbek arasıık olarak başkasının yanına çıkma-

-17-

ları harâmdır. Ya’nî, Allahü teâlâ, bunları yasak etmişdir. Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını bildiren dört hak mezheb, erkeklerin avret yerlerini, ya’nî bakması ve başkasına göstermesi yasak edilmiş olan uzvlarını farklı olarak bildirmişlerdir. Her müslimânın, bulunduğu mezhebin bildirdiği avret yerini örtmesi farzdır. Buralarıık olanlara, başkalarının bakmaları harâmdır. (Kimyâ-i se’âdet)de diyor ki, (Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacaklarıık sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile çıkmaları da harâmdır. Böyle çıkmalarına izn veren, râzı olan, beğenen anası, babası, zevci ve kardeşi de, onun günâhına ve azâbına ortak olurlar). Ya’nî, Cehennemde birlikde yanacaklardır. Eğer, tevbe ederlerse, afv olunur, yakılmazlar. Allahü teâlâ, tevbe edenlerisever. Âkıl, bâlig olan kızların ve kadınların, yabancı erkeklere görünmemeleri, hicretin üçüncü senesinde emr olundu. İngiliz câsûslarının ve bunların tuzaklarına düşmüş olan câhillerin, hicâb âyeti gelmeden evvel olan örtünmemeği ileri sürerek, örtünmeği sonradan fıkhcılar uydurdu demelerine aldanmamalıdır.

Müslimân olduğunu söyliyen bir kimsenin, yapacağı her işin, islâmiyyete uygun olup olmadığını bilmesi lâzımdır. Bilmiyorsa, bir Ehl-i sünnet âliminden sorarak veyâ bu âlimlerin kitâblarından okuyarak öğrenmesi lâzımdır. İş, islâmiyyete uygun değil ise, günâh veyâ küfrden kurtulamaz. Hergün hakîkî tevbe etmesi lâzımdır. Tevbe edilen günâh ve küfr, muhakkak afv olur. Tevbe etmezse, dünyâda ve Cehennemde, azâbını, ya’nî cezâsını çeker. Bu cezâlar, kitâbımızın muhtelif yerlerinde yazılıdır. Büyük günâh işliyen müslimân, günâhı kadar yandıkdan sonra, Cehennemden çıkarılacakdır. Allahü teâlâya inanmıyan ve islâmiyyetin yok olması için çalışan kâfir, zındık, Cehennemde sonsuz yanacakdır.

Erkeklerin ve kadınların nemâzda ve heryerde örtmesi lâzım olan yerlerine (Avret mahalli) denir. Avret mahallini açmak ve başkasının avret mahalline bakmak harâmdır. İslâmiyyetde avret mahalli yokdur diyen, kâfir olur. İcmâ’ ile, ya’nî dört mezhebde de avret olan bir yerini açmağa ve başkalarının böyle avret mahalline bakmağa halâl diyen, ehemmiyyet vermiyen, ya’nî azâbından korkmıyan kâfir olur. Kadınların avret yerini açmaları ve erkekler yanında şarkı söylemeleri ve mevlid okumaları böyledir. Erkeklerin diz ile kasıkları arası, Hanbelî mezhebinde avret değildir.

(Ben müslimânım) diyen kimsenin, îmânın ve islâmın şartlarını ve dört mezhebin icmâ’ı, ya’nî söz birliği ile bildirdiği farzları ve harâmları öğrenmesi ve ehemmiyyet vermesi lâzımdır. Bilmemesi özr değildir. Ya’nî, bilip de inanmamak gibidir. Kadınların yüzlerinden ve ellerinden başka yerleri, dört mezhebde de avretdir. İc-

-18-

mâ’ ile olmıyan, ya’nî diğer üç mezhebden birine göre avret olmıyan bir yerini, ehemmiyyet vermiyerek açan kâfir olmaz ise de, kendi mezhebine göre, büyük günâh olur. Erkeklerin diz ile kasık arasını, ya’nî uyluğunu açmaları böyledir. Bilmediğini öğrenmesifarzdır. Öğrenince hemen tevbe etmeli ve örtmelidir.

Yalan söylemek, dedikodu, gîbet, iftirâ, hırsızlık, hiyle, hiyânet, kalb kırmak, fitne çıkarmak, başkasının malını ondan iznsiz kullanmak, işçinin, taşıyıcının ücretlerini vermemek, devlete isyân etmek, ya’nî kanûnlarına, hükûmetin emrlerine karşı gelmek, vergileri ödememek de günâhdır. Bunları kâfirlere karşı da, kâfir memleketlerinde de yapmak harâmdır. Câhillerin bilemiyeceği kadar meşhûr ve zarûrî olmıyan şeyleri câhillerin bilmemesi küfr olmaz. Fısk, ya’nî günâh olur.] 475. ci sahîfeye bakınız!