-2-
Bu (İ’TİKÂDNÂME) kitâbında,
Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” (Îmânı ve islâmı) bildiren bir
hadîs-i şerîfi açıklanacakdır. Bu hadîs-i
şerîfin bereketi ile, müslimânların i’tikâdlarının temâmlanacağını [kuvvetleneceğini], böylece, salâha ve se’âdete kavuşacaklarını ve cürmü,
günâhı çok
olan bu Hâlidin de “kuddise sirruh” kurtulmasına sebeb olacağını ümmîd
ediyorum.
Hiçbirşeye muhtâc olmıyan ve
keremi, ihsânı bol
olan ve kullarına
çok acıyan
Allahü teâlâya güzel i’tikâdım şöyledir ki, sermâyesi az, kalbi kara olan bu fakîr
Hâlidin yersiz sözlerini afv buyura ve kusûrlu ibâdetlerini kabûl eyleye!
Yalancı,
aldatıcı şeytânın
kötülüklerinden [ve islâm düşmanlarının yalan yanlış sözlerine ve yazılarına aldanmakdan] koruyarak, şâd
eyleye! Merhametlilerin en merhametlisi ve ihsân sâhiblerinin en cömerdi ancak
Allahü teâlâdır.
İslâm âlimleri buyurdu ki, (Mükellef) olan, ya’nî âkıl ve bâliğ olan, kadın, erkek her
müslimânın, [Allahü
teâlâyı tanıması, bilmesi,
ya’nî] Allahü teâlânın sıfât-ı zâtiyyesini
ve sıfât-ı
sübûtiyyesini, doğru
bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese
ilk farz olan şey budur. Bilmemek özr olmaz. Bilmemek günâh olur. Ahmed oğlu Hâlid-i Bağdâdînin bu
kitâbı yazması, başkalarına üstünlük
ve bilgi satmak ve şöhret sâhibi olmak için değildir. Bir yâdigâr, bir hizmet bırakmak
içindir. Allahü teâlâ, bu âciz olan Hâlide[1] ve
bütün müslimânlara kendi kuvveti ile ve Resûlünün mubârek rûhunun yardımı ile imdâd
eylesin! Âmîn.
[Allahü teâlânın (Sıfât-ı zâtiyye)si altıdır.
Bunlar: Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefet-ün lil-havâdis ve Kıyâm-ü bi-nefsihî’dir.
Vücûd, kendiliğinden
var olmak demekdir. Kıdem,
varlığının öncesi,
başlangıcı olmamakdır. Bekâ, varlığı sonsuz
olmakdır,
hiç yok olmamakdır.
Vahdâniyyet, hiç bir bakımdan
şerîki, nazîri, benzeri olmamakdır. Muhâlefet-ün lil-havâdis, hiçbir şeyinde,
hiçbir
----------------------------
[1] Hâlid-i Bağdâdî,
1242 [m. 1826] da Şâmda vefât etdi.
mahlûka, hiçbir bakımdan benzemez demekdir. Kıyâm-ü
bi-nefsihî, varlığı
kendindendir, hep var olması için, hiçbir şeye muhtâç değildir,
demekdir. Bu altı sıfatın hiç biri,
mahlûkların
hiçbirinde yokdur. Bunların,
mahlûklara hiçbir sûretde teallukları, bağlantıları da yokdur. Ba’zı âlimler, Vahdâniyyet ve Muhâlefet-ün
lil-havâdisin aynı
olduklarını söyliyerek, (sıfât-ı zâtiyye beşdir) demişlerdir].
Allahü teâlâdan başka olan herşeye, (Mâ-sivâ) veyâ (Âlem)
denir. Şimdi (Tabî’at) diyorlar.
Âlemlerin hepsi yok idi. Hepsini Allahü teâlâ yaratdı. Âlemlerin
hepsi, mümkindir ve hâdisdir. Ya’nî, yok iken var olabilir ve var iken yok
olabilirler ve yok iken var olmuşlardır. (Allahü teâlâ var
idi. Hiçbirşey yok idi) hadîs-i şerîfi,
bunu bildirmekdedir.
Âlemin hâdis olduğunu gösteren
ikinci bir delîl de, âlemin her zemân bozularak değişmesidir.
Her şey değişmekdedir.
Kadîm olan şey ise, hiç değişmez. Allahü teâlânın zâtı [ya’nî kendisi] ve sıfatları böyledir.
Bunlar hiç değişmez.
[Hâlbuki âlemde, fizik olaylarında, maddelerin hâl değişdirmesi oluyor. Kimyâ reaksiyonlarında,
maddelerin özü, yapısı değişiyor.
Cismlerin yok olarak başka cismlere döndüğünü görüyoruz. Bugün, yeni bilinen atom değişmelerinde
ve çekirdek reaksiyonlarında,
madde, element deyok oluyor. Enerjiye dönüyor.] Âlemlerin böyle değişmeleri,
birbirlerinden hâsıl
olmaları,
sonsuzdan gelemez. Bir başlangıcı
olması,
yokdan var edilmiş olan ilk maddelerden, elementlerden hâsıl olmaları lâzımdır.
Âlemin mümkin olduğuna, ya’nî
yok iken var olabileceğine
başka bir delîl de, âlemin hâdis olmasıdır. Ya’nî, herşeyin yok iken varolmalarıdır. [Vücûd,
var olmak demekdir. Üç dürlü vücûd vardır: Birincisi (Vâcib-ül-vücûd)dür.
Ya’nî, varlığı lâzım olan
vücûddür. Hepvardır.
Önceleri ve sonsuz sonraları hiç yok olamaz. Yalnız Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddür. İkincisi, (Mümteni’-ul-vücûd)dür. Ya’nî, var olamaz. Hep
yok olması lâzımdır. Şerîk-i
bârî böyledir. Ya’nî, Allahü teâlâya ortak, Allahü teâlâ gibi ikinci bir tanrı var
olamaz.Üçüncüsü, (Mümkin-ül-vücûd)dür.
Ya’nî, var da olabilir, yok da olabilir. Bütün âlemler, mahlûklar hep böyledir.
(Vücûd) kelimesinin tersi (Adem) kelimesidir. Adem, yokluk demekdir.
Âlemler, ya’nî herşey, var olmadan önce ademde idi. Ya’nî yok idiler.]
Mevcûd, ya’nî, var olan şey ikidir:
Biri (Mümkin), ikincisi (Vâcib)dir. Eğer mevcûd, yalnız mümkin olsaydı ve
vâcib-ül-vücûd bulunmasaydı, hiçbirşey var olamazdı. [Çünki, yok iken var olmak, bir değişiklikdir,
bir olaydır.
Fizik bilgimize göre, her cismde bir olay olması için, bu cisme dışardan bir
kuvvetin te’sîr etmesi, bu kuvvet kaynağının, bu cismden önce mevcûd olması lâzımdır.] Bunun
için,
mümkin olan mevcûd, kendi kendine var olamaz ve varlıkda duramaz.
Ona bir kuvvet te’sîr etmeseydi, hep yoklukda kalırdı. Var olamazdı. Kendini var edemiyen, başka mümkinleri de
elbette halk edemez, yaratamaz. Mümkini yaratanın, vâcib-ül-vücûd olması lâzımdır. Âlemin var
olması,
bunu yokdan var eden bir yaratıcının var olduğunu
gösteriyor. Görülüyor ki, hâdis olmıyarak ve mümkin olmıyarak, ya’nî hep var olarak, bütün
mümkinlerin tek yaratıcısı, ancak
vâcib-ül-vücûddür. O kadîmdir. Ya’nî hep var idi. Vâcib-ül-vücûd demek, vücûdü
başkasından
olmayıp
ancak kendindendir. Ya’nî kendi kendine hep vardır. Başkası tarafından yaratılmamışdır. Eğer böyle
olmazsa, mümkin ve hâdis olması, başkası tarafından yaratılması lâzım olur. Bu ise, düşünülenin tersine olan bir
netîcedir. Fârisîde (Hudâ) demek, kendi
kendine hep olucu, ya’nî kadîm demekdir. [Kitâbımızın I. ci kısm, 6. cı maddesinde, 74.cü sahîfede, dahâ geniş bilgi vardır. Lütfen oradan
da okuyunuz!]
Âlemlerin, şaşılacak bir nizâm içinde
olduklarını görüyoruz.
Fen, her sene bunların
yenilerini bulmakdadır. Bu
nizâmı
yaratanın, (Hay) diri, (Âlim) bilici,
(Kâdir) gücü yetici, (Mürîd) dileyici, (Semî)
işitici, (Basîr) görücü, (Mütekellim) söyleyici ve (Hâlık) yaratıcı olması lâzımdır. Çünki,
ölmek ve câhil olmak ve gücü yetmemek ve zorla yapmak, sağırlık ve körlük
ve söyliyememek, birer kusûrdur, utanılacak şeylerdir. Bu kâinâtı, bu âlemi,
bu nizâm üzere yaratanda ve yok olmakdan koruyanda, böyle kusûrlu sıfatların bulunması olacak şey
değildir.
[Atomdan yıldızlara kadar
her varlık
birer hesâbla, kanûnla yaratılmışdır. Fizikde,
kimyâda, astronomide ve biyolojide keşf edilebilen kanûnlardaki, bağlantılardaki
nizâm, akllara hayret vermekdedir. Darwin bile, (Gözün yapısındaki nizâmı, incelikleri
düşündükçe, hayretden tepem atacak gibi oluyor) demek zorunda kalmışdır. Hava,
yüzde 78 azot, 21 oksijen ve 1 soy gazlar karışımıdır. Bileşik değil, karışımdır. Oksijen yüzde 21 den çok olsaydı, ciğerlerimizi
yakardı. 21
den az olsaydı,
kandaki gıdâ
maddelerini yakamazdı. İnsanlar ve
hayvanlar, yaşayamazdı. Bu
21 mikdârı, her
yerde ve yağmurda
değişmiyor.
Bu ise büyük ni’metdir. Allahın varlığını,
kudretini ve merhametini göstermiyor mu? Bu hârika yanında, gözün
yapısı hiç
kalmakdadır.
Fen bilgilerinde okutulan bütün kanûnları, ince hesâbları, formülleri yaratan, hiç noksan sıfatlı olur mu?]
Bundan başka, adı geçen kemâl
sıfatlarını, mahlûklarında da
görüyoruz. Bunları,
mahlûklarında
yaratmışdır. Bu sıfatlar,
kendisinde bulunmasaydı,
mahlûklarda nasıl
yaratabilirdi? Kendisinde bulunmasaydı, mahlûkları Ondan dahâ üstün olurlardı.
Yine deriz ki, âlemleri yaratanda,
bütün kemâl, üstün sıfatların
bulunması ve noksan sıfatlardan hiçbirinin bulunmaması lâzımdır. Çünki
noksan, kusûrlu olan, Hudâ, yaratıcı olamaz.
Aklın gösterdiği bu delîlleri bir yana bırakırsak, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler de, Allahü teâlânın kemâl sıfatları olduğunu açıkça bildirmekdedir. Bunda şübhe etmek câiz değildir. Şübhe etmek küfre sebeb olur. Yukarıda yazılı sekiz kemâl sıfatına (Sıfât-i sübûtiyye) denir. Ya’nî, Allahü teâlânın sıfât-ı sübûtiyyesi sekizdir. Allahü teâlâda bütün kemâl sıfatları vardır. Onun zâtında ve sıfatlarında ve işlerinde hiçbir kusûr ve karışıklık ve değişiklik yokdur. (Sıfât-i zâtiyye) ve (Sıfât-i sübûtiyye)ye (Ülûhiyyet sıfatları) denir. Bir mahlûkda ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanan (Müşrik) olur.