Meârif-i ilâhî, ya’nî Allahü teâlâyı ve sıfatlarını tanımak, hârikalar göstermekden ve gizli şeyleri bulmakdan dahâ kıymetlidir. Ma’rifetler ile hârikalar arasındaki fark, hâlık ile mahlûk arasındaki fark gibidir. Sahîh olan ma’rifetler, îmânın kâmil olduğunu gösterir ve dahâ kemâl bulmasına sebeb olur. İnsanın hiçbir kemâli, hârikalara bağlı değildir. Ancak, kâmillerin ba’zısında hârika hâsıl olmakdadır. Evliyânın birbirlerinden üstünlükleri, ma’rifetleri ile ölçülür ve zât-i ilâhînin ve sıfât-ı ilâhînin sırlarını keşf etmeleri ile anlaşılır. Mahlûkların esrârını keşf etmekle ve kerâmet göstermekle anlaşılmaz. Hârikalar, meârif-i ilâhîden efdal olsaydı, Cûkiyye ve Berehmen denilen hind papazları, riyâzet çekerek, [nefslerini ezerek], hârikalar gösterdikleri için, hârika göstermekden kaçınan ve meârif derecelerinde çok yüksekde bulunan Evliyâdan üstün olurlardı. Hârika ve kerâmet, açlık, riyâzet çeken kâfirlerde de hâsıl olur. Allahü teâlânın sevmesini göstermez. Keşf ve kerâmetler sâhibi olmak istiyen kimse, mahlûkları istemekdedir. Allahü teâlânın rızâsını kazanmak arzûsunda değildir.
İblîs mel’ûn olduğu hâlde,
Hârika gösterir her yerde,
Kapıdan da girer, damdan da,
Oturur kalbde ve endâmda.
Hikâyelere hiç aldanma!
Hârikalar bahsine dalma!
Kerâmet, doğru ibâdetdir,
Diğerleri, hep felâketdir.
İnsânın kemâli, fânî olduğunu anlamasıdır. İslâmiyyetden maksad, insanın, hiç olduğunu anlamasıdır. Dâimî, sonsuz var olmak, (ülûhiyyet) sıfatlarındandır. Allahü teâlâya mahsûsdur. Hârika, kerâmet göstererek, meşhûr olmak, kibre sebeb olur. İslâmiyyetin fâidelerinden mahrûm kalır. Böyle kimse, ma’rifete kavuşamaz. Evliyânın büyüklerinden Ebû Sa’îd Ebülhayre sordular: Falan kimse, su üstünde yürüyor dediler. Bu iş kolaydır. Martı kuşları da, su üstünde yürüyor buyurdu. Filan kimse, havada uçuyor dediler. Kuş ve sinek de uçuyor buyurdu. Filan kimse, bir anda, bir şehrden bir şehre gidiyor dediler. Şeytân da, bir nefesde şarkdan garba gidiyor. Böyle şeylerin kıymeti yokdur. Merd odur ki, herkes gibi yaşar. Alış-veriş yapar. Evle-
nir. Bir ân, Allahü teâlâdan gâfil olmaz buyurdu.[1]
Büyük velî Şihâbüddîn-i Sühreverdi[2] , (Avârif) kitâbında, hârikaları ve kerâmetleri anlatdıkdan sonra diyor ki, (Bütün bu havârık ve kerâmât, kalbin Allahü teâlâyı hâtırlaması yanında, hiç gibidir).
Şeyh-ul-islâm Hirevî Abdüllah Ensârî[3] buyuruyor ki, (Ma’rifet ehlinin firâseti, gördüğü kimsenin sâlih veyâ fâsık olduğunu anlamakdır. Açlık ve riyâzet çekenlerin firâseti, sûretleri, cismlerin nerde olduklarını anlamak ve gayb olan şeyleri haber vermekdir. Bunlar, mahlûkları haber verirler. Çünki, Allahü teâlâdan haberleri yokdur. Ma’rifet ehli ise, Allahü teâlâdan kalblerine gelen bilgileri, hâlleri, ma’rifetleri anladıkları için, hep Allahü teâlâdan haber verirler. İnsanların çoğu, Allahü teâlâdan gâfil oldukları ve kalblerinde dünyâ düşünceleri bulunduğu için, maddî şeylerden haber almağı ve gayb olan şeyleri öğrenmeği isterler. Bundan haber verenleri, Ehlullah, ya’nî Evliyâ, Allahü teâlânın sevgili kulu zan ederler. Hakîkat ehlinin, Evliyânın keşflerine kıymet vermezler. Bunların, Allahü teâlâdan verdikleri haberlere inanmazlar. Bunlar, Allah adamı olsalardı, mahlûkların hâllerini bilir, haber verirlerdi. Mahlûkların hâllerini bilmiyen, dahâ yüksek şeyleri nasıl bilir, Allahü teâlâya nasıl ârif olur derler. Böyle fâsid kıyâs ile [yanlış düşünerek], Ehlullahi tekzîb eder, Evliyâya inanmazlar. Allahü teâlâ, Evliyâsını çok sevdiği için, mahlûklar ile vakt geçirmelerini, kendinden başkalarını düşünmelerini istemez. Mahlûkların hâlleri ile uğraşsalardı, Evliyâlık mertebelerine yükselemezlerdi. Mahlûkların hâlleri ile uğraşanlar, Allahü teâlânın ma’rifetinden mahrûm kalacakları gibi, Ehlullah da, mahlûkların hâllerini düşünmezler. Ehlullah, mahlûkların hâllerini düşünselerdi, onlardan dahâ iyi anlarlardı. Allahü teâlâ, açlık ve riyâzet çekerek, nefslerinin aynasına cilâ verenlerin firâsetlerini beğenmediği için, bu firâset müslimânlarda da, yehûdîlerde de, hıristiyanlarda [ve şî’î ve vehhâbîlerde] de hâsıl olmakdadır. Yalnız Ehlullaha mahsûs değildir).
Ba’zı sebebler, fâideler olunca, ba’zı Evliyânın hârikalar göstermesine izn verilir. Ehli olmayan kimselerin me’ârif-i ilâhîden konuşmaları, ma’rifetlerin kıymetlerini azaltmaz. Bu konuşmalar, kıymetli bir cevherin, bir çöpcü eline düşmesine benzer. Bu
---------------------------------
[1] Ebû Sa’îd Ebülhayr 400 [m. 1008] de vefât etdi.
[2] Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî, şâfi’î, Sıddîkî, 632 [m. 1234] de
Bağdâdda vefât etdi.
[3] Abdüllah Ensârî, 481 [m. 1088] de Hirâtda vefât etdi.
cevherin kıymeti azalmaz. Bozuk kimselerin, Evliyâdan işitdikleri ma’rifetleri söylemelerinin hiç kıymeti yokdur. Bunları işiterek değil, kendi keşflerimiz, hâllerimiz ile söylüyoruz derlerse, şeytân onlara bozuk şeyler gösterip, bunları hak olarak tanıtır. Bu gayb yolunda, her zerre kendini Hak olarak tanıtmakdadır.
İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki, (Çok def’a, insâna âlem-i ervâh görünür. Bu âlem, çok latîf ve maddesiz olduğu için, Allahü teâlâ göründü sanır. Rûhun, bu âleme olan ihâtasını, sereyânını,Allahü teâlânın ihâtası, sereyânı zan eder). Âriflerden biri buyuruyor ki, (Otuz seneden beri, rûhumu Hak teâlâ zan ederek tapındım). İmâm-ı Rabbânî, bir mektûbunda buyuruyor ki, (Âriflerden biri, gönderdiği mektûbda, fenâ makâmında, o dereceye vardım ki, yer yüzüne baksam, yer yüzünü göremiyorum. Semâya baksam, onu da bulamıyorum. Arşı, kürsîyi, Cenneti, Cehennemi de bilemiyorum. Kendimi de bulamıyorum. Birinin yanına gitsem, onu da bulamıyorum. Allahü teâlânın varlığı sonsuzdur. Onun sonunu kimse bulamamışdır.... Ben, bu hâlimi, tesavvuf yolunun son makâmı biliyorum. Evliyâ-ı kirâm da, bu yolu buraya kadar bildirdiler. Siz de, bu hâli son mertebe olarak biliyorsanız, ne güzel. Yok, eğer, bundan yukarı başka mertebeler dahâ var diyorsanız, bana yazınız da, yanınıza gelip, Hak teâlâyı bulayım dedi. İmâm-ı Rabbânî, cevâbında buyurdu ki, bu mertebeye varan kimse, kalb mertebesinin dörtde birine varabilmişdir. Bu hâl, anâsır-ı erbaadan havâ unsurunda fânî olmakdır. Havâ herşeyi ihâta etdiği için, her bakdığı yerde havâyı görmekdedir. Bu gördüklerini, Hak teâlâ zan etmekdedir.) Çokları, bu tevhîdi keşf ve hâl zan etmiş. Hâlbuki, kalblerinde hâsıl olan keşf ve hâl değildir. Bir hayâldir. Bu hâli çok düşünenlerin hayâllerinde hâsıl olur. Nitekim imâm-ı Rabbânî, tevhîd-i şühûdî ve tevhîd-i vücûdîyi anlatdığı mektûbda buyuruyor ki, (Tevhîd-i vücûdî, çok kimsede, tevhîdi çok mürâkabe edince [çok düşününce] ve (Lâ ilâhe illallah) kelimesine, (Allahü teâlâdan başka mevcûd yokdur) ma’nâsını verince hâsıl olur. Böyle çok zikr edenlerin hayâllerinde hâsıl olur. Kalbe gelen keşf ve hâl değildir. Bunun kalb makâmından haberi yokdur. Hak yolda olan tesavvuf ehli, böyle yanılınca, şeytânın tuzağına düşmüş olan bozuk kimselerin neler söyleyeceklerini düşünmelidir).
Evliyâ, feyz gelmesine vâsıtadır [Menba’dan, kaynakdan gelen suyu veren musluk gibidir]. Vâsıta sahîh olmazsa [menba’a bağlı olmazsa], aranılana nasıl kavuşulur. O hâlde, (fenâ fillah) mertebesine kavuşmak için, menba’a bağlı olan Velîde fânî olmak, [onun sevgisine kavuşup, herşeyi unutmak] lâzımdır. Sevmek,
ona tâbi’ olmakdır. Vâsıtanın kalbinden gelen feyzler, ma’rifetler, muhabbet mikdârınca alınır. Sohbet nasîb olursa, alınan feyz çok olur. Feyz, ma’rifet gelince, mâ-sivânın [mahlûkların] sevgisi kalbden çıkar. Allahü teâlânın ismleri tecellî [zuhûr] etmeğe başlar. Bu ismlerle bekâ hâsıl olur. Kemâlât ve esmâ-i ilâhî, nihâyetsizdir. Kalbdeki tecellîleri sonsuzdur. Râbıta kuvvetli olup, Ârifin sûreti devâmlı zâhir olursa, feyz almak çok ve kolay olur. Allahü teâlâyı düşünmekle, böyle feyz alınamaz. Ya’nî ma’rifete kavuşulamaz. Hizmet, huzûr ve sohbet nasîb olursa, feyz almak dahâ çok olur. Eshâb-ı kirâm, huzûr ve sohbet ni’meti sâyesinde eshâb oldular. Veyselkarânî, ma’nevî münâsebet [muhabbet bağı] ile, çok feyz aldı ise de, Eshâb-ı kirâm derecesine yükselemedi. Hayâlde görünen şekl, sûret, Velînin kendisi değildir. Onun kendinde öyle şeyler vardır ki, sûretinde bulunmazlar.
Çok ibâdet yapmak ve fâidesiz sözler söylememek ve nâmahremleri görmemek için halvet, inzivâ lâzımdır. Fekat, halkın haklarını zâyı’ etmemek, edâ etmek şartdır.
Rûhları görmek, kalb ile, basîret ile olur. Gözler açık iken görmek de böyledir. Rûhları görmek, kemâl alâmeti değildir.