İmâm-ı Rabbânînin sekiz oğlu ve iki kızı vardır:
Muhammed Sâdık “kuddise sirruh”: İmâmın “kuddise sirruh” büyük oğludur. Hicrî bin senesinde dünyâya geldi. İmâm-ı Rabbânînin, Hâce Bâkî billahın sohbetine kavuşduğu zemân, henüz sekiz yaşında idi. Bunu da berâber götürmüşdü. Dahâ o zemân, Hâce Bâkî billahın nazârlarına kavuşmuşdu. Teveccühlerinin bereketi ile, bu küçük yaşda hâllere, kendinden geçmelere, inanılamıyacak vâridâta erişdi. Keşf, zevk, kendinden geçme, nûrların içine dalmak, o kadar oldu ki, (Muhammed Sâdıka, pazardan yiyecek alın [biraz şübheli olduğu için]. Böylece, hâllerin istilâsı biraz azalsın!) buyurdu.
Aklî ve naklî ilmlerin çoğunu, babasının huzûrunda tahsîl eyledi. Onsekiz yaşında zâhirî ilmleri bitirip, dikkat ve metânet ile ders okutmağa başladı.
Babası “kuddise sirruh”, kendisine gönderdiği bir mektûbda şöyle yazdılar: (Mektûbunuzdan, Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye “sallallahü aleyhi ve sellem” ile münâsebetiniz olduğu anlaşıldı. Bunun için, Allahü teâlâya şükr etdim. Çünki, bir müddetden beri, arzûm bu se’âdete kavuşmanızdı. Birgün, bu devlete yükselmeniz için, size teveccüh eyledim. Tesâdüfen sizi Vilâyet-i Mûsevîde buldum. Oradan ilerletildiniz. Vilâyet-i Muhammediyyeye dâhil oldunuz. Bunun için, Allahü teâlâya hamd ederim.)
Mubârek babası, bu oğlu hakkında buyurdu ki: (Azîz oğlum Muhammed Sâdık “rahmetullahi aleyh”, bu fakîrin ma’rifetlerinin mecmû’ası oldu. Cezbe ve Sülûk makâmlarını geride bırakdı. Oğlum, ince, yüksek, gizli ma’rifetlerimin mahremlerindendir. Hatâdan, yanılmakdan mahfûzdur).
Yirmidört yaşına gelince, bulunduğu yere vebâ hastalığı yayıldı. Birçok insanlar, tâ’ûn (vebâ) hastalığından öldü. Mubârek babası, bu belânın kaldırılması için, teveccüh eyledi. Anlaşıldı ki, yağlı bir lokma istiyor. Bu oğlu, kazâya rızâ gösterip kendini Al-
lahın kulları olan insanlar için, fedâ eyledi. 1025 [m. 1615] senesi, Rebî’ulevvelin dokuzuncu günü vefât eyledi. Vebâ hastalığı da geçdi. Büyüklerden biri, rü’yâda gördü ki, bir ses, (Muhammed Sâdık ismini bir kâğıda yazıp, suda eritip yâhud su ile ıslatıp içen bir hasta, vebâdan kurtulur) diyordu. Bu haber memlekete yayıldı. Tâ’ûna yakalananlar böyle yapdı, şifâ buldular. Hattâ, mezârının toprağı bile, bu hastalığa fâideli oldu. İmâm-ı Rabbânî, bu oğlunun vefâtına çok üzüldü. Bir mektûbunda şöyle buyurdu: (Merhûm oğlumun vefâtı çok büyük bir musîbet oldu. O, Allahü teâlânın âyetlerinden, işâretlerinden bir âyet, bir işâret idi. Âlemlerin Rabbinin rahmetlerinden bir rahmet idi. Onun bu yirmidört sene içinde zâhir ve bâtın ilmlerinden elde etdiğini, pekaz kimseler bulabilmişdir). Dâimâ hudû’ ve huşû’ üzere olup, kendini aşağı ve kusûrlu görürdü. Allahü teâlâya inleyerek yalvarırdı. (Evliyâdan herbiri, Allahü teâlâdan birşey istemişdir. Ben tazarru’ ve ilticâyı istedim) buyurdu.
Hâce Muhammed Sa’îd “kuddise sirruh”: Hicrî binbeş senesinde tevellüd etdi. Binyetmiş 1070 [m. 1659] senesi Cemâzilâhir ayının yirmiyedinci günü vefât eyledi. Hâce Muhammed Bâkîbillah “kuddise sirruh” zemânında yaşı küçük idi. Görünüşde, huzûrlarına kavuşmadı. Fekat, Hâce: (Muhammed Sa’îd öyle bir kimsedir ki, benden gâibâne bir yolla nisbet almışdır) buyurdu. Zâhirî ve bâtınî kemâlâta yüksek babalarının huzûrunda kavuşdu. Onyedi yaşında, aklî ve naklî ilmleri ikmâl eyledi. Yüksek babası gibi, tâm âmil, takvâ ile süslü, sünnete tâm tâbi’ olup azîmet ile amel ederdi. Tatlı sözlü ve alçak gönüllü idi. Dünyâya hiç kıymet vermezdi. Hadîs ilminde sened olup, çok yüksek rütbe sâhibi idi. Fıkhda ise, tâm bir mesned idi. İmâm-ı Rabbânî, fıkh bilgileri üzerinde bir mes’eleyi araşdırmak isteyince, bu oğlundan sorardı. Verdiği doğru ve sağlam cevâblardan çok hoşlanırdı. Ona düâ ederlerdi. Babasının yüksek huzûrunda, kemâl ve tekmîl mertebelerine ulaşdı. İcâzet alıp, tâlibleri irşâd etmesi emr olundu. Âhıret işlerinde olduğu gibi, dünyâ işlerinde de, tedbirli ve ileri görüşlü idi. Şöyle ki, imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”, birçok işlerde, onunla meşveret ederdi. Bâtınî ilmlerde yüksek babasının enîsi idi. Kendisine bildirilen esrârdan, pekaz kimseye bahs edilirdi. Vücûdü hasta olanlar, ondan şifâ arar, kalbi hasta olanlar, onun tasarrufu ile cem’iyyet ve huzûra kavuşurdu. Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” vârislerinden olan Behâüddîn-i Buhârînin “kuddise sirruh”, (Biz Allahü teâlânın fadlına, ihsânına kavuşduk) sözü, onun hâline uygun idi.
İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyurdu
ki: (Muhammed Sa’îd, ulemâ-i râsihîndendir. Muhammed Sa’îd, sâbikûndandır. Muhammed Sa’îd, Allahü teâlânın halîlidir. Benden alınan Hullet makâmı ona verildi. Muhammed Sa’îd, Allahü teâlânın rahmet hazînesidir. Yarın kıyâmet günü, rahmet hazînelerinin taksîmi ona verilir. Şefâ’at makâmından büyük payı vardır. Muhammed Sa’îd, nefy dâiresini İbrâhîm “aleyhisselâm” gibi geçdi. Şimdi isbâtda benimle müşterekdir. Birgün, Muhammed Sa’îdin Cennete girmek için, Sırât köprüsü üzerinde sür’atle koşduğunu gördüm).
Büyüklüğüne; (Bugün, benim nisbetim, Müceddidin nisbeti gibidir) sözü yetişir. (Mektûbât) isminde bir cild kitâbı vardır. Bu kitâb, mubârek kalbine akıtılmış olan ince ve gizli ilmlerle doludur.
Bir kadın yaşlanmışdı. Çocuğu olmuyordu. Gelip, bana bir çocuk vermesi için Allahü teâlâya düâ edin, sizin düânız makbûldür, dedi. Teveccüh eyledi. Sonra, (Allahü teâlâ, sana bir erkek çocuk verecek) buyurdu. Hakîkaten öyle oldu.
Bir kimsenin oğlu ölmek üzere idi. Ağlıyarak, inleyerek, huzûruna gelip: (Hazret-i Îsâ “aleyhisselâm” ölüleri diriltirdi. Siz de Peygamberlerin vârisisiniz. Oğlumun hâline bir teveccüh buyurun) diye yalvardı. Hiç cevâb vermedi. Biraz sonra: (Oğlunun çıkmış cânı geri geldi, dirildi ve sağlamlaşdı) buyurdu. Adam evine gelince, oğlunu sağlam ve neş’eli buldu.
Hâce Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”: İmâm-ı Ma’sûm, Urve-tül-vüskâ ve Dînin kuvvetlendiricisi ismleri ile meşhûrdur. İmâmın üçüncü oğludur. Binyedi [1007] senesinde dünyâya geldi ve binyetmişdokuz 1079 [m. 1668] senesi Rebîulevvel ayının dokuzuncu günü vefât eyledi. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, Muhammed Ma’sûmun doğumu çok bereketli oldu. Onun doğduğu sene yüksek hocamın kapısının eşiğini öpmek şerefine nâil oldum ve bu ilm ve ma’rifetler zuhûra geldi.
Dahâ üç yaşında iken, tevhîd kelimeleri söyledi ve derdi ki, ben toprağım, ben göküm, ben şuyum, ben buyum, şu dıvâr Hakdır, şu ağaç Hakdır. Kur’ân-ı kerîmi üç ayda ezberledi. Onaltı yaşında aklî ve naklî ilmleri bitirdi. Talebeye ilm öğretmekle meşgûl oldu. İlm tahsîl ederken, onbir yaşında zikr ve murâkabe yolunu yüksek babasından aldı. Bundan sonra, nelere ve nelere kavuşdu. İmâm-ı Rabbânî bunun hakkında; (Bu oğlumun bizzat Vilâyet-i Muhammediyyeye “aleyhisselâm” isti’dâdı vardır. Muhammed-ül-meşrebdir ve mahbûblardandır. Bizim nisbetimizi elde etmekde, oğlum Ma’sûmun hâli, dedesinin yazdığı bütün kitâbla-
rı ezberliyen (Şerh-ı Vikâye) kitâbı sâhibinin hâline benzer) buyurdu. Seyr ve sülûklerindeki ve makâmları aşmalarındaki sür’ati ve vâsıl olduğu makâmlar, eğer anlatılırsa, korkarım ki, kendini yakın bilenler uzağa kaçar. Vâsıl oldum sananlar, ayrılık yolunda koşarlar. Hâllere, yüksek makâmlara, eşsiz vâridâta ve kemâllere kavuşunca, mubârek babası kendisine mutlak icâzet verdi. Bu oğlu da, zâhir ve bâtın ilmlerinde, adım adım yüksek babasını ta’kîb eyledi. Keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli olup, uzak memleketlerdeki talebesinin vilâyetin hangi mertebesinde olduğunu ve meşrebinin nasıl olduğunu haber verirdi.
Birgün, yüksek babasının “kuddise sirruh” huzûrunda: (Ben, kendimi cihânı aydınlatan bir nûr görüyorum) buyurdu. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”: (Ey oğlum, Sen kendi zemânının kutbu olacaksın. Şu sözümü unutma!) buyurdu. Dahâ sonra, yüksek babalarından, vefâtına yakın alınan (Kayyûmluk) makâmı bu oğluna verildi. Böylece, (Kayyûm-i zemân) ve (Kutb-i devrân) oldu. İmâm-ı Rabbânî, bu oğluna: (Benim bu dünyâ ile ilgim, kayyûmluk sebebi ile idi. Şimdi bunu, sana verdiler. Bütün kâinat, tâm bir şevk ile, yüzünü sana çevirdi. Benim âhırete intikâlim yaklaşdı) buyurdu. Yine buyurdu ki: (Sende asâletden bir pay görünüyor. Senin yaratılış hamurunun mayasına, Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” hamuru yoğurulurken artan kısmından bir parça koydular). Bir kerre de: (Bu oğlum sâbikûndandır) buyurdu.
Velhâsıl, mubârek vücûdu, yüksek babası gibi, Allahü teâlânın âyetlerinden, işâretlerinden büyük bir âyet ve işâret idi. Karanlık cihân, onların bereketi ile aydınlandı.
Derin esrârı ve ma’rifetleri bildiren mektûbları üç cild hâlinde toplandı. Yüksek babasının mektûblarından anlaşılamıyan yerleri, yine fârisî olarak, îzâh etdi. Gizli birşey bırakmadı. Mektûbâtı 1340 [m. 1922] de yeniden yazılıp, 1395 [m. 1985] de Pâkistânda nefîs olarak basdırılmışdır.
Kerâmetleri sayılamıyacak kadar çokdur. Vefâtlarına bir gün kala, Serhendde ve yakın şehrlerde, her evin kapısında gizli bir ses duyuldu: (Yarın Kayyûm-i zemân Muhammed Ma’sûm vefât edecek, görmek isteyenler acele etsin!) diyordu.
1068 [m. 1658] senesinde, Kâ’be-i mu’azzamayı ve Ravdat-ülmütahherayı ziyâretleri esnâsında hâsıl olan vâridât ve hâlleri (Elyevâkit) isminde bir kitâb hâlinde basılmışdır. Kâ’be-i mu’azzamanın hakîkatinin, kendisine iltifât eylemesi, Resûlullah efendimizle “aleyhisselâm” olan konuşmaları, çeşid çeşid ikrâmlara, yeni yeni makâmlara, o huzûrda kavuşmaları, ne tatlı hâller, ne güzel sözlerdir.
Talebeleri ve Onlardan istifâde edenler, sayılamıyacak kadar çokdur. Te’sîrli teveccühünden hâsıl olan feyz ve kemâller, yüksekliğini gösteren, en güzel delîldir. Dokuzyüzbin kimsenin ona talebe olmak se’âdetine kavuşduğu söylenir. Yedibin talebesine icâzet verdi. Huzûrunda bir tâlib bir haftada Fenâ-i kalbî makâmına ve bir ayda vilâyetin kemâlâtına kavuşurdu. Ba’zılarını, bir teveccühde bütün makâmlara kavuşdururdu. Oğullarının altısı da kutbluk mertebesi ile şereflendiler. Cihânı nûr ile doldurdular. Zâten yüksek babaları, kendisine: (Senin oğulların, benim gibi olurlar) buyurmuşdu.
Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin altı oğlu, beş kızı vardır.
İmâm-ı Rabbânînin oğullarından Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ, onbir ve yedi yaşlarında iken, büyük ağabeğleri Muhammed Sâdık ile “kuddise sirruhüm” aynı günde vebâ hastalığından vefât eylediler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
En küçük oğlu, Muhammed Yahyâdır “kuddise sirruh”: 1025 senesinde tevellüd etdi. Dahâ dokuz yaşında iken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. O sene de hazret-i İmâm “rahmetullahi teâlâ aleyh” vefât eyledi. Bu oğluna da, çok merhametli ve şefkatli idi. Kur’ân-ı kerîmi ezberledikden sonra, arabî ilmler okudu. Aklî ve naklî ilmlerin çoğunu ağabeğlerinden tahsîl etdi. Yirmi yaşında, aklî ve naklî ilmleri bitirdi. Hadîs ilminde sened oldu. Fıkh ilminde de tâm bir mesned idi. Dünyâya gelmeden önce, yüksek babasına, (Biz seni, ismi Yahyâ olan bir oğul ile müjdeleriz) âyet-i kerîmesi ilhâm edildi. Bunun için, bu oğlunun ismini Yahyâ koydu. Tarîkat-i Ahmediyye makâmlarını, ağabeğlerinden aldı. Zemânın hükümdarı olanMuhammed Âlemgîr Evreng-i Zîb, huzûruna gelir, istifâde ederdi. İki def’a hacca gitdi. 1098 senesinde vefât etdi.
Onüçüncü asrın müceddidi, makâmât-ı Ahmediyyeye kavuşmuş, asrının teki, eşsiz kâmil ve mükemmil mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî “kuddise sirruh” buyuruyor ki: (Bu ümmetde, sünnet-i seniyyeye yapışmakda, ism, sıfat ve Zât-i ilâhîde keskin görüş ve hepsi hakîkate uygun olan çok yüksek, çok doğru ve çok ince ma’rifetler sâhibi olmakda, Eshâb-ı kirâmdan sonra İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” gibi, bir başka kimse göremiyorum. Onun hakîkatini ancak Peygamberler anlar “aleyhimüsselâm”. Evliyâ, bundan ne anlıyabilir?) Büyüklerden biri “rahmetullahi aleyh” rü’yâda Resûlullah efendimizden “aleyhisselâm” (Müceddid hakkında ne buyuruyorsunuz?) diye sordu. Cevâbında: (Benim dört halîfem vardır. Beşincisi Ahmeddir) buyurdu. Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh” da, Peygamber efendimizden
“aleyhisselâm” rü’yâda sordu. Cevâbında: (Onun gibi bir başkası ümmetimde var mıdır?) buyurdu.
Abdüllah Dehlevî “rahmetullahi aleyh”, (Mekâtîb-i şerîfe)nin yüzdokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Bütün islâm memleketleri, imâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkînin feyzleri, nûrları ile doldu. Bütün müslimânlara, Onun feyzlerinin şükrünü yapmak vâcibdir. Onun bildirdiği yeni ma’rifetleri, feyzleri, Evliyâdan hiçbiri bildirmedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ve Mevlevî Hirâtî ve Mevlevî Kamerüddîn Pişverî, önceden anlayamamışlar. Bu fakîrin yanına gelip, müceddidî feyzlerine kavuşunca, bu yolun yüksek derecelerini, makâmlarını anlamışlardır. Seyyid Muhammed Abdürresûl Berzencî, 1103 [m. 1690] de, hac dönüşünde denizde boğuldu. Bunun (Serhend câhillerini red) kitâbı, muhâliflere sened olamaz. Ârif isminde birisi, (Mektûbât)ın ince bilgilerini, anlamayıp, değişdirerek, fârisîden arabîye terceme etmiş. Bu bozuk yazılar, tesavvufdan haberi olmıyan Berzencînin Medîne-i münevverede eline geçince, şaşkına dönerek, anlamadan, sormadan bu reddiyyesini yazmışdır. Zâhir ve bâtın ilmlerinde derin âlim olan mirzâ Muhammed Burhanpûrî, bu reddiyeyi görünce, Mektûbâtın yazılarını arabîye doğru terceme ederek, bunların islâmiyyete uygun olduğunu isbât etmiş, bunu (Atıyet-ül-ahbâb firredd-i alel-mu’terıd-ı aleşşeyh Ahmed Fârûkî) kitâbında yazıp, Mekke âlimlerine de tasdîk etdirmişdir.)