YEDİNCİ RİSÂLE
İMÂM-I AHMED RABBÂNÎNİN
“kuddise sirruh”
HÂL TERCEMESİ

Ahmed Sa’îd Fârûkînin “kuddise sirruh” oğlu Muhammed Mazherin “kuddise sirruh” (Menâkıb ve Makâmât-i Ahmediyye-i Sa’îdiyye) kitâbından terceme edilmişdir:

Âriflerin kutbu, hakîkat sâhiblerinin rehberi, Evliyâ-i kirâmın kıdvesi, Allahü teâlânın sevgilisi, ikinci binin yenileyici ve nûrlandırıcısı, Allahü teâlâya yaklaşanların kalblerinin kıblesi, silsile-i zehebin eşsiz halkası, Ahmed-i Fârûkî Serhendînin “kuddise sirruh” babası Abdülehaddir. Onun babası Zeynel’âbidîn, onun babası Abdülhayy, onun babası Muhammed, onun babası Habîbullah, onun babası imâm-ı Refî’uddîn, onun babası hâce Nûr, onun babası Nasîreddîn, onun babası Süleymân, onun babası Yûsüf, onun babası Şu’âyb, onun babası Ahmed, onun babası Yûsüf, onun babası Şihâbüddîn (Ferrûh Şâh ismi ile meşhûrdur), onun babası Nasîreddîn, onun babası Mahmûd, onun babası Süleymân, onun babası Mes’ûd, onun babası Abdüllah vâ’ız-i esgar, onun babası Abdüllah vâ’iz-i ekber,onun babası Nâsır, onun babası Abdüllah ibni Ömer, onun da babası hazret-i Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anhüm ecma’în”.

İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” baba ve dedelerinin hepsi ilm ve ihlâs sâhibi olup, zemânlarının meşâyıhından, ekâbirinden idi. Hepsi çok muhterem ve Evliyâ-i kirâmdan idi.

Mevlânâ Ahmed-i Nâmıkî Câmî ve Halîlullah-ı Bedahşî gibi büyük Velîler, imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” geleceğini önceden haber vermişlerdi. Hattâ, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, onun geleceğini müjdelemişdi. İmâm-ı Süyûtî (Cem’ul cevâmi’) kitâbında, bu Hadîs-i şerîfi, İbni Mes’ûd Abdürrahman ibni Yezîdden, O da hazret-i Câbirden “radıyallahü anhüm” rivâyet ederek bildiriyor. Hadîs-i şerîf budur: (Ümmetim-

-303-

den Sıla isminde biri gelir. Onun şefâ’ati ile, çok çok kimseler Cennete girer.) (Sıla), birleşdirici demekdir. Tesavvufu fıkh bilgileri ile birleşdirdiği için bu ism, İmâm-ı Rabbânîye “kuddise sirruh” verildi. Zemânın âlimleri, Ona bu ism ile hitâb eylediler. Kendisi de, oğlu Muhammed Ma’sûma “kuddise sirruh” yazdığı bir mektûbda, (Beni iki deryâ arasında sıla yapan Rabbime hamd ederim) diye buyurmakdadır.

Dokuzyüzyetmişbir 971 hicrî kamerî senesinde dünyâya teşrîf eyledi. Binotuzdört 1034 [m. 1624] senesinin Safer ayının yirmidokuzuncu salı günü vefât eyledi. Dahâ çocuk iken, mubârek, temiz alnında, olgunluk, vilâyet ve hidâyet nûrları parlıyordu. Çok küçük iken, şâh Kemâl Kihtelî-yi kâdirînin “rahmetullahi aleyh” bereketli nazarlarına kavuşmuşdu. O ânda nisbet-i kâdiriyyeyi Ona ilkâ eylemişdi.

Kısa zemânda Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra babasından ve zemânın en büyük âlimlerinden ilm tahsîl eyleyip, büyük âlim oldu. Yüksek babasından çok istifâde eyleyip, huzûrunda tevhîd ma’rifetlerine kavuşdu. Çeştiyye ve Kâdiriyye silsilelerinde irşâd icâzeti aldı. Babasının kâim-i makâmı oldu. Onyedi yaşında, zâhirî ve bâtınî (kalbe âid) ilmlerin üstâdı oldu. Bunları neşr etmeğe ve büyük iki yolda talebe yetişdirmeğe başladı. Nakşibendiyye büyüklerinin kitâblarını seve seve okur, bu yolun büyüklerinden birine kavuşmağı cândan arzû ederdi. Bu arzû ve iştiyâkını bu yolun büyüklerinden, irşâd ve hidâyet sâhibi, islâmiyyetin kuvvetlendiricisi, hakîkatlar sâhibi, hâce Muhammed Bâkînin “kuddise sirruhümâ” eşsiz sohbet ve huzûruna kavuşuncaya kadar kalbinde sakladı.

Tâlibleri, Allahü teâlâya yaklaşdırıcı, gizli bir kuvvet ile çok yüksek makâmlara çeken bu huzûra kavuşunca, bu büyüklerin yoluna girdi. Hizmetlerine sarılıp, sohbetin edeblerini titizlikle gözeterek, iki ay ve birkaç gün içinde, Nakşibendiyye nisbetine kavuşdu. İlmler ve ma’rifetler, nisân yağmuru gibi, mubârek kalbine akmağa başladı. Üstâdı, hâce Bâkî-billâh “kaddesallahü sirrehül’azîz”, çok def’a: (Ahmed, murâdlardan ve mahbûblardandır) buyururdu. Çabuk ilerlemelerinin sebebi de, bu idi. Cihânı aydınlatan bir güneş gibi oldu. Hocası kendisine en yüksek makâmlara çıkdığını ve herkesi de çıkarabileceğini ve Allahü teâlâya yakınlıklarını müjdeledi ve kendisine buyurdu ki: (Hocam Emkengîden “kuddise sirruh” icâzet alıp Hindistâna dönüyordum. Sizin bulunduğunuz Serhend şehrine gelmişdim. Rü’yâda bana, sen bir kutbun civârındasın, dediler ve kutb olan zâtın şemâilini gösterdiler. İşte siz, o zâtsınız. Yine Serhendden geçerken, gör-

-304-

düm ki, göklere kadar yükselen bir meş’ale yanmış, şarkdan garba kadar bütün dünyâ, bu meş’alenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meş’alenin ziyâsının gitdikçe artdığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yakdıklarını müşâhede etdim. Bu rü’yâyı, sizin dünyâya geleceğinize bir müjdeci, bir işâret biliyorum).

Hâce Bâkî-billâh “kuddise sirruh”, imâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü sirrehül’azîz” mutlak icâzet ile Serhend şehrine gönderirken, kendisi makâmından çekilip, bütün talebesinin, hattâ kendi oğullarının terbiyesini ve yetişmesini Ona havâle eyledi ve (Ahmed, bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneşdir. Bu ümmetde onun gibi ancak iki üç dâne vardır. Şimdi ise, gök kubbe altında, onun gibisi yokdur. Kendimi onun tufeylîsi [talebesi] biliyorum. Onun ma’rifetinin hepsi doğru ve Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” beğendiği şekldedir) buyurdu. Hattâ, diğer talebeleri gibi, hocası da, feyzlenmek ve nûrlanmak için, onun sohbetine devâm ederdi.

İmâm-ı Rabbânî, yüksek derecelere ve eşsiz makâmlara kavuşmuş olarak Serhende gelip, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak isteyenleri yetişdirmekle meşgûl oldu. İrşâd sesleri dünyâya yayıldı. Hidâyet âvâzları, kalbleri behâr gibi yapıp, nice yenilikler, yeşillikler, zuhûra geldi. Kutb-ül-aktâb davulu, onun ismiyle çalındı. Vilâyet derecelerine kavuşmak, onun bir iltifâtı ile nasîb oluyordu. Ebdâller ve Evtâdler, onun huzûruna koşdu. Vilâyet nûrları, kerâmet bereketleri, dil ile anlatılacak, yazı ile bildirilecek cinsden değildir. Dalâlet ve şaşkınlık sahrâsında kalanlar, onun sohbetinde hidâyete kavuşdu.

Uzaklık denizinde boğulmak üzere olanlar, yakınlık sâhiline, onun bir iltifâtı ile erişdi. Hakîkat ve ma’rifet tâlibleri, karınca gibi etrâfına üşüşdü. Sultânlar, kumandânlar ve vâlîler, pervâne gibi bu hidâyet kaynağının ışığı ile aydınlandı. Huzûrunda, talebeye nisân yağmuru gibi gelen feyzlere, yedi kat gökdeki melekler gıbta eder oldu. Her tarafda, âlimler ve fâdıllar, onun büyüklüğünü, kerâmetlerini işiterek, vilâyet saçan kapısının eşiğine yüz sürmek için acele etdiler. İnsanı Allahü teâlâya yaklaşdıran teveccühleri ve nazarları bereketi ile, huzûra, nûra ve hiç uğraşmadan müşâhedeye ve çile çıkarmadan, tevhîde kavuşdular. Vahdet denizine dalmadan, ehâdiyyet deryâsında yok olmaları, hiç zahmetsiz hâsıl oldu. Kesretde vahdetin müşâhedesi, muhabbet cezbeleri ile gönül ma’rifetleri, küçük bir iltifâtlarının semeresi oldu. Ahrâriyye nisbeti yeniden kuvvetlendi. Hattâ onun bereketli gayretleri ile bütün dünyâya yayıldı. O zemâna kadar bilinen sülûk ve cezbenin ötesinde, başka nisbetler ele geçdi. Ondan önce

-305-

gelenlerin, iftâr etmeden oruc tutmaları, kırk gün çile çekmeleri, aç ve susuz durmaları, insanlardan uzaklaşmaları, onun huzûrunda yetişenler için, özenilecek birşey olmakdan çıkdı. Amellerde ve ibâdetlerde i’tidâl üzere olmak, düâ ve tâ’atlerde sünnete tâm yapışmak, onların yerini aldı. Yıllarca riyâzet çekmekle ele geçebilenler, onun bereket ve teveccühü ile, hemen hâsıl oluyordu. Mubârek zâtı “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Allahü teâlânın büyük ni’meti ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve sellem” vekîli oldu. Nihâyetsiz yolların rehberliği, önderliği ona verildi. İkinci bin yıllarının müceddidi oldu. Böylece, kıyâmete kadar, her kime feyz ve bereket gelse, onun vâsıtası ile gelir. Yeni yeni ilmleri, duyulmayan ma’rifetleri, kimsenin haber vermediği sırları ve kimsenin kavuşamadığı garîb keşfleri ile, yeni bir yol açdığı güneş gibi meydândadır.

Her yüz sene başında bir (Müceddid), [dîni kuvvetlendirici] gelir. Ammâ, yüz senede gelen müceddid ile, bin senede bir gelen müceddid arasında çok fark vardır. Yüzle bin arasında ne kadar fark var ise, bu iki müceddid arasında da o kadar, hattâ dahâ çok fark vardır.

Müceddid, o müddet içinde herkese onun vâsıtası ile feyz ve bereket gelen zâtdır. Kutblar, Evtâd, Büdelâ ve Nücebâ “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” dahî ondan feyz alırlar.

İmâm-ı Ahmed Rabbânînin “kuddise sirruh” vakti şöyledir ki, eski ümmetler zemânında dünyânın zulmet ile dolduğu yıllarda, ülül’azm bir Peygamber gelir ve yeni bir din getirirdi. Ümmetlerin en hayrlısı, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir. Bu ümmetin Peygamberi de, Peygamberlerin sonuncusudur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bu ümmetin âlimleri, Benî-İsrâîlin Peygamberleri gibidir. Hadîs-i şerîfde, böyle olduğu bildiriliyor. Bu ümmetde âlimlerin varlığı kâfî görüldü. Böyle bir vaktde, ya’nî Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” bin sene sonra, ma’rifeti tâm, âlim ve ârif bir zât lâzımdır ki, eski ümmetlerdeki ülül’azm bir Peygamberin yerini tutsun. Zîrâ, bu ümmetin âhıri, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından bin sene sonradır. Çünki, bin sene geçmesinde büyük bir husûsiyyet ve işlerin değişmesinde kuvvetli te’sîrler vardır. Bu ümmetde ve bu dinde değişiklik olmıyacağına göre, şübhesiz geçmişlerdeki nisbetin ve o sağlam yolun, sonra gelenlerde yeniden kuvvetlenmesi zarûrîdir. Böylece, imâm-ı Ahmed Rabbânînin “kuddise sirruh” mubârek zâtını, nübüvvet ve risâletin bütün kemâlâtini câmi’ kılıp, bu yüksek makâm ile diğerlerinden ayırdılar. Onun şaşılacak ilmlerine, Zât-i ilâhiyyeye âid ma’rifetleri-

-306-

ne, temiz ahlâkına ve hâlleri, mevâcid ve tecellîleri ve zuhûrları bildiren sözlerine ve yazılarına bakanlar, bunu gâyet iyi anlar. Çünki, bunlar islâmiyyetin özü, dînin esâsı ve Allahü teâlânın zâtına, sıfatlarına âid ilmlerin hülâsasıdır. Kâ’be-i mu’azzamanın hakîkati, Kur’ân-ı kerîmin hakîkati, nemâzın hakîkati, ma’büdiyyet-i sırfa, muhabbetin; hıllet, muhibbiyyet ve mahbûbiyyet gibi dereceleri, te’ayyün-i vücûdî, te’ayyün-i hubbî, lâ-te’ayyün mertebesi, mahlûkatın mebde-i te’ayyünlerinin zuhûru, Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i te’ayyünleri, talebenin isti’dâdlarının hangi sıfat ve ism-i ilâhî ile münâsebeti olduğu, Evliyânın meşrebleri, hangisi Muhammedî-ül meşreb, hangisi İbrâhîm-ül meşreb... muhibbiyyet ve mahbûbiyyet-i zâtiyye ile olan kendi vilâyetleri, bunların husûsiyyetlerinin hakîkî hüviyyetleri, kayyûmluğun hakîkati, sabâhat ve melâhatin esrârı ve bu iki güzelliğin karışması ve dahâ nice esrâr ve ma’nâlar, Allahü teâlâ tarafından ona ihsân edildi. Dahâ önce gelen Evliyâdan “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hiçbirisi bunlardan bahs etmedi. Bunların tafsîli, üç cild (Mektûbat) kitâblarında ve diğer yedi risâlelerinde yazılıdır.

İmâmın “kuddise sirruh” keşf ve kerâmetleri sayısızdır. Teberrüken birkaçını yazalım:

1 - Birgün tâliblerden biri, İmâma bir mektûb yazıp, (Sizin bu beyân etdiğiniz makâmlar, Eshâb-ı kirâmda hâsıl olmuş mu idi, yoksa olmamış mı idi? Eğer hâsıl olmuşsa, bir def’ada mı hâsıl oldu, yoksa tedrîcen mi?) diye sordu. İmâm buyurdu ki, bu süâlin cevâbı ancak sohbetde verilir. Soran kimse, huzûruna ve sohbetine geldi. İmâm “kuddise sirruh” onun hâline teveccüh edip, kendindeki bütün nisbetleri ona ihsân eyledi ve (Ne gördün?) buyurdu. Hazret-i İmâmın ayaklarına kapandı ve (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bir sohbeti ile, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” vilâyetin bütün makâmlarına kavuşmuşlardır) şimdi anladım, diye arz etdi.

2 - Mevlânâ Yûsüf hasta idi. Ölümü yaklaşmışdı. İmâm-ı Rabbânî, onu ziyârete geldi. Mevlânâ Yûsüf teveccüh ve himmet istedi. İmâm “kuddise sirruh”, murâkabe ile meşgûl olup, onu Fenâ ve Bekâ makâmlarına kavuşdurdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu temâm eyledi ve aynı ânda Allaha kavuşdu.

3 - Talebesinden ba’zısı, Gavs-ül-a’zamı, ya’nî Abdülkâdir-i Geylânîyi “kuddise sirruh” ziyâret etmeği, İmâma, arz etdiler. Susdu ve Gavs-ül-a’zamın “radıyallahü anhümâ” rûhuna teveccüh eyledi. Mubârek rûhu göründü ve talebelerinin büyükleri ile teşrîf

-307-

eyledi. İmâmın orada bulunan talebesi, gelenleri ziyâret edip, istifâde etdiler.

4  - Cüzzam (Miskin) hastalığına yakalanan bir kimse, İmâmdan, şifâ için düâ istedi. Teveccüh eyledi. Cüzzam hastalığından kurtulup, tâm bir şifâ buldu.

5 - Halkada dâima Kur’ân-ı kerîm okuyan bir hâfız, ağır şeklde hastalandı. Herkes ümmîdi kesmişdi. İmâm-ı Rabbânî, onu himâyem altına aldım, buyurdu. Hemen iyi oldu.

6 - Seferde iken arkadaşları ve talebesi havanın boğucu sıcaklığından çok sıkıldı. Ondan, merhamet istediler. İmâm “kuddise sirruh”, Allahü teâlâya ilticâ etdi. O ânda bir parça bulut göründü ve hafîfce yağmur yağdı. Sıcaklık geçdi. Toz kalmadı.

7 - Muhlislerinden birkaçı, uzak bir yerde Hindûlara âid bir puthâneyi boş bulup, putları kırdılar. Putperestler, her tarafdan ellerinde silâh ve kılınçlar olduğu hâlde, etrâflarını çevirdiler. Bu muhlisler, İmâma sığınıp, yardım istediler. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” orada göründü ve buyurdu ki, (Hiç üzülmeyin! Size gâibden yardım geliyor). Birçok süvârî görünüp, bu azîzleri kâfirlerden korudular.

8 - Talebesinden biri, sahrâda arslanla karşılaşdı. Kaçacak yer yokdu. İmâma sığınıp, imdâd diledi. İmâm, elinde baston ile göründü ve o kükremiş arslana şiddet ile vurdu. Arslan kaçdı. Talebe kurtuldu.

9 - Çok uzak bir memleketde bulunan bir azîz İmâmın medhini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde müsâfir kaldı. İmâmdan istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neş’eli olduğunu söyleyince, ev sâhibi, hazret-i İmâmı kötülemeğe ve hakkında ağza alınmayan şeyler söylemeğe başladı. O azîz, çok üzüldü. Mahcûb oldu. İmâma sığınıp kalbinden yalvardı: (Ben, yalnız Allah rızâsı için, size hizmet niyyeti ile gelmişdim. Şu şahs, beni bu se’âdetden mahrûm etmek istiyor) dedi. İmâm-ı Rabbânî, tam bir kızgınlıkla, yalın kılınç zâhir olup, hâllerini inkâr eden, o şahsı parça parça eyledi ve evden çıkdı. O azîz sabâhleyin mubârek huzûrlarına kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fekat İmâm, (Gece olanı, gündüz anlatma) buyurup, setr-i kerâmet eyledi.

10- İmâmı “kuddise sirruh” inkâr edenlerden biri, İmâmın talebesinden birini evine götürdü. Önüne yemek koyup, kendisi de İmâm-ı Rabbânîyi “rahmetullahi teâlâ aleyh” kötülemeğe başladı. O talebenin cânı sıkıldı. İmâmın yanına dönmek istedi.

-308-

Gayret-i ilâhiyyeden münkirin birdenbire bütün a’zâsı, birbirinden ayrıldı ve bedeni parça parça oldu. Talebe korkdu. Evden dışarıçıkdı. İmâmın yanına geldi. Âdetleri üzere kapının önünde duruyordu. Talebesinin elini tutup, o münkirin evine götürdü. İçeri girdiler. Ölünün dirilmesi için Allahü teâlâya düâ eyledi. Münâcâtda bulundu. Allahü teâlâ kabûl buyurdu. Bir müddet sonra kalkdılar. Talebesine, (Ben hayâtda kaldıkca, bu olanı kimseye söyleme!) buyurdu.

11 - Birgün talebesinden on kişi aynı akşam İmâmı iftâra da’vet etdiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı ânda, hepsinin evinde hâzır bulunup, iftâr etdiler.

12 - Birgün buyurdu ki, Kâ’be-i mu’azzamayı tavâf arzûm o kadar ziyâdeleşdi ki, yerimde duramaz oldum. Allahü teâlânın lutfü ile, bu şevk ve iştiyâk câzibesinde, Kâ’be-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavâf ile şereflendim.

İmâm-ı Ahmed Rabbânînin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” mubârek kalemlerinin dilinden ve dil kalemlerinden çıkan sözlerinden de, birkaç dâne yazalım:

Buyurdu ki: Görülen ve bilinen herşey, mukayyeddir. [Başka şeylere bağlılığı vardır.] Maksûd ve matlûb [olmağa lâyık] değildirler. Matlûb [olmağa lâyık] olan, bütün kaydlardan, bağlardan münezzeh ve müberrâ olandır. O hâlde, Onu, görmenin ve bilmenin ötesinde aramak lâzımdır.

Buyurdu ki: Seyr ve Sülûk, ilmde hareketden ibâretdir.

Buyurdu: Evliyâ-ullahı “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” başkalarının tanımasından örten perde, insanlık sıfatlarıdır. Diğer insanların muhtâc olduklarına bunlar da muhtâcdır. Evliyâlık, bu ihtiyâcı bunlardan kaldırmaz.

Buyurdu: Allahü teâlâ, Evliyâ kullarını öyle saklamışdır ki, kendi zâhirleri bile kalblerindeki kemâlâtdan habersizdir. Nerde kaldı ki, başkaları onların hâlini bilsin.

Buyurdu: Yâ Rabbî! Bu nasıl işdir ki, kendin için Evliyâ yapdın. Onların bâtınları, (ya’nî kalbleri) âb-ı hayâtdır. Bir katre tadan, ebedî hayâtı bulmuş, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmuş olur. Zâhirleri, ya’nî dış görünüşleri ise, öldürücü zehrdir. Yalnız zâhirlerine bakan, ebedî ölüme duçâr olmuşdur.

Buyurdu: İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmekdir. Vilâyet makâmlarının sonu, abdiyyet (kulluk) makâmıdır. Bunun üstünde makâm yokdur.

Buyurdu: Binlerce kimseden bir dânesini ihlâs devleti ve rızâ makâmı ile şereflendirirler. Maksad olan ihlâs ve rızâ, bu fakîre,

-309-

bu yolda tâm on sene sonra verildi. Bunların özü, hakîkati, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sadakası olarak, temâmen açıklandı. Bunun için, Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun!

Buyurdu: Bu büyüklerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolu çok kıymetli, pek azîzdir. Sünnete uymak esâsı üzerine kurulmuşdur. Şimdi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetlerinden bir sünneti ihyâ etmekden (diriltmekden) başka bir arzûm yokdur. Hâller, mevâcid ve zevkler, isteyenlerin olsun. Kalbi, büyüklerin nisbeti [yoluna girmek] ile ma’mûr etmeli, zâhiri temâmen ahkâm-ı islâmiyye ile süslemelidir. [Ahkâm-ı islâmiyye, emrler ve yasaklar demekdir.]

Buyurdu: Hindistâna Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmişdir. Onların mezârlarının üzerinde parlak nûrlar görüyorum. İstesem hepsinin mezârını gösteririm! Fekat insanlar, böyle sözlere pek inanmazlar.

Buyurdu: İnsanlar, riyâzet çekmek deyince, açlık çekmeği ve oruc tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emr etdiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruc tutmakdan dahâ güç ve dahâ fâidelidir.

Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yimek istediği hâlde, dînimizin emr etdiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzetdir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.

Buyurdu: Server-i kâinâtı “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüm. Benim için bir icâzet yazdı ve buyurdu ki, (Eshâbımdan sonra “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, bu güne kadar, hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım.) Bana müjde verdi ki, yarın kıyâmet günü, binlerce insan, senin şefâ’atinle Cennete girer. Beni ilm-i kelâmda müctehid eylediler.

Buyurdu: İslâmiyyeti gördüm. Bir kervânın kervanserâya inmesi gibi, bizim yanımıza indi, deyip, mescidlerine ve dergâhlarına işâret eylediler.

Buyurdu: Bir sabâh İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi aleyh”, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Kendimi onların nûrları içine dalmış buldum. Bu büyüklerin nisbetinde husûsî bir fenâ buldum. Bunun gibi, dahâ sonra, imâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi aleyh”, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Bu def’a, beni onların nûru kuşatdı. Bunların nisbetinde de fânî oldum.

Buyurdu: Gavs-ül-a’zam “kuddise sirruh”, Kâdirî meşâyıhı

-310-

“rahmetullahi aleyhim” ile yanıma geldiler. Bu büyüklerin gelmesi bereketi ile, kendimi Kâdirî nisbetinin (yolunun) nûrları içinde buldum. Kalbimden: (Beni Nakşibendî büyükleri yetişdirdi. Şimdi nasıl oluyor da, Kâdirî yolunun te’sîri bende dahâ fazla görülüyor?) diye düşündüm. Bu ânda, hazret-i hâce-i cihân Behâüddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” talebeleri ile birlikde se’âdet ile teşrîf eylediklerini ve Gavs-üs-sekaleynin karşısında oturduklarını gördüm. Onlara hitâben buyurdu ki: (Ahmed bizdendir. Kemâl ve tekmîl mertebesine bizim terbiyemizle kavuşdu.) Bu konuşma esnâsında, Çeştiyye ve Kübreviyye büyükleri de geldiler. Kendi nisbetlerini kalbime akıtdılar. Yeniden icâzet verdiler. Eskiden bende olan bu büyüklerin nisbeti kuvvetlendi ve dahâ parlak oldu. İstersem bütün bu yollardan talebeyi kemâle erdirebilirim.

Buyurdu: Bir gün amellerimdeki kusûru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmânlık ve kırıklık içinde iken, (Allahü teâlâ için alçalanı, Allahü teâlâ yükseltir) Hadîs-i şerîfi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: (Seni ve kıyâmete kadar seninle vâsıtalı ve vâsıtasız olarak tevessül edenleri magfîret eyledim.)

Buyurdu: Erkeklerden ve kadınlardan bizim yolumuza girmiş olanların ve kıyâmete kadar, vâsıtalı ve vâsıtasız girecek olanların hepsini bana gösterdiler. İsmlerini, soylarını ve memleketlerini bildirdiler. İstersem, hepsini bir bir sayarım. Hepsini bana bağışladılar.

Buyurdu: Bana, (Sen kimin cenâzesinde bulunursan, Allahü teâlâ onu afv etmişdir) diye müjdelediler. Ve yine ilhâm olundu ki, (Hangi ölünün afvını istersen, ondan azâbı kaldırırlar). Yine ilhâm buyuruldu ki, (Senin kabrinin toprağından bir mezâra bir avuç toprak atsalar, o kimse mağfiret-i ilâhiyyeye kavuşur). [Yâ o mezârda yatanın hâli nasıl olur?]

Buyurdu: Allahü teâlânın bu fakîri mümtâz eylediği yolun esâsı, temeli, sonda kavuşulan hâllerin başlangıca yerleşdirildiği Ahrâriyye yoludur. Bu esâs üzerine binâlar ve köşkler kuruldu. Bu temel, bu kadar sağlam olmasaydı, şimdiki durum böyle olamazdı. Bu kıymetli tohmu, Buhârâ ve Semerkanddan getirip, aslı Medîne-i münevvere ve Mekke-i mükerreme toprağından olan, Hindistâna ekdiler. Fazîlet ve ikrâm suyu ile senelerce suladılar. İhsân ile büyütdüler. Olgunlaşıp, kemâle gelince, şimdiki ilm ve ma’rifet meyveleri hâsıl oldu.

Buyurdu: Bize bildirildi ki, hazret-i Mehdî “aleyhirrahme”, bizim bu nisbetimizde bulunacak, bizim ma’rifet ve hakîkatden yazdıklarımızı okuyacak ve kabûl edecekdir.

-311-

Buyurdu: Allahü teâlâ, fadl ve keremi ile, bir kulda bulunabilen bütün kemâlâtı, [Nübüvvet makâmından başka hepsini] bize ihsân eyledi.

İmâm-ı Ahmed Rabbânînin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” fazîletleri ve husûsiyyetleri anlatılmakla bitmez. Allahü teâlâ, husûsî ihsânı ile, onu Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” yedi derecede de mutâbe’at (uymak) ile şereflendirdi. [Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize tâbi’ olmanın yedi derecesi (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının otuzuncu [30] maddesinde uzun olarak bildirilmekdedir.] Kur’ân-ı kerîmin müteşâbihât ve mukattaâtındaki esrâra mahrem eyledi. Sâbıklar kemâlâtına ulaşdırdı. [Sâbıklar Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ve Eshâblarının yükseklerine denir.] Kayyûm-i âlem kılındı. Ona tufeylî olarak, talebesinden ba’zısı kutbluk makâmına ulaşdı. Cezbe ve sülûkün, seyr-i âfâkî ve enfüsînin ötesinde, yeni bir yol meydâna geldi.

Onun tesarruflarının bereketi ile islâm dîni, bilhâssa Hindistânda, çok kuvvetlendi. Ekber şâh zemânında yıkılan, ihmâl edilen islâm eserleri yenilendi. Çok kâfirler, onun elinde müslimân oldu. Binlerce fâsık tevbe eyledi. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm hân, Nevvâb Ferîd Mürtedâ hân, Muhammed a’zam hân ve dahâ birçok kuvvetli, kudretli vâlî ve kumandanları te’sîrli mektûbları ile islâmiyyeti kuvvetlendirmeğe, yaymağa, ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdını beyân etmeğe teşvîk ve muvaffak eyledi. Bu cemâ’at de, emr-i şerîflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarf edip, dînin kuvvetlenmesine hizmet etdiler. Öyle oldu ki, bid’at ve küfr zulmeti îmân ve sünnet nûru hâlini aldı. Yüksek talebelerini, insanlara zâhirî ilmleri ve bâtınî ma’rifetleri öğretmek için her tarafa dağıtdı. Meselâ mevlânâ Hamîd-i Bengâlî, mevlânâ Muhammed Sıddîk-ı Bedahşî, şeyh Müzemmil, mevlânâ Tâhir-i Bedahşî, mevlânâ Ahmed-i Rivenbî, Kerîmeddîn-i Hasen-i Ebdâlî, Hasen-i Berkî, mevlânâ Abdülhayy-i Belhî, mevlânâ Hâşim-i Kişmî, mevlânâ Bedreddîn-i Serhendî, Yûsüf-i Berkî, hâcı Hıdır-i Efgânî, hâce Muhammed Sâdık-i Kâbilî, mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri gibi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Bunlar, İmâmın seçkin talebelerindendir. Bunların sohbetinden milyonlarca insan feyz alarak, Vilâyet makâmına kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebesine çok ulvî müjdeler vermiş ve insanların bu seçkin zâtların sohbetlerine kavuşmalarını teşvîk eylemişdir. Talebesinden ba’zılarını vilâyet ve kutbluk mansabı ile müjdelemişdir.

-312-

Nûr Muhammed Pünti “rahmetullahi aleyh”: Talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında, o ricâl-ül-gaybdendir. Yâ Nukabâdan, yâhûd Nücebâdandır, buyurdu.

Bedî’uddîn-i Sehârenpûrî “kuddise sirruh”: Rü’yâda Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” çok inâyet ve iltifâtlara kavuşdu. Kendisine, (Sen Hindistânın sirâcısın, kandilisin) buyurdu. Zemânın kutbu olmak se’âdetine de kavuşdu.

Mevlânâ Ahmed-i Berkî “kuddise sirruh”: Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmişdir. Bu da memleketinin kutbu olma şerefine nâil olmuşdur.

Mevlânâ Muhammed Tâhir-i Lâhorî “kuddise sirruh”: Kendi memleketinin kutbu olmakla şereflendi. Allahü teâlâ kendisine: (Senin teveccüh etdiklerinin hepsini Cehennem ateşinden halâs etdim ve sana bî’at edeni bağışladım) diye ilhâm eyledi.

Seyyid Âdem-i Bennûrî “kuddise sirruh”: Dahâ ilk teveccühde ve hattâ telkîn ânında, talebeyi Fenâ-i kalbî makâmına ve Nisbet-i hâssaya ulaşdırırdı. Allahü teâlâ tarafından kendisine husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola (Ahseniyye) diyorlar. İşte bu kendi yolu ile insanları Allahü teâlâya yaklaşdırıyordu. Bu beşâreti, imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”, şu sözleri ile kendisine verdiler: (Size bizden istifâde etdiğinizden dahâ çoğu gaybî olarak verilecekdir. Sizin yolunuza tevessül eden, mağfiret olunmuşdur. Kıyâmetde size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, sizin yolunuzda gidenler, kıyâmet gününde o sancağın altında râhat ve gölgede olurlar). Dörtyüzbinden ziyâde kimse ellerinde tevbe etdi. Bin dâne kâmil talebesi vardı. Medîne-i münevvereye gidince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” selâmını almış ve pekaz kimseye bile nasîb olmıyan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuşdu. O sırada bir ses duyuldu: (Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!) Hakîkaten, Medîne-i münevverede vefât etdi.

Seyyid Muhammed Nû’mân-ı Bedahşî “kuddise sirruh”: İmâm-ı Rabbânî, bir mektûbunda buna: (Sizin kemâl hilâliniz, güneşin karşısında ondördüncü ay gibi oldu. Güneşe verilenlerin hepsi, ona aks etdi) yazdı. Kutb olduklarını da kendilerine müjdeledi. İrşâdları çok fazla oldu. Yüzbinlerce insanı Allahü teâlâya yaklaşdırdı. Zemânın pâdişâhı, talebesinin çokluğundan korkdu. Onu Dekkenden çağırıp yanında muhâfaza eyledi. Buyurdu ki: Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, O Serverin yanında idi. Buyurdu ki, (Yâ Ebâ Bekr! Oğlum Muhammed Nu’mâna söyle, Ahmedin makbûlü, benim makbûlümdür ve Allahü te-

-313-

âlânın makbûlüdür. Ahmedin merdûdünü ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz). İmâm-ı Ahmed Rabbânînin makbûllerinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürûra kapıldım. Bu huzûr içerisinde iken, tekrâr buyurdular: (Oğlum Muhammed Nu’mâna de ki, senin makbûlün, Ahmedin makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allahü teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdün, Ahmedin, benim ve Allahü teâlânın merdûdüdür).