İKİNCİ MAKALE
MUHAMMED ALEYHİSSELÂMIN
PEYGAMBER OLDUĞU
İSBÂT EDİLMEKDEDİR

Yapılması emr olunan işlerde, hâdiselerde birçok fâideler olur ki, akl bunu anlıyamaz. Hattâ, bu fâidelerin var olduklarına inanmaz. Bunların varlıklarını gösteren alâmetleri bildireceğiz. Ba’zı ilâcların az mikdarları, ba’zı insanları öldürdükleri hâlde, dahâ çok mikdarları, başkalarına zarar vermiyor. [Bunun misâlleri (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında bildirilmiş ve buna (İdiyosenkrazi) ve (Allerji) ismleri verilmişdir.] Tecribe ile anlaşılmış olan bu hâle çok kimse inanmaz. Aksini isbât etmeğe kalkışır. Peygamberlerin varlığına inanmıyan ve bunun için bir takım sebebler ileri süren eski yunan felsefecileri ve maddeye tapanlar da böyledir. Onlar, Allah ve Peygamber ve cin, melek, Cennet, Cehennem hakkındaki bilgileri, akllarının erebildiği şeyler gibi sanıyor ve bu tasarladıkları şeyleri inkâr ediyorlar. Hiç rü’yâ görmemiş olana, rü’yâ anlatılsa ve bütün hislerin, aklın ve düşüncenin durduğu bir hâl vardır ki, insan bu hâlde iken aklın eremediği şeyleri görüyor denilse, inanmaz. Böyle şey olamaz der. Eğer denilse ki, dünyâda küçük birşey vardır. Bir şehre konulsa, şehrin hepsini yir. Sonra, kendini de yir denilse, hemen, böyle şey olamaz cevâbını verir. Hâlbuki bu sözler, ateşi, yangını ta’rîf etmekdedir. Dinlere ve âhıret hayâtına inanmıyanlar da bunun gibidir. Doğru sözlü olup olmadığı bilinmiyen bir fen adamı, kendi zan ve şübhesi ile, belli zemânda, bir felâket olacağını haber verince, buna inanıyor ve gerekli tedbirleri alıyorlar da, doğruluğu ile meşhûr olan ve mu’cizeler gösteren bir Peygamberin haber verdiği dünyâ ve âhıret tehlükelerine inanmıyorlar. Çok acı ve sonsuz azâblara yakalanmamak için, tedbîr almıyorlar. Peygamber tarafından, fâideleri bildirilmiş olan ibâdetleri, çocuk oyununa, deli hareketlerine benzetiyorlar.

Süâl: Felsefecilerin, maddecilerin ve tabîblerin haber verdikleri fâideli şeyler, tecribe ederek anlaşıldığı için, bunlara inanılır. Bu ibâdetlerin fâideleri tecribe edilmediği için, inanılmıyor.

-290-

Cevâb: Fen adamlarının tecribelerine, işitilerek inanılmakdadır. Evliyânın bildirdikleri ve tecribe etdikleri şeyler de, böyle işitilmekdedir. İslâmiyyetin bildirdiği çok şeylerin fâideleri de görülmekde, tecribe edilmekdedir.

[Hâlbuki fen adamlarının, doktorların tecribe ederek fâideli olduklarını anladıkları ve herkesin, bunlara inanarak kapışdıkları, çok para vererek satın aldıkları ba’zı teknik ve tıbbî ilâcların zararlı oldukları sonradan anlaşılıyor. Bu ilâcların ismleri listeler hâlinde sağlık müdirliklerinden eczâhânelere bildirilerek, satışları yasak ediliyor. Böyle ilâcların fabrikaları hükûmetler tarafından kapatılıyor. Çok kıymet verilen ba’zı ilâcların zararlı olduklarının sonradan anlaşıldığı, günlük gazete haberleri hâline geldiğini görüyoruz. Antibiyotik denilen ve son senelerin en kıymetli ilâcları olan, yüzlerce çeşid ilâcın kalb hastalığına ve kansere sebeb olduklarını ve deterjanlı ba’zı temizlik maddelerinin sıhhate zararlı olduklarını günlük gazetelerde yine okuduk].

İslâmiyyetin ahkâmının fâideleri tecribe ile anlaşılmasa da, bunlara inanmak ve gereklerini yapmak akla uygundur. İlâcları tanımıyan akllı bir gencin babası tabîb olsa ve babasının başarılarını çok kimseden işitmiş, hattâ gazetelerde okumuş olsa, bu genç hasta olsa, babasının kendisini çok sevdiğini de bilse, babası kendisine ilâc verse ve bunu içince hastalığının hemen geçeceğini, bunu çok tecribe etmiş olduğunu bildirse, ilâc, iğne yapılacak, canı yanacak olduğunu bilse bile, çocuğun babasına nasıl cevâb vermesi akla uygun olur? Eğer, bu ilâcı ben tecribe etmedim. Hastalığıma iyi geleceğini bilmiyorum. Senin sözünün doğru olduğuna inanamıyorum derse, bu cevâbı akla uygun olur mu? Çocuğun böyle cevâb vermesini beğenen bir kimse var mıdır?

Süâl: Bir babanın oğlunu sevdiği kadar, Peygamberin de ümmetini sevdiği ve emrlerinde ve yasaklarında fâideler bulunduğu, kesin olarak nasıl anlaşılır?

Cevâb: Babanın oğluna olan sevgisi nasıl anlaşılır? Bu sevgi, görünür, tutulur birşey değildir. Ancak, oğluna karşı olan mu’âmelesinden, hâllerinden, sözlerinden anlaşılır. Aklı başında olan insâflı bir kimse, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerine dikkat ederse ve insanları irşâd için uğraşmalarını ve herkesin hakkını korumakdaki titizliğini ve güzel ahlâkı yerleşdirmek için lutf ile, merhamet ile çalışmalarını bildiren haberleri incelerse, Onun ümmetine olan merhametinin, sevgisinin, babanın oğluna olandan katkat fazla olduğunu açıkça görür, iyi anlar. Onun şaşılacak işlerini ve Onun mubârek ağzından çıkan, Kur’ân-ı ke-

-291-

rîmdeki şaşılacak haberleri ve dünyânın sonunda olacak şaşılacak şeyleri bildiren sözlerini anlıyan kimse, Onun, aklın üstünde bulunan yüksek derecelere erişmiş olduğunu ve aklın erişemiyeceği, anlıyamayacağı şeyleri anlamış olduğunu hemen görür. Böylece, Onun söylediklerinin hep doğru olduğu meydâna çıkar. Kur’ân-ı kerîmde bulunan bilgileri öğrenip düşünen ve Onun hayâtını inceliyen insâflı bir kimse, bu hakîkati açıkça görür. İmâm-ı Muhammed Gazâlî buyuruyor ki: (Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şübhesi olan kimse, onun yaşayışını görmeli veyâ yaşayışını bildiren haberleri, insâfla incelemelidir. Tıb veyâ fıkh ilmini iyi bilen kimse, tıb veyâ fıkh âliminin hayâtını bildiren haberleri incelemekle, onun hakkında bilgi edinir. Meselâ, imâm-ı Şâfi’înin fıkh âlimi veyâ Calinosun tabîb olup olmadığını anlamak için, bu ilmleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilmler üzerindeki kitâblarını incelemek lâzımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde bilgi edinen ve sonra Kur’ân-ı kerîmi ve Hadîs-i şerîfleri inceliyen kimse, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu iyi anlar. Hele, Onun sözlerinin kalbi temizlemekde olan te’sîrlerini öğrenince ve hele Onun bildirdiklerini yaparak kendi kalb gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna îmânı, yakîn hâlini alır. (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ, bilmediklerini bildirir!) ve (Zâlime yardım eden, ondan zarar görür) ve (Sabâhları, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmağı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ, dünyâ ve âhıret arzûlarına kavuşdurur) Hadîs-i şerîflerinin doğru olduğunu her zemân görür. Böylece, bilgisi ve îmânı kuvvetlenir. Îmânın zevkî olması, ya’nî görmüş gibi olması, tesavvuf yolunda çalışmakla olur).

İslâm âlimleri, Muhammed aleyhisselâmın Allahın Peygamberi olduğunu çeşidli yollarla isbât etmişlerdir. Bunlardan birkaçını bildirelim:

Muhammed aleyhisselâm Peygamber olduğunu söylemiş ve sözünün doğru olduğunu bildirmek için mu’cizeler göstermişdir. Böyle olduğu, tevâtür ile, ya’nî sözbirliği ile bizlere kadar, haber verilmişdir. Mu’cizelerinin en büyüğü Kur’ân-ı kerîmdir.

Kur’ân-ı kerîm mu’cizdir. Ya’nî, Onun gibi söz kimse söyliyemez. (Buna benzer siz de söyleyiniz!) diyerek, meydân okumuşdur. Arabistânın meşhûr şâ’irleri uğraşmışlar, benzerini söyliyememişlerdir. (Tûr) sûresinin otuzdördüncü âyetinde meâlen,(Öyle ise, bir benzerini söyleyiniz!) ve (Hûd) sûresinin onüçüncü âyetinde, meâlen, (Onlara söyle ki, kendimden söylediğimi sandığınız bu Kur’ânın sûreleri gibi, on sûre de siz söyleyiniz!) ve

-292-

(Bekara) sûresinin yirmiüçüncü âyetinde, meâlen, (Kulumuza [ya’nî Muhammed aleyhisselâma] gönderdiğimiz Kur’ânda, [ya’nî bizim gönderdiğimizde] şübhe ediyorsanız, siz de Ona benzer bir sûre söyleyiniz! Bunu yapabilmek için bütün güvendiklerinizden yardım isteyiniz. Buna benzer bir sûre söyleyemezsiniz!)

buyurulmuşdur. O zemân, Arablar şi’re çok kıymet verirdi. Aralarında çeşidli şâ’irler yetişdi. Birbirleri ile şi’r yarışı yaparlardı. Kazananlarla öğünürlerdi. Kur’ân-ı kerîme benzer kısa bir sûre söyliyebilmek için, elele verdiler. Çok uğraşdılar. Hâzırladıkları şi’rleri, Muhammed aleyhisselâma götürecekleri zemân, Kur’ân-ı kerîmden bir sûre ile karşılaşdırdılar. Sûredeki belâgati iyi anladıkları için, kendi sözlerinden kendileri utandılar. Resûlullaha götüremediler. Bu zevallılıkları karşısında, ilm ile karşı koymakdan vazgeçip, kaba kuvvete başvurmakdan başka çâre bulamadılar. Kılınca sarıldılar. Müslimânlara saldırmağa başladılar. Resûlullahı öldürmeğe karâr verdiler. Bunun için hâzırladıkları plânı gerçekleşdirmeğe kalkışdılar ise de, târîhde herkesin okuduğu gibi, mağlûb ve rezîl oldular. Muhammed aleyhisselâmın böyle meydân okuması karşısında ve böyle elele vererek uğraşmaları sonunda, bir sûre gibi vecîz, belîğ bir söz söyliyebilselerdi, Resûlullaha gelir, okurlar, gürültü, patırtı koparırlardı. Bu taşkınlıkları dillere yayılır, târîhlere geçerdi. Bir konferanscının kürsüde öldürülmesi gibi, meşhûr olurdu. Bu başarısızlıkları, Kur’ân-ı kerîmin mu’ciz olduğunu, insan sözü olmadığını açıkca göstermekdedir.

Süâl: Meâl-i şerîfleri, (Bir benzerini siz de söyleyiniz) gibi âyetleri ve Muhammed aleyhisselâmın bu yolda meydân okumasını, Mekke şehrinin dışında bulunan şâ’irler işitmemiş olabilirler. Belki de, menfe’at karşılığı, yâhud başka dürlü bir anlaşma veyâ bizim bilmediğimiz bir niyyet ile bu işe karışmamış olabilirler. Meselâ, Onun kuracağı devletde koltuk sâhibi yapılmakla aldatılmış olabilirler. Yâhud, önceleri Onun sözlerini küçük gördüler, cevâb vermeğe kalkışmadılar. Sonradan kuvvetlendiğini, Ona inananların çoğaldığını görerek, cevâb vermekden korkdular. Yâhud da, değerli şâ’irler ma’îşet derdine, geçim sıkıntısına düşmüş olduklarından, cevâb vermeğe vakt bulamamış olabilirler. Belki de, cevâb verilmişdir. Ba’zı sebeblerle, bu başarıları unutulmuş, sonraki zemânlara ulaşamamışdır. Meselâ, müslimânlar çoğalıp, kuvvetlenip, üç kıt’a üzerine yayılınca, bu başarı haberlerini yok etmişlerdir. Yâhud da, bu haberler, uzun zemânlar kendiliğinden unutulup yok olmuşlardır.

Cevâb: Bu çeşidli şübhelerin cevâblarını önceki makalede

-293-

kısaca bildirmişdim. Allahü teâlânın âdeti olarak yaratdığı şeylerin, ya’nî his organlarımız ile ve tecribe ile edindiğimiz bilgilerden ba’zılarının, akla uygun olmaması, bunları bilgi olmakdan çıkarmaz demişdim. His organları ile hâsıl olan bilgilerin böyle olduğunu bildirmişdim. Şimdi, yukarıda yazılı şübhelerin herbirine ayrı ayrı cevâb verelim. Evvelâ, Peygamber olduğunu söyliyen bir kimse, Peygamber olduğunu gösteren mu’cize getirir ve (Bunun gibi, siz de yapınız) diyerek meydân okur ve karşısına çıkılamazsa, Onun doğru söylediği anlaşılır. Ya’nî, böyle şeylere inanmak lâzımdır. Buna karşı, sonradan söylenecek şeyler safsata, bâtıl, değersiz olur. Önceden, ehemmiyyet vermemiş, sonradan da korkudan, cevâb verememiş olabilir demek de yersizdir. Çünki, kıymetli birşey yapıp, bunu başkası yapamaz diyen kimseye karşı o şeyi yapmak, herkesin arasında büyük şeref, öğünülecek üstünlük olur. Herkes onu över, sever, arkasından gider. Bunu kim istemez? Bunu yapabilecek kimsenin yapmak istememesi, karşısındakinin haklı olduğunu, doğru söylediğini gösterir. Üçüncü zannın cevâbına gelince, kudreti olanın cevâb vermesi lâzım olduğu bilindiği gibi, bunu göstermesi de lâzım olur. Çünki, bunu ancak göstermekle maksad temâm olur. Ba’zı zemânda, ba’zı yerde, ba’zı kimseler için mâni’ bulunması, her zemân, heryerde mâni’ bulunmasını göstermez. Hattâ, böyle olmadığı açıkca bilinmekdedir. Yazılmış olan cevâbın gizli kalması mümkin değildir. Böylece, süâldeki şübhelerin hepsi aslsızdır.

Din adamları, Kur’ân-ı kerîmin i’câzını başka başka bildirdiler. Çok kimse, Kur’ân-ı kerîmin nazmı garîb, üslûbu acîbdir. Arab şâ’irlerinin nazmlarına, üslûblarına benzemediği için mu’cizdir dediler. Sûrelerin başındaki ve sonundaki ve kıssalarındaki nesr kısmlar da böyledir. Âyetlerin aralıkları, onların Sec’leri gibidir. [Sec’, kumru kuşunun devâmlı ötüşüne denir. Nesrde, cümle sonlarının kafiye şeklinde birbirlerine uygun olmalarına denir.] Bunların Kur’ân-ı kerîmde mevcûd olmaları, onların sözlerinde olanlar gibi değildir. Bunları Kur’ân-ı kerîmdeki gibi yapamadılar. Arabcayı iyi bilen kimse, Kur’ân-ı kerîmin i’câzını açıkça anlar. Kâdı Bâkıllânî dedi ki, i’câz, hem belâgatinin yüksek olmasından, hem de nazmının garîb olmasındandır[1]. Ya’nî, hiç görülmemiş nazmı olduğu içindir. Ba’zıları, i’câz, gaybdan haber vermesidir, dedi. Meselâ, (Rûm) sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Onlar gâlib geldiler ise de, on seneye varmadan mağlûb olacak-

---------------------------------

[1] Ebû Bekr Bâkıllânî h. 403 de vefât etdi.

-294-

lardır) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, rum kayseri Herakliusun [1] on seneden az zemânda, Îrân şâhı Husrev Perviz ordusuna gâlib geleceğini önceden haber vermekdedir. Haber verdiği gibi de olmuşdur. Ba’zı âlimlere göre, Kur’ân-ı kerîmin i’câzı, çok uzun ve tekrârlı olduğu hâlde, hiçbir yerinde ihtilâf, uygunsuzluk bulunmamasıdır. Bunun içindir ki, (Nisâ) sûresinin seksenikinci âyetinde meâlen, (Bu Kur’ân, Allahdan başkasının sözü olsaydı, içinde çok uygunsuzluklar bulurlardı) buyuruldu. Ba’zılarına göre, Kur’ân-ı kerîmin i’câzı, ma’nâsından olmakdadır. Peygamberimizden evvel, arablar Kur’ân-ı kerîm gibi söz söyliyebilirlerdi. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm gibi söylemekden onları men’ eyledi. Nasıl men’ eylediğini de çeşidli şekllerde açıklamışlardır. Ehl-i sünnetden üstâd Ebû İshak İbrâhîm İsferâînî[2] ve Mu’tezileden Ebû İshak Nizâm-ı Basrî, dünyâ menfe’atlerinden ayrılmak korkusu buna mâni’ oldu, dediler. Şî’î âlimlerinden [(Hüsniyye) kitâbının yazarı] Alî Mürtedâ, Kur’ân-ı kerîm gibi söyliyebilmek için lâzım olan bilgilerini, Allahü teâlâ unutdurdu dedi.

Kur’ân-ı kerîmin mu’ciz olduğuna karşı olanlar diyor ki, i’câzın açık, meydânda olması lâzımdır. İ’câzın ne olduğunda çeşidli sözler bulunması, açıkca bilinmediğini göstermekdedir. Buna cevâb olarak dediler ki, ba’zı bakımlardan sözlerin ayrılması, bütün Kur’ânın mu’ciz olmadığını gösteremez. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin belâgati ve hiç benzeri görülmemiş nazmı ve gaybden haber vermesi ile ilm ve amel bakımından hikmetlerle dolu olması ve dahâ bildirdiğimiz i’câz sebebleri meydândadır. İnsanların görüş ve anlayışlarındaki ayrılıklardan dolayı, sözlerde hâsıl olan ayrılıklar, mu’ciz olmadığını göstermez. Bildirdiklerimizden birine bakan bir kimsenin bunu mu’ciz görmemesi, hepsinin mu’ciz olmadığını göstermez. Çok şâ’ir vardır ki, gâyet belîg nazm ve nesr söyler de, başka zemânda bunların benzerini söyliyemez. Ya’nî, bir def’a söylemeleri her zemân söyliyebileceklerini bildirmez. Bir topluluğu meydâna getiren birliklerin herbirinin özelliklerinin toplumda da bulunması lâzım değildir. Bu cevâb, Kur’ân-ı kerîmin bütününün mu’ciz olduğunu, fekat kısa sûrelerinin böyle olmadığını gösteriyor. Doğrusu böyle değildir. Çünki, en kısa sûresinin de, mu’ciz olduğunu yukarıda bildirdik. Evet, cevâbın, Kur’ân-ı kerîmin hepsi, her bakımından mu’cizdir. Sûreler ise, ba’zı bakımlardan mu’cizdir demek olduğu söylenebilir ise de,

 ---------------------------------

[1] Heraklius h. 20 de öldü.

[2] İbrâhîm Nişâpûrî 400 h. de vefât etdi.

-295-

böyle olursa, süâlin cevâbı verilmiş olmaz. Süâlde, i’câzın sebebinin açıkca ortaya konulması istenilmekdedir. Cevâbın böyle yorumlanması, i’câzın sebebinin örtüsünü kaldırmıyor.

İkinci olarak diyorlar ki, Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı kerîmin ba’zı yerlerinde şübheye düşdüler. Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anh” Fâtiha ve Mu’avvizeteyn, [ya’nî, iki Kul-e’ûzü] sûrelerinin Kur’ândan olmadığını söyledi. Hâlbuki, bu üç sûre Kur’ânın en meşhûr sûreleridir. Bunlardaki belâgat, i’câz derecesinde olsaydı, Kur’ândan başka sözlere açıkca benzemezler, Kur’ân-ı kerîmden olduğunda kimsenin şübhesi olmazdı.

Cevâb: Buna cevâb olarak denildi ki, Eshâb-ı kirâmın ba’zı sûrelerin Kur’ân-ı kerîmden olduklarında şübhe etdikleri, bunların belâgatleri ve i’câzları bakımından değildir. Birer kişinin haber verdikleri içindir. Hadîs üsûlu esâslarına göre, birer kişinin haber verdiği bilgi, kesin olmaz. Şübheli olur. Tevâtür ile bildirilen şey, kesin bilgi olur. Kur’ân-ı kerîmin hepsi tevâtür ile, ya’nî sözbirliği ile haber verildi. Bunun için, Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu kesin olarak bilinmekdedir. Birer kişinin haber verdiği sûrelerin de, Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma indirilmiş oldukları ve belâgat bakımından i’câz derecesinde oldukları, kesin olarak bilinmekdedir. Yalnız, Kur’ân-ı kerîmden olup olmadığını bildiren sözlerde ayrılık olmuşdur. Bunun da, da’vâmıza zararı yokdur.

Üçüncü olarak diyorlar ki, Kur’ân-ı kerîm [Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk halîfe iken] cem’ edilirken, tanınmıyan biri bir âyet getirince, adâlet sâhibi olduğu bilinmediği için, bundan yemîn veyâ iki şâhid istenir, ancak ondan sonra, Kur’ândan olduğu anlaşılarak, Mıshafa korlardı. Âyetlerin belâgati i’câz derecesinde olsaydı, âyet olup olmadıkları, belâgatlarından anlaşılır, Mıshafa konulabilmeleri için, getirenin âdil olması veyâ yemîn, iki şâhid gibi şartlara başvurulmazdı.

Cevâb: Bu şartları aramaları, âyet-i kerîmelerin Mıshafdaki yerlerini anlamakda, birbirlerinden önce veyâ sonra olduklarını bilmekde idi. Kur’ân-ı kerîmden olup olmadıklarını anlamak için değildi. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmi okur ve okuyanları dinlerdi. Her getirilen âyetin Kur’ân-ı kerîmden olduğu kesin olarak belli idi. Yemîn veyâ şâhid istenmesi, âyetlerin sıralarını anlamanın kesin olması için idi. Bundan başka, belâgatlerinin i’câz derecesinde olması da, âyet-i kerîme olduklarını göstermekdedir. Bir-iki âyetin belâgatinin i’câz derecesinde olmamasının zararı yokdur. En kısa bir sû-

-296-

re, en az üç âyet olduğu için, Kur’ân-ı kerîmin bütün sûreleri mu’cizedir.

Dördüncü olarak diyorlar ki, her san’atin bir haddi, bir sınırı vardır. Bu sınırda durulur. Aşılmaz. Her zemân, san’atinde, benzerlerinden üstün olan bir üstâd bulunur. Muhammed aleyhisselâm da, zemânındaki şâ’irlerinin en fasîhi, en belîği olabilir. Zemânındaki şâ’irlerin söyliyemiyeceği şeyleri söyliyebilir. Buna mu’ciz denirse, her zemân, her san’atda benzerlerinden üstün olan san’at sâhibinin, benzeri san’atkârların yapamıyacakları birşeyi yapmasına da mu’ciz demek lâzım olur. Bu ise, saçma bir söz olur.

Cevâb: Mu’ciz demek, bir zemânda bulunan ve o zemân insanlarının çoğunun yapamadıkları için çok değer taşıyan ve yapabilenlerce de, en yüksek dereceye ulaşdırılmış olup, insan gücü ile bunun üstünü yapılamıyacağında sözbirliğine varılmış olan ve bu derecenin üstünde bir yapan bulunursa, bunun ancak Allahü teâlâ tarafından olduğuna inanılan şeydir. Böyle olmıyan şeye mu’cize denmez. Mûsâ aleyhisselâm zemânında sihr böyle idi. O zemân, sihr yapanlar, aslı ve vücûdü olmıyan şeyleri, vehmde ve hayâlde, var imiş gibi göstermenin, sihrin en yüksek derecesi olduğunu biliyorlardı. Mûsâ aleyhisselâmın asâsının [Bastonunun] büyük yılan olup, kendi sihrleri olan yılanları yutduğunu görünce, bunun sihrin sınırının dışında ve insan gücünün üstünde olduğunu anladılar. Mûsâ aleyhisselâma îmân etdiler. Fir’avn, bu san’atdan habersiz olduğu için, Mûsâ aleyhisselâmın, sihr yapanların başı olduğunu, onlara sihr öğreten olduğunu zan etdi. Îsâ aleyhisselâmın zemânında, tıb ilmi de böyle idi. Çok ilerlemişdi.Tabîbler, başarıları ile öğünürlerdi. Ünlü mütehassısları, kendi tıb bilgileri ile ölülerin diriltilemiyeceğini, anadan kör doğanların gözlerinin açılamıyacağını söylerlerdi. Bunların, ancak Allahü teâlâ tarafından iyi edileceklerine inanırlardı. Muhammed aleyhisselâm zemânında, Arabistân yarım adasında, şâ’irlik ve belâgat san’atı en yüksek derecesine varmışdı. Yapdıkları şi’rlerin belâgatları ile birbirlerine öğünürlerdi. Hattâ, yedi kasîdenin belâgatdaki üstünlüğü, şâ’irlerin takdîrlerini kazanarak, bunlar Kâ’benin kapısına asılmışlardı. Bunların benzerlerini söyliyen bulunmamışdı. Târîh kitâbları, bunu uzun uzun yazmakdadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmi getirince, aralarında çok çekişmeler oldu. Bir kısmı, bunun Allah kelâmı olduğunu inkâr etdi. Kâfir olarak öldüler. Bir kısm şâ’irler, Kur’ân-ı kerîmin belâgatinin i’câzı karşısında, bunun Allah kelâmı olduğunu anlıyarak, müslimân oldu. Bir kısmı da, bunları görerek, istemiyerek müslimân oldu. Bunlara (münâfık) denildi. Bir kısmı

-297-

da, karşı koymağa kalkışdı. İğri büğrü karşılıklar getirerek, aklı başında olanlar yanında, gülünç duruma düşdüler. Meselâ, (Vezzâriyât-i zer’an) âyet-i kerîmesine karşılık olarak (Fel hâsılât-i hasden vettâhinât-i tahnen vettâbihât-i tabhan felâkilât-i eklen) dediler. [Bunu kendileri de beğenmedikleri için, Muhammed aleyhisselâmın karşısında okuyamadılar.] Bir kısmı da döğüşdüler. Muhammed aleyhisselâmdan intikam almak, Onu öldürmek için, mallarının, canlarının, ehl ve evlâdlarının yok olmasını göze aldılar. Böylece, Kur’ân-ı kerîmin Allah tarafından gönderilmiş olduğu kat’î olarak [kesinlikle] anlaşıldı.

[Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, mu’cizeyi Allahü teâlâ yaratmakdadır. Herşeyi Allahü teâlâ yaratmakdadır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yokdur. Şu kadar ki, bu dünyânın ve dünyâ işlerinin düzgün olması için, Allahü teâlâ, herşeyin yaratılmasını sebeblere bağlamışdır. Birşeyin yaratılmasını istiyen kimse, o şeyin sebebini kullanır. Sebeblerin çoğu, düşünmekle, tecribe ile, hesâbla bulunacak şeylerdir. Birşeyin sebebi yapılınca, Allahü teâlâ, o şeyi, dilerse yaratır. Mu’cize ve kerâmet böyle değildir. Allahü teâlâ bunları sebebsiz olarak, hârika olarak yaratır. Sebebe yapışmak, Allahü teâlânın âdetine uymakdır. Allahü teâlânın sebebsiz yaratması, âdetin hâricine çıkmak olur, hârika olur. Mu’cize, yalnız Peygamberde hâsıl olur. Başkasında hâsıl olmaz. Herhangi bir kimseyi övmek için (Mu’cize yapdı) demek, (Mu’cize olarak kurtuldu) demek, Onun Peygamber olduğunu söylemek olur. Bunda niyyete bakılmaz, söze bakılır. Herhangi bir kimseye peygamber demek küfr olur. Söyliyenin îmânı gider. Allahü teâlâdan başkasına yaratıcı demek, (falanca yaratdı) demek de böyledir. Müslimânlar, böyle tehlükeli şeyler söylememelidir].

Beşinci olarak diyorlar ki, Kur’ân-ı kerîmin, okunmasında da, ma’nâsında da, islâm âlimleri arasında ayrılık oldu. Hâlbuki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde hiç ayrılık bulunmadığını haber veriyor. (Nisâ) sûresinin, seksenbirinci âyetinde meâlen, (Bu Kur’ânı Allahdan başkası göndermiş olsaydı, bunda elbette çok ayrılıklar bulurlardı) buyuruluyor. (El-Kâri’a) sûresinin beşinci âyeti, (Kel’ıhnil menfûş)dur. Ba’zıları, bunu (Kessâfil menfûş) okumuşdur. (Cum’a) sûresinin dokuzuncu âyeti, (Fes’av ilâ zikrillah)dır. Ba’zıları, buna (Femdû ilâ zikrillah) dedi. (Bekara) sûresinin yetmişdördüncü âyeti, (Fe-hiye kelhıcâreti)dir. Buna (fekânet kelhicâreti) diyenler oldu. (Bekara) sûresinin altmışbirinci âyeti, (aleyhimüzzilletü velmeskenetü)dir. Bunu ((aleyhimülmeskenetü vezzilletü) okuyanlar oldu. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâ-

-298-

sındaki ayrılıklara misâl olarak denir ki, (Sebe’) sûresinin ondokuzuncu âyeti, (Rabbenâ bâ’id beyne esfârinâ)dır. Ey Rabbimiz! Kitâblarımızı bizden uzaklaşdır demekdir. Allaha düâ etmekdedir. Ba’zıları, bunu (Rabbünâ bâ’ade beyne esfârinâ) okumuşdur. Rabbimiz kitâblarımızı bizden uzaklaşdırdı, demekdir. (Mâide) sûresinin yüzonbeşinci âyeti, (Hel yestetî’u Rabbüke) Rabbin düânı kabûl eder mi, demekdir. Ba’zıları bu âyeti, (Heltestetî’u Rabbeke) okumuşlardır ki, Rabbine düâ eder misin? demekdir.

Cevâb: Bildirilen ayrılıkları yapan birer kişidir. Tefsîr ve Kırâ’et âlimleri bu ayrılıkları yapanların okumasını red etmişlerdir. Sözbirliği ile olan okumağı almışlardır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine indirildi. Bunların hepsi şifâ ve kâfidir) buyurdu. Bunun için Kur’ân-ı kerîmin okunmasında ve ma’nâsında hâsıl olan ayrılıklar, Onun mu’ciz olmasına leke düşürmez.

[Hadîs-i şerîfdeki harf, lugat, kırâ’et demekdir. Hazret-i Ebû Bekrin topladığı Mıshafda, yedi çeşid okumanın hepsi vardı. Hazret-i Osmân halîfe iken, Eshâb-ı kirâmı topladı. Yeni yazılacak Mıshafların Resûlullahın son senesinde okuduğu şeklde olmaları sözbirliği ile kabûl edildi. Kur’ân-ı kerîmi bu şeklde okumak vâcibdir. Diğer altı şeklde okumak da câizdir. (Rıyâd-unnâsıhîn)].

Altıncı olarak diyorlar ki, Kur’ân-ı kerîmde fâidesiz tegannî ve tekrârlamalar vardır. Meselâ, (İnne hâzâni le-sâhirâni) böyle tegannîdir. Okumadaki tekrâra misâl, (Rahman) sûresidir. Ma’nâdaki tekrâra misâl, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın kıssalarıdır.

Cevâb: [(Hâzâni ile sâhirâni) âyet-i kerîmesinin, belâgat ilmine göre, i’câz derecesinde olduğunu bildirmek için, İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”, (Şerh-i mevâkıf) kitâbından alarak, burada uzun yazmışdır. Bunları terceme etmedik.] Tekrârlara gelince, ma’nâyı zihnlere iyi yerleşdirmek için, bunun fâidesi inkâr edilemez. Bir ma’nâyı çeşidli ifâdelerle anlatmak san’atinin kıymeti, belâgat ilmini bilenlerce ma’lûmdur. Tek bir kıssada çeşidli olaylar bulunur. Tek kıssa çeşidli yerlerde tekrârlanırken, başka başka olaylara ağırlık verilir.

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek parmağı ile işâret edince, ayın ikiye bölünmesi, taşların, ağaçların kendisi ile konuşmaları ve kendisi ile berâber gitmeleri, hayvanların konuşmaları, az yemekle çok kimselerin doyurulması, mubârek parmakları arasından devâmlı su akması, geçmişde ve gelecekde, kimsenin bilmediği şeyleri haber vermesi ve bunlara benziyen da-

-299-

hâ nice mu’cizeleri vardır. Bu mu’cizelerinin herbiri sözbirliği ile bildirilmiş değil ise de, sözbirliği ile bildirilmiş olan mu’cizeleri çokdur. Hazret-i Alînin kahramanlığı, Hâtem-i Tâînin cömerdliği [ve Roma imperatörlerinin beşincisi olan Neronun zulmleri, işkenceleri] gibi dillerde destân olmuşlardır. Peygamberliğini isbât için, bize bu kadarı da yetişir.

Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu isbât eden yollardan ikincisi, peygamber olduğu bildirilmeden önceki ve Peygamberliğini bildirirken ve Peygamber olduğu anlaşıldıkdan sonraki hâllerini, güzel ahlâkını, hikmet dolu sözlerini incelemekdir. Meselâ, ne dünyâ işleri için, ne de âhıret işlerinde hiçbir zemân yalan söylememişdir. Ömründe bir yalan söylemiş olsaydı, azılı düşmanları, bunu her yere yaymak için, yarışırlardı. Peygamberliğinden önce ve sonra çirkin bir şey yapdığı hiç görülmedi.Ümmî olduğu hâlde [ya’nî kimseden birşey öğrenmediği hâlde], pek fasîh, ya’nî açık ve tatlı konuşurdu. Bunun için, (Bana cevâmi’ul kelim) verildi, buyurdu. [Cevâmi’ul kelim, az kelime kullanarak, çok şey anlatmak demekdir.] Allahü teâlânın, dînini bildirmek için, meşakkatlere katlandı. Hattâ, öyle oldu ki, (Hiçbir Peygamber, benim çekdiğim işkenceleri çekmemişdir) buyurdu. Bunların hepsine katlandı. Vazîfesinde hiç gevşeklik göstermedi. Düşmanlarına gâlib gelip, insanların hepsi emrine girince, güzel ahlâkında, merhametinde, tevâzu’unda hiç değişiklik olmadı. Ömrünün her zemânında, herkesin gönlünü alırdı. Kendini kimseden üstün görmezdi. Ümmetinin hepsine baba gibi çok şefkâtli idi. Aşırı merhametinden dolayı, kendine (Fâtır) sûresinin, (Onların yanlış hareketlerinden dolayı üzülme!) meâlinde olan sekizinci âyet-i kerîmesi ve (Kehf) sûresinin, (Onların yanlış işlerine üzülüp kendini helâk mı edeceksin?) meâlinde olan altıncı âyet-i kerîmesi geldi. Cömerdliği hadden aşmış idi. Bunu frenlemesi için, (İsrâ) sûresinin, (Malının hepsini verecek kadar eli açık olma!) meâlinde olan yirmidokuzuncu âyet-i kerîmesi geldi. Dünyânın geçici ve aldatıcı güzelliklerine hiç bakmazdı. Peygamberliğini bildirmeğe başladığı zemânlarda, Kureyşin ileri gelenleri, yanına gelip, (Sana istediğin kadar mal verelim. İstediğin kızı verelim. İstediğin yere başkan yapalım. Bu işden vazgeç!) dediler. Yüzlerine bile bakmadı. Fakîrlere ve kimsesizlere karşı merhametli, mütevâzı’, mal ve mülk sâhiblerine karşı ise, ağır başlı ve ciddî idi. (Uhud gazvesi) ve (Hendek ya’nî Ehzâb gazvesi) ve (Huneyn gazvesi) gibi en ümmîdsiz muhârebelerin en korkunc zemânlarında bile, hiç geri dönmedi. Bu da, mubârek kalbinin kuvvetini ve cesâretinin derecesini göstermekdedir. Allahü teâlâ-

-300-

nın koruyacağına, meselâ, (Mâide) sûresinin yetmişinci âyetindeki (Allahü teâlâ, seni insanların zararlarından korur!) meâl-i şerîfi ile va’de tam inanmış olmasaydı, böyle hârika kahramanlık göstermesi imkânsız olurdu. Hâllerin, şartların değişmesi, Onun güzel ahlâkında, herkese karşı olan davranışlarında, ufak bir değişme yapmadı. İnsâflı ellerin yazdıkları doğru, tarafsız târîhleri okuyanlar, bu yazdıklarımızı dahâ iyi anlar. Bunlardan biri, peygamberlik için vesîka değil ise de, ya’nî bir kimsenin, bu üstünlüklerden biri ile başkalarından ayrılması, onun peygamber olacağını göstermez ise de, bu üstünlüklerin hepsi, ancak peygamberlerde toplanır. Bu üstünlüklerin hepsinin Muhammed aleyhisselâmda toplanması, Onun, Allahın peygamberi olduğunu gösteren vesîkaların kuvvetlilerindendir.

[Muhammed aleyhisselâmın güzel hayâtını okuyup anlamak isteyenlere, latin harfleri ile yazılmış türkçe (Kısas-ı Enbiyâ) ve (Mevâhib-i ledünniyye) kitâblarını okumalarını tavsiye ederiz. (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının türkçe ve ingilizce birinci kısmlarında da (Hilye-i se’âdet) başlığı altında uzun yazılıdır.]

Muhammed aleyhisselâmın Allahın Peygamberi olduğunu ortaya koyan vesîkalardan üçüncüsü, imâm-ı Fahrüddîn-i Râzînin seçdiği yoldur. Muhammed aleyhisselâm, ilâhî kitâblardan haberi olmıyan, ilmde, fende geri kalmış bir topluluk arasında Peygamber oldu. Öyle bir topluluk ki, hak yoldan uzaklaşmış, müşrikleri putlara, [ya’nî taşdan, metalden yapdıkları heykellere, insan şekllerine] tapınıyor, bir kısmı yehûdîlere aldanarak onların yalan ve hurâfe olan hikâyelerini kendilerine din edinmişler, az bir kısmı da, mecûsî olup, iki tanrıya tapınıyor ve kızları ve yakın akrabâları ile karı-koca oluyorlar, bir kısmı da, hıristiyanlardanöğrenip, hazret-i Îsâya Allahın oğlu diyor veyâ üç tanrıya tapınıyorlardı. Muhammed aleyhisselâm, böyle şaşkın insanlar arasında Peygamber oldu. Allah tarafından, kendisine (Kur’ân-ı kerîm) isminde bir kitâb gönderildi. Güzel huyları, çirkinlerinden, se’âdete götüren iyi işleri, felâkete götüren kötü işlerden ayırdı. Hak olan îmânı ve ibâdetleri bildirdi. Buna inananlar, bu îmân ve ibâdetlerle nûrlandılar. İnsanları bozuk ve uydurma dinlerden kurtardı. Allahü teâlânın va’d etdiği zafere kavuşdu. Düşmanlarının hepsi az zemânda yok oldu. Bozuk, bölücü, kışkırtıcı sözler, çalışmalar sona erdi. İnsanlar, diktatörlerden, sömürücülerden, zâlimlerin işkencelerinden kurtuldu. Tevhîd güneşinin ve tenzih bedrinin nûrları ile her yer aydınlandı. Peygamberlik de, bu demekdir. Çünki Peygamber, insanların ahlâkını güzelleşdiren, kalb, rûh hastalıklarının ilâcını sunan üstün insan demekdir. İn-

-301-

sanların çoğu, nefslerinin esîridir. Rûhları hastadır. Bunları tedâvî edecek bir rûh ve ahlâk mütehassısı lâzımdır. Muhammed aleyhisselâmın getirdiği din, bu hastalıklara ilâc oldu. Kalblerdeki kötülükleri, bozuklukları kökünden temizledi. Bu hâl, Onun Allahın Peygamberi olduğunu ve Peygamberlerin en üstünü olduğunu kesinlikle göstermekdedir (sallallahü teâlâ aleyhi ve aleyhim ve âli ve eshâbı küllin ecma’în). Bu hâlin, Onun Peygamber olduğunu gösteren vesîkalardan, en açık biri olduğunu imâm-ı Fahrüddîn-i Râzî hazretleri, (El-Metâlib-ül’-aliyye) kitâbında bildiriyor.

Kitâbımın başında, Peygamberliğin ne demek olduğunu bildirdim. Bunun, Muhammed aleyhisselâmda, hâsıl olduğu gibi, başka hiçbir kimsede görülmediğini ortaya koydum. Böylece Onun, başkalarından üstün olduğu anlaşıldı. Bu üstünlük, mu’cizelerinin incelenmesi ile de isbât edilir. Fekat bu yol, peygamberliği isbât için hükemânın, [ya’nî fikr adamlarının] tutdukları yola yakındır. Yollarının özeti, insanların dünyâda ve âhıretde râhata, huzûra kavuşabilmeleri için, Allah tarafından bildirilmiş olan kanûn lâzımdır.

Kitâbımın ikinci makalesi burada temâm oldu. Böylece, eski yunan felsefecilerinin yanlış yolda oldukları, bunların, din ve Peygamberlik üzerinde, kendi görüşlerine göre, yazmış oldukları zararlı kitâbları okuyanların din bilgilerinin bozuk olacağı, felâkete sürüklenecekleri anlaşıldı.

989 Hicrî                                                                                                                                            AHMED bin ABDÜL-EHAD

           1581 Mîlâdî

TENBÎH: Bir çocuk ve bir hayvan yavrusu dünyâya gelir gelmez, bütün a’zâları ve his organları çalışmağa başlıyor. Bunların âhenkli, muntazam çalışmalarıyla yaşamağa devâm ediyor. Bu hâl, bütün akl sâhiblerini, bütün ilm adamlarını hayretde bırakıyor. Bu organları var eden ve böyle çalışdıran sonsuz kuvvet sâhibinin ismi (Allah)dır. Allahın var olduğunu anlamayan kimse yokdur. İnsanların gözünde kuvvet olsaydı, kendisini görürlerdi. Her insana, her iyiliği, her râhatlığı gönderen ve her derdi, her sıkıntıyı gönderen Allahdır. Ni’met gelince şükr, derd gelince, istigfâr ve sabr etmelidir. Derdler, ni’metin kıymetinin anlaşılmasına sebeb olmakdadır. İstigfârın ve sabrın sevâbı pek çokdur. Dünyâdaki derdler, âhıretde çok sevâb verilmesine sebeb olmakdadır. İstigfâr düâsı, 400.cü sahîfede yazılıdır.

-302-