Elimize bir mecmû’a ile, bir kitâb geçdi. Birisi, 1967 sonbehârında basılmış bir mecmû’a idi. Sahîfeleri, siyâsî ve târihî yazılarla dolu idi. Bu yazılar şaşılacak birşey değildi. Herkes düşüncesinde hürdür. Fekat, birkaç sahîfesi, hazret-i Osmân zemânındaki, Yemenli bir yehûdî dönmesinin sözleri, yalanları ve iftirâları ile dolu idi. Eshâb-ı kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatıyor. Müslimânların kalblerine zehrli hançer saplıyordu. Bu kasdlı yazılar, bir düşünce değildi. Yıkıcı, bozguncu propaganda idi. Bir suçdu. Koyun postuna bürünmüş, kurt hikâyesini andırıyordu. Gençler bunları okuyup doğru sanacaklar, kardeşler, birbirlerine düşman olacaklardı. Ahbâblarımızın bizi zorlamakda haklı olduklarını anlamış olduk. Sevgili vatandaşlarımızı uyandırmak, doğruyu yalandan ayırmak vazîfesi karşısında bulunduğumuzu anladık.
Kitâba gelince, beyâz kâğıda basılmış, bez cildli, altın yaldızlı, ilgi çekici bir de ism taşımakda idi. 1968 de İstanbulda basılmış. Öndeki fihristi kitâb hakkında bilgi verecek şeklde değildi. Sahîfelerini çevirdik. Bir ilmihâl kitâbı idi. Hem de, ince mes’elelere dalmış. Bunların içinden nasıl çıkabildiği merak edilecek şeydi. Bir de ne görelim? Hazret-i Osmân zemânındaki, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki, Yemenli bir yehûdî dönmesinin sözleri, çok kimsenin anlıyamıyacağı bir kılığa sokulmuş. Sinsice sahneye çıkarılmışdı. Yâ Rabbî! Bu ne cinâyet idi. Gençliğe, şekerle kaplanmış bir zehr sunulmakda idi. Hem de, çok emek verilmiş. Mehâret ile hâzırlanmış. Fekat, dozajı pek fazla! Buna da cevâb vermek lâzım göründü. Hattâ farz oldu. Çünki, (Savâ’ık-ul-muhrika) kitâbının ilk sahîfesinde yazılı olan Hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz: (Fitne ve fesâd yayıldığı, müslimânlar aldatıldığı zemân, doğruyu bilenler, herkese anlatsın! Anlatmazsa, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların la’neti onun üzerine olsun!) buyurmakdadır.
Önce, sonbehâr mecmû’asında bulunan hurûfînin yalanlarına cevâb vermek için, Allahü teâlâya sığınarak yazmağa başlıyoruz:
1- (Hazret-i Muhammed, Ebû Süfyânlarla ve diğer tarafdan inanmamış Mekke eşrâfı ile mücâdele etdi ise, hazret-i Alî de, kendi zemânında, aynı inanmamışlarla mücâdele etdi. Zâten hazret-i Alîye münkirlerin kin ve adâveti, tâ o zemândan geliyordu) diyor.
Hurûfîlerin iftirâlarına, islâm âlimleri kıymetli cevâblar vermiş, bu konuda sayısız kitâblar yazılmışdır. Bunlardan biri, Hindistânda yetişen islâm âlimlerinin büyüklerinden, Şâh Veliyyullah-i Dehlevînin (İzâle-tül-hafâ an hilâfe-til-hulefâ) kitâbıdır. Fârisî ve Urdu tercemesi birlikde iki cilddir. 1382 [m. 1962] de Pâkistânda yeniden basılmışdır. Eshâb-ı kirâmın hepsinin üstünlüklerini çok güzel ve geniş bildirmekdedir. Biz burada, (Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye) kitâbından terceme ederek cevâb vereceğiz. (Tuhfe), Abdül’azîz-i Ömerî Dehlevî tarafından fârisî olarak yazılmışdır. Bu âlim, Şâh Veliyullah Ahmed Dehlevînin oğludur. 1239 [m. 1824] senesinde Dehlîde vefât etmişdir. (Tuhfe) kitâbı, İstanbul Üniversitesi kütübhânesinde 82024 numarada vardır. Urdu tercemesi Pâkistânda basılmışdır. Abdül’azîz-i Dehlevî buyuruyor ki:
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretlerinin rivâyet etdiği Hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alîye karşı buyurdu ki, (Ben Kur’ân-ı kerîmin inmesi üzerinde dövüşdüğüm gibi, sen de, te’vîli üzerinde dövüşeceksin). Bu Hadîs-i şerîf, Ehl-i sünnetin haklı olduğunu göstermekdedir. Çünki Deve ve Sıffîn muhârebelerinde, Kur’ân-ı kerîmin te’vîli üzerinde, ya’nî ictihâdlarda ayrılık olduğunu bildiriyor. Bu Hadîs-i şerîfi, Ehl-i sünneti red etmek için söylemeleri, pek câhil olduklarını göstermekdedir. Çünki bu Hadîs-i şerîf, hazret-i Alî ile harb edenlerin, Kur’ân-ı kerîmin te’vîlinde hatâ etdiklerini bildiriyor. Kur’ân-ı kerîmi te’vîlde hatâ etmenin küfr olmıyacağını, şî’îler de söylemekdedir.
2- (Kimi ihtiyârlığından bahs ederek, hilâfet sevdâsında, kimi bî’at etdirmek kavgasında idiler) diyor.
İhtiyârlığından bahs ve hilâfet sevdâsında diyerek, hazret-i Ebû Bekre taş atmakdadır. Hazret-i Ebû Bekrin, Eshâbın söz birliği ile halîfe seçildiği ve hazret-i Alînin, (Biliyorum, Ebû Bekr hepimizden dahâ üstündür) dediği, bütün âlimlerin kitâblarında uzun yazılıdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, haz-
ret-i Ebû Bekri çok def’a emîr yapmışdı. Uhud gazâsından sonra, Ebû Süfyânın Medîneye hücûm edeceği haberi geldi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buna karşı koymak için, hazret-i Ebû Bekri gönderdi. Hicretin dördüncü senesinde de, Benî Nadîr gazvesinde, bir gece hazret-i Ebû Bekri kumandan yapıp, kendisi evine teşrîf buyurdu. Altıncı yılda hazret-i Ebû Bekri emîr yapıp, Kûrâ’ kabîlesine karşı gönderdi. Tebük gazâsına gidileceği zemân da, askerin, önce Medîne dışına toplanmasını emr buyurdu. Başlarına Ebû Bekri emîr ta’yîn eyledi. Hayber gazâsında mubârek başı ağrıdığı için, istirâhat buyurdu. Kendi yerine Ebû Bekri vekîl ederek kal’ayı almaya gönderdi. O gün hazret-i Ebû Bekrin çok kahramânlıkları görüldü. Yedinci yılda, hazret-i Ebû Bekrin kumandasında bir orduyu Benî Kilâb kabîlesine gönderdi. Kanlı muhârebe oldu. Çok kâfiri katl eyledi ve çok esîr aldı. Tebük gazvesinden sonra, kâfirlerin Reml vâdîsinde toplandıkları, Medîneye baskın yapacakları işitildi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bayrağı hazret-i Ebû Bekre vererek, Onu askere emîr yapdı. O da gidip düşmanları perîşan eyledi. Benî Amr kabîlesinde karışıklık olduğu işitildi. Resûlullah öğleden sonra oraya teşrîf buyurdu. Bilâle, (Eğer nemâza yetişemezsem, Ebû Bekre söyle, Eshâbıma nemâz kıldırsın!) buyurdu. Dokuzuncu yılda, hazret-i Ebû Bekri “radıyallahü teâlâ anh” emîr yaparak, Eshâbını hacca gönderdi. Vefât edeceği zemân, perşembe akşamından pazartesi sabâhına kadar, hazret-i Ebû Bekri Eshâbına imâm yapdığını bilmiyen yokdur.
Hazret-i Ebû Bekri emîr yapmadığı zemânlarda, kendisine vezîr ve müşîr yapmışdı. Din işlerinden hiçbirini Onsuz yapmazdı. Hadîs âlimlerinden Hâkim, Huzeyfe-tebni-Yemân hazretlerinden haber veriyor ki, bir gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Îsâ aleyhisselâm, havârîlerini her yere gönderdiği gibi, ben de dîni ve farzları öğretmek için Eshâbımı uzak memleketlere göndermek istiyorum). (Yâ Resûlallah! Bu işi başaracak Ebû Bekr ve Ömer gibi Sahâbîlerin var) dedik. (Ben onlarsız olamam. İkisi benim gözüm ve kulağım gibidir) buyurdu. Bir Hadîs-i şerîfde buyurdu ki, (Allahü teâlâ, bana dört vezîr ihsân eyledi. İkisi yer yüzünde, Ebû Bekr ve Ömerdir. İkisi de gökde, Cebrâîl ve Mikâîldir.) Sık sık emîr yapılmamak, imâm olmağa ehliyyetsizlik sayılsaydı, hazret-i Hasen ile Hüseyn, imâmete lâyık olmazlardı. Çünki hazret-i Alî halîfe iken, bunları hiçbir harbe ve hiçbir işe göndermedi. Babadan kardeşleri olan Muhammed bin Hanefiyyeyi sık sık emîr yapardı. Muhammede bunun sebe-
bini sorduklarında, (Onlar babamın iki gözü gibidir. Ben ise, eli ve ayağı gibiyim) dedi.
Muhammed bin Ukayl bin Ebî Tâlib diyor ki: Amcam hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hutbe okurken, (Ey müslimânlar! Eshâb arasında en cesûr olan kimdir?) dedi. (Yâ Emîrelmü’minîn! En cesûr sensin) dedim. (Hayır, en cesûrumuz Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Çünki, Bedr gazâsında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için bir çardak yapdık. Müşriklerin saldırılarına karşı koymak için, çadır önünde kim bekleyecek, dedik. Kimse cevâb vermeden, hemen Ebû Bekr ortaya çıkdı. Kılıncını çekip, çardak etrâfında dolaşmağa başladı. Düşman en çok çardağa saldırıyordu. Ebû Bekr, kimini öldürdü. Kimini yaraladı. Resûlullaha bir kâfiri yaklaşdırmadı) dedi.
Bî’at etdirmek kavgasında diyerek, hazret-i Ömere taş atmakdadır. Hâlbuki hazret-i Ömer “radıyallahü anh” kavga ederek değil, te’sîrli sözleri ile, hazret-i Ebû Bekrin halîfe olmasında iş gördü. Böylece, müslimânları büyük felâketden kurtardı. Kendisi ise, hazret-i Ebû Bekrin vasıyyeti üzerine, milletin istemesiyle hilâfeti zorla kabûl buyurdu.
3- (Biri Fedek için hazret-i Alîyi, hazret-i Haseni, hazret-i Hüseyni ve Selmân-ı Fârisîyi şâhid olarak dinliyor. Ehl-i beyte inanmıyarak, hazret-i Fâtımatüzzehrânın elinden alıyor) demekdedir.
Bu sözleri ile hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” saldırıyor. Fekat, güneş balçıkla sıvanabilir mi? Bakınız (Tuhfe) kitâbı, bu iftirâyı, bu yalanı pek güzel çürütmekde, hurûfîleri rezîl etmekdedir:
Bir Peygamber vefât edince, malı kimseye mîrâs kalmaz. Bunu şî’î kitâbları da yazmakdadır. Mîrâs olmıyan mal için vasıyyet etmek de doğru olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Fedek denilen bağçeyi, hazret-i Fâtıma için vasıyyet etdi demek yanlışdır. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, doğru olmıyan bir şey yapmaz. Hadîs-i şerîfde, (Bizden kalan, sadaka olur) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf yanında, öyle vasıyyet iddi’âsı haklı olmaz. Eğer böyle bir vasıyyet olsa ve hazret-i Ebû Bekr işitmemiş olsa ve şâhid ile de isbât edilemese, o ma’zûr olur. Hazret-i Alî, böyle bir vasıyyet olduğunu mâdem ki biliyordu, halîfe olunca, bunu yerine getirmesi lâzım ve câiz olurdu. Hâlbuki o da hazret-i Ebû Bekrin yapdığı gibi, fakîrlere, miskinlere ve yolda kalmış olanlara dağıtdı. Kendi payını dağıtdı, denilirse, hazret-i Haseni ve Hüseyni “radıyallahü anhümâ” vâlidelerinden ka-
lan mîrâsdan niçin mahrûm bırakdı? Şî’îler bu süâle dört dürlü cevâb veriyor:
1) Ehl-i beyt, gasb edilen haklarını geri almaz. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mekkeyi feth edince, vaktîle gasb edilmiş olan evini, onlardan geri almadı diyorlar.
Bu cevâbları sağlam değildir. Çünki, Ömer bin Abdülazîz halîfe iken, bu Fedek bağçesini, imâm-ı Muhammed Bâkıra verdi. O da aldı. Abbâsî halîfeleri gasb edinciye kadar, hep imâmların elinde kalmışdı. Sonra, hicretin ikiyüzüçüncü senesinde, Me’mûn halîfe, kendi me’mûru olan Kusem bin Ca’fere yazarak, tekrâr imâm-ı Alî Rızâ’ya ve bunun o sene vefâtında, hazret-i Hüseynin torunu Zeydin torunu Yahyâya verildi. Seyyidet Nefîse hazretlerinin dedesi olan Zeyd başkadır. O, hazret-i Hasenin oğlu idi. Fekat, Me’mûnun torunu halîfe Mütevekkil yine gasb eyledi. Sonra Mu’tedid, geri verdi. Ehl-i beyt geri almaz olsaydı, bu imâmlar niçin aldılar? Bunun gibi, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Alînin “radıyallahü anhümâ” hakkı olan hilâfeti gasb etdi diyorsunuz. Hazret-i Alî, bu gasb edilen hakkı, sonra niçin kabûl etdi? Sonra, Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” gasb edilen hilâfeti, Yezîdden almak için neden uğraşdı ve şehîd oldu?
2) Hazret-i Alî, hazret-i Fâtımaya “radıyallahü anhümâ” uyarak Fedekden bir şey almadı, diyorlar.
Bu cevâbları dahâ çürükdür. Çünki, Fedeki kabûl eden imâmlar, neden hazret-i Fâtımaya uymadılar? Ona uymak farz ise, bu farzı niçin yerine getirmediler? Eğer farz değil de nâfile ise, hazret-i Alî nâfileyi yapmak için farzı niçin terk eyledi? Çünki, herkese hakkını vermek farzdır. Bundan başka, bir kimsenin ihtiyârî işlerine uyulur. Zorla yapdırılmış olan bir işe uymak olmaz. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”, eğer birinin zulmü ile, Fedekden istifâde edemedi ise, mecbûr ve çâresiz kalmış demek olur. Buna uymak, ma’nâsız birşey olur.
3) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Fedekin, hazret-i Fâtımaya verilmesi için vasıyyet yapıldığında şâhid olmuşdu. Bu şâhidliğin, bir menfe’at için olmayıp, Allah rızâsı için olduğunu göstermek için, Fedekden birşey almadı, diyorlar.
Bu cevâbları da za’îfdir. Çünki, hazret-i Alînin şâhidlik etdiğini bilenler ve red edenler, kendisi halîfe olduğu zemân ölmüşlerdi. Bundan başka, ba’zı imâmların Fedeki kabûl etmesi, hazret-i Alînin de çocuklarına menfe’at sağlamak için şâhidlik yapmış olduğunu, haricîleri düşündürmüşdü. Hattâ, tarlada, binâda ve bağ, bağçede, insan kendinden ziyâde, çocuklarının menfe’at-
lerini düşünür. Belki de, şâhidliğine leke kondurulmaması için, çocuklarına Fedekden istifâde etmeyiniz diye vasıyyet etmiş olabilir. Çocukları da, hem hazret-i Fâtımaya uymak, hem de bu gizli vasıyyeti yerine getirmek için, Fedeki kabûl etmemiş olabilirler, denildi.
4) Hazret-i Alînin Fedek bağçesini almaması, takıyye içindi. Şî’îlerin (Takıyye) yapması lâzımdır, dediler. Takıyye, sevmedikleri kimseler ile dost geçinmek demekdir.
Bu sözleri de, za’îfdir. Çünki, şî’îlere göre, imâm meydâna çıkıp, harb etmeğe başlayınca, takıyye yapması harâm olurmuş. Bunun içindir ki, hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh”, takıyye yapmadı. Hazret-i Alî, halîfe iken takıyye yapdı demeleri, harâm işledi demek olur.
Şî’î âlimlerinden ibni Mutahhir Hullî, (Menhecülkerâme) kitâbında diyor ki, (Fâtıma, Ebû Bekre, Fedekin kendisi için vasıyyet edilmiş olduğunu söylediği zemân, Ebû Bekr cevâb yazarak, şâhid istedi. Şâhid bulunmayınca, da’vâyı red eyledi.) Bu haber doğru ise, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” üzerinde olan, mîrâs, hediyye ve vasıyyet gibi, Fedek da’vâsı sâkıt olur. Hazret-i Ebû Bekre dil uzatacak sebeb kalmaz. Burada, akla iki şübhe gelmekdedir:
A - Hazret-i Fâtımanın mîrâs ve hediyye ve vasıyyet gibi da’vâları, hazret-i Ebû Bekrin yanında doğru çıkmadı ise de, hazret-i Fâtıma Fedeki istediği hâlde, hazret-i Ebû Bekr, neden Onun gönlünü yapmakdan çekindi ve bu hurmalığı Ona bağışlamadı? Böylece, arada kırıklık olmaz, dedikodulara yol açılmazdı. Bu iş tatlılığa bağlanmış olurdu.
Hazret-i Ebû Bekr, bunu çok düşündü ve çok arzû etdi ve çok sıkıldı. Eğer, hazret-i Fâtımanın mubârek gönlünü, bu yol ile hoş etmeğe karâr verseydi, dinde iki büyük yara açılırdı: Herkes, halîfe için, din işlerinde taraf tutuyor, hakkı değil de, gönül almağı düşünüyor, da’vâ kazanılmadığı hâlde, dostlarının dilediğini yapıyor. İşçilere, köylülere gelince, senedle, şâhidlerle da’vânın kazanılması için, taş sökdürüyor derlerdi. Öyle lâfların yayılması ise, dinde kıyâmete kadar sürüp gidecek karışıklığa yol açardı. Bundan başka, hâkimler, kâdîlar, halîfenin bu işini örnek alarak, gevşek davranırlar. Hükmlerinde taraf tutarlardı. İkinci yaraya gelince: Halîfe, Fedek bağçesini hazret-i Fâtımaya bağışlasaydı, Resûlullahın, sadakadır buyurarak mülkünden çıkarmış olduğu şeyi, tekrar Onun vârisinin mülküne sokmuş olurdu. Hâlbuki bir Hadîs-i şerîfde, (Sadakayı geriye alan kimse, kusduğunu yiyen köpek gibidir) buyurulduğunu biliyordu. Bu korkunç işi bile bi-
le hiç yapamazdı. Dinde hâsıl olacak bu iki yaradan başka, dünyâ işinde de, büyük bir sıkıntı başgösterecekdi. Hazret-i Abbâs ve Resûlullahın mubârek zevceleri de, hak arıyacaklar, herbiri, böyle bir bağçe veyâ çiftlik istiyeceklerdi. Hazret-i Ebû Bekr için, altından kalkılamıyacak bir yük olacakdı. Bütün bu felâketlere ve sıkıntılara yol açmamak için, hazret-i Fâtımanın gönlünü hoş edemedi. Çünki Hadîs-i şerîfde, (Mü’minin başına iki belâ gelirse, hafîfini seçsin!) buyurulmuşdur. Hazret-i Ebû Bekr de böyle yapdı. Çünki, bu sıkıntı, giderilebilirdi. Nitekim düzeltildi. Hâlbuki, öteki yaralar kapatılamazdı. Din işleri karışır, bozulurdu.
B - İkinci şübheye gelince: Hazret-i Ebû Bekrle hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhümâ” arasındaki bu anlaşmazlık sona erdiğini, Sünnî kitâbları da, Şî’î kitâbları da bildirmekde ise de, Fâtımatüz-zehrâ kendi cenâzesinde hazret-i Ebû Bekrin bulunmasını niçin istemedi? Hazret-i Alînin, kendisini gece defn etmesini, niçin vasıyyet etdi?
Bunun cevâbında deriz ki, hazret-i Fâtımanın gece defn edilmeği vasıyyet etmesi, fazla örtünmesinden ve aşırı hayâsından dolayı idi. Nitekim, vefât edeceğine yakın (Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum) buyurmuşdu. O zemân kadınları tabutdan kefene sarılı olarak perdesizçıkarmak âdet idi. Esmâ binti Ümeyr buyuruyor ki, (Habeşistanda iken hurma dallarını çadır gibi ördüklerini görmüşdüm, dedim. Hazret-i Fâtıma, (Bunu yanımda yap da göreyim) dedi. Yaparak gösterdim. Çok hoşuna gitdi ve güldü. Resûlullah vefât etdikden sonra, güldüğü hiç görülmemişdi. (Öldükden sonra, beni sen yıka, Alî de bulunsun. Başka kimse içeri girmesin) diye vasıyyet etdi). İşte bunun için hazret-i Alî, cenâzesine kimseyi çağırmadı. Bir habere göre, hazret-i Abbâs, Ehl-i beytden birkaç kişi ile cenâze nemâzını kılıp, gece defn etdiler. Başka haberlere göre, ertesigün, Ebû Bekr Sıddîk, Ömer Fârûk ve birçok Sahâbî hasta ziyâreti için, hazret-i Alînin evine geldiler. Vefât edip defn edildiğini anlayınca, (Bize niçin haber vermedin? Nemâzını kılardık. Hizmetini görürdük) diyerek üzüldüklerini bildirdiler. Hazret-i Alî, kendisini erkeklerin görmemesi için, gece defn olunmasını vasıyyet etdiğini, vasıyyeti yerine getirmek için böyle yapıldığını söyliyerek özr diledi. (Faslülhitâb) kitâbında diyor ki: Ebû Bekr-i Sıddîk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Abdürrahmân bin Avf ve Zübeyr bin Avvâm, yatsı nemâzında mescidde idiler. Hazret-i Fâtıma ise, Resûlullahın vefâtından altı ay sonra Ramezân-ı şerîfin üçüncü salı gecesi akşamı ile yatsı arasında vefât etmişdi. Yirmi dört
yaşında idi. Hazret-i Alînin teklîfi üzerine, hazret-i Ebû Bekr imâm olup, dört tekbîr ile nemâzını kıldırdı.
Hazret-i Ebû Bekrin defnde bulunmaması yukarıda bildirilen sebeblerden idi. Aralarında geçimsizlik olsaydı, cenâze nemâzını hazret-i Ebû Bekr kıldırmazdı. Sünnî ve şî’î kitâblarının birlikde bildirdiklerine göre, hazret-i Hüseyn, imâm-ı Hasenin cenâze nemâzını kıldırması için, hazret-i Mu’âviyenin Medîne-imünevveredeki vâlîsi olan Sa’îd bin Âs hazretlerine işâret eyledi. (Cenâze nemâzını emîrin kıldırması, dedemin sünneti olmasaydı seni imâm yapmazdım) dedi. Bundan anlaşılıyor ki, hazret-i Fâtıma, hazret-i Ebû Bekrin nemâzı kıldırmaması için vasıyyet etmemişdir. Eğer, cenâze nemâzını hazret-i Ebû Bekr kıldırmasın, diye vasıyyet etmiş olsaydı, hazret-i Hüseyn, hazret-i Fâtımanın vasıyyetine uymıyan bir hareketde bulunmazdı. Sa’îdbin Âs’ın imâm olmak için hazret-i Ebû Bekrden binlerle derece aşağı olduğu meydândadır. Dahâ altı ay önce, hazret-i Fâtımanın yüksek babası Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekri bütün Muhâcir ve Ensâra imâm yapmışdı. Hazret-i Fâtımanın, altı ay gibi kısa bir zemân içinde bunu unutacağı düşünülemez.
4- (Biri gene hazret-i Resûlün bu ciğerpâresinin kaburga kemiklerini ve kolunu kırıyor. Bu da yetmiyormuşcasına kara yüzünü görmek istemiyen ve üzerine kapıyı kapatmak istiyen hazret-i Fâtıma anaya hücûm ederek bî’at etmezseniz evinizi yakacağım, yıkacağım, diyor. O mazlûm anayı kapı arasında sıkışdırarak, Muhsin ismi verilen ma’sûm-i pâkin zâyi’ine sebeb oluyor) diyor.
Bu yalanları Hasen Kusûrî (Dışlıklı Hasen efendi)nin Necm-ül-Kulûb ve Kumru adlı eserlerinden aldığını bildiriyor.
Bu iftirâlarla, müslimânların gözbebeği olan ve âyet-i kerîmeler ile medh-ü senâ buyurulan ve Hadîs-i şerîflerle Cennete gideceği müjdelenen ve adâleti, şânı ve şerefi dünyâ târîhlerinidolduran, müslimânların yüce emîri, hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” efendimize karşı kalblerde dolu olan sevgi ve saygıyı sarsmağa yelteniyor. Sened olarak gösterdiği kimse, ne Ehl-i sünnet ve ne de şî’î âlimleri arasında bulunmadığı, iki eserin de ne oldukları belli olmadığı için, kalemimizi onlara bulaşdırmayacağız. Bu alçak yalanların cevâbını yine (Tuhfe) kitâbından dinliyelim:
Yalnız Ehl-i sünnet değil, şî’îler de hurûfîlerin bu yalanlarını şiddet ile red ediyorlar. Ancak, ayak tabakaları, soysuz, edebsiz birkaç sapık tarafından yayılmışdır, diyorlar. O sapıklar da (Evi yakmak istemişdi. Fekat bu işi yapmağa kalkışmadı) şeklinde
yaydılar. Hâlbuki istemek kalbde olur. Bunu, Allahü teâlâdan başka kimse anlıyamaz. Eğer sapıklar, (Yakacağını söylememişdi,yakarım diye korkutmuşdu) demek istiyorsa, hazret-i Ömer, bu sözü ile birkaç kişiyi korkutmuşdur. Bunlar, hazret-i Fâtımanın evinin yanında toplanmışlardı. (Biz burada oldukça kimse bize bir şey yapamaz) demişlerdi. Bunlar, halîfe seçimini karışdırmak, fitne fesâd çıkarmak istiyorlardı. Hazret-i Fâtıma, bunların gürültüsünden çok sıkılmışdı. Fekat, başını çıkarıp oradan kovmağa edebi, hayâsı bırakmıyordu. Ömer-ül-Fârûk, oradan geçerken, bunları gördü ve anladı. Onları korkutmak için, (Evi başınıza yıkarım) dedi. Böyle söylemek, korkutmak için Arabistânda âdet hâlinde idi. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de nemâza gelmiyenleri, imâma uymıyanları irşâd için, (Eğer bu hâlden vazgeçmezlerse, evlerini başlarına yıkarım) buyurmuşdu. Hazret-i Ebû Bekr Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz tarafından nemâz için imâm yapılmışdı. Ba’zı kimseler, Ona uymamağı, cemâ’ate karışmamağı düşünmüşlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Onları böyle korkutmuşdu. Hazret-i Ömerin de böyle söylemesinde bir incelik vardır. Bundan başka, Mekke feth olunduğu gün, İbni Hatal adındaki bir kâfirin Peygamber efendimizi kötüliyen şi’rler söylediği bildirilmişdi. Kendisinin Kâ’be-i mu’azzamaya sığındığı, perdesinin altında saklandığı haber verildi. (Hiç çekinmeyiniz. Hemen orada öldürünüz!) buyuruldu. Allahü teâlânın dînine karşı gelenlerin, Allahın evine sığınması câiz olmayınca, nasıl olur da, hazret-i Fâtımanın dıvârına sığınabilirler? Hazret-i Fâtıma da, o sapıkların sığınmasından nasıl olur da üzülmez? Çünki, Resûlullahın o temiz kerîmesi “radıyallahü teâlâ anhâ”, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmış idi. Sahîh haberlerden anlaşıldığına göre, hazret-i Fâtıma da, onların dağılmasını emr buyurmuşdu.
Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” şehîd edilince, hazret-i Alî halîfe olduğu zemân, birkaç kişi ortalığı karışdırmak için, Mekkeden Medîneye gitdiler. Mü’minlerin annesi olan hazret-i Âişenin evine sığınarak, hazret-i Osmânın kâtillerine kısâs yapılmasını istediler. Muhârebeye hâzır olduklarını bildirdiler. Bunların içinde Eshâb-ı kirâmdan kimse yokdu. Hazret-i Alî haber alınca, bunları orada öldürtdü. Bu işi yaparken, Resûlullahın muhterem zevcesine saygısızlık olacağını düşünmedi. Bu işde, Resûlullahın mubârek zevcesine olan saygısızlık yanında, hazret-i Ömerin korkutmak için söylediği söz, pek küçük kalmakdadır. Evet hazret-i Alî, yerinde bir iş yapmışdı. Bütün müslimânlara yayılacak fitne ve fesâdı önlerken, böyle küçük ve ince şeyleri gö-
zetmesi lâzım olmazdı. Bunu gözetmek için fitneyi başlangıçda ezmeseydi, din ve dünyâ işleri karmakarışık olurdu. Hazret-i Fâtımanın evine saygı göstermek lâzım olduğu gibi, Resûlullahınmuhterem zevcesine de saygı göstermek lâzım idi. Hazret-i Ömer, yalnız korkutmak için söylemişdi. Bir şey yapmamışdı. Hazret-iAlî ise, işlerin en ağırını yapdı. Hazret-i Ömerin sözü, hazret-i Alînin yapdığı işden çok hafîf olduğu hâlde, bu sözü için Onu kötülemek, te’assub ve inâddan başka bir şey olamaz. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri, hazret-i Alînin halîfe olduğunu ve milletin selâmeti için, hazret-i Âişenin hâtırını ve hurmetini gözetmediğini söylüyor. Ona dil uzatmağa izn vermiyor. Hurûfî yalanlarına göre ise, hazret-i Ebû Bekrin hilâfeti haksız olduğundan, Onu korumak için hazret-i Fâtımanın evine karşı saygıyı gözetmemek pek büyük günâh imiş. Bu sözleri, çok câhilce ve ahmakça bir düşünüşün ifâdesidir. Çünki, Ehl-i sünnete göre, iki hilâfet de hak üzeredir.Hem de, hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekrin hilâfetini haklı biliyordu ve ortada hilâfeti kabûl etmiyen yokdu. İslâmın başlangıcında, din ve îmân fidanının henüz sürmeğe başladığı zemânda, bu haklı hilâfetin düzenini bozanların, fitne ve fesâd çıkarmak istiyenlerin öldürülmesi lâzım iken, hazret-i Ömerin söz ile korkutması niçin kötülenecek birşey olsun? Şuna da şaşılır ki, şî’î âlimlerinden birkaçı, Resûlullahın halasının oğlu Zübeyr bin Avvâm, hazret-i Ömerin korkutduğu gençler arasında idi diyor. Bunlar hiç düşünmiyorlar mı ki, hazret-i Ebû Bekrin hilâfetinde, Zübeyr bin Avvâmın fesâdcılar arasında bulunması, hiç kusûr olmuyor da, yine bu Zübeyrin hazret-i Osmânın kısâsını istediği zemân sert konuşması, öldürülmesine sebeb oluyor. Hazret-i Fâtımanın evinde fesâd hâzırlamak, fitneye kalkışmak hoş görülüyor da, Resûlullahın muhterem zevcesinin yanında hazret-i Osmânın kâtillerinden şikâyet etmek veyâ kısâslarını istemek niçin büyük suç sayılıyor? “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”. Bu farklar, hep bozuk inanışlardan ileri gelmekdedir.
Nemâzı cemâ’at ile kılmanın fâidesi, insanın kendinedir. Cemâ’ati terk edenin hiçbir müslimâna zararı olmaz. Böyle olduğu hâlde, cemâ’ati terk edenleri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, evlerini yıkmakla korkutdu. Hazret-i Ömerin, zararı bütün müslimânlara, hattâ başdan başa, bütün islâmiyyete yayılacak olan bir fitne ve fesâdı çıkaranların evlerini yakmakla korkutması niçin câiz olmasın? Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, hazret-i Fâtımanın evindeki perdelerden canlı resmleri çıkarılıncaya kadar içeri teşrîf etmedi. Hattâ, Kâ’be-i mu’azzama içindeki hazret-i İbrâhîmin ve hazret-i İsmâ’îlin olduğu söyleni-
len heykeller çıkarılmadıkça içeri girmedi. Hazret-i Fâtımanın muhterem ve mubârek evi yanında fesâd çıkarıldığını görünce,(Evi başınıza yıkarım) diye hazret-i Ömerin fesâdcıları korkutması neden suç olsun? Edebi gözeterek bu tehdîdi yapmamalı idi denilirse, mühim işler ve büyük tehlükeler karşısında, kimse edebi gözetemez. Çünki, hazret-i Alî “radıyallahü anh” da, hurmet edilmesi vâcib olan hazret-i Âişe-i Sıddîkaya karşı lâzım olan edebi gözetmemişdi. Görülüyor ki, hazret-i Ömeri, ma’sûm olan imâmın yapdığı işe uygun bir hareketinden dolayı kötülemek, Ona dil uzatmak, şî’î mezhebine göre de uygun olmamakdadır.
5- (Zâlimler zulmüne devâm ediyorlar. Diğeri Resûlullahın yüzüne tüküren ağzı köpüklenmiş cibilliyetsiz üvey kardeşi Ukbe bin Velîdi vâlîlikle mükâfatlandırıyor. Bir tarafdan da, Resûlullahın sürgün eylediği kimseleri hilâfetin ikinci adamı mesâbesine çıkarıyor. Bütün bunların intikâmını hazret-i Hasen-i Müctebânın tabutuna ok atmak ve atdırmakla alıyor) diyor.
Burada da, Osmân-ı Zinnûreyne “radıyallahü anh” saldırmakdadır. Fekat, Ehl-i sünnetin boğazına geçirmek istediği ip, ayaklarına takılmakda, helâk olmakdadır. Şöyle ki, Resûlullahın yüzüne tüküren üvey kardeşi Ukbe bin Velîdi vâlî yapdı diye üçüncü halîfeye saldırırken, câhilliğini ortaya koymakdadır. Çünki, Resûlullahın mubârek yüzüne murdar salyasını fırlatan, Ebû Lehebin oğlu Uteybedir. Hazret-i Alînin amcası olan Ebû Leheb, Resûlullahın azılı düşmanı idi. (Tebbet yedâ) sûresi gelerek, kendisinin ve Resûlullahın kapısına dikenleri yığan karısıÜmmi Cemîlin Cehenneme gidecekleri bildirilince, büsbütün kudurdu. Oğulları Utbe ve Uteybeyi çağırdı. Resûlullahın kızlarını boşamalarını emr eyledi. Bu iki hâin, müşrik olduklarından, Resûlullahın dâmâdlığı gibi bir şerefi ellerinden çıkardılar. Uteybe, yalnız Ümm-i Gülsümü “radıyallahü anhâ” boşamakla kalmadı. Resûlullahın huzûruna gelip, (Sana inanmıyorum. Seni sevmiyorum. Sen de beni sevmezsin. Onun için kızını boşadım) dedi. Resûlullahın üzerine saldırdı. Mubârek yakasından tutdu. Gömleğini yırtdı. Murdar salyasını akıtarak def’ oldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, (Yâ Rabbî! Bunun üzerine canavarlarından birini gönder!) buyurdu. Cenâb-ı Hak, Peygamberinin düâsını kabûl buyurdu. Habîs, Şâma giderken (Zerka) denilen bir yerde, bir gece, bir arslan gelip, kâfile içinde, koklıyarak bunu buldu. Yalnız bunu parçaladı. Bu alçaklar, o iki dilberi boşadıkları zemân dahâ düğünleri olmamış idi. Böylece Resûlullahı geçim sıkıntısına sokmak istemişlerdi. Fekat, hazret-i Osmân “radıyallahü anh”, bu fırsatdan istifâde edip, Utbenin boşa-
dığı hazret-i Rukayyeyi kız olarak nikâh etmekle, Resûlullahın dâmâdı olmak şerefine kavuşdu. Hazret-i Osmân, çok güzeldi. Sarışın beyâzdı. Ebû Lehebin veledlerinden katkat dahâ zengin idi. Resûlullaha çok eziyyet edenlerden biri, Ukbe bin Ebî Muayt idi. Resûlullah mescid-i harâmda nemâz kılarken, bu habîs gelip, mubârek başına işkembeler koymuşdu. Bir kerre de hücûm ederek mubârek gömleği ile mubârek boğazını sıkmışdı. Oradan geçen hazret-i Ebû Bekr, (Benim Rabbim Allah diyeni mi öldürüyorsun?) diyerek, Resûlullaha yardım eyledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” orada bulunan kâfirlerin ismlerini sayarak, (Yâ Rabbî! Bunları azâb çukuruna doldur) buyurdu. Abdüllah ibni Mes’ûd buyuruyor ki, (Bedr gazâsında, bunların hepsi katl edilip, bir çukura doldurulduğunu gördüm. Yalnız Ukbe bin Ebî Muayt, o gazveden dönüşünde yolda katl edildi). Görülüyor ki, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok işkence eden Uteybe veUkbe kâfirleri, halîfeler zemânlarına yetişmemişlerdi. Önceden Cehenneme gitmişlerdi. Bunları vâlî yapdı demek, büyük câhilliğin ifâdesidir.
Evet, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh”, kardeşi Utbenin oğlunu Medîneye vâlî yapmışdı. Fekat, Onun adı Velîd bin Utbe idi. Velîd, elliyedi senesinde vâlî olunca, hazret-i Hüseyne ve başka Sahâbîye çok saygı gösterdi. Hattâ, Yezîd, halîfe olunca, Medînede kendine bî’at edilmesini sıkı emr etdiği hâlde, bunu sağlıyamadığı ve hazret-i Hüseyni serbest bırakdığı için, Velîdi azl etmişdi.
Sonbehâr mecmû’asındaki bu yazının, hazret-i Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” atılan bir taş olduğu meydândadır. Çünki, hazret-i Osmân, üvey kardeşi, ya’nî ana bir kardeşi olan Velîdi Kûfe emîri yapmışdı. Fekat bu yazarın dediği gibi, Ukbe bin Velîd değildir. Velîd bin Ukbe idi. Ya’nî Ukbe kâfirinin oğlu idi. Bunun adını tersine yazmakdadır. Bu Velîd, Mekkenin fethinde îmâna geldi. Alçak işi yapan, bu değildi. Resûlullah, dokuzuncu yılda, bunu Benî Mustalık zekâtını toplamağa me’mûr etmişdi. Yazarın, ismleri karışdırdığını kabûl ederek, buna da cevâb verelim.
Sâ’d ibni Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” Beytülmâl me’mûru olan Abdüllah ibni Mes’ûddan “radıyallahü anh” ödünç mal almışdı. Bunu ödiyemedi. Bu iş, Küfe şehrinde ağızdan ağıza yayıldı. Halîfe Osmân “radıyallahü anh”, bunu işitince, Sâ’d hazretlerini emîrlikden azl etdi. Yerine, güvendiği Velîdi getirdi. Velîd, iyi bir idâreci idi. Küfedeki dedikodulara son verdi. Kendini halka sevdirdi. Azerbaycân halkı isyân etdi. Velîd, asker topladı. Birliklere kuvvetli emîrler ta’yîn etdi. Askerin içinde, Medayn emî-
ri olan Huzeyfe-i Yemânî hazretleri de vardı. Velîd, kendisi idâre ederek isyânı basdırdı. Kâfirlerle de gazâ edip, çok ganîmet aldı. Büyük bir rum ordusunun Sivas ve Malatyaya doğru geldiği işitildi. Velîd, Şâm askerine Irakdan yardım gönderdi. Anadoluda çok yerler feth olundu. Hicretin otuzuncu yılında, Velîdi çekemiyenler, şerâb içiyor diye, Abdüllah ibni Mes’ûd hazretlerine şikâyet etdiler. O da, (Biz günâhı açık olmıyan kimse ile uğraşmayız) buyurdu. Halîfeye de şikâyet etdiler. Hazret-i Osmân Velîdi Medîneye çağırdı. Araşdırdı. Şerâb içdiği anlaşıldı. Had cezâsı vuruldu. Yerine Sa’îd bin Âs ta’yîn edildi. Velîdi, hazret-i Ömer de vaktîle Cezîrede me’mûr yapmışdı. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” vâlîleri üzerinde aşağıda geniş bilgi vereceğiz. Hazret-i Hasenin tabutuna ok atdırdılar, iftirâsı ise, Ehl-i sünnet düşmanı olan hurûfîlerin kuyruklu yalanlarındandır. Bunun doğrusunu, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbı şöyle anlatıyor:
Hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh”, hicretin kırkdokuzuncu senesinde, büyük kardeşi hazret-i Haseni, Hucre-i se’âdete defn etmeğe hâzırlanırken, işinden atılmış olup Medînede bulunan Mervan, biz buraya kimseyi defn etdirmeyiz, dedi. Medînede bulunan Emevîleri topladı. Hâşim oğulları da silâhlanıp, bunlara karşı koymağa hâzırlandı. Ebû Hureyre, hazret-i Hüseyne “radıyallahü anhümâ” nasîhat verip, O da, kardeşini (Bakî’) kabristânına götürdü. Böylece, bir karışıklığın önü alınmış oldu. Emevîlerden, Medînevâlîsi olan Sa’îd bin Âs, cenâzede bulundu. Âdet üzere, cenâze nemâzını bu kıldırdı.
Mısrlı Seyyid Kutb adındaki bir yazarın da, hazret-i Osmâna “radıyallahü anh” dil uzatması da, kendisinin hurûfî kitâblarına aldanmış olduğunu gösteriyor. Belirli birkaç kişi tarafından islâm âlimi, hattâ müctehid olarak tanıtılmağa çalışılan ve kitâbları türkçeye terceme edilip gençlerin önüne sürülen bu adam, 1377 (m. 1958) senesinde basılmış olan (El adâletül İctimâ’iyyetü fil-islâm) kitâbının yüzseksenaltıncı ve sonraki sahîfelerinde, müslimânların gözbebeği olan bu mubârek halîfeye karşı çok çirkin ve saygısızca kelimelerle iftirâlar etmekdedir. Hepsini yazmağa islâmî hayâmız mâni’ olduğu için, birkaç sahîfesinden birkaç satırını terceme etmekle iktifâ ediyoruz:
(Çok yaşlı olan Osmânın hilâfete geçmesi, tâli’in kötülüğü oldu. Müslimânların işlerini idâre etmekden âciz idi. Mervanın ve Emevîlerin aldatmalarına karşı za’îf idi. Müslimânların mallarını gelişigüzel harc ediyordu. Bu hâli çok zemân dedikodu konusu oluyordu. Akrabâsını milletin başına geçiriyordu. Bunların arasında, Resûlullahın tard etmiş olduğu Hakem de vardı. Bunun
oğlu Hârisin kızını kendi oğluna aldığı zemân Beytülmâldan ikiyüzbin dirhem ihsânda bulundu. Beytülmâl hâzini olan Zeyd bin Erkam, ertesi sabâh ağlıyarak geldi. İşinden afv edilmesini diledi. Müslimânların malını akrabâsına dağıtdığı için isti’fâ etdiğini anlayınca, akrabâma iyilik etdiğim için mi ağlıyorsun, dedi. Hayır, onun için değil. Fekat bu malları Resûlullah hayâtda iken, Allah yolunda verdiğin mallara karşılık olarak aldığını düşünerek ağlıyorum, dedi. Osmân, bu söze kızıp, Beytülmâlın anahtarlarını bırak git! Başkasını bulurum dedi. Osmânın isrâflarını gösteren, böyle dahâ nice misâller vardır. Zübeyre altıyüzbin, Talhaya ikiyüzbin ve Mervana Afrikıyye harâcının beşde birini verdi. Eshâb ve öncelikle Alî bin ebî Tâlib bunları işitince onu azarladılar.
Mu’âviyenin mülkünü genişletip Filistini de Ona verdi. Hakemi ve süt kardeşi Abdüllah bin Sa’d ve başka akrabâsını vâlî yapdı. İslâmın rûhundan bu ayrılığını gören Eshâb, Medîneye toplandılar. Halîfe pek yaşlı ve gücü tükenmiş olup, işler Mervanın elinde kaldı. Halk, Osmâna nasîhat vermek için Alî bin ebî Tâlibi gönderdiler. Uzun konuşdular. Bu arada: Şimdi vâlî olan Mugîre,Ömer zemânında da vâlî değil mi idi? Evet vâlî idi, dedi. Osmân yine sordu: Ömer, bütün hilâfeti müddetince, Mu’âviyeyi vâlî yapmadı mı? Evet yapdı. Fekat Mu’âviye Ömerden çok korkardı. Şimdi o, senin haberin olmadan işler çeviriyor. Millete de, Osmân böyle emr etdi, diyor. Sen bunları işitiyorsun da Mu’âviyeye birşey diyemiyorsun, dedi. Osmân zemânında, hak ile bâtıl, hayr ile şer karışdı. Osmân dahâ önce halîfe olsaydı, genç olurdu. Dahâ sonra halîfe olsaydı, ya’nî Alî Onun yerine olsaydı, Emevîler işe karışmazdı. İyi olurdu) gibi şeyler yazıyor. Bundan sonra da, islâm halîfelerine, en çok hazret-i Mu’âviyeye çatıyor... Beytülmâlı keyfleri, zevkleri için harc etdiler. Bütün bu yolsuzluklara Osmân sebeb oldu, diyor.
Seyyid Kutbun bu yazılarının yalan ve yanlış oldukları, (Tuhfe) kitâbında vesîkalarla isbât edilmekdedir: Hazret-i Osmân “radıyallahü anh”, Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile halîfe seçildi. Onu seçenler arasında hazret-i Alî de vardı. Seyyid Kutb, hazret-i Osmâna dil uzatmakla, Eshâb-ı kirâmın sözbirliğine ve hattâ, (Ümmetim yanlış bir iş üzerinde sözbirliği yapmaz) Hadîs-i şerîfine karşı gelmekdedir.
(Mir’ât-ı kâinât)da diyor ki: Üçüncü halîfe olan hazret-i Osmân bin Affân bin Ebil’âs bin Ümeyye bin Abdi Şems bin Abdi Menâf bin Kusey, Resûlullaha ilk îmân eden erkeklerin dördüncüsüdür. Amcası Hakem bin Ebil’âs, hazret-i Osmânı bağlayıp, dedelerinin dînine dönmezsen seni çözmem, dedikde, ölürüm de dî-
nimi aslâ terk etmem, dedi. Amcası ümmidini kesip bağlarını çözdü. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vahy kâtibi idi. Resûl “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın emri ile kızı Rukayyeyi buna verdi. Rukayye, Bedr gazâsı yapılırken, Medînede vefât edince, ikinci kızı Ümm-i Gülsümü verdi. O da, hicretin dokuzuncu senesinde vefât edince, (Dahâ kızlarım olsaydı, onları da Osmâna verirdim!) buyurdu. Ümm-i Gülsümü verince, (Kızım! Zevcin Osmân, ceddin İbrâhîm Peygambere ve baban Muhammede “aleyhisselâm” herkesden dahâ çok benzemekdedir) buyurmuşdu. Bir Peygamberin iki kızını nikâhlamak, hazret-i Osmândan başka hiçbir insana nasîb olmamışdır. Resûl aleyhisselâmın yanına hazret-i Osmân gelince, Resûl aleyhisselâm, etekleri ile mubârek ayaklarını örtdü. Hazret-i Âişe bunun sebebini sordukda, (Ondan melekler hayâ ediyor. Ben hayâ etmez miyim?) buyurdu. Bir Hadîs-i şerîfde, (Osmân Cennetde benim kardeşimdir ve hep yanımdadır) buyurdu. Tebük gazvesinde islâm askeri pek çokdu. Gıdâ maddesi ve harb vâsıtası azdı. Sıkıntı çekilecekdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh”, öz ticâret malından üçbin deve, yetmiş at, onbin altın getirdi. Resûlullah, bunları askere dağıtıp, (Bugünden sonra, Osmâna günâh yazılmaz) buyurdu. İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin (Câmi’ussagîr) kitâbındaki Hadîs-i şerîfde, (Cehenneme girmesi lâzım gelen yetmişbin günâhkâr müsliman, Osmânın şefâ’ati ile, süâlsiz, hesâbsız Cennete girecekdir) buyuruldu. Hazret-i Osmânın din bilgisi pekçokdu. Din bilgileri üzerinde hazret-i Ömer ile öyle konuşmalar yapardı ki, işitenler kavga ediyorlar, sanırlardı.
(Tuhfe) kitâbında diyor ki, hazret-i Osmân “radıyallahü anh”, halîfe iken, herkese lâyık olduğu vazîfeyi verirdi. Herkesi yapabileceği işde kullanırdı. Halîfenin gaybı bilmesi lâzım değildir. Hazret-i Osmân da, güvendiklerini, iş adamı olarak bildiklerini ve emîn, âdil olarak tanıdıklarını ve emrlerine karşı gelmez zan etdiklerini iş başına getirmişdir. Bundan dolayı kimsenin Ona dil uzatmağa hakkı yokdur. Ona karşı olanlar, Onun bu haklı hareketlerini de kötü gösteriyorlar. Hazret-i Osmânın vâlîleri, emîrleri, Onu sevmekde ve emrlerini yapmakda, askerlikde, memleketler feth etmekde ve çalışkanlıkda, en seçme kimselerdi. Onun zemânında, islâm memleketlerini garbda İspanyaya kadar, şarkda Kâbil ve Belhe kadar, bunlar genişletdi. İslâm ordularını denizde ve karada zaferden zafere ulaşdırdılar. İkinci halîfe zemânında, fitne, fesâd ocağı olan Irak ve Horasanı o kadar temizlediler ki, kıpırdanmalarına meydân bırakmadılar. Eğer bu vâlîlerden birkaçında, hazret-i Osmânın umduğu gibi çıkmıyan işler
görüldü ise, Ona niçin kusûr sayılsın? Böyle işleri görünce, hiç susmazdı. Yâhud çekemiyenlerin iftirâları olunca, işin doğrusunu araşdırırdı. Çünki hükûmet adamlarının düşmanı ve çekemiyenleri çok olur. Herkesin şikâyeti ile me’mûr değişdirilirse, memleketin idâresi altüst olur. Araşdırırdı. Şikâyetler doğru çıkarsa, hemen azl ederdi. Böylece, Velîdi azl etdi. Hazret-i Mu’âviye, Ona ısyân etmedi. Şâmda, herkese kendini sevdirmişdi. Bunun emrinde bulunanlardan hiç kimsenin burnu kanamıyordu. Müslimânları adâlet ile idâre ediyor, kâfirlerle de cihâd ediyordu. Böyle bir kahramanı kim azl eder? Mısr vâlîsi olan Abdüllah bin Sa’di de niçin azl etsin? O, hazret-i Osmândan sonra, bir yana çekildi. Karışıklıklardan uzak kaldı. Mısrdan Medîneye, Onun için gelen şikâyetler, hep İbni Sebe’ yehûdîsinin başı altından çıkıyordu. Sözün kısası, hazret-i Osmân, vazîfesini tâm yapdı. Fekat, takdîr, tedbîrine uygun olmadığından, yehûdîlerin çıkardığı fitne ateşi söndürülemedi.
Hazret-i Osmânın hâli, her bakımdan, hazret-i Alîye benzemekdedir. Hazret-i Alînin de çeşidli tedbîrleri fâidesiz kaldı. Yalnız, hazret-i Osmânın vâlîleri, kendisini seviyorlar, emrlerini hep yapıyorlardı. Ganîmetleri halîfeye muntazam gönderiyorlardı. Bütün müslimânlar, mal sâhibi, râhat ve huzûr içinde idi. Hattâ, fitne çıkmasına bu zenginlik de yardım etdi. Hazret-i Alînin vâlîleri ise, kendisine ısyân etdi. Vazîfelerini yapmadılar. Devlet işleri aksadı. Hazret-i Alînin akrabâsı, amcasının çocukları da böyle yapdı. Hazret-i Osmânı lekelemeğe kalkışanlar, Ehl-i sünnet âlimlerine inanmazlarsa, şî’î kitâblarını okusunlar. O zemân anlarlar. Şî’îlerin en kıymetli kitâblarından olan (Nehc-ül-belâga) kitâbında, hazret-i Alînin amcasının oğluna yazdığı mektûb var. Burada, o münâfıka olan güvenini bildiriyor. Nehc-ül-belâga, sonra bunun hıyânetlerini uzun yazıyor. Hazret-i Alînin vâlîlerinden Münzir bin Cârut da hâin çıkdı. Halîfenin ona yazdığı tehdîd mektûbu, şî’î kitâblarının çoğunda vardır. Hazret-i Alî de, bu vâlîleri için lekelenemez. Peygamberler bile münâfıkların tatlı dillerine aldanmışdı. Fekat, Onlara vahy gelerek, münâfıkların çoğunun yüzkarası meydâna çıkarıldı. Şî’îler, imâmların gaybı bilmesi lâzımdır, diyorlar. Hazret-i Osmâna bunun için dil uzatıyorlar. Bu inançları ile, hazret-i Alîyi “kerremallahü vecheh” de lekelemiş oluyorlar. Bunlara göre hazret-i Alî, önceden bildiği hâlde, hâinleri müslimânların başına getirmiş oluyor. Meşhûr Ziyâd bin Ebîh hâinini de hazret-i Alî vâlî yapmışdı.
Mervânın babası olan Hakem bin Âsı Medîneye kabûl etdiği için de, hazret-i Osmâna çatıyorlar. Resûlullah “sallallahü aley-
hi ve sellem”, Hakemi münâfıklarla dost olduğu için ve müslimânlar arasında fitne çıkardığı için, Medîneden sürmüşdü. İki halîfe zemânında kâfirler temizlendi. Münâfıklar kalmadı. Hakemin sürgünde kalması sebebi ortadan kalkmış oldu. İki halîfe, onun geri gelmesine izn vermemişlerdi. Çünki, fitne ve fesâd, yine çıkabilirdi. Hakem, Benî Ümeyyeden idi. İki halîfe, Temîm ve Adiy kabîlelerinden idiler. Câhiliyyet zemânındaki düşmanlıklar hâtırlara gelebilirdi. Hazret-i Osmân ise, Hakemin erkek kardeşinin oğlu idi. Bu korku aradan kalkmış oldu. Bunun için, (Onu Medîneye getirmek için Resûlullahdan izn almışdım. Halîfe Ebû Bekre söylemişdim, izn aldığıma şâhid istedi. Şâhid olmadığı içinsusmuşdum. Halîfe Ömer, belki benim sözümü kabûl eder, demişdim. O da şâhid istemişdi. Ben halîfe olunca, bildiğime göre izn verdim) buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hasta iken, (Bana sâlih biri gelse de, ona birşey söylesem) buyurmuşdu. Ebû Bekri çağıralım, dediler. (Hayır) buyurdu. Ömeri çağıralım, dediler. (Olmaz) buyurdu. Alîyi çağıralım, dediler. Yine (Olmaz) buyurdu. Osmânı çağıralım, dediler. (Evet) buyurdu. Hazret-i Osmân gelince, Ona birşeyler söyledi. Bu arada, belki Hakem için de şefâ’at dilemiş ve kabûl buyurulmuşdur. Hakemin son zemânlarında nifak ve fesâddan tevbe etdiği de bilinmekdedir. Zâten, Medîneye geldiği zemân çok ihtiyâr idi. Birşey yapacak hâlde değildi.
Akrabâsına verdiği ihsânlar da, hurûfî kitâblarının ve Seyyid Kutbun iddi’â etdikleri gibi, beytülmâldan değildi. Kendi öz malından idi. Abdülganî Nablüsî hazretleri (Hadîka) kitâbında, ikinci cild, yediyüzondokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Dört halîfeden üçü, beytülmâldan, ya’nî devlet hazînesinden maâş alırlardı. Yalnız hazret-i Osmân maâş almazdı. Çünki, çok zengindi. Maâşa ihtiyâcı yokdu). (Berîka) kitâbında da, bindörtyüzotuzbirinci sahîfede, böyle yazdıkdan sonra, (Osmân “radıyallahü anh” şehîd olduğu gün hizmetçisinde, kendi malı olarak, yüzellibin dînâr altın ve bir milyon dirhem gümüş ve ikiyüzbin altın değerinde elbise bulundu) diyor. Kendisi kumaş tüccârı idi. İhsânları, yalnız akrabâsına değildi. Herkese ikrâmı boldu. Allah rızâsı için, çok hayr yapardı. Her Cum’a günü, bir köle âzâd ederdi. Hergün Eshâb-ı kirâma ziyâfet verirdi. Allah rızâsı için verilen mallara isrâf diyen kimse yokdur. Akrabâya yapılan sadakaya ise, iki kat sevâb olduğu Hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Hazret-i Osmân, Eshâb-ı kirâmı topladı. İçlerinde Ammâr bin Yâser de vardı. (Şâhid olunuz ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ihsân edilecekler arasında Kureyşi ve Benî Hâşimi öne almışdır. Eğer
Cennetin anahtarlarını bana verseler, Benî Ümeyyeyi Cennete doldururum. Dışarda kimseyi bırakmam) buyurdu. Hazret-i Osmânın bu sözüne karşı, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birşey demedi. Bütün ihsânlarını beytülmâldan veriyor sanmak, te’assub ve inâddır. Ona düşman olmanın alâmetidir. Kendisine sorduklarında, (Adâlete ve takvâya sığmayan bir hareketi bana yüklemeyiniz) buyurmuşdu. Hazret-i Osmân, oğlunu Mervânın kardeşi Hârisin kızına nikâh ederken, kendi malından bin dirhem gümüş gönderdi. Kızı Rumânı Mervâna nikâh ederken de, bin dirhem verdi. Bunların hiçbiri beytülmâldan değildi.
Seyyid Kutbun hurûfî kitâblarından ve Abbâsî târîhlerinden alarak yazdığı (Afrikıyyeden gelen ganîmetin beşde birini Mervâna bağışladı) sözü de iftirâdır. Hazret-i Osmân, yirmidokuz târîhinde, Abdüllah bin Sa’di, bin suvârî ve piyâde ile Afrikaya göndermişdi. O zemân, Tûnusun başşehri olan Afrikıyye şehrinde kanlı muhârebeler oldu. Müslimânlar gâlib geldi. Çok ganîmet ele geçdi. Abdüllah, bunun beşde birini Mervân ile halîfeye gönderdi. Yalnız para olarak beş bin altından ziyâde idi. Arada birkaç aylık yol olduğu için, bunları Medîneye getirmek çok güç ve tehlükeli idi. Bunun bin dirhemini Mervân satdı. Geri kalanını Medîneye getirdi. Müjde haberlerini de verdi. Çok düâlar aldı. Halîfe onun bu zahmetine ve müjdesine karşılık olarak, satılan kısmın parasından noksan kalanı Mervâna bağışladı. Bunu yapmak halîfenin hakkı idi. Hem de, Sahâbenin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yanında vâkı’ olmuşdu. Bir kimseye bin altın getirseler bunun birini veyâ dahâ çok mikdârını getirene bahşiş olarak verse, buna kimse isrâf demez. Nitekim, zekât toplıyan âmile de, ihtiyâcı kadar verilmesini, Allahü teâlâ emr etmekdedir. Abdüllah bin Hâlid için bin dirhem verdi, sözü de iftirâdır. Ona ödünç verilmesini emr eylemişdi. Abdüllah da borcunu ödemişdi. Dâmâdı Hârisin, Medînedeki tâcirlerden zekât toplarken haksızlık yapdığını işitince, Onu işden çıkardı ve cezâ verdi.
Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”, Hicâzdaki ve Irakdaki bakımsız yerleri, güvendiği kimselere, yakınlarına verir, zirâat âletleri de te’mîn ederek çalışdırır, millete çok toprak kazandırırdı. Zirâati gelişdirdi. Bağlar, meyve bağçeleri yetişdirdi. Kuyular kazdırdı. Kanallar açdırdı. Arabistânın kuru toprakları Onun zemânında en bereketli yerler gibi olmuşdu. Emniyyet ve huzûr da böylece, kendiliğinden hâsıl olmuşdu. Hırsızlık ve yırtıcı hayvanlar târîhe karışmışdı. Bunların yuvaları yerine, hanlar, müsâfirhâneler yapılmışdı. Ticâret ve nakliyyâtda kolaylık da, bunlara bağlı olarak, gelişmişdi. Bunlar, Arabistân için, acâyip ve
hârika sayılacak şeylerdi. Şimdi, yirminci asrın motorlu vâsıtaları ile bunlar yapılamıyor. (Arabistânda nehrler akmadıkça, kıyâmet kopmaz) Hadîs-i şerîfi, sanki hazret-i Osmânın zemânındaki medeniyyeti haber vermekdedir. Adî bin Hâtem Tâîye söylenen Hadîs-i şerîfde, (Ömrün çok olursa, bir kadının Hire şehrinden Kâ’beye râhat râhat Allahdan başka kimseden korkmadan geleceğini görürsün) buyurulmuşdu. Hazret-i Osmân zemânında malın, servetin artacağını, iş hayâtının gelişeceğini bildiren çok Hadîs-i şerîf vardır. Eshâb-ı kirâm, bu bereketi ve huzûru görünce, hazret-i Osmânın idâresini, başarısını takdîr eylediler. Onlar da, halîfe gibi çalışmağa başladılar. Hazret-i Alî, Yenbû’ ve Fedek ve Zühre denilen yerlerde, Talha, Gâbedde, Zübeyr, Zihaşebde, tarlalar ve bağlar yapdılar. Hicâz kıt’ası, ma’mûr oldu. Hazret-i Osmânın hilâfeti birkaç sene dahâ uzasaydı, Şîrâzın gül bağçelerinive Hiratın korularını geride bırakacaklardı. Ölü toprakları, Halîfeden izn alarak, herkesin kendi malı ile işletmesi câizdir. Bunu yapmak halîfenin kendisi için de niçin câiz olmasın? Böylece yetişdirdiği mahsûl, kendisine neye halâl olmasın? Hazret-i Osmân, kendi malı ile, çok toprakları ihyâ etdi. Bağlar, bağçeler yapdı. Kuyular kazdırdı. Sular akıtdı. Herkese önayak oldu. Millete iş imkânı sağladı. Yeni bir çığır açdı. (Mal, malı çeker) sözü gereğince, gelirleri katkat artdı. Onun zemânında, Medînede tarla sürmeyen, bağ yetişdirmiyen kimse kalmadı. Hindli Mevdûdî ile Mısrlı Seyyid Kutb, İslâm târîhlerini veyâ hiç olmazsa, Hindistânda yazılmış olan (Tuhfe) kitâbını okumuş olsalardı, Resûlullahın halîfelerini “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” lekelemekden belki hayâ ederlerdi. Onları medh ve senâ etmekden de âciz olduklarını anlarlar, edebli davranırlardı.
Beytülmâldan Zeyd bin Sâbite “radıyallahü teâlâ anh” bin dirhem bağışladı, sözü de, hâdiselere kötü gözle bakmanın ifâdesidir. Birgün beytülmâldan hakkı olanlara dağıtım yapılmasını emr eylemişdi. Bin dirhem kadarı artmışdı. Bunun, müslimânların hizmetinde kullanılmasını emr buyurdu. Zeyd, bu para ile mescid-i Nebevîyi ta’mîr eyledi.
Beşyüzyetmişaltıda vefât eden Şâfi’î âlimlerinden hâfız Ahmed bin Muhammed Ebû Tâhir Silefînin (Meşîhat) kitâbında ve ayrıca İbni Asâkir Alî bin Muhammedin bildirdikleri Hadîs-i şerîfde, (Ebû Bekri sevmek ve Ona şükr etmek, ümmetimin hepsine vâcibdir), buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîfi, imâm-ı Münâvî de, Deylemîden naklen yazmakdadır. Hâfız Ömer bin Muhammed Erbilî (Vesîle) kitâbındaki Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ size nemâzı,zekâtı ve orucu farz etdiği gibi, Ebû Bekri, Ömeri, Osmânı ve Alî-
yi sevmeği de farz eyledi) buyuruldu. Abdüllah ibni Adînin bildirdiği, Münâvîde yazılı Hadîs-i şerîfde, (Ebû Bekrle Ömeri sevmek îmândandır. Onlara düşmanlık münâfıklıkdır) buyuruldu. İmâm-ı Tirmüzî buyuruyor ki, Resûlullahın yanına bir cenâze getirildi. Nemâzını kılmadı ve, (Bu adam Osmâna düşman idi. Onun için, Allahü teâlâ da, buna düşmandır) buyurdu. Tevbe sûresinin yüzbirinci âyetinde meâlen, (Muhâcirlerin ve Ensârın önce îmâna gelenlerinden ve Onların yolunda gidenlerden Allah râzıdır. Onlar da Allahdan râzıdırlar. Allah, Onlar için Cennetler hâzırladı) buyuruldu. İlk üç halîfe, önce îmâna gelenlerdendir. Hazret-i Mu’âviye ile Amr ibni Âs da, Onların yolunda olanlardandır. Bu din büyüklerine dil uzatanlar, âyet-i kerîmeye ve Hadîs-i şerîflere karşı gelmiş oluyorlar. Âyet-i kerîmeye ve Hadîs-i şerîfe karşı gelen, dinden çıkar, kâfir olur. Müslimân olduğunu açıklarsa, münâfık veyâ zındık olduğu anlaşılır.
6- (Diğeri acûze kadın Safvân ile yaşadığı çöl aşkını gerdanlık gaybı behânesi ile örtmeğe çalışıyor. Diğer tarafdan da, boşanma sebebini hazret-i Alîye yüklüyor. Böylece, Cemel vak’ası doğuyor) diyor.
Mecmû’a, burada mü’minlerin annesi, Resûlullahın sevgili zevcesi olan Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerine, hayâsızca saldırmakdadır. Hadîs âlimlerinden Abdülhak Dehlevî hazretleri, (Medâric-ün-nübüvve) kitâbında bakınız ne buyuruyor:
Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin fazîletleri, üstünlükleri, sayılamıyacak kadar çokdur. Eshâb-ı kirâmın fıkh âlimlerindendi. Çok fasîh ve belîğ konuşurdu. Eshâb-ı kirâma fetvâ verirdi. Âlimlerin çoğuna göre, fıkh bilgilerinin dörtde birini hazret-i Âişe haber vermişdir. Hadîs-i şerîfde, (Dîninizin üçde birini Humeyrâdan öğreniniz!) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Âişeyi çok sevdiği için, Ona (Humeyrâ) derdi. Eshâb-ı kirâmdan ve Tâbi’înden çok kimse, hazret-i Âişeden işitdikleri Hadîs-i şerîfleri haber vermişlerdir. Ürvetübni Zübeyr hazretleri buyuruyor ki, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâlarını ve halâl ve harâmları ve Arab şi’rlerini ve neseb ilmini, hazret-i Âişeden dahâ çok bilen kimse, görmedim. Resûlullahı medh eden şu iki beyt, hazret-i Âişenindir:
Ve lev semi’û ehl-ü Mısre evsâfe haddihî,
Lemâ bezelû fî sevm-i Yûsüfe min nakdin.
Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû
Le âserne bil-kat’il kulûbi alel eydi.
Mısrdakiler, Onun yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, Yûsüf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Ya’nî, bütün mallarını, Onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihâyı kötüliyen kadınlar, Onun parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserlerdi (de acısını duymazlardı).
Hazret-i Âişenin şân ve şereflerinden birisi de Resûlullahın sevgilisi olmasıdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Onu çok severdi. Resûlullaha, en çok kimi seviyorsun denildikde,(Âişeyi) buyurdu. Erkeklerden kimi? dediler. (Âişenin babasını) buyurdu. Ya’nî en çok hazret-i Ebû Bekri sevdiğini bildirdi. Hazret-i Âişeye sordular ki, Resûlullah en çok kimi severdi? Fâtımayı severdi, dedi. Erkeklerden en çok kimi severdi dediler. Fâtımanın zevcini buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, zevceleri arasında, hazret-i Âişeyi, çocukları arasında, hazret-i Fâtımayı, Ehl-i beyti arasında, hazret-i Alîyi, Eshâbı arasında ise, hazret-i Ebû Bekri en çok severdi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Hazret-i Âişe buyuruyor ki, (Birgün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek na’lınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik iğriyordum. Mubârek yüzüne bakdım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaşdırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakdı. (Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun?) buyurdu. Yâ Resûlallah! Mubârek yüzündeki nûrların parlaklığına ve mubârek alnındaki ter dânelerinin saçdıkları ışıklara bakarak kendimden geçdim, dedim. Resûlullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını öpdü ve (YâÂişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim) buyurdu. Ya’nî, senin beni sevindirmen,benim seni sevindirmemden çokdur, dedi.) Hazret-i Âişenin mubârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullahı severek, Onun cemâlini anlıyarak gördüğü için âferin ve takdîr olmakdadır. Mısrâ’:
Âferin gözlerime ki, senin güzelliğini görebiliyor!
Beyt:
Ne iyi O gözler ki, güzele bakmakdadır.
Ne tâli’li O kalb ki, Onun için yanmakdadır!
Tâbi’înin büyüklerinden olan imâm-ı Mesrûk, hazret-i Âişeden gelen bir haberi bildirirken, (Resûlullahın sevgilisi ve Ebû Bekr-i Sıddîkın kerîmesi olan hazret-i Sıddîka buyuruyor ki) diyerek söze başlardı. Ba’zan da, (Allahü teâlânın ve göklerdeolanların sevdiklerinin sevgilisi diyor ki) derdi. Âişe “radıyalla-
hü anhâ”, kendisinin, ezvâc-ı tâhirâtın hepsinden dahâ üstün olduğunu söyliyerek, Allahü teâlânın ni’metlerini sayar, öğünürdü. (Resûlullah beni istemeden önce, Cebrâîl aleyhisselâm, benim resmimi getirip gösterdi ve bu senin zevcendir, dedi!) derdi. O zemân canlı resmi yapmak harâm olmamışdı. Hem de, resmi, insan yapmamışdı ki, Ona günâh olsun. (Buhârî) ve (Müslim) kitâblarındaki Hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Âişe “radıyallahü anhâ” valdemize buyurdu ki, (Seni üç gece rü’yâda gördüm. Melek, beyâz ipek üzerindeki resmini bana gösterdi. Bu senin zevcendir, dedi. Rü’yâda, meleğin gösterdiği resmi unutmadım. Tâm sensin). Âişe valdemiz buyurdu ki, (Resûlullah gece nemâzı kılıyordu. Ben yanında yatmış idim. Bu hâl yalnız bana mahsûsdu [diyerek öğünürdü]. Secdede, mubârek elleri ayaklarıma değince, ayaklarımı çekerdim). Hazret-i Âişenin fazîletlerinden birisi de, aynı kabdan, birlikde gusl abdesti almalarıydı. Bu da, Resûlullahın hazret-i Âişeyi ne kadar fazla sevdiğini göstermekdedir.Resûlullaha, Âişeden başka, hiçbir zevcesinin yatağında (vahy)gelmedi. Bu da, hazret-i Âişenin Allahü teâlâ indinde kıymetininpekçok olduğunu göstermekdedir. Ümm-i Seleme hazretleri, Resûlullaha, Âişe için birşey söylemişdi. (Âişe için beni incitme. Bana vahy, yalnız Âişenin yatağında iken gelmekdedir) buyurulmuşdu. Ümm-i Seleme de, (Seni bir dahâ incitmem, tevbe yâ Resûlallah) demişdi. Birgün hazret-i Fâtımaya (Benim sevdiğimi sen de sever misin?) buyurdu. Evet dedi, (Öyle ise, Âişeyi sev!) buyurdu “radıyallahü teâlâ anhümâ”.
Hazret-i Âişe, (Bana karşı yapılan iftirânın yalan olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi) diyerek öğünürdü. Allahü teâlâ, Nûr sûresindeki onyedi âyeti göndererek, Âişeye iftirâ edenlerin Cehenneme gideceklerini bildirdi. Hazret-i Âişenin izzeti ve şerefinin yüksekliği bu âyet-i kerîmelerle de anlaşıldı.
Hazret-i Âişeye iftirâ, hicretin beşinci yılında (Müreysi’) gazvesinde olmuşdu. Bu muhârebeye (Benî mustalık) gazvesi de denir. Resûlullah, bu gazâya bin kişi ile gitmişdi. Hazret-i Âişe ileÜmmi Selemeyi de götürmüşdü. Ganîmete kavuşmak için, çoksayıda münâfık da gelmişdi. Askerin önüne hazret-i Ömeri koydu. Kanlı savaşdan sonra beşbin koyun ile onbin deve ve yediyüzden ziyâde esîr alındı. Cüveyriyye de bunlar arasında idi. Resûlullah, bunu satın alarak, tezvîc buyurdu. Eshâb-ı kirâm, bunu görünce, Resûlullahın akrabâsı nasıl esîrimiz olur diyerek, ellerindeki esîrleri âzâd etdiler “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Cüveyriyye ne bahtiyâr kız imiş ki, kavminin esâretden kurtulmasına sebeb oldu. Resûl-i ekrem, Selmân-ı Fârisîyi, yehûdî olan sâhibin
den bu sene satın alıp âzâd etmişdir. Selmân hazretleri, hicretin birinci senesinde müslimân olmuşdu.
Fârisî (Me’âricünnübüvve) kitâbının türkçe tercemesi olan (Altı-Parmak)da diyor ki, Resûlullah gazâya giderken, zevceleri arasında kur’a çekerdi. Hangisinin adı çıkarsa, Onu birlikde götürürdü. Hazret-i Âişe buyuruyor ki, (Kadınların örtünmesi için âyet gelmişdi. Bana bir çadır yapdılar. Çadırla deveye bindirirlerdi. Gazâdan dönüşde, Medîneye yakın konmuşduk. Seher vakti göç sesleri işitildi. Abdest bozmak için, askerden uzaklaşmışdım. Hemen geldim. Gerdanlığımı bulamadım. Geri gitdim. Aradım, buldum. Yerime gelince, askeri göremedim. Gitmişler. Beni çadırın içinde sanıp deveye yükletmişler. O zemân az yirdim. Za’îf idim. Ondört yaşında idim. Şaşırdım, kaldım. Beni bulamayınca ararlar diyerek, oturup bekledim. Uyumuşum. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Safvân bin Mu’attil Sülemînin arkadan gelmesini emr eylemişdi. Gelip beni uykuda görünce, bağırmış. Sesden uyandım. Onu görünce, yüzümü örtdüm. Devesini çökdürdü. Uzaklaşarak, (Deveye bin!) dedi. Bindim, Safvân yuları tutdu. Sıcak basınca, askere yetişdik. Önce münâfıklara rastladık. Çirkin şeyler söyleşdiler. Onları İbni Ebî Selûl kışkırtıyordu. Müslimânlardan Hassân bin Sâbit ve Mistah da onlara uymuşdu. Medîneye gelince, hasta oldum. İftirâ söylentileri heryere yayılmış. Benim haberim yokdu. Fekat, Resûlullah beni eskisi gibi aramıyor, hastalığımı yoklamıyordu. Sebebini anlıyamıyordum. Bir gece, Mistahın annesi ile halâya çıkdım. Etekleri ayağına sarılarak düşdü. Oğluna [Mistaha] la’net etdi. Niçin söğersin? dedim, söylemedi. Birkaç kerre sordum. Ey Âişe! Onun ne söylediklerini işitmedin mi? dedi. Sordum. İftirâ sözlerini bana anlatdı. Hastalığım hemen artdı. Ateşim yükseldi. Tepemden duman çıkdı zan etdim. Aklım gitdi. Düşdüm. Aklım başıma gelince, evime geldim. Babamın evine gitmek için, Resûlullahdan izn istedim. İzn verdi. Ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Anneme sordum. Yavrum hiç üzülme! Senin işin kolaydır. Güzel olan ve zevci tarafından çok sevilen her kadın için böyle şeyler söylerler, dedi. Şaşırdım. Böyle sözler acabâ Resûlullahın mubârek kulağına da gitmiş midir? Babam da duymuş mudur diye üzüldüm. Çok ağladım. Babam başka odada Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Sesimi duymuş. Annemden sormuş. Annem de, dillerde dolaşan sözleri şimdi işitdi, demiş. Babam da ağladı. Sonra yanıma gelip, (Yavrum sabr et! Allahü teâlâdan ne âyet geleceğini bekliyelim) dedi. O gece, sabaha kadar uyumadım. Gözlerimin yaşı dinmedi).
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Alî ile Üsâmeyi “radıyallahü anhümâ” çağırıp, (Bu işin sonu neye varacak?) dedi. Üsâme, (Yâ Resûlallah! Biz senin zevcenin yalnız iyi olduğunu biliriz) dedi. Hazret-i Alî de, (Yeryüzünde kadın çok. Allahü teâlâ sana yeryüzünü dar eylemedi. Âişeyi, câriyesi olan Büreydeden sor!) dedi. Ona soruldu. Allaha yemîn ederim ki, Onda bir ayb görmedim. Arada bir uyurdu. Koyun gelince, un ile hamur yapıp yirdi. Çok zemân Onun yanında bulundum. Onda hiçbir ayb görmedim. Ağızlarda dolaşanlar doğru olsaydı, Allahü teâlâ, onu sana bildirirdi) dedi. Resûlullah, birgün evinde üzüntülü oturuyordu. Ömer-ül-Fârûk hazretleri geldi. Resûlullah, Onun ne düşündüğünü sordu. (Yâ Resûlallah! İyi biliyorum ki, münâfıklar yalan söylüyorlar. Allahü teâlâ, senin üzerine sinek kondurmuyor. Bir mırdar yere konup da, sonra senin üstünü kirletmesin diye muhâfaza ediyor. Seni az bir pislikden saklıyan Allah,pisliklerin en kötüsünden elbet saklar) dedi. Hazret-i Ömerin bu sözü Resûlullahın hoşuna gitdi. Mubârek yüzü güldü. Sonra, hazret-i Osmânı çağırdı. Ona da sordu. (Bu sözü münâfıkların yaydığından ve yalan olduğundan şübhem yokdur. Hepsi iftirâdır. Allahü teâlâ, senin gölgeni yere düşürmiyor. Mubârek gölgenin bile pis bir yere düşmesini, yâhud habîs bir kişinin, O gölgeye basmasını önlüyor. Mubârek evine pislik sokmasını hoş görür mü?) dedi. Bu sözden de, mubârek kalbi ferahladı. Sonra hazret-i Alîyi çağırıp sordu. O da, (Bu sözler yalandır, iftirâdır. Münâfıkların uydurmasıdır. Sizinle nemâz kılıyorduk. Siz nemâz içinde iken mubârek na’lınınızı çıkardınız. Size uyarak biz de çıkardık. (Na’lınlarınızı niçin çıkardınız?) dediniz. Size uymak için dedik. Siz de, (Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Na’lında necâset bulaşığı olduğunu bana haber verdi. Onun için çıkardım) buyurmuşdunuz. Nemâz içinde bile vahy ederek seni pislikden koruyan Allah, mubârek zevcelerine böyle pislik yapılmasına izn verir mi? Böyle bir şey olsaydı, bunu da hemen haber verirdi. Mubârek kalbin üzülmesin. Allahü teâlâ, vahy edip, mubârek zevcenizin pâk olduğunu elbette size bildirir) dedi. Bu söz de, Resûlullahı sevindirdi. Hemen hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın evine teşrif buyurdu “radıyallahü teâlâ anh”.
Hazret-i Âişe diyor ki: O gün ben durmadan ağlıyordum. Ensârdan bir hanım gelmiş, o da ağlıyordu. Annem ve babam yanımda oturuyorlardı. Ânsızın Resûlullah gelip selâm verdi. Yanımda oturdu. O zemândan beri yanıma hiç gelmemişdi. Bir ay geçmişdi. Hiç vahy inmemişdi. Resûlullah oturunca, Allahü teâlâya hamd-ü senâ eyledi. Şehâdet kelimesini okudu. Bana dönüp,
(Ey Âişe! Senin için bana şöyle söylediler: Eğer sen, dedikleri gibi değil isen, Allahü teâlâ, yakında senin doğru olduğunu bildirir. Eğer bir günâh hâsıl oldu ise, tevbe istiğfâr eyle! Allahü teâlâ, günâhına tevbe edenlerin tevbesini kabûl eder) buyurdu. Resûlullahın mubârek sesini işitince, ağlamakdan vazgeçdim. Babama dönüp, cevâb vermesini söyledim. (Vallahi bilmem ki, Resûlullaha ne cevâb vereyim. Biz câhiliyyet zemânında putperest idik. İnsan heykellerine tapınıyorduk. İbâdet etmesini bilmezdik. Hiç kimse bizim kadınlarımıza böyle birşey söyliyemezdi. Şimdi elhamdülillah kalblerimiz islâm nûru ile parladı. Evimiz islâm ışığı ile aydınlandı. Herkes bizim için böyle söyliyorlar. Ben, Resûlullaha ne diyeyim?) dedi. Sonra anneme döndüm. Sen cevâb ver, dedim. O da, (Ben şaşırdım kaldım. Ne söyliyeceğimi bilmiyorum. Sen söyle) dedi. Sonra, ben söze başladım. Dedim ki: Allahü teâlâya yemîn ederim ki, mubârek kulağınıza gelmiş olan lâfların hepsi yalandır. Eğer onlara inanmış iseniz, temiz olduğumu ne kadar söylesem, bana inanmazsınız. Allahü teâlâ biliyor ki, benim birşeyden haberim yokdur. Yapmadığım birşeye evet dersem, kendime iftirâ etmiş olurum. Vallahi başka diyeceğim yokdur. Yalnız Yûsüf aleyhisselâmın dediğini derim ki, (Sabr etmek iyidir. Onların söyledikleri şey için, Allahü teâlâdan yardım beklerim). Şaşkınlığımdan, Ya’kûb “aleyhisselâm” diyeceğim yerde, Yûsüf “aleyhisselâm” dedim. Sonra yüzümü çevirip dayandım. Rabbimin beni temize çıkaracağını, Allah hakkı için hep bekliyordum. Çünki, kendimden emîndim. Suçum yokdu. Fekat, Allahü teâlânın benim için âyet-i kerîme göndereceğini sanmıyordum. Kıyâmete kadar heryerde, benim için âyet-i kerîme okunacağını aklıma sığdıramıyordum. Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kendi aşağılığımı bildiğim için, benim için, âyet-i kerîme göndereceğini hiç ümmîd etmiyordum. Yalnız günâhsız olduğumu, kalbimin temizliğini Peygamberine rü’yâda bildirir veyâ kalb-i şerîfine ilhâm eder, diyordum. Allah hakkı için doğru söyliyorum ki, Resûlullah, oturduğu yerden dahâ kalkmamışdı ve kimse odadan dışarı çıkmamışdı. Mubârek yüzünde vahy alâmetleri göründü. Oturanların hepsi, vahy geldiğini anladı. Babam bu hâli görünce, deriden bir yasdık vardı. Yasdığı Resûlullahın mubârek başının altına koydu. Bir yemenî çarşaf ile üzerini örtdü. Vahy gelmesi bitince, mubârek yüzünden örtüyü kaldırdı. Gül gibi kırmızı yüzünden, inci gibi parlıyan terleri, mubârek elleri ile sildi. Gülümsiyerek, (Müjdeler olsun sana ey Âişe! Allahü teâlâ, seni temize çıkardı. Senin pâk olduğuna şâhid oldu) buyurdu. Babam hemen (Kalk yâ kızım! Resûlullaha çabuk teşekkür et!) dedi. Ben de, val-
lahi kalkmam, Allahü teâlâdan başkasına şükr etmem! Çünki, Rabbim benim için âyet-i kerîme indirdi, dedim. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Nûr sûresinin onbirinci âyetinden başlıyarak, on âyet-i kerîme okudu. Babam hemen kalkıp başımı öpdü.
Âişe “radıyallahü anhâ” hakkında bu âyet-i kerîme gelmeden önce, hazret-i Ebû Eyyûb Hâlidin zevcesi, (Âişe için ağızlarda dolaşan sözlere ne dersin?) diyerek, hazret-i Hâlidden sormuş. Hazret-i Hâlid de, (Allah için, bu sözler yalandır. Sen bana karşı böyle kötülük yapar mısın?) demiş. (Hâşâ yapmam) deyince, hazret-i Hâlid de, (Âişe, dîni bizden dahâ bütün iken, Resûlullaha karşı böyle şey yapmış olabilir mi? Biz böyle söylemedik. Bu sözler büyük iftirâdır) demiş. Hak teâlâ da, hazret-i Hâlidin tâm bu sözü gibi âyet-i kerîme göndermişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hemen Eshâbını mescide topladı. Gelen âyet-i kerîmeleri okudu. Âyet-i kerîmenin bereketi ile, mü’minlerin kalblerindeki şübheler kalkdı. Mistah, hazret-i Ebû Bekrin akrabâsı idi. Fakîr idi. Hazret-i Ebû Bekr, onun geçinmesine yardım ederdi. Mistah, bu işte münâfıklarla bir olunca, ona yardım etmemeğe yemîn etdi. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, Nûr sûresinin yirmiikinci âyetini gönderdi. Ebû Bekr-i Sıddîk, bu âyet-i kerîmeyi işitince, (Allahü teâlânın beni afv etmesini severim) dedi. Mistaha eskisi gibi yardım etdi. Hazret-i Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” temiz olduğunu bildiren âyet-i kerîmeler gelince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu sözleri söyliyenlere, (Kazf) haddi vurulmasını emr buyurdu. Dört kişiye seksen değnek vurdular. Birisi kadın idi ve Resûlullahın baldızı idi. (Me’âric) kitâbının yazısı temâm oldu.
Hazret-i Âişe için gelen onyedi âyet-i kerîmeden birincisinin tefsîrini (Mevâkib tefsîri) şöyle bildiriyor: (Âişe “radıyallahü anhâ”ya iftirâ edenler, sizden birkaç kişidir. Siz bu iftirâyı kendiniz için kötülük sanmayın! Bu sizin için hayrlıdır. [Bu iftirâ sebebi ile çok sevâb kazandınız. Onların yalanı meydâna çıkdığından, sizinşânınız, şerefiniz artdı. Âyet-i kerîme, sizin temiz olduğunuzu bildirdi.] O iftirâ edenlerden herbiri için kazandıkları günâh kadar cezâları vardır. Büyük iftirâ yaparak, çok çirkin şeyi söyliyenlere dünyâda ve âhıretde büyük azâb vardır). Bunlara had vuruldukdan sonra, Abdüllah bin Ebî, hakîr, zelîl oldu. Hassân, ölünceye kadar kör oldu. Mistahın eli çolak oldu. Onikinci âyet-i kerîmede meâlen, (Bu iftirâyı işitince, mü’min erkek ve kadınlar, kendi âilelerine iyi gözle bakmalı. Bu, meydânda bir yalan ve iftirâdır, demelidirler) ve ondokuzuncu âyet-i kerîmede meâlen,
(Mü’minlerin kötü olarak anılmasını sevenlere, dünyâda ve âhıretde acı azâblar vardır) ve yirmialtıncı âyet-i kerîmede meâlen, (Habîs söz söylemek, habîs adamlara lâyıkdır. Habîs adamlara, habîs kelâm yakışır) buyurulmuşdur. Resûlullah ve hazret-i Âişe ve Safvân, o alçakların söylediklerinden uzakdırlar. Onlar için afv, mağfiret ve Cennetde ni’metler vardır. Safvân Hadîs-i şerîf ile medh edilmişdir. Onyedi senesinde, Erzurûm fethinde şehîd oldu.
Hazret-i Âişeye iftirâ edenlere, Allahü teâlâ, çok acı azâblar vereceğini bildirmekdedir. Allahü teâlâ, bu alçakların cevâbını tâm verdiği için, bizim birşey eklememize lüzûm kalmamışdır. Yalnız (Mir’ât-i kâinât) kitâbının ikiyüzdoksanikinci sahîfesindeki fetvâyı bildireceğiz:
(Hasâis-ul habîb) kitâbında diyor ki, Resûlullahın mubârek zevcelerinden birini (Kazf) edenin, kötüliyenin kâfir olduğuna ve tevbesinin kabûl olmıyacağına, Abdüllah ibni Abbâs hazretleri fetvâ vermişdir. Hele, hazret-i Âişeye kötü demek, Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmek olur. Bunun küfr olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Eshâb-ı kirâmdan birinin annesine [meselâ Hinde] kötü diyenin cezâsı da, kazf cezâsının iki katıdır. Allahü teâlâ, böyle belâya düşmekden alevî ve şî’î kardeşlerimizi ve bütün müslimânları kurtarsın! Âmîn.
7- (Birçok erkeğin aşk mâceralarının şöhretli kadını, Utbenin kızı Hind, hazret-i Hamzanın ciğerlerini yirken, habeşli kölenin sevdâsını yaşamış. Kocası ibni Mugiyre tarafından, fâhişeliği sebebiyle boşanmış ve Ebû Süfyân tarafından da karı olarak kabûl edilmişdi. Ebû Süfyânla evliliği Hindin diğer erkeklerden vazgeçmesini sağlıyamadı. Şöhretli hayâtına devâm etdi. İşte bu evlilikden doğan, hangi erkeğe oğul olarak nisbet edileceği bilinmiyen, fekat görünürde Ebû Süfyâna nisbet kılınan Mu’âviye mel’ûnunun zulmü başladı) diyor.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” en büyük düşmanı olan ve kendisine la’net edilen Ebû Cehle ve İblîse karşı bile, insan bu kadar çirkin, bu kadar iğrenç kelimeleri kullanmakdan hayâ eder. Fekat, Kur’ân-ı kerîmde, (Habîs sözler, habîs insanlara yakışır) buyuruldu. Söz, kişinin aynasıdır. Kanalizasyondan gül kokusu beklenemez ya! Yukarıda yazılı çirkin yalanlar, kötü iftirâlar, Allahü teâlânın afv buyurduğu, Cenneti ve ni’metleri müjdelediği büyük insanları lekeliyemez. Fekat bu sözlerin sâhiblerinin alçaklığını meydâna çıkardıkları için de, bir tarafa atılamaz. (Îmân, geçmiş günâhları temizler, yok eder) Hadîs-i şerîfi, hazret-i Mu’âviyenin ve mubârek babası Ebû Süfyân “radıyalla-
hü teâlâ anhümâ” hazretlerinin ve iffetini, asâletini, Mekkenin feth gününde Resûlullahın huzûrunda isbât eden mubârek Hindin “radıyallahü anhâ” tertemiz olduklarını ortaya koyan sarsılmaz bir vesîkadır.
Bu üç sahâbînin büyüklüğünü, üstünlüklerini yazan kitâblar sayılamıyacak kadar çokdur. Biz, herkesin bulması kolay olan (Kısas-ı Enbiyâ)dan birkaç satır alacağız:
(Arablar arasında âile hayâtı ve akrabâlık gayreti pek kuvvetli idi. Herbiri kendi aşîret ve akrabâsının şerefini fevkal’âde gözetirdi) diyor. (Arablar, şi’r söylerler, panayır yerlerinde, toplantılarda, va’z ve nasîhat verirlerdi). (Fahr-i âlem “sallallahü aleyhive sellem” hazretleri Safâ tepesine çıkıp oturdu. Ömer-ül-Fârûkhazretleri de, alt yanına oturdu. Önce erkekler, sonra kadınlar gelip birer birer müslimân oldular. Kadınların arasında hazret-iAlînin kız kardeşi Ümm-i Hânî ile, hazret-i Mu’âviyenin annesi Hind de vardı. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” kadınlara (Hırsızlık etmiyeceğinize söz verin!) buyurunca, Hind ileri gelip, (Eğer hırsızlık etseydim, Ebû Süfyânın malından çok şey çalardım), dedi. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, o vakt Hindi tanıdı. (Sen Hind misin?) buyurdu. (Ben Hindim. Geçmişi afv et! Allah da seni afv eylesin!) dedi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” zinâ etmemek şartını söyleyince, Hind, (Hür olan kadın hiç zinâ eder mi?) dedi. Sonra evlâdlarını öldürmemeği şart buyurunca, Hind, (Biz onları küçük iken büyütdük. Büyük iken, sen onları Bedrde öldürdün. Artık ne oldu ise orasını sen ve onlar dahâ iyi bilirsiniz) dedi. Hazret-i Ömer çok sert ve ciddî olduğu hâlde, Hindin bu sözüne dayanamayıp güldü. Kadınların iftirâ etmemesini teklîf buyurunca, Hind, (Vallahi iftirâ çirkin şeydir. Sen bize güzel ahlâkı emr ediyorsun) dedi. Nihâyet ısyân etmemeği teklîf buyurunca, Hind, (Biz bu yüksek huzûra, sonra ısyân etmek niyyeti ile gelmedik!) diye söz verdi. Hindin öldürülmesi emr olunmuşken, böylece afva kavuşdu ve hâlis kalb ile îmân etdi. Hemen evine gelip ne kadar heykel var ise, (Bu kadar zemân size aldanmışız) diyerek hepsini parçaladı. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” oradaki kadınlara hayr düâ eyledi). Hindin afv ve îmâna kavuşması, başka kaçanlara cesâret verdi. Gelip afv dilediler. Kabûl buyuruldu. Hind böylece, çok kimsenin ölümden kurtulmasına ve îmâna gelmesine sebeb olmakla bahtiyâr oldu. (Ebû Süfyân ile oğulları kuvvetli müslimân oldular. Resûl-i ekrem, onları kâtiblikde kullandı) diyor “radıyallahü teâlâ anhüm”.
Hurûfîler, hazret-i Mu’âviyenin islâmiyyete hizmetleri ve ha-
dîs-i şerîfle medh olunması karşısında, ne yazacaklarını şaşırarak, babasının âile hayâtını kurcalıyorlar. Hazret-i Mu’âviyeyi, bu yoldan lekelemeğe çalışıyorlar. Babası ne kadar kötülense, Ebû Leheb kâfiri derecesine düşüremezler ya! Adına âyet nâzil olan Ebû Leheb kâfirinin oğlu Utbe, Resûlullaha çok eziyyet yapardı. Bunlar yetmiyormuş gibi, sıkıntısı artsın diye, mubârek kerîmesini boşamışdı. (Kısas-ı Enbiyâ)da diyor ki, (İşte bu Utbe, Feth günü îmâna geldi, afv diledi. Resûlullah afv buyurup, hayr düâ eyledi. Utbe, Huneyn gazvesinin en kızgın zemânında Resûlullahın önünden ayrılmadı). Ebû Leheb kâfirini hiç kötülemiyor. O habîsin oğlu olduğu için ve Resûlullaha çok işkence yapmış olduğu için, Utbeye birşey demiyorlar. Çünki Utbe, birinci halîfenin hazret-i Alî olmasını istiyordu. Bunun için şi’r söylüyordu. Görülüyor ki, yazarın kıymet ölçüsü, islâm ve küfr veyâ Resûlullaha hizmet ve eziyyet etmek gibi, ana da’vâlar değildir. Hazret-i Alîye oy verip vermemek da’vâsıdır. Din yolunda değil, siyâset yolundadır. Eshâb-ı kirâmı geçimsiz ve âdî kimseler göstermek da’vâsındadır.
Yukarıda, (Kısas-ı Enbiyâ)nın çeşidli sahîfelerinden aldığımız yazılar, Sonbehâr mecmû’asındaki iftirâların yalan olduklarını açıkça göstermekdedir. (Kâmûsul-a’lâm)da diyor ki, (Hind binti Utbe bin Rebî’a bin Abd-i Şems, Kureyşin asılzâdelerinden idi. Ebû Süfyânın zevcesi idi. Ebû Süfyândan önce, Fâkıh bin Mugîrenin zevcesi idi. İslâmda sebât ve hüsn-i hareket etdi. Akllı, ileriyi gören, idâreci bir hanımdı. Yermük gazâsında zevci Ebû Süfyân ile birlikde bulunup, müslimânları rumlara karşı cihâda teşvîk ederdi).
Hindin “radıyallahü anhâ” îmânının kuvvetini ve iffetinin derecesini bütün kitâblar yazmakdadır. İslâmiyyetden önce Arabistânda nikâh ve âile hayâtı vardı. Lûtfen, otuzaltıncı maddeye bakınız! Sonbehâr mecmû’asını yazan kimse, âile hayâtını, kendi müt’a denilen metres hayâtına benzetiyor. Kendisi gibi herkesin de harâm işlediğini zan ediyor. (Me’âric-ün-nübüvve) kitâbında diyor ki, (Hind “radıyallahü anhâ” îmâna gelip, evindeki heykelleri kırdıkdan sonra, Resûlullaha iki kuzu hediyye gönderdi. Resûlullah kabûl buyurup, Hinde bereket ile düâ eyledi. Hak teâlâ, Onun koyunlarına, o kadar bereket verdi ki, sayısı bilinmez oldu. Hind, her zemân, bunlar Resûlullahın bereketidir, derdi). Abdülganî Nablüsî, (Hadîka)nın yüzyirmialtıncı sahîfesinde buyuruyor ki, (Resûlullaha îmân eden herkesin kalbinde, Onun büyüklüğü ve sevgisi vardır. Fekat, mikdârı muhtelifdir. Kalbleri bu sevgi ile dolup taşanlar az değildir. Sözbirliği ile bildirildi ki,
Ebû Süfyânın “radıyallahü anh” zevcesi Hind “radıyallahü anhâ”, (Yâ Resûlallah! Mubârek yüzünüzü hiç sevmezdim. Şimdi ise, O güzel yüzün, bana herşeyden dahâ çok sevgilidir) demişdir.)
Sonbehâr mecmû’ası, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” zulm etdiğini bildiriyor. Hâlbuki, hazret-i Mu’âviye halîfe olunca, islâm memleketlerine sulh, sükûn, huzûr geldi. Geçimsizlikler sona erdi. Cihâd ve fütühât başladı. Adâleti, ihsânları her yere yayıldı. Târîh kitâbları bunları uzun uzun anlatıyor.
8- (Saltanat gâyesiyle hurâfeler yaratan, güzelim islâm dînini koyu te’assub ve ümmetçiliğe çeviren zihniyyetin tohumu Osmânlı pâdişâhlarının ba’zılarının zihninde ve gönlünde yeşerdi. Bütün bu olanlar şî’îler içindi. Çünki, şî’îler, birlik istemişlerdi. Vahdâniyyetin (Muhammed-Alî) ile başladığını biliyorlardı. Amaçları Ehl-ibeyti sevmek idi. Ümmetçilik tahakküme başlayınca, şî’îler ve aydınlar bunun karşısında olmuşlardır. Halîfelik zemânı, seçimle ilk halîfe olan hazret-i Alî değil miydi?) diyor.
Allahü teâlâ müslimânlara (Resûlümün ümmeti) diyor. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, müslimânların kendi ümmeti olduğunu bildiriyor. Meselâ, (Ümmetimin büyük günâhı olanlarına şefâ’at edeceğim) ve (Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâîlin Peygamberleri gibidir) gibi dahâ nice hadîslerde (Ümmetim) diyor. Bu yazar ise, Osmânlı pâdişâhları “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” islâm dînini ümmetçiliğe çevirdiler, diyerek,müslimânların halîfelerini kötülüyor. Ümmetçiliği de sonradan meydâna çıkmış göstererek, beğenmiyor. Yazarın bu sözü de, müslimânlıkla taban tabana zıddır. Hurûfîliği savunmakdadır. Hurûfîlerin bütün plânları, müslimân görünerek islâmiyyete saldırmakdır. Birlik istiyorlarmış. Bu sözleri kasabın keseceği koyuna, (Ben seni çok seviyorum, canına kıymak istemiyorum) demesine benziyor. Yazar, hurûfî olduğunu, ya’nî islâmiyyetde, kardeşi kardeşe öldürtmek fitnesini ortaya çıkaran İbni Sebe’in yolunda olduğunu örtmeğe çalışıyor. İbni Sebe’in yolunda olan Hasen Sabbâhın, kıydığı canları, akıtdığı binlerce müslimân kanını târîhler uzun uzun yazmakdadır. Yalnız Hasen Sabbâhın cinâyetlerini, hıyânetlerini okuyanlar bu hurûfînin yanlış yazdığını pek iyi anlarlar.
(Kısas-ı Enbiyâ)nın sekizyüzseksenyedinci sahîfesinde diyor ki, Hasen Sabbâh, İbni Sebe’in yolunda bir sapık, bir mülhid idi. Harâmlara halâl diyerek, çok kimseleri yoldan çıkardı. (Elemut) kal’ası ve civârı bunun tarafdarları ile doldu. Yol kesicilik yaparlardı. Ehl-i sünnete yezîdî diyorlardı. Bir yezîdî öldürmek, on kâfiri öldürmekden dahâ sevâbdır biliyorlar. Bunun için, hâ-
cıları, hâkimleri, âlimleri, askerleri hançer saplayıp öldürürlerdi. Bunlara, (Bâtınıyye) veyâ (İsmâ’îliyye) de denir. Kâfir ve azgın kimselerdi. Hasen Sabbâh, otuzbeş sene çok kimselerin dinlerine ve canlarına kıydı, 518 [m. 1124] senesinde Cehenneme gitdi. Beşyüzelliyedide (557) reîs olan torunu Ahund Hasen, hepsinden dahâ alçak zındıkdı. Müslimânları aldatmak için, kendilerine (Alevî) adını takan bu hâindir. Hazret-i Alînin şehîd edilmiş olduğu Ramezânın onyedisinde, beşyüzellidokuzda (559) bir meydânda minbere çıkıp, (Beni Alî gönderdi. Ben bütün müslimânların imâmıyım. İslâmiyyetin aslı, faslı yokdur. İş kalbdedir. Kalbi temiz olana günâh zarar vermez. Herşeyi halâl etdim. Keyfinize bakınız!) dedi. Kadın erkek, karma karışık şerâb içdiler. O günü yıl başlangıcı yapdılar. Bu zındık beşyüzaltmışbirde (561) kaynı tarafından öldürüldü. Torunu, Celâleddîn Hasen, bu bozuk yolu bırakdı. Ehl-i sünnet mezhebine girdiğini halîfeye bildirdi. Hasen bin Sabbâhın yazdığı zındıklık kitâblarını toplayıp yakdırdı. (618) de öldü. Yerine geçen oğlu Ahund Alâeddîn Muhammed, İsmâîliyye devletinin yedinci hükümdârı olup, dedelerinin bozuk yolunu tutdu. Harâmları halâl yapdı. Oğlu Ahund Rükneddîn (652) de, bu habîsi yatağında öldürtdü. Babasının habs etdiği şî’î âlimlerinden Nasîreddîn-i Tûsîyi vezîr yapdı. Fekat altıyüzellidörtde (654) Hülâgünün kardeşi, Mâverâünnehrde, bunu i’dâm etdi. Hülâgü, İsmâîlî mülhidlerini kılınçdan geçirdi. Müslimânları bu zındıklardan kurtardı. (Dinsizin hakkından îmânsız gelir) sözünün doğru olduğu bir kerre dahâ zâhir oldu.
(Kâmûsul-a’lâm)da, İsmâ’îliyye kelimesinde diyor ki: (Şî’îlerin içine sızan dalâlet fırkalarından birisidir. İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinin hayâtında ölen büyük oğlu İsmâ’îli son imâm tanıdıklarından bu ismi almışlardır. İbni Sebe’in yolundadırlar. Tenâsüha inanırlar. Harâmlara halâl derler. Her ahlâksızlığı sıkılmadan yaparlar. Çok müslimân kanı döken (Karâmıtî) zındıkları ile Hasen Sabbâh hâini ve Mısrda islâmiyyeti yıkmağa çalışan (Fâtımî) devleti hep İsmâ’îlî idi. Bid’at ehlinin azgın olanları ve Dürzîler ve hurûfîler de, bunlardan türemişdir). Bunların kendilerine (Alevî) dedikleri (Müncid) kitâbında yazılıdır.
Hurûfîler (Muhammed-Alî) birliğinde toplanıyoruz, diyor. Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde medh-ü senâ buyurulan Eshâb-ı kirâm, bu birlikden dışarıda imiş. Cennet ile müjdelenen ilk üç halîfe ve bunlar zemânında İslâmiyyeti üç kıt’aya yayan islâm mücâhidleri, başka birliklerde imiş. Fekat, Sonbehâr mecmû’asının yazarı (Muhammed-Alî) sözünde de samîmî olmadığını anlatmakdadır. Çünki, hazret-i Alî, üç halîfeyi, hattâ, kendileriyle
harb etdiği Eshâb-ı kirâmın hepsini çok severdi. Onların mü’min olduklarını, kıymetli olduklarını hutbelerinde ve her toplulukda söylerdi. Onları medh-ü senâ buyuruyordu. Alevî ismi ile şereflenen kimsenin de böyle olması lâzımdır. Ehl-i beyt yolunda olduklarını söylüyorlar. Yurdumuzdaki alevîlerin ve sünnîlerin birlikde sevdikleri mübârek alevî ismini kendilerine maske yapıyorlar. Hâlbuki, bütün yazıları ve bütün hareketleri, alevî olmadıklarını göstermekdedir. Bunların iç yüzünü meydâna çıkarmak için, o zemân yazılmış olan (Tuhfe) kitâbında diyor ki:
1) Hurûfîler (Muhammed-Alî birliği) sözü altında, Resûlullah ile, hazret-i Alîyi bir derecede tutuyorlar.
2) İster yehûdî, ister hıristiyan, ister müşrik olsun, hazret-i Alîyi seven herkes Cennete girecek, diyorlar. Eshâb-ı kirâmı sevenler, çok ibâdet yapsalar da, Ehl-i beyti de sevseler de, Cehenneme gireceklerdir, diyorlar.
3) Alîyi sevenlere, günâh zarar vermezmiş.
4) Ümmet-i merhûme olan Ehl-i sünnete “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ümmet-i mel’ûne diyorlar.
5) Kur’ân-ı kerîmi hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” değişdirdi, diyorlar. Birçok âyeti inkâr ediyorlar.
6) Hazret-i Ömere la’net etmek, zikrden ve Kur’ân okumakdan dahâ sevâbdır, diyorlar.
7) Eshâb-ı kirâma ve Zevcât-ı zevil ihtirâma la’net etmek ibâdetdir. Nemâz gibi, onlara hergün la’net farzdır, diyorlar.
8) Hazret-i Ebû Bekre, hazret-i Ömere bir kerre la’net etmek, yetmiş ibâdet gibidir, diyorlar.
9) Hazret-i Rukayye ile Ümm-i Gülsüm, hazret-i Osmân ile evlendikleri için, Resûlullahın kızı değildirler, diyorlar.
10) Hazret-i Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” münâfık idi, diyorlar. Bu sözleri ile, bu üç halîfeyi medh eden Hadîs-i şerîfleri inkâr ediyorlar. Bu Hadîs-i şerîfler, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin “rahmetullahi aleyh”, (İzâlet-ül-hafâ) kitâbında, vesîkaları ile birlikde yazılıdır.
11) Hazret-i Ebû Bekr, (Temîm) kabîlesinden ve hazret-i Ömer (Adî) kabîlesinden olduğu için, Temîm ve Adî bir putdur.Ebû Bekrle Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” gizlice bu putlara tapınırlardı, diyorlar. Hâlbuki hazret-i Alî, hazret-i Ebû Bekrin oğlu Muhammede kızını verdi ve Onu vâlî yapdı. Bir kızını da hazret-i Ömere verdi. Bir yandan, hazret-i Alî ma’sûmdur, hiç yanılmaz, diyorlar. Bir yandan da, hazret-i Alînin kızlarını verdiği din büyüklerine ve Resûlullahın kayın pederlerine ve dâmâdına
münâfık diyorlar.
12) Ehl-i sünnet olan müslimânları, hazret-i Alîye ve Ehl-i beyte düşman biliyorlar. Hâlbuki Ehl-i sünnet, hazret-i Alîyi “radıyallahü teâlâ anh” ve Ehl-i beyti çok sevmekdedir. Bunları sevmek, son nefesde îmânla gitmeğe sebeb olur, demekdedir. Evliyâ olmak için, bunları çok sevmek ve izlerinde bulunmak lâzım olduğuna inanmakdadır.
13) Ehl-i sünnet, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kâtili olan İbni Mülcemi âdil tanıyor, diyorlar. Buhârî ondan hadîs haber veriyor, diyorlar. Bu sözleri yalandır. Buhârîde ibni Mülcemden hadîs yokdur.
14) Ehl-i sünnete düşman oldukları için, sünnet kelimesine de la’net ediyorlar.
15) Nemâzda (ve teâlâ ceddük) diyenin nemâzı bozulur, diyorlar.
16) Ehl-i sünnet “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yehûdîden ve hıristiyandan dahâ fenâdır ve dahâ pisdir, diyorlar.
17) Kendilerinin muhtelif fırkaları, birbirlerine düşman iseler de, Alîyi sevdikleri için, hepsi Cennete girecekmiş.
18) Ehl-i sünnetin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiği ibâdetleri yapmak lâzım değildir, diyorlar.
19) Birşeye başlarken, Besmele yerine, üç halîfeye la’net ediyorlar. İlk iki halîfeye la’net yazılı kâğıdı taşıyan veyâ suyunu içen hasta iyi olurmuş.
20) Hazret-i Âişeye ve hazret-i Hafsaya “radıyallahü anhümâ” günde beş kerre la’net etmek farzdır, diyorlar.
21) Resûlullah, zevcelerini boşamak için, Alîyi vekîl etdi. O da Âişeyi boşadı, diyorlar. Hâlbuki âyet-i kerîmede, Resûlullaha bile boşamak hakkı verilmemişdir.
22) Alî olmasaydı, Peygamberler yaratılmazdı, diyorlar. Peygamber olmıyanın, Peygamberden dahâ üstün olduğunu söyliyenin kâfir olacağını düşünmiyorlar.
23) Kıyâmetde, yalnız Muhammed ile Alînin dedikleri olur, diyorlar.
24) Ömer “radıyallahü teâlâ anh” öldürülünce, melekler, üç gün kimseye günâh yazmadı, diyorlar.
25) Her hacda, Minâda Ebû Bekrle Ömer “radıyallahü anhümâ” taşlanıyor, diyorlar.
26) Dabbe-tül-erd âyeti, hazret-i Alînin tekrar dünyâya geleceğini bildirmek içinmiş.
27) Yanlış inançlarının yirmiikincisi olarak, müsâfir gelen tanıdık bir hurûfîye ev sâhibinin zevcesini ve kızlarını teslîm etmesi sevâbdır, diyorlar. Îrânda, hurûfî babaları, istediği eve gider. Buna istediği kadın ikrâm edilir. Bundan Cum’a gecesi çocuk olurmuş. Böyle çocuklara (Acem seyyidi) diyorlar. Bunun için bunların seyyidleri çokdur.
28) Zilhiccenin onsekizinci günü dîni bayramlarının en büyüğüdür. O gün, hazret-i Osmânın şehîd edildiği gündür.
29) Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” şehîd olduğu Rebî-ul-evvelin dokuzuncu günü bayramlarıdır.
30) Mecûsî bayramı olan Nevruz günü mubârek günleridir.
31) Farzdan başka nemâzlar, her tarafa doğru kılınırmış. Meşhedde imâm-ı Alî Rızânın kabrinin her köşesinde kabre karşı nemâz kılıyorlar. Tuhfe Muhtasarı, 300. cü sahîfesinde, (İmâmların mezârına karşı, kıbleye arkaları dönük nemâz kılarlar. Hurûfîlerin bu hâlleri müşriklere benzemekdedir) diyor.
32) Çıplak olarak her zemân nemâz kılınır derler. Sev’eteynden, (Ya’nî ön ve arkadaki iki çirkin yerden) başka yerleri avret saymadıkları (Minhâcüssâlihîn) adındaki kitâbında açıkça yazılıdır. Bu kitâbın, 1385 [m. 1966] da Necefde onbeşinci baskısı yapılmışdır.
33) Yimek ve içmek nemâzı bozmazmış.
34) 218. ci sahîfesinde diyor ki, Cum’a nemâzı kılmazlar. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı nemâzlarını bir arada kılarlar.
35) Onyedinci inanışları olarak, ma’sûm imâmın dokunduğu şeyler, Kâ’beden binlerce def’a dahâ kıymetlidir, derler.
36) Suya girince oruc bozulur, derler.
37) Muharremin onuncu günü ikindiye kadar oruc tutarlar.
38) Cihâd ibâdet değildir, câiz değildir, derler.
39) Bir kadınla para karşılığı, belli zemân evli yaşamağa (Müt’a nikâhı) diyorlar. Böyle nikâh çok sevâbmış. (Müt’a-i devriyye) denilen genel ev hayâtına câiz dedikleri de 227. ci sahîfede yazılıdır.
40) Câriyeyi vakf sûreti ile erkeklere teslîm etmek sahîhdir, derler.
41) Seyyid Mahmûd Şükrü Âlûsînin, (1302) hicrî yılında hâzırladığı ve (1373) yılında Kâhirede basılan (Muhtasar-ı Tuhfe-i İsnâ-aşeriyye) adındaki arabî kitâbın 325. ci sahîfesinde diyor ki: Halâda tahâret için kullanılmış olan su ile pişen et ve benzeri temiz olur ve yimesi câiz olurmuş. İstincâda kullanılan suyun temiz
olduğu (Minhâc) kitâblarında da yazılıdır. Bunun gibi, çok kimselerin tahâretlendiği ve köpeğin bevl yapdığı su temizmiş, içmesi ve bir şeyi pişirmesi câizmiş. Yarısı kan veyâ bevl olan su da böyle imiş.
42) Aç olanın, ekmeği olup da vermiyeni öldürmesi câizdir, derler.
43) İkinci bâbda, yetmişbeşinci keyd, ya’nî hîleleri olarak diyor ki, nemâzda toprakdan yapılmış kerpiç üzerine secde yapmak lâzımdır. Ehl-i sünnet toprak üzerine secde etmedikleri için, şeytâna benziyor, diyorlar.
44) Tuhfe Muhtasarı, ikiyüzdoksandokuzuncu sahîfesinde, (Hıristiyânlar, Îsâ aleyhisselâmın ve hazret-i Meryemin uydurma resmlerini yapıp kiliselerinde, bu resmlere karşı secde yapdıkları gibi, hurûfîler de imâmların uydurma resmlerini yapıyorlar. Bu resmlere saygı gösteriyorlar, hattâ secde ediyorlar) diyor. Zemânımızda Îrânda ve Irakda sarıklı ve sakallı uydurma resmleri câmi’lere, evlere ve dükkânlara asdıkları, hazret-i Alînin resmidir, diyerek bunlara tapındıkları görülmekdedir.
45) Tuhfe Muhtasarında, ondördüncü sahîfede diyor ki, hurûfîlerin taşkın olanları, hazret-i Alîye ilâh diyorlar. Bu taşkınlar yirmidört fırkaya ayrılmışdır. Bunlardan yirminci fırka, tanrı, Alîye ve çocuklarına hulûl etmişdir. Alî ilâhdır, diyorlar. Bunlar Şâmda ve Haleb ve Lazkiyyede bulunmakdadır. Türkiyede yokdur.
Yukarıda yazılı kırkbeş maddedeki hurûfî inançlarının çoğunun, hangi kitâblarda bulunduğu (Tuhfe-i İsnâ-aşeriyye)de yazılıdır. Herbirinin yanlış ve bozuk olduğu vesîkalarla isbât edilmekdedir. Alevîler, hazret-i Alînin şânını, şerefini, kıymetini ve islâmiyyete hizmetini bilerek, O Allahın arslanını, Peygamber efendimizin bildirdiği gibi çok seven müslimânlardır. Ehl-i sünnet denilen biz müslimânlar, hazret-i Alîyi böyle sevdiğimiz için, Alevîyiz. Böyle Alevî olanları severiz. Onları kardeş biliriz. İbâdetlerimizi serbestçe yapdığımız ve huzûr içinde yaşadığımız Türkiyenin mubârek topraklarında, elele verip çalışmamız, sevişmemiz, vicdan borcumuz olmalıdır.
İslâmiyyeti içerden yıkmağa uğraşan dinde reformculardan biri, hattâ birincisi hurûfîler olduğu yukarıda bildirildi. Bunlar şî’î değildir. Şî’îlik, üç halîfeyi sevmemekdir. Düşmanlık etmek değildir. (Şî’â), cemâ’at, topluluk, fırka, parti demekdir. Bu partiden olana (Şî’î) denir. (Kısas-ı Enbiyâ)da diyor ki:
Eshâb-ı kirâma düşman olmak fitnesini ilk meydâna çıkaran
(Abdüllah bin Sebe’) isminde Yemenli bir yehûdîdir. Bu yehûdî,müslimân göründü. Önce Basraya geldi. (Îsâ “aleyhisselâm” tekrâr dünyâya gelecek. Muhammed “aleyhisselâm” gelmez olur mu? O da gelecek, Alî ile birlikde dünyâyı küfrden kurtaracak.Hilâfet Alînin hakkı idi. Üç halîfe, Onun hakkını elinden zorla aldı) diyordu. Basradan koğuldu. Kûfeye gelip, halkı aldatmağa başladı. Buradan da koğuldu. Şâma geldi. Şâmda, Eshâb-ı kirâmdan yüz bulamayınca Mısra kaçdı. Mısrda, Hâlid bin Mülcim, Sûdan bin Hamrân, Gâfıkî bin Harb ve Kinâne bin Bişr gibi soysuz, azılı haydutları etrafına topladı. Kendisini Ehl-i beytin âşıkı olarak tanıtdı. Herkese, hazret-i Alîye uymak, Ona uymıyanlara düşman olmak lâzım olduğunu söylüyordu. Kendisine inananlara da, ayrıca (Peygamberden sonra, insanların en üstünü hazret-i Alîdir. O, Peygamberin vasîsi, kardeşi, dâmâdıdır) diyordu. Sözlerine inandırmak için, âyet-i kerîmelere yanlış ma’nâlar veriyor, hadîs uydurarak câhilleri aldatıyordu. Böyle yapanlara (Zındık) denir. Bu sözlerine de inananlara, (Peygamber kendinden sonra hazret-i Alînin halîfe olmasını emr etdi. Eshâb, Peygamberi dinlemediler. Alînin hakkını çiğnediler. Dünyâ çıkarları için, dinlerini terk etdiler) diyordu. Bu sırları herkese açma, diye sıkı tenbîh ediyordu. (Ben şan ve şöhreti sevmem. Maksadım, yalnız, size doğru yolu bildirmekdir) diyordu. Böylece hazret-i Osmânın şehîd edilmesine sebeb oldu. Sonra, hazret-i Alînin askeri arasına, üç halîfenin düşmanlığını yaymağa çalışdı. Burada da başarı sağladı. Buna aldananlara (Sebeiyye) denir. [Sonradan hurûfî denildi.] Hazret-i Alî, bu dedikoduları haber alınca, minbere çıkıp, üç halîfeye dil uzatanları ağır suçladı. Birkaçını döğmekle korkutdu. İbni Sebe’ bu başarısını görünce, seçdiklerine, gizlice, hazret-i Alînin kerâmetlerini ileri sürerek, (Bu insan gücünün üstündeki işleri, Onun ilâh olduğunu anlatıyor) diyor ve hazret-i Alînin (Sekr-i tarîkat) hâlindeki sözlerini de şâhid gösteriyordu. Hazret-i Alî, bu sözleri de haber aldı. İbni Sebe’i ve ona inananları, ya’nî hurûfîleri ateşde yakacağını bildirdi. Bunları Medâyn şehrine sürdü. Fekat, orada da râhat durmadı. Adamlarını Irâka ve Azerbaycâna göndererek, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaydı. Hazret-i Alî, Şâmlılarla harb etmekde olduğundan, bunlarla uğraşmağa, halîfelik işlerini yapmağa vakt bulamadı.
Süâl: Hazret-i Alî, Deve ve Sıffîn vak’alarında, karşısında bulunan Eshâb-ı kirâm ile anlaşsaydı, Onlarla harb etmeseydi, O din kardeşleri ile birleşerek, O sevdikleri ile elele vererek, İbni Sebe’ kâfiri ile ve onun yanına toplanmış olan hurûfîlerle harb etselerdi, islâmiyyete yapmış olduğu büyük hizmetlere, bir yeni
sini de katmış olurdu. Târîh boyunca islâm âlemini kana boyamış olan (Sebeiyye) fırkası yok olurdu, denirse:
Cevâb: Öyle ictihâd buyurmadı. Kader-i ilâhîyi keşf etdi. Ona tâbi’ oldu. Ehl-i sünnet âlimleri, hazret-i Alînin ictihâdının doğru olduğunu bildiriyor. İkinci Abdülhamîd hânın “rahmetullahi aleyh” başına gelen de, bunun gibi idi. Mason plânları ile hâzırlanmış olan çapulcu ordusu, Sultânı hal’ için gelirken, İstanbuldaki pâşalar, karşı koyalım, dedi. İstanbuldaki kışlalar ta’lîmli asker dolu idi. Fekat, Abdülhamîd hân, hazret-i Alînin “radıyallahü anh”ictihâdına uydu. Kader-i ilâhiyyeye tâbi’ oldu. Âsîlere karşı gelmedi. Böylece ittihâdcıların, kendisinden ve binlerce müslimândan intikam almalarını önledi.
Bozguncuların günden güne artması yüzünden hazret-i Alînin “radıyallahü anh” askeri dörde ayrıldı:
1) İlk şî’a fırkası olup, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” uydular. Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisine dil uzatmadılar. Hepsini sevgi ile, saygı ile andılar. Şeytânın vesvesesinden kurtuldular. Harb etdiklerini de kardeş bildiler. Onlarla savaşmakdan vazgeçdiler. Hazret-i Alî bunların sözlerini kabûl buyurdu. (Şî’a) adı ilk olarak bunlara verilmişdir. Bunların yolunda olanlara, (Ehl-i sünnet ve cemâ’at) denildi.
2) Hazret-i Alîyi “radıyallahü anh”, Eshâb-ı kirâmın hepsinden üstün tutanlara (Tafdîliyye) denildi. Hazret-i Alî bunları dövmekle korkutdu. Şî’î deyince, bu fırkadan olanlar anlaşılır.
3) Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsine fâsık, hattâ, kâfir diyenlerdir. Bunlara (Sebeiyye) ve (Hurûfî) denir.
4) Ençok aldananlardır. Bunlar, (Gulât), ya’nî azgın olanlardır. Allah, hazret-i Alîye hulûl etmişdir, dediler.
Hazret-i Hüseynin oğlu İmâm-ı Zeynel’âbidîn Alî, hicretin (94). cü senesinde, kırksekiz yaşında vefât edince, oğlu (Zeyd bin Alî) “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, halîfe Hişâma karşı ısyân etdi. Bir ordu ile Kûfeye yürüdü. Zeyd hazretleri, askerin Eshâb-ı kirâma sövdüklerini işitince, men’ etdi. Nasîhat eyledi. Fekat askerler dağıldı. Zeydin yanında az kimse kaldı ve yüzyirmiiki (122) senesinde şehîd oldu. Kaçanlar kendilerine (İmâmiyye) adını takdılar. Zeydin yanında kalanlara (Zeydiyye) denildi.
Hazret-i Alînin ilk şî’ası olan Ehl-i sünnete göre, hazret-i Alî, zemânının en üstünü idi. Hilâfet Onun hakkı idi. Ona uymıyanlarhatâ etdi, bâgî oldu. Hazret-i Âişe, Talha, Zübeyr, Mu’âviye veAmr ibni Âs gibi Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ec-
ma’în”, hazret-i Alî ile, halîfelik için harb etmediler. Hazret-i Osmânın kâtilleri aranıp bulunmadığı için ve bunlara kısâs yapılmadığı için karşı koydular. Uyuşmak üzere iken (Abdüllah bin Sebe’) ve adamları savaşa başladı ve olan oldu. Hazret-i Alî ile harb eden Eshâbın hepsi, hilâfet Onun hakkı olduğunu, Onun kendilerinden dahâ üstün olduğunu söyliyorlardı. Onu övüyorlardı. Hazret-i Alî de, kendisi ile harb eden Eshâb-ı kirâmı seviyordu, övüyordu.
10 - Hurûfîler, Ehl-i beyt, Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötüledi. Onların işkencelerinden feryâd etdiler, diyorlar. Eshâb-ı kirâmdan çoğunun ve hele hazret-i Mu’âviyeninve babasının ve Amr bin Âs hazretlerinin mürted olduklarını yazıyorlar. Bu mürtedleri seven ve övenler de, Onlarla birlikde Cehenneme gideceklerdir, diyorlar. Evet, Eshâb-ı kirâmdan sonra, vâlîler arasında, Ehl-i beyte zulm ve işkence edenler oldu. Abbâsîler zemânında yapılan işkence, Emevîler zemânında yapılandan kat-kat çok idi. Ehl-i beyt imâmlarından, bu vâlîleri kötüliyen sözler işitildi. Ehl-i beyt imâmlarının o sözlerini Eshâb-ı kirâm için söylemiş gibi çevirdiler. Böylece, Ehl-i beyte de, Eshâb-ı kirâma da hiyânet eylediler.
Eshâb-ı kirâmı kötüliyen kitâbları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları gibi göstererek câhilleri aldatdılar. Meselâ Keşşaf tefsîrinin sâhibi, Tafdîlî ve Mu’tezilîdir. (Ahtab hârezmî) azgın bir Zeydîdir. Me’ârif kitâbının sâhibi (İbni Kuteybe) ve Nehcülbelâga kitâbını şerh eden (İbni Ebilhadîd) mu’tezilîdir. Tefsîr sâhibi (Hişam Kelebî) bid’at ehlidir. Murevvicüzzeheb sâhibi olan (Mes’ûdî) ve Egânî kitâbını yazan (Ebülferec İsfehânî) ve Rıyâdunnadara kitâbını yazan (Ahmed Taberî) gibiler de, azgın Ehl-i sünnet düşmanlarıdır. Hurûfîler, bunları, Ehl-i sünnet âlimi tanıtarak, gençleri aldatıyorlar. Kolay aldatabilmek için, kendilerinin bid’at ehli olduklarını söylemiyorlar. Birçokları da büsbütün gizleniyor. Ehl-i sünnet görünüyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerini övüyorlar. Fekat Eshâb-ı kirâmın büyüklerini kötüliyorlar. Vesîka olarak da, yukarıda yazdığımız kitâbların ismlerini koyuyorlar. O hâlde, müslimânlar uyanık olmalıdır. Bu bozuk kitâblardan alınmış yazıların, tercemelerin bulunduğu anlaşılan kitâbları ve mecmû’aları okumamalıdırlar. İslâmiyyeti ve Ehl-i sünnet âlimlerini ne kadar överse övsün, içinde bu kitâbların adı görülen din kitâbını zehr bilmeli, perde arkasından islâmiyyeti yıkmak istiyen hurûfîlerin tuzağı olduğunu anlamalıdır.
(Süddî) isminde iki din adamı vardır. Biri, İsmâ’îl-i Kûfîdir. Sünnîdir. Öteki, sagîr diye meşhûrdur ve azgın bid’at sâhibidir. İb-
ni Kuteybe de ikidir. (İbrâhîm ibni Kuteybe) bid’at sâhibidir. Abdüllah bin Müslim bin Kuteybe ise sünnîdir. Her ikisinin de (Me’ârif) adında kitâbı vardır. (Muhammed ibni Cerîr Taberî) de ikidir. Biri, büyük târîh sâhibi olan sünnîdir. Öteki, bid’at sâhibidir. Taberî târîhini (Alî Şimşâtî) adında bir bid’at sâhibi ihtisâr etmişdir.
Tuhfe kitâbında, hurûfîlerin hîle ve yalanlarının yirmiyedincisi olarak diyor ki:
11 - (Siyâh bir câriye kız, Hârünnürreşîdin serâyında, şî’ayı övdü. Ehl-i sünneti kötüledi. Ehl-i sünnet âlimleri ve kâdî Ebû Yûsüf orada idi. Hiçbiri cevâb veremedi) diyorlar. Kızın adı Hüsniyye imiş. Şimdi bu kitâb (Hüsniyye) adı ile, Anadolunun her yerinde satılmakdadır. Hâlbuki, bu hikâye bid’at ehli âlimlerini küçültmekdedir. Çünki, asrlardan beri, hiç bir bid’at sâhibi, bu câriye kadar olamadı. Hiçbir meclisde, Ehl-i sünnet âlimlerini “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, onun gibi susduramadılar. Hep yenildiler. Keşki o câriyenin yolunu öğrenselerdi, mahcûb olmakdan kurtulurlardı. Hüsniyye kitâbındaki hikâyeleri (Murtezâ) adındaki bir hurûfînin yazdığı anlaşılmakdadır. Murtezânın bir yehûdî dönmesi olduğu (Esmâülmüellifîn) kitâbında yazılıdır.
12 - Hazret-i Alî şehîd olunca, İbni Sebe’ yehûdîsinin adamları, ya’nî hurûfîler, hazret-i Hasenin yanındaki müslimânların arasına sızdılar. Kırkbin kişi, onu halîfe yapıp, hazret-i Mu’âviye ile harb etmeğe teşvîk etdiler. Hazret-i Alîye yapdıklarını hazret-i Hasene de yapmak, Onu da şehîd etmek istiyorlardı. Ona karşı saygısızlık yapıyorlardı. Hattâ Muhtâr Sekafî, bir kerre, Onun seccâdesini mubârek ayaklarından çekdi. Başka bir mel’ûn, mubârek ayağına kazma ile vurdu. İki asker karşılaşınca, hazret-i Mu’âviyenin kazanacağını anlıyarak, hazret-i Hasenin yanından ayrıldılar. Bu hıyânetlerini, kendi adamları olan Murtezâ adındaki zındık (Tenzîhül-enbiyâ) kitâbında sıkılmadan yazmakdadır. Hattâ (Kitâbül-füsûl) kitâblarında, hazret-i Hasenin yanında bulunan İbni Sebe’ adamlarının hazret-i Mu’âviyeye mektûb yazdıklarını, (Hücum et! Haseni sana bırakacağız) dediklerini bildirmekdedir. Hazret-i Hasen, bu hâinleri anlıyarak sulh istedi. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” de, Onun mubârek vücûdüne bir zarar gelmesini istemediğini, her nasıl isterse, öylece sulh yapacağını bildirdi.
13 - Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” vefât edince de râhat durmadılar. İslâmiyyeti içerden yıkmak için tâm fırsatdır, dediler. Hazret-i Hüseyne “radıyallahü teâlâ anh”, seni halîfe yapacağız, diyerek haber gönderdiler. Mekkeden Kûfeye ça-
ğırdılar. (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki:
(Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”, nasîhat ederek, (Kûfeye gitme!) dedi ise de, hazret-i Hüseyn bunu dinlemedi. Abdüllah, ağlıyarak, vedâ’ etdi. Abdüllah bin Abbâs da, (Ey amcamın oğlu! Kûfedekilerin sana zarar vermesinden korkuyorum. Onlar kötü kimselerdir. Oraya gitme! Eğer gideceksen, Yemene git!) dedi. Hazret-i Hüseyn, cevâbında, (Haklısın. Fekat niyyet eyledim, karârlıyım) dedi. Abdüllah, (Bâri çoluk çocuklarını götürme! Korkarım ki, hazret-i Osmân gibi, çocuklarının gözleri önünde şehîd olursun) dedi ise de, hazret-i Hüseyn yine dinlemedi). Kısas-ı Enbiyânın bu yazıları gösteriyor ki, hazret-i Hüseyni Kûfe şehrine da’vet edenlerin kötü niyyetli hurûfî olduklarını ve Onu tuzağa düşürmek istediklerini, Mekkedeki Eshâb-ı kirâm anlamışlardı.
14 - Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, hazret-i Alî şehîd oldukdan sonra, hilâfet hazret-i Hasenin hakkı idi. Kendi isteği ile, bu hakkını hazret-i Mu’âviyeye bırakdı. Çünki, o vakt, halîfeliğe o lâyık idi. Halîfeliği yalnız kaldığı, korkduğu için bırakmadı. Müslimân kanı dökülmesin diye, mü’minlere merhamet etdiği için bırakdı. Kâfirlerle, mürtedlerle, fitneyi önlemek için sulh yapmak câiz değildir. Onlarla harb etmeyip, onların gâlib gelmeleri en büyük fitnedir. Bâgîlerle sulh ise, câizdir. O zemâna kadar, hazret-i Mu’âviye bâgî, âsî idi. O yıl, hak üzere halîfe oldu. Bâgî olana la’net edilmez, istiğfâr edilir. Hayr düâ edilir. Muhammed sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Mü’minlerin günâhları için istiğfâr et!) buyuruldu. İstiğfârı emr, la’neti yasak etmek olur. Bu âyet-i kerîme, büyük günâh işliyenlere istiğfâr olunmasını emr buyurmakdadır. Sıfata la’net câiz olsa bile, sıfat sâhibine la’net câiz olmaz. Haşr sûresinin onuncu âyetinin meâl-i şerîfi, (Önce gelen mü’minlere düşmanlık etmemeği, onlara hayr düâ etmeği) emr etmekdedir. Hazret-i Alînin Şâmlılara la’net olunmasını yasak etdiğini, şî’î kitâbları da yazmakdadır. Bu da, Onların müslimân olduklarını göstermekdedir. Hazret-i Alî için olan Hadîs-i şerîfde, (Seninle harb, bana karşı harbdir) buyuruldu ise de, bu Hadîs-i şerîf, bu büyüklere karşı muhârebenin dehşetini bildirmek içindir. Bu Hadîs-i şerîf, kırkbirinci maddede uzun uzun açıklanmışdır. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” ve sonra gelenler, hakîkatde melik idi. Sultân idi. Halîfenin üç vazîfesinin yalnız birini yapıyorlardı.
15 - Hurûfî kitâbları diyor ki, hazret-i Mu’âviyenin vâlîleri millete zulm etdi. Bunlardan biri Ziyâd idi. Şirâz vâlîsi idi. Ebû Süfyânın, câhiliyyet zemânındaki Hâris adındaki bir doktorun Sü-
meyye adındaki câriyesinden olan gayr-ı meşrû’ oğlu idi. Büyüdükde necâbeti, belâgati, zekâsı, dillere destân olmuşdu. Arabistânın dâhîlerinden olan Amr ibni Âs, (Bu çocuk Kureyşli olsaydı, büyük bir adam olurdu) dedi. Hazret-i Alî de, orada idi. Ebû Süfyân, (Bu benim oğlumdur) dedi. Hazret-i Alî halîfe olunca, ZiyâdıÎrân vâlîsi yapdı. Çok iyi idâre etdi. Memleketler feth eyledi. Hazret-i Mu’âviye kardeşinin bu başarılarını görünce, yanına çağırdı. Fekat O, hazret-i Alî şehîd oluncaya kadar, vazîfesinden ayrılmadı. Hazret-i Mu’âviye meşrû’ halîfe olunca, kırkdört senesinde, Ziyâdın, Ebû Süfyânın oğlu olduğunu i’lân etdi. Basra vâlîsi yapdı. Böylece, hazret-i Osmân ile hazret-i Alîye, babasız birini vâlî yapdıkları için dil uzatılmasını önlemiş oldu. Ziyâd, kâdî Şüreyhin oğlu Sa’îdden hazret-i Alînin intikâmını almak istedi. Evini, mallarını aldı. Sa’îd Medîneye gelip, bunu hazret-i Hüseyne şikâyet etdi. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh”, Ziyâda mektûb yazıp, Sa’îdin mallarını geri vermesini bildirdi. Ziyâd cevâbında, (Ey Fâtımanın oğlu! İsmini, benim ismimden önce yazmışsın. Hâlbuki sen dilek sâhibisin. Ben ise sultânım) gibi şeyler yazdı. Hazret-i Hüseyn, bu mektûbu Şâma halîfeye gönderdi ve vâlîyi şikâyet eyledi. Hazret-i Mu’âviye, mektûbları okuyunca, çok üzüldü. Ziyâda sert bir emr yolladı: (Ey Ziyâd! Bil ki sen, hem Ebû Süfyânın, hem de Sümeyyenin oğlusun! Ebû Süfyânın oğlu yumuşak ve tedbîrli olur. Sümeyyenin oğlu da, onun gibi olur. Mektûbunda Hüseynin babasına dil uzatmışsın. Yemîn ederim ki, Ona yazdıklarının hepsi sende vardır. O, bunların hepsinden temizdir. Senin isminin, Hüseynin isminin altında bulunması, senin için bir kusûr değil, bir şerefdir. Emrimi alır almaz Sa’îdin mallarını hemen geri ver! Ona, eskisinden dahâ iyi bir ev yap! Bu emrimi Hüseyne de bildiriyorum ve özr diliyorum ve Sa’îde bildirmesini ricâ ediyorum. İsterse Medînede kalsın. İsterse, Kûfeye gitsin. Onlara elin ile, dilin ile, aslâ sataşma! Hüseyne “radıyallahü teâlâ anh” anasının adı ile yazmışsın. Sana yazıklar olsun! Unutma ki, Onun babası, Alî ibni Ebû Tâlibdir. Anası da Resûlullahın kızı Fâtımadır “radıyallahü teâlâ anhâ”. Ondaki bu şeref, başka kimsede bulunabilir mi? Niçin düşünmüyorsun?) dedi.
Ziyâdın ve oğlu Ubeydüllahın müslimânlara olan zararlarını herkes bilir. Fekat, bunu vâlî yapdığı için, hazret-i Mu’âviyeye dil uzatmak hiç doğru değildir. Onu, hazret-i Osmân da ve hazret-i Alî de “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” vâlî yapmışlardı. Otuzaltıncı maddeyi okuyunuz!
16 - Süâl: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Alîye eziyyet eden, bana eziyyet etmiş olur) buyurdu. Ba’zıları bu ha-
dîs-i şerîfi ileri sürerek, (Resûlullahı incitmek küfrdür. Bunun için hazret-i Alî ile “radıyallahü teâlâ anh” harb edenlerin hepsi kâfirdir) diyorlar.
Cevâb: Kûfe ve Mısrda çoğalan münâfıklar, Medîneye yürüdüler ve hazret-i Osmânı şehîd etdiler. Hazret-i Alî, halîfe olunca, kâtilleri arayıp kısâs yapmak için gecikdirmeği uygun gördü. Eşkıyâ ise, bundan yüz buldu. Taşkınlığa devâm etdiler. Hazret-i Osmânı söğüp, kendilerini haklı gösteren sözleri her tarafa yaymağa başladılar. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Talha, Zübeyr, Nu’mân bin Beşîr, Ka’b bin Acre ve başkaları bu hâle çok üzüldüler. (İşin sonunun böyle olacağını bilseydik, hazret-i Osmânı, eşkıyâya karşı korurduk) dediler. Kâtiller, bunu haber alınca, bu Sahâbîleri de şehîd etmeğe karar verdiler. Bunlar da Mekke-i mükerremeye gitdiler. Hac etmek için Mekkeye gelmiş olanhazret-i Âişeye anlatıp Ona sığındılar. (Halîfe, fitneyi basdırıncaya kadar, eşkıyâya yüz veriyor. Onlar da şımararak düşmanlıklarını, işkencelerini artdırıyorlar. Kısâs yapılmadıkça ve zâlimlerin cezâsı verilmedikçe, kan dökmenin önüne geçilemiyecekdir) dediler. Hazret-i Âişe de, (Bu şakîler Medînede kaldıkça ve Emîrülmü’minînin etrâfını sardıkça, sizin Medîneye gitmeniz doğru olmaz. Şimdilik emîn bir yere gidiniz. İşin sonunu bekleyiniz. Hazret-i Alîyi bu eşkıyânın elinden kurtarmak için uzakdan yardım ediniz. İlk fırsatda, halîfeyi aranıza alıp eşkıyâ üzerine yürüyünüz. Kâtilleri yakalayıp kısâs yapmak kolay olur. Böylece kıyâmete kadar, zâlimlere ders vermiş olursunuz! Bu iş şimdi kolay değildir. Acele etmeyiniz) buyurdu. Eshâb-ı kirâm, hazret-i Âişenin sözlerini beğendiler. İslâm askerlerinin toplanma yerleri olan Irak ve Basra taraflarına gitmeği uygun gördüler.Hazret-i Âişeye, (Fitne kalkıp, ortalık düzelinceye ve halîfeye kavuşuncaya kadar bizi himâye et! Sen müslimânların annesisin ve Resûlullahın muhterem zevcesisin. Ona herkesden dahâ yakın ve dahâ sevgilisin. Seni herkes saydığı için, eşkıyâ sana yaklaşamaz. Bizimle berâber bulun! Bize kuvvet ol!) diye yalvardılar. Hazret-i Âişe, müslimânların râhat etmesi için ve Resûlullahın Eshâbını korumak için, Onlarla birlikde Basraya hareket etdi. Halîfenin etrâfını sarmış olan ve birçok işlere karışmakda olan kâtiller, bu haberi hazret-i Alîye başka dürlü anlatdılar. Halîfeyi de Basraya gitmeğe zorladılar. İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Abdüllah bin Ca’fer Tayyâr ve Abdüllah bin Abbâs gibi Sahâbîler, halîfeye acele etmemesini, münâfıkların sözüne aldanmamasını söylediler ise de, eşkıyâ ağır basarak, Emîr hazretlerini Basraya götürdüler. Önce Ka’ka’ adında birini gönderip, haz-
ret-i Âişenin yanında bulunanların düşüncelerini sordu. Sulh ve fitneyi önlemek istediklerini, bunun için de, önce kâtillerin yakalanması lâzım geldiğini söylediler. Halîfe, bu isteklerini uygunbuldu. Her iki tarafdaki müslimânlar sevindiler. Üç gün sonra birleşmek için anlaşdılar. Buluşma sâati yaklaşınca, kâtiller haber aldı. Şaşkına döndüler. Başkanları olan Abdüllah bin Sebe’ yehûdîsinin etrâfında toplandılar. Bunun çâresini sordular. Son çâremiz bu gece halîfenin askerlerine hücûm ediniz ve hemen halîfeye gidip, (Âişenin yanındakiler sözlerinde durmadı. Baskına uğradık) deyiniz. Bir süvârî birliği ile de, karşı tarafa saldırdılar. Birkaç gün evvel gönderdikleri ajanlar da, karşı tarafdan imiş gibi, (Halîfe sözünde durmadı. Baskına uğradık) diye bağırdılar. Böylece harb başladı. Deve vak’ası böyle patlak verdi. Kurtubî ve başka Ehl-i sünnet târîhleri işin doğrusunu böyle yazmakdadır. Eshâb-ı kirâma düşman olanlar, kâtilleri savunmak için, başka dürlü yazıyorlar. Bu yalanlara inanmamalıdır.
Şâm vâlîsi olan Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” da, kâtilleri yakalamayı ve kısâs yapmayı istemişdi. Halîfe, ortalık karışık olduğundan ve Deve vak’asıyle uğraşdığından, bunun dileğini kabûl etmedi. Bu da, halîfeyi kabûl etmedi. Şî’îlerin (Nehcülbelâga) kitâbında da yazdığı gibi, halîfe, (Din kardeşlerimiz ile harb edeceğiz. Onlar doğru yoldan ayrıldı) buyurdu. Görülüyor ki, Deve ve Sıffîn muhârebelerini yapanlar, hiçbir zemân hazret-i Alîyi “kerremallahü vecheh” incitmeği düşünmemişdir. Her iki tarafda bulunanlar da, yalnız Allahü teâlânın emrine uymayı ve fitneyi önlemeyi düşünmüşlerdir. Fekat siyonizm, yehûdî parmağı, her iki tarafı da kana boyamışdır.
(Tezkire-i Kurtubî Muhtasarı) yüzyirmiüçüncü sahîfesinde diyor ki: Müslimin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Müslimânlar birbirleri ile harb ederse, ölen de, öldüren de Cehennemdedir) buyuruldu. Âlimler buyuruyor ki, bu Hadîs-i şerîf, dünyâ kazancı için döğüşenleri bildiriyor. Din için, kötülüğü kaldırmak için, meselâ bâgî, âsî olanlarla döğüşmeği bildirmiyor. Başka bir Hadîs-i şerîfde, (Dünyâlık için döğüşürseniz, öldüren de, öldürülen de Cehennemdedir) buyuruldu. Hazret-i Alî ile hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anhümâ” arasındaki harb böyle değildir. Dünyâ için değildi; Allahın emrinin yerine gelmesi için idi. Müslimdeki bir Hadîs-i şerîfde, (Eshâbım arasında fitne olacakdır. O fitnelere karışanları, Allahü teâlâ, benimle olan sohbetleri hurmetine afv ve mağfîret edecek. Sonra gelenler, bu fitnelere karışan Eshâbıma dil uzatarak Cehenneme gideceklerdir) buyuruldu. Birbirleri ile harb eden Eshâbın hepsinin afv edileceklerini, bu hadîs-i şe-
rîf göstermekdedir.
17 - Hurûfîler, Eshâb-ı kirâma azılı düşman oldukları için, bütün Ehl-i sünnete “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mel’ûn diyorlar. Âl-i İmrân sûresi yüzonuncu âyetinde, (Siz ümmetlerin en iyisisiniz) buyuruluyor. Bunlar ise, bu ümmete mel’ûn diyorlar. Her nemâzdan sonra, Eshâb-ı kirâmın büyüklerine la’net etmeği büyük ibâdet biliyorlar. Allahü teâlânın ve Peygamberlerin düşmanları olan Ebû Cehl, Ebû Leheb, Fir’avn, Nemrûd ve benzerlerine la’net etmeği hâtırlarına bile getirmiyorlar. Üç halîfeyi ve Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmelere müteşâbihât diyorlar. Bunların ma’nâsı anlaşılmaz, diyorlar.
18 - Ehl-i sünneti Resûlullahın Ehl-i beytine düşman biliyorlar. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları Ehl-i beytin sevgisini ve büyüklüğünü bildiren yazılarla doludur. Ehl-i sünnet âlimlerinden Behâüddîn-i Âmilî, (Keşkül) kitâbında, Ehl-i beyte inanmıyan, mü’min değildir, buyuruyor. Ehl-i sünnetin bütün tarîkatları Ehl-i beytden feyz almakdadır. Ehl-i sünnetin dört mezhebinin imâmları Ehl-i beytin talebeleridir. Şî’î âlimlerinden İbni Mutahhir Hullî (Nehcülhak) ve (Minhecülkerâme) kitâblarında, Ebû Hanîfenin ve Mâlik bin Enesin, imâm-ı Ca’fer-i Sâdıkdan ilm aldıklarını yazmakdadırlar. İmâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Mâlikin ve imâm-ı Muhammed Şeybânînin talebesidir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Muhammed Bâkırın da sohbetinde bulundu. Ondan ilm aldı. Bunu ibni Mutahhir açıkça bildirmekdedir. Bunun için, şî’anın inancına göre de, İmâm-ı a’zamın ictihâd sâhibi bir müctehid olması lâzım gelmekdedir. Yine onlara göre, bunun şehâdetini kabûl etmiyenin kâfir olması lâzım gelmekdedir. İmâm-ı Mûsâ Kâzım, Abbâsîlerin zindanında iken, imâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammed Şeybânî zindana gelirler, Ondan ilm öğrenirlerdi. Bunu şî’î kitâbları da yazmakdadır.
Her müslimânın kâfirleri sevmemesi farzdır. Bunu emr eden âyet-i kerîmeler çokdur. Mü’minlerin, günâhlı olsalar dahî, birbirlerini sevmeleri lâzımdır. Her mü’minin, Allahü teâlâyı herşeyden çok sevmesi lâzımdır. Muhabbetin ve düşmanlığın dereceleri vardır. Mü’minin, Allahdan sonra en çok, Onun Resûlünü sevmesi lâzımdır. Sonra Ona yakın olan mü’minleri sevmek lâzımdır. Ona yakın olmak üç dürlüdür:
1) Evlâd ve akrabâsıdır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
2) Mubârek zevceleridir “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde, neseb ile yakınlığı, nikâh ile yakınlıkla birlikde zikr etmekdedir.
3) Onun Eshâbıdır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Ona yardıma koşmuşlar. Ona yardım için canlarını fedâ etmişlerdir. Bu yakınlık, her yakınlıkdan dahâ üstündür.
Bunlardan sonra, bütün mü’minleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sevmek gelir. Bunların herhangi birinin îmânı giderse, o sevilmez. Îmân ile küfr de son nefesde belli olur. Mü’minin günâh işlemesi sevilmez. Fekat kendisi sevilir.
Resûlullahın vefâtından sonra, mubârek zevcelerinden ve Eshâbından “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hiçbirinin kâfir olmadığı sözbirliği ile bildirilmekdedir. Bunun için, emîre ısyân edenleri, Onu dinlemiyenleri de sevmek lâzımdır. Şî’î âlimlerinden Nasîreddîn-i Tûsî, (İmâm-ı Alîye ısyân edenler, fâsık oldu. Onunla muhârebe edenler, kâfir oldu) diyor ise de, bu sözü yanlışdır.
19 - Deve ve Sıffîn muhârebelerinde hazret-i Alî ile harb etmek düşünülmedi. Hazret-i Osmânın kâtillerine kısâs yapılması için harb edildi. Hazret-i Alî, onların arasında bulunmasaydı, yine harb yapılacakdı. Harb edenlerin hiçbiri, hazret-i Alîye düşman değildi. Yasak edilmiş olan bir işi yapana, niyyetine göre karşılık verilir. Meselâ, bir kimse, (Şu bardağı kırana cezâ yaparım) dese, biri geçerken ayağı kayıp bardak kırılsa, ona cezâ yapmaması lâzımdır. Hazret-i Alî ile harb edenler de, bunun gibidir.Hazret-i Âişenin hazret-i Alîye karşı gelmesi, hazret-i Mûsânınhazret-i Hârûnu azarlaması gibidir. Hazret-i Âişenin mü’minlere anne olduğunu Kur’ân-ı kerîm bildiriyor. Anne, yanlış olsa da, oğlunu cezâlandırırsa, Ona dil uzatmak lâzım gelmez. Hazret-i Alî ile harb eden Eshâb-ı kirâm, âyetler ve hadîsler ile medh olunmuşdur. Eshâb-ı kirâmın herbiri için, hattâ mü’minlerin hepsi için şefâ’at ve kurtuluş ümmîdi vardır. Eğer bir kimse, hazret-i Alîye düşman olup, Ona la’net eder, söğerse, bu kimse kâfir olur. Fekat, Onlardan hiçbirinin böyle yapdığı bildirilmemişdir. Hazret-i Alîye kâfir diyen, O, Cennete girmeyecek diyen veyâ ilm, adâlet, vera’ ve takvâsında kusûr olduğu için halîfe olamaz diyen kâfir olur. Hâricîler, ya’nî Yezîdîler, böyle inanıyor iseler de, şübheli delilleri te’vîl etdikleri için böyle söyliyorlar. Nefsine uyarak, mal, mevkı’ kazanmak için yâhud yanlış ictihâd ederek, Onunla harb eden kâfir olmaz. Birinci kısmdakiler, fâsık, ikinci şeklde yanılan ise bid’at ehli olur. Hadîs-i şerîfde, (Mü’mine la’net etmek, onu öldürmek gibidir) buyuruldu. La’net etmek, Allahın rahmetinden uzak olmasını istemek demekdir. Günâh ve bid’at yüzünden olan sevmemek, onun ölümünden sonra da devâm eder. Hadîs-i şerîfde, (Ölüleri sövmeyiniz) buyuruldu.
20 - Görülüyor ki, Cemel ve Sıffîn muhârebelerinde, hep yehûdî parmağı vardır. Siyonizmin idâre etdiği mel’anetlerdir. Kardeşi kardeşe düşman etmek, iç savaş açarak islâmiyyeti içerden yıkmak için düzülen alçak yehûdî plânlarıdır. Bindörtyüz seneden beri, bu plânları yürütüyorlar. Hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” şehîd edenleri hâzırlıyan ve idâre eden yehûdîler, sultân ikinci Abdülhamîd hânı “rahmetullahi teâlâ aleyh” hal’ eden hareket ordusunu da hâzırlayıp yürütdüler.
Müslimânlar, dahâ hâlâ uyanmıyor. Bu hakîkatleri göremiyor. Hazret-i Osmânı şehîd eden, Eshâb-ı kirâmı birbirine kırdıran, ittihâdcı denilen masonları müslimânların başına belâ edip, binlerce din adamını dar ağaçlarına ve zındanlara sürükliyen islâm düşmanı olan yehûdîlerin kitâbları kapışılmakda, köylere kadar dağıtılmakdadır. Masonların, komünistlerin desteklediği dinde reformcular, harıl harıl çalışıyor. Müslimânlar ise, gaflet içinde şu’ûrsuz uyuyorlar. İslâmiyyeti içerden yıkmak için sinsice yazılmış olan zındıkların kitâblarını terceme ediyor, reklâmlarını yapıyorlar. Müslimân ismini taşıyan islâm düşmanlarına (Zındık) denir.
21 - Müslimânların okuduğu bir günlük gazetede, bir din kitâbının reklâmını gördük. Gazetenin bu kitâbı övmesi, günlerden beri devâm ediyormuş. Bir müslimân, bu kitâbdan bir aded getirdi. Birçok yerinde, Ehl-i sünneti övüyor. Birkaç yerinde de yalanlar, iftirâlar yerleşdirilmiş. Bunları din kardeşlerimize duyurmak istiyoruz. Böylece, temiz gençleri uçuruma düşmekden kurtarabilirsek dînimize ve milletimize büyük hizmet etmiş oluruz.
22 - (Âişe-i Sıddîkanın dahî ömrünün sonuna kadar, ictihâdındaki hatâsından dolayı nedâmetde bulunduğunu kitâblar beyân eylemişdir) diyor.
Hâlbuki kitâblar, hiçbir âlimin ictihâdına nâdim olduğunu, üzüldüğünü yazmıyor. Çünki, ictihâd lâzım olan bilgilerde ictihâd etmek günâh değildir. Hiç olmazsa, bir sevâb vardır. O büyükler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, ictihâdlarında yanıldıklarına değil, müslimân kanı döküldüğüne üzüldüler.
23 - (Eshâbın ictihâdda hatâsı sâbit oldukdan ve senelerce fitne ve fesâd, kıtâl ve tahrîb üzerinde ısrârın devâmından sonra) gibi şeyler yazıyor. Yukarıda bildirdiğimiz gibi, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ictihâdları, hazret-i Osmânın kâtillerine kısâs yapılmasında ve eşkıyânın Medîneden hemen çıkarılarak huzûr ve sükûnun bir ân önce sağlanmasında idi. İctihâdların harb ile bir ilgisi yokdu. Muhârebelere zındıklar sebeb oldu. Sonra, bu muhârebeleri, ictihâd ayrılığına yüklediler. Böylece müslimânları ikiye bölmeğe muvaffak oldular.
24 - Hurûfî kitâbı, (Eshâbımdan ba’zı nâs, havzıma, yanıma gelecekler. Ben onları görüp tanıyacağım. O sırada, onları yanımdan ayıracaklar. Ben “Yâ Rabbî! Bunlar benim Eshâbımdır” diyeceğim. O zemân bana, “bunlar senden sonra neler yapdılar”) Hadîs-i şerîfini yazıyor. Bunun doğru hadîs olduğunu isbât için çeşidli kitâbların ismini veriyor.
Bu Hadîs-i şerîfden dahâ uzunu da, Ehl-i sünnetin (Sihâh)ında, [ya’nî, sahîh oldukları sözbirliği ile bildirilmiş olan hadîs kitâblarında] mevcûddur. Bu sahîh Hadîs-i şerîflerin hepsi, Eshâb-ı kirâmın arasındaki zındıkları bildirmekdedir. Eshâb arasında bulunan birkaç kimsenin Resûlullah zemânında mürted olduğu, Hadîs-i şerîfle bildirildi. Bunlar Eshâblık şerefine dâhil değildir. Sonradan sapıtanlar, Benî Hanîf ve Benî Sakîf gibi kabîlelerden elçi olarak gelip, müslimân olduklarını söyleyip gidenlerden idi. Deve ve Sıffîn harblerinde hazret-i Alînin yanında bulunup, sonra hâricî olan Harkus bin Zübeyr de onlardandır. Sâlih işler yapan ve kâfirlerle cihâd eden Eshâbın hepsinin îmânla vefât etdiklerinde, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliğine varmışdır. Deve ve Sıffîn muhârebelerinde her iki tarafda bulunan Sahâbîler, hep böyle idi. Birbirlerine kâfir diyen hiç olmadı. (Ammâr bin Yâseri âsîler öldürecek) Hadîs-i şerîfi ve hazret-i Alînin, (Kardeşlerimiz bize ısyân etdi) buyurması, hazret-i Mu’âviyenin ve Onunla birlikde olan Eshâb-ı kirâmın hepsinin müslimân olduklarını isbât etmekdedir. Hazret-iMu’âviyenin ve Amr ibni Âs hazretlerinin vefât edeceklerine yakın söylediklerini ve Resûlullaha olan aşırı sevgi ve saygılarını (Eshâb-ı Kirâm) kitâbımızda uzun yazdık. Okuyanlar, ikisinin de îmânlarının çok kuvvetli olduklarını anlar. Onlara dil uzatamaz. Ehl-i sünnet âlimleri, mürtedleri savunmuyor. Hazret-i Ebû Bekr zemânında mürtedlerle harb edenlerin üstünlüklerini anlatıyor.Mürtedleri kahr eden, Îrân ve Bizans orduları ile, Allah için savaşıp onları yere seren kahramânların şânlarının çok yüksek olduğunu bildiriyor. Bunlar, binlerle insanı îmâna getirdi. Onlara Kur’ânı, nemâzı, islâmiyyeti öğretdiler. Kur’ân-ı kerîm, bunların hepsine Cenneti müjdeliyor. Sonsuz ni’metler va’d ediyor. Allahü teâlâ, bunların hepsinden râzı olduğunu bildiriyor. Bu müjdeler, va’dler, Eshâb-ı kirâmın hepsinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” îmân ile vefât etdiklerine, hiçbirinin mürted olmadığına şâhiddir.
Hindistânda yetişen büyük islâm âlimlerinden Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî “rahime-hullah”, (Kurret-ül-ayneyn) kitâbının sonunda, bu Hadîs-i şerîfi yazarak açıklamakdadır. Bu kitâbı özetleyip fârisîden türkçeye terceme ederek (Eshâb-ı Kirâm) kitâbın
da neşr eyledik. Lütfen oradan da okuyunuz!
25 - Hurûfî kitâbında, (Sizler, insanlar için çıkarılmış hayrlı ümmetsiniz! âyetinin tefsîrinde, imâm ibni Cerîr-i Taberî, rivâyet-isahîha ile Ömer-ül-Fârûkun, (Bu vasf-i âlî, evvelimize şâmil; âhırımıza gayrı şâmildir) dediğini rivâyet etmişdir. Ahmed bin Hanbel ve İbni Sîrîne göre Sâbıkûn-i evvelün, kıbleteyne nemâz kılanlardır. Şa’bîye göre, Şecere-i rıdvân altında bî’at edenlerdir) diyor.
Böylece, hazret-i Mu’âviyeye saldırabilmenin yolunu açıyorise de, pek çürük tahtaya basmakdadır. Âyet-i kerîmede övülen Sâbıkûnun, önce îmâna gelenler olduğunu yazması ile, hazret-iMu’âviye ile Amr ibni Âs hazretleri, sonradan îmâna geldikleri için, bunlara dâhil değildirler, demek istemekdedir. Hâlbuki, Tevbe sûresinin yüzbirinci âyetinin yalnız başındaki (Sâbikûnel evvelûn) kısmını alıp, âyetin sonunu saklamakdadır. Bu âyet-i kerîmede, sâbikûnel evvelûn buyurdukdan sonra meâlen, (Îmânda ve ihsânda bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ Onlar için Cennetler hâzırladı) buyuruyor. Âyet-i kerîmenin sonundaki bu müjdeye Eshâb-ı kirâmın hepsinin ve kıyâmete kadar, bunların izinde bulunanların dâhil olduğunu bütün tefsîrler sözbirliği ile bildirmekdedir. Tibyân tefsîrinde bunu bildirdikden sonra Muhammed bin Kâ’bın (Eshâb-ı kirâmın hepsi, günâh işliyenleri de Cennetdedir) dediğini, sonra bu âyet-i kerîmeyi okuduğunu bildirmekdedir. Bir hurûfî babasına, (Niçin nemâz kılmıyorsun?) demişler. O da, (Nemâza yaklaşmayınız!) âyetine uyuyorum, demiş. Âyet-i kerîmenin sonundaki (Serhoş iken) şartını okumıyarak, Allahü teâlânın emrini tersine çevirmiş ve böylece kâfir olmuş. Kitâbın yazarı da, âyet-i kerîmenin baş tarafını yazıp, hazret-i Mu’âviye ile Amr ibni Âs hazretlerinin Cennete gidenler arasında bulunduklarını saklamakdadır.
26 - (Küfrün imâmları, Mu’âviyenin babası, Hindin kocası olan Ebû Süfyân ve ahzâbıdır) diyerek hücûma geçmekdedir. Hâlbuki o zemân, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” amcası Abbâs da kâfirler arasında idi. Bedr gazâsında, Resûlullaha karşı harb etmek için gelen düşman ordusunu idâre edenlerdendi. Esîr alınınca, hazret-i Alîye karşı, (Mescid-i harâmı ta’mîr ediyoruz. Kâ’beyi örtüyoruz. Hâcılara su veriyoruz) diye övündü. Allahü teâlâ, âyet-i kerîme göndererek, meâlen, (Müşriklerin mescidleri ta’mîr etmesi sahîh olmaz. Biz, onların övündükleri işleri yok eder, onları Cehenneme koyarız) buyurdu. Böylece Abbâs, cevâbını almış oldu. Fekat, sonra meâlen, (Îmâna gelip Mekkeden Medîneye hicret edenlere ve Allah yolunda cihâd edenlere
yüksek dereceler vardır. Onlar azâbdan kurtulucudur. Onlara rahmetimi ve rıdvânımı ve Cennetlerimi müjdelerim. Onlar, Cennetlerde, sonsuz olarak ni’metlere kavuşacaklardır) buyurmakdadır. Abbâs ile Ebû Süfyân “radıyallahü teâlâ anhümâ” îmâna geldiler. Feth yılında Mekkeden Medîneye hicret etdiler. Ebû Süfyânın Tâif gazâsında bir gözü çıkdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ona Cenneti müjdeledi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” halîfe iken yapılan Yermük gazâsında, ikinci gözü çıkdı ve o gazâda şehîd oldu.
27 - (Sıffîn harbinde iki tarafdan yetmiş bin kişi öldü. Bunların yirmibeşbini, Aliyyül Mürtezâ tarafında olanlardandır. İşbu müdhiş kıtâlin müsebbibi kimdir?) diyor.
Bu muhârebeye (Abdüllah bin Sebe’) yehûdîsi ile ona bağlanmış olan ve (Sebe’iyye) denilen zındıkların sebeb olduklarını, (Tuhfe) kitâbından terceme ederek, yukarıda, onaltıncı maddede uzun yazmışdık. Fekat, sebe’iyyeciler, yehûdîlerin bu suçunu Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olan hazret-i Mu’âviyeye yüklemek, böylece müslimânları parçalamak çabasındadırlar.
28 - (Cemel harbinde Âişe-i sıddîka tarafından olan, Aşere-i mübeşşereden, Talha ve Zübeyr ictihâdlarından, hatâlarından rücû’ ile harb yerini terk eylediler) diyor.
Cennetle müjdelenmiş olan bu iki Sahâbî, hazret-i Alî ile harb etmek için ictihâd etmemişlerdi. Resûlullahın çok sevdiği ve Cennet ile müjdelediği bu iki zâta, böylece leke sürmek istiyorlar. Hazret-i Alî, bunlara tesâdüf edip, müslimânlarla harb etmek istemediğini söyleyince, yehûdîlerin tuzağına düşdüklerini anladılar. Bunun için harbden vazgeçdiler.
29 - (Talha ölürken, yanından geçen Aliyyül mürtezânın tarafından birini tanıyıp, elini uzat! Alî nâmına bî’at edeyim demişdir) diyor.
Hazret-i Âişe ile yanındakiler, Basrada, hazret-i Alî ile harb etmek için değil, Onunla anlaşarak, Ona bî’at ederek, fitne ve fesâda son vermek istediklerini bildirmişlerdi. Kısas-ı Enbiyâda, dörtyüzonsekizinci sahîfede diyor ki, (Resûlullah vefât edince, kimin halîfe olacağı görüşülürken, Zübeyr bin Avvâm kılıcını çekerek, Alîye bî’at olunmadıkça kılıcımı kınına sokmam, diyerek ısrâr ediyordu). İşte, Cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan bu Zübeyr, Deve vak’asında, Âişe-i Sıddîkayı, hazret-i Alîye karşı götürenlerden biri idi. Kısas-ı Enbiyâdaki bu yazı, hazret-i Alînin ictihâdında olmıyan Eshâb-ı kirâmın hepsinin, Onu, kendilerinden dahâ yüksek ve halîfe olmağa lâyık bildiklerini ve Onun-
la anlaşmak istediklerini isbât etmekdedir. Deve vak’asının yehûdî oyunu ile nasıl başladığını, onaltıncı maddede bildirmişdik. Kitâbın yazısı da, bu tercememizin doğru olduğunu gösteriyor. Müctehidlerin ictihâdları suç değildir ki, ictihâdlarını değişdirmeleri bir fazîlet olsun.
30 - (Âyet-i kerîmede, evlerinizde karâr kılın, oturun “hârice çıkmayın, harb ile ve darb ile uğraşmayın”... buyuruldu. Hatâsını bu âyetden anladı) diyor.
Bu âyet-i kerîme evden hiç çıkmamayı emr etseydi, bundan sonra, Resûlullah zevcelerini hacca, ömreye ve gazâlara birlikde götürmezdi. Ana-babalarını, hastaları, vefât edenlerin âilelerini ziyâret etmelerine izn vermezdi. Hâlbuki böyle yapmadığı meydândadır. O hâlde, âyet-i kerîme, açık saçık çıkmamalarını emr etmekdedir. Dînî sebeblerle, örtülü çıkmalarını yasak etmemişdir. Hazret-i Âişe de, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden idi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Eshâbın istekleri üzerine, âdil olan halîfenin kısâsını istemek için çıkmışdı. Şî’î kitâblarının yazdıklarına göre, hazret-i Ebû Bekr halîfe iken, hazret-i Alî, hazret-i Fâtımayı hayvana bindirip, Medîne sokaklarında dolaşdırmışdı. Eshâb-ı kirâm, ikinci halîfe zemânında Zevcât-ı tâhirâtı hacca götürürlerdi.
31 - (Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Ammâr bin Yâserin yüzünü okşıyarak, sen bir fie-i bâgıyye tarafından öldürüleceksin buyurdu. Bu haber, Mu’âviye ve ahzâbının bâgî olduğunu bildirmekdedir. Ammâr şehîd olunca, bu haberi bilenler, Mu’âviyeyi terk ile Aliyyül Murtezâ tarafına geçmişlerdir. Bâgî demek, ısyân ve serkeşlik eden demekdir) diyor ve bu bilgileri, Kısas-ı Enbiyâdan aldığını yazıyor.
(Kısas-ı Enbiyâ) kitâbına bakdık. Ammâr hazretleri vefât edince, bu haberi işitenlerin hazret-i Alî tarafına geçdiğini bildiren yazı görmedik. Muhârebenin dahâ kızışdığını, hazret-i Alînin askerinde ayrılık başladığını yazmakdadır. Bu kitâbın da bildirdiği, Ammâr hazretleri hakkındaki Hadîs-i şerîf, hazret-i Mu’âviyenin ve yanında bulunan Amr ibni Âs hazretleri gibi Eshâb-ı kirâmın kâfir olmadıklarını isbât etmekdedir. Bunların hepsi, Resûlullahla birlikde, kâfirlerle cihâd etmişdi.
(Kısas-ı Enbiyâ)da diyor ki: Mekkenin feth yılında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ammân hükümdârı Ceyferemektûb yazıp, Amr ibni Âs “radıyallahü anh” hazretleri ile gönderdi.
Tâif halkı müslimân olunca, Resûl-i ekrem, Ebû Süfyân bin
Harbi Tâife gönderip, (Lat) denilen putu yıkdırdı. Ebû Süfyân ve oğulları Yezîd ile Mu’âviye, Resûlullahın kâtibliğini yaparlardı.Hâlid ibni Zeyd ebâ Eyyübel Ensârî ile Amr ibni Âs da kâtiblik yapan zevât-ı kirâmdandır. Amr ibni Âs, Resûlullahın ordu kumandanlığını da yapmışdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Süfyânı Necrân vâlîliğine, oğlu Yezîdi Teymaya hâkim ta’yîn buyurmuşdur “radıyallahü teâlâ anhümâ”.
Resûlullahın vefâtında, Amr ibni Âs hazretleri Ammânda idi. Medîneye gelince, Eshâb-ı kirâm, Onun başına toplanıp yolda gördüklerini sordular: (Ammândan Medîneye kadar arablar mürted olmuş, bizimle harbe hâzırlanmış gördüm) dedi. Hazret-i Ebû Bekr, Eshâb-ı kirâmı fırka fırka, mürtedler üzerine yolladı. Amribni Âs kumandasındaki birliği “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” Hudâ’a mürtedlerine gönderdi.
Amr ibni Âs hazretleri, zemân-ı se’âdetde, Sa’d ve Hüzeyfe ve Uzre kabîlelerinin zekâtlarını toplamağa me’mûr iken, Ammâna hâkim yapılmışdı. Dönüşde, eski vazîfesinin yine Ona verileceği va’d buyurulmuşdu. Ammândan gelince, halîfe hazretleri bunu eskisi gibi zekât toplamağa gönderdi. Böylece, Resûlullahın va’dini yerine getirdi. Mürtedler çoğalınca, bunu bir fırkaya emîr yapmak istedi. Mektûb yazıp, (Resûlullahın vermiş olduğu sözün yerine gelmesi için seni eski vazîfene göndermişdim. Şimdi sana, dünyâca ve âhıretce dahâ hayrlı başka bir vazîfe vermekistiyorum) buyurdu. Amr ibni Âs cevâbında, (Ben islâmın oklarından bir okum. Onları atacak ve toplıyacak, Allahdan sonra sensin. Bak, hangisi dahâ kuvvetli ve te’sîrli ise, onu at) dedi. Halîfe hazretleri, Onu bir fırkaya emîr yapdı. (Eyle) yolu ile Filistine gönderdi. Ebû Süfyânın oğlu Yezîdi de, bir fırkaya emîr edip (Belka) yolu ile Şâm tarafına gönderdi. Ebû Süfyânın ikinci oğlu hazret-i Mu’âviyeyi de başka bir fırkaya emîr yapıp, kardeşinin emrine gönderdi. İmperatör Herakliyüs, kardeşini yüzbin askerle Amr bin Âs hazretlerine karşı ve Yorgi ismindeki bir generali de, büyük bir ordu ile Yezîde karşı gönderdi. Kendisi Humsda kaldı. İslâm fırkaları, halîfeden emr alarak, (Yermük)de birleşdi. Rumlar da, İslâm askeri karşısında toplandı. Müslimânlar, müdâfe’a yapıp, halîfeden yardım istedi. Halîfenin emri ile, Allahın kılıcı Hâlid hazretleri, Irakdan on bin askerle imdâda gelip, Amribni Âsın emrine girdi. Ecnâdinde yapılan kanlı savaşda, rum ordusu fenâ bozuldu. Sonra Yermükde, ikiyüzkırkbin rum askeri ile, kırkaltıbin islâm askeri çetin savaşa girdi. İçlerinde bin Sahâbî vardı. Yüzü Bedr kahramanlarından idi. Hâlid hazretleri, başkumandan seçildi. Amr ibni Âs ile Şerhabil sağ kanadı, Ye-
zîd bin Ebî Süfyân ile Ka’ka’ sol kanadı idâre etdiler. Ebû Süfyân bin Harb askere cesâret veriyordu. Kahramanlıklar gösteriyordu. Çok kanlı savaş oldu. İmperatörün kardeşi ile birlikde yüzbin rum kılıçdan geçdi. Ebû Süfyânın mubârek gözüne ok gelip kör oldu. Rumlar, Ürdünde seksenbin askerle tekrâr hücûm etdi. Hâlid ortada, Amr ibni Âs ile Ebû Ubeyde iki kanadlarda idi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Rumlar bozuldu. Pek azı kurtulabildi.
Ömer-ül-Fârûk hazretleri halîfe iken, müslimânlar, Şâmı kuşatdı. Hâlid bin Velîd bir kapıda, Amr ibni Âs bir kapıda, Yezîd bin Ebî Süfyân bir kapıda idiler. Yezîd, kardeşi Mu’âviyeyi ilerikol kumandanı yaparak, Saydâ ve Beyrut şehrlerini, Amr ibni Âsda Filistini feth eylediler. Amr ibni Âs hazretleri, Filistindeki askerin kumandanı idi. Emîrül-mü’minîn hazretleri, Amr ibni Âsa sık sık imdâd gönderiyordu. Amr ibni Âs, meşhûr dâhîlerden ve kurnaz bir idâreci idi. Kudüs ve Remleye birer fırka gönderdi. Mu’âviye de Kaysâriye şehrini sardı. Bu şehrde çok asker vardı. Dışarı hücûm ediyorlardı. Hazret-i Mu’âviye, çıkanları bozup kırıyordu. Amr ibni Âs ise, Rumların başkumandanı ile harb edip dağıtdı. Gazze ve Nablûs şehrlerini feth eyledi. Hazret-i Ömer, yerine hazret-i Alîyi vekîl bırakıp Kudüse geldi. Yezîd bin EbîSüfyân, Hâlid, Amr ibni Âs ve Şerhâbil karşılayıp halîfe ile kucaklaşdılar. Rumlar Kudüsü hazret-i Ömere teslîm etdiler. Îrândan alınan ganîmetleri Ziyâd bin Ebîh Medîneye getirdi. Îrân savaşları hakkında halîfeye gâyet fasîh ve belîğ bilgi verdi. Yezîd Şâm vâlîsi yapıldı. Mu’âviye Kaysâriye şehrini feth eyledi. Şâm vâlîsi Yezîd, tâûndan vefât etdi. Yerine kardeşi Mu’âviye Şâm vâlîsi ta’yîn buyuruldu. Sûriye kumandanı Ebû Ubeyde ve yerine geçen Mu’âz bin Cebel de, tâûndan öldü. Amr ibni Âs hazretleri, başkumandan olunca, herkesi dağlara çıkardı. Böylece, vebâ salgınına nihâyet verdi. Amr ibni Âs hazretleri, Mısr seferine kumandan ta’yîn olundu. Bir ay muhârebeden sonra, rum askeri dağıldı. Mısra girdi. Bu muhârebede mancınık kullandı. Herakliusİstanbulda büyük bir ordu hâzırlayıp, Amr ibni Âsa karşı gelmekde iken öldü. Amr ibni Âs üç ay muhârebeden sonra, İskenderiyeyi de aldı. Sonra Trablusa gitdi. Bir ay savaşdan sonra feth eyledi. Hazret-i Ömer şehîd olunca oğlu Übeydullah, kâtil zannı ile eski acem şahlarından Hürmizânı öldürmüşdü. Hazret-i Alî, Übeydullaha kısâs lâzımdır, dedi. Medînede iznli olarak bulunan Mısr vâlîsi Amr bin Âs söz alarak, (Dün Ömer, bugün de oğlu öldürülmek nasıl olur?) dedi. Halîfe olan Osmân “radıyallahü anh”, bu sözü beğenerek, kısâs işini diyete çevirdi ve diyet paralarını kendi malından verdi. Bu bir ictihâd ayrılığı idi. Haz-
ret-i Mu’âviye, Anadoluda gazâya başlayıp, (Amûriyye) şehrine kadar ilerledi. Halîfe, Amr ibni Âsı Mısr vâlîliğinden azl etdi. Halîfe İstanbulun feth edilmesini Endülüs yoluyle düşünüyordu. Endülüse asker çıkardı. Şâmda kumandan olan Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh”, gemilerle Kıbrısa asker gönderdi. Mısrdan da yardım geldi. Çok muhârebe ederek ada feth olundu.
İstanbul kayseri üçüncü Kostantin 47 [m. 668] de Bizans imperatoru olmuş, 66 [m. 685] da ölmüşdür. Büyük bir donanma ile Akdenize çıkdı. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” ile Mısr vâlîsi Abdüllah da birer donanma ile çıkdılar. Büyük bir deniz harbi sonunda, Ehl-i islâm gâlib geldi. Hicretin otuzüçüncü senesinde Şâm vâlîsi hazret-i Mu’âviye, rumlarla gazâ ederek İstanbul boğazına kadar geldi. Mu’âviye bin Ebî Süfyân “radıyallahü anhümâ”, Resûlullahın kâtibliğini yapmış bir sahâbî-i zîşân idi.
Hazret-i Alî “radıyallahü anh”, islâmiyyetin kurulması ve kökleşmesi için canını tehlükelere atıp düşmanlarla arslan gibi döğüşdü. Nice kâfirleri katl eyledi. Hazret-i Mu’âviye de “radıyallahü anh”, islâmiyyetin yayılması ve doğuya, batıya ışık salması için canını tehlükeye koyup, Bizans orduları ile döğüşdü. Nice memleketler feth eyledi.
Abdüllah bin Sebe’ adında bir yehûdî dönmesi Mısrda çok kimseleri aldatdı. Hilâfet, Alînin hakkıdır diyerek, milleti ısyânateşvîk eyledi. Amr ibni Âs hazretleri, Mısr vâlîliğinde bulunsaydı, bu fitneye meydân vermezdi. Kûfede vâlîye gücenen birkaç kimse, hazret-i Osmânı çekişdirmeğe başladılar. Halîfe bunları Şâma sürdü. Şâm vâlîsi Mu’âviyeye, (Bunlara nasîhat et!) diye yazdı. Mu’âviye bunlara Kureyşlileri övdü. (Resûl-i ekrem, beni işlerinde kullandı. Sonra üç halîfesi beni vâlî yapdılar. Benden râzı oldular) dedi. Çok nasîhat verdi. Dinlemediler. Onları Hums şehrine gönderdi. Hums vâlîsi olan Abdürrahmân bin Velîd, bunlara sertdavrandı, korkutdu, tevbe etdirdi. Halîfe; Mu’âviye, Amr bin Âs ve diğer üç vâlîyi Medîneye çağırdı. Fikrlerini sordu. Mu’âviye (İşleri vâlîlere bırak) dedi. Amr bin Âs ise “radıyallahü teâlâ anhümâ”, (Yâ halîfe! Sen, Benî Ümeyye ile birlikde nâsa güvendin. Pek merhametli davrandınız. Şiddet veyâ isti’fa, yâhud kuvvetli irâde ile ileri git!) dedi.
Mısrda bulunan (İbni Sebe’) ve başka vilâyetlerdeki adamları, birbirleriyle haberleşiyorlardı. Vâlîler zulm ediyor, diyerek ve bir yalana bin katarak uydurdukları iftirâları her tarafa yayıyorlardı. Bu şikâyetleri halîfe işitdi. Vâlîleri toplayıp şikâyetlerin sebebini sordu. Mu’âviye dedi ki, (Sen beni vâlî yapdın. Ben de çok kimseyi me’mûr yapdım. Onlardan sana hayr gelir. Herkes ken-
di memleketini dahâ iyi bilir ve idâre eder) dedi. Sa’îd de, (Bu sözler uydurmadır. Gizlice ortaya atılıyor. Herkes inanıyor. Bu yalanları çıkaranları bulmalı ve öldürmeli) dedi. Amr ibni Âs, (Sen yumuşak davrandın. Yerine göre sertlik göstermelisin) dedi. Halîfe, vâlîlerle Medîneye geldi. Alî ve Talha ve Zübeyri de çağırdı. Mu’âviye, söz alarak, (Siz Eshâbın yükseklerisiniz. Halîfeyi seçdiniz. Şimdi ihtiyâr oldu. İleri atılmayınız) dedi. Hazret-i Alî, bu sözlere üzüldü. (Sus) dedi. Dağıldılar. Mu’âviye, halîfeyi Şâma çağırdı. Kabûl eylemedi. (Öyle ise, seni korumak için asker göndereyim) dedi. Halîfe, (Resûlullahın komşularına baskı yapmak istemem) dedi. Hazret-i Mu’âviye, (Sana kıyacaklarından korkuyorum) deyince, Halîfe, (Allahın dediği olur) buyurdu. Bunun üzerine Mu’âviye, yol elbiselerini giyerek, Alî ve Talha ve Zübeyr ve başka Sahâbîlerle görüşüp, halîfeyi onlara emânet ve herbirine vedâ’ ile Şâma gitdi. Ayrılırken, (Ebû Bekr dünyâyı istemedi.Dünyâ da Ona yanaşmadı. Ömere dünyâ yanaşdı. O dünyâyı red eyledi. Osmâna dünyâdan az birşey geldi. Biz ise dünyâya daldık) dedi.
İbni Sebe’in adamları, Mısr ve Kûfede toplanarak birkaç bin kişi, hacca gideceğiz, diyerek, Medîneye geldiler. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehîd edildi. Şâmdan ve Kûfeden imdâda gelen askerler yetişemedi.
Kısas-ı Enbiyânın, birinci cihân harbindeki baskısından aldığımız yukarıdaki yazılar, hazret-i Mu’âviye ile hazret-i Amr ibniÂsın, ne kadar sâdık, hâlis müslimân olduklarını, Eshâb-ı kirâm arasındaki derecelerinin yüksekliğini, islâmiyyete hizmetlerini ve kâfirlerle cihâddaki gayretlerini açıkca göstermekdedir. Kısas-ı Enbiyâ kitâbı, Abbâsî târîhçilerinin, Emevîleri kötülemek ve kendi hükûmetlerine yaranmak için, yazdıkları târîhlerindeki uydurma hikâyelerin te’sîri altında yazılmış olduğu hâlde, yukarıda bildirdiğimiz gerçekleri de bizlere haber vermekdedir. Deve ve Sıffîn vak’alarını anlatırken, Abbâsî târîhlerindeki bu iki büyük Sahâbînin ve Ebû Süfyân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şânlarına yakışmıyan iftirâları da katmış ise de, seçerek yukarıya yazdıklarımızı okuyan keskin görüşlü ve anlayışlı kimseler, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü hemen anlarlar. Kısas-ı Enbiyâdaki onları lekeliyen yazıların uydurma ve iftirâ olduğunu kavrarlar.
32 - (Eshâbdan ve Mu’âviyenin Amr bin Âs ile berâber Mısra gönderdiği kumandanlardan Mu’âviye bin Hadîc, Aliyyül Mürtezânın elçilerinden Muhammed bin Ebî Bekri katl etdikden sonra, eşek lâşesinin içine koyarak yakmışdır. Bu fâci’aya insan
ne diyeceğini bilmez oluyor) diyor. Bunu Ravzatül Ebrâr kitâbından aldığını söylüyor.
Hâlbuki, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki, (Hazret-i Alînin Mısrdaki vâlîsi Muhammed bin Ebî Bekr, ehâlîyi sıkışdırınca, halk hicretin otuzsekizinci yılında silâha sarıldı. O sırada Mısrda bulunan Eshâb-ı kirâmdan Mu’âviye bin Hadîc “radıyallahü anh”, hazret-i Osmânın kanı da’vâsına kalkışarak, etrâfına çok kimseyitoplamışdı. Hazret-i Mu’âviye, Amr ibni Âs hazretlerini Mısrı almağa gönderdi. Muhammed bin Ebî Bekr, askerlerle buna karşıkoydu. Mu’âviye bin Hadîc gelip, Amr ibni Âsın askerleriyle birleşdi. Mısr askeri bozuldu. Muhammed bin Ebî Bekr saklandı. Mu’âviye bin Hadîc, onu bulup öldürdü. Bir eşek lâşesinin içine koyup yakdı. Çünki, Muhammed bin Ebî Bekr, Mısrdan Medîneye gelen eşkıyâ ile bir olarak, halkı hazret-i Osmâna karşı kışkırtmışdı. Hazret-i Osmânın evini saranlardan biri de bu idi. Hazret-i Osmânı koruyanlar arasında bulunan hazret-i Hasen bin Alî ok ile yaralandı. Muhammed bin Ebî Bekr, Hasenin üzerindeki kanı görünce telâşa düşdü. (Hâşim oğulları bunu görürlerse, üzerimize hücûm ederler, işimiz bozulur. Bir kestirme yol bulalım) dedi. Yanına bir iki kişi alıp bitişik evin dıvârından aşarak, hazret-i Osmânın odasına girdiler. Önce Muhammed bin Ebî Bekr girip, (Şimdi seni Mu’âviye kurtaramaz) dedi ve halîfenin sakalından tutdu. Halîfe Kur’ân okuyordu. Muhammedin yüzüne bakıp, (Baban bu hâlini görseydi, ne kadar üzülürdü) dedi. Muhammed utanıp, çıkıp gitdi. Arkasından gelen arkadaşları, halîfeyi şehîd etdi). İşte halîfenin şehâdetine sebeb olduğu için, bu cezâya dûçâr oldu. Kitâbın yazarı, bunun yakılmasını gençlere anlatarak, yanıp yakılıyor. Hâlbuki, Abbâsîlerin, Emevî halîfelerinden çoğunun ve hurûfîlerin de, Ehl-i sünnet âlimlerini, bu arada Şirvanşâhı ve Bağdâd vâlîsi Bekir pâşayı diri diri ve Beydâvî hazretlerinin kemiklerini mezârlarından çıkarıp yakdıklarını da yazsa idi, kimlerin dahâ vahşî olduğu iyi anlaşılırdı. Hazret-i Mu’âviye, Mısrı alınca, Amribni Âsı oraya vâlî yapdı. Amr, hazret-i Ömerin zemânında dört sene, hazret-i Osmânın zemânında da dört sene Mısrda vâlîlik yapmışdı. Amr kırküç yılında vefât edince, yerine bunun oğlu Abdüllahı vâlî yapdı. İki sene sonra azl edip, yerine Mu’âviye bin Hadîci vâlî yapdı. Elli senesinde Mu’âviye bin Hadîci azl edip yerine kendi adamlarından ve Sahâbeden Meslemeyi Mısr ve Afrikıyye vâlîsi yapdı. Mu’âviye bin Hadîc hazretleri yetmişüç senesinde vefât etdi.
33 - (Mu’âviye, Büsr bin Ertâd kumandasında olan bir fırkayı Haremeyne musallat ederek, kadınları ve ma’sûm çocukları kı-
lınçdan geçirtmişdir. Bu meyanda Abbâsın beş ve altı yaşlarındaki torunları olan Abdürrahmân ve Kusem de şehîd edilmişdir. Bu sabîler, valdeleri Âişenin gözü önünde katl olunmuşlardır. Bîçâre Âişe, bu müdhiş cinâyete tahammül edemiyerek, tecennün eylemiş, hayâtının sonuna kadar mecnûn olarak, baş açık, yalın ayak, perişan bir hâlde gezmişdir) diyor. Bunları El-Kâmil ve El-Beyân vettebyîn kitâblarından aldığını bildirmekdedir.
Vesîka olarak gösterdiği kitâblar, kendi yüzkarasını meydâna çıkarmakdadırlar. Elbeyân vettebyîn kitâbını Ehl-i sünnet düşmanı olan bir mu’tezilî yazmışdır. Bu işin doğrusu, (Tezkire-i Kurtubî Muhtasarı), yüzotuzbirinci sahîfesinde şöyledir: (Hakemlerin karârı ile hazret-i Mu’âviye halîfe seçildikden sonra, üçbin nefer ile Büsr bin Ertâd Âmirîyi, kendine bî’at etdirmek içinHicâza gönderdi. Önce Medîneye geldi. O gün, Medînede hazret-i Hâlid ebâ Eyyübel-ensârî, hazret-i Alî tarafından vâlî idi. Vâlî gizlice Kûfeye, hazret-i Alînin yanına geldi. Büsr minbere çıkıp, vaktîle burada bî’at etmiş olduğum halîfeyi, [ya’nî hazret-i Osmânı] ne yapdınız? (Eğer hazret-i Mu’âviye bana yasak etmeseydi, hepinizi kılınçdan geçirirdim) dedi. Başda Câbir hazretleri olmak üzere, Medîneliler bî’at etdi. Sonra Mekkelileri de bî’at etdirdi. Büsrün hazret-i Mu’âviyeden (kimseyi öldürme!) emrini aldım demesi, Mekkede ve Medînede kimseyi öldürmediğini göstermekdedir. Sonra, Yemene gitdi. O zemân Yemen vâlîsi olan Ubeydüllah bin Abbâs, Kûfeye hazret-i Alînin yanına kaçdı.Âlimler buyuruyor ki, Ubeydullah kaçınca, Büsr bunun iki oğlunu öldürdü. Hazret-i Alî, Büsre karşı, Hârise-tebni Kudâmeyi iki bin kişi ile Yemene gönderdi. [Büsr Eshâbdan değil idi.] Hârise Yemene gelip, hazret-i Alî şehîd oluncaya kadar, orada vâlî kaldı. Nice kimseleri öldürdü. Medîneye geldi. Orada imâm olan Ebû Hüreyre hazretleri kaçdı. Hârise, (Eğer o kedi babasını bulaydım, öldürürdüm) dedi.) Görülüyor ki, hazret-i Alînin kumandanı, Resûlullahın çok sevdiği ve övdüğü sahâbîsini öldürmek istemiş ve Resûlullahın koyduğu mubârek isim ile alay etmişdir. Hazret-i Alînin ve hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anhümâ” kumandanlarının yapdıkları zulmlerden, O büyükleri lekelemeğe kalkışmak ve olayları, uydurma hikâyelerle şişirmek, doğrusu çok insâfsızlık olur.
34 - (Mu’âviye minberlerde Aliyyül Murtezâya ve evlâdlarına la’net etdirmek üzere bütün vâlîlerine emrler göndermişdir.Ömer bin Abdül’azîz bu la’netlemeyi kaldırmışdır. Eshâbdan Hacer bin Adî, Alîye la’net etmediği için, yedi refîki ile birlikde, Mu’âviyenin emri ile şehîd edilmişdir!) diyor ve Agânî, İbni
Ebulhadîdin şerh etdiği Nehculbelâga ve Akdül Ferîd kitâblarını da şâhid gösteriyor.
Hayâsızlığın bu derecesi ve iftirâların bu kadar alçakçası görülmemişdir. Önce şunu söyliyelim ki, vesîka olarak ileri sürülen kitâblar, Tuhfeden terceme ederek, onuncu maddede bildirdiğimiz gibi, hurûfîlerin kitâblarıdır. Egânî kitâbını yazan Ebül-ferec Alî bin Hüseyn İsfehânînin bid’at ehlinden olduğu, (Esmâül-müellifîn)de de yazılıdır. Bu adam, (Mukâtil-i âl-i Ebî Tâlib) adındaki kitâbında edebsizce kelimeler kullanarak Eshâb-ı kirâmın büyüklerine saldırmakdadır. İbni Ebülhadîdin azılı bir Mu’tezilî olduğunu onuncu maddede bildirmişdik. Bu iftirâların Ehl-i sünnet kitâblarına da sızmış oldukları esefle görülmekdedir. Ehl-i sünnetin büyük âlimlerinden ve Evliyâ-i kirâmın reîslerinden olan imâm-ı Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri, iftirâlara vesîkalarla pek güzel cevâb vermekdedir. Bu kıymetli cevâbı terceme ederek kitâbımızın 2. ci kısmında, yetmişikinci sahîfesinden başlıyarak bildirmişdik. Oradan okunmasını tavsiye ederiz.
Hazret-i Mu’âviyenin, hazret-i Alîye la’net etdiğini söylemek, hazret-i Mu’âviyeye iftirâdır. Hazret-i Mu’âviyeye dil uzatmak câiz değildir. Evet Emevî halîfelerinden birkaçı, birkaç kişi için la’net etdirdi. Fekat, Mu’âviye “radıyallahü anh”, Emevî halîfelerinden idi ise de, Ona birşey denemez. Hurûfîler, üç halîfeyi ve hazret-i Mu’âviyeyi ve Ona uyanları kötüliyor. Bütün Eshâb, sonradan mürted oldu, diyorlar. Hepsini kötüliyorlar. Ehl-i sünnete göre, Eshâb-ı kirâm için iyilikden başka bir şey söylenemez “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
Hazret-i Emîr, hazret-i Mu’âviye ile birlikde olanlar için (Kardeşlerimiz bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler. İctihâdları ile hareket ediyorlar) buyurdu. Bu sözü, bunlardan küfrü ve fıskı kaldırmakdadır. İslâm dîninde hiç kimseye, hattâ frenk kâfirlerine bile la’net etmek ibâdet değildir. Eshâb-ı kirâmdan herhangi biri, beş vakt nemâzdan sonra, düâ yerine la’neti dile alır mı? Böyle çirkin bir yalana inanılır mı?
Bir kimseyi kötülemek ve ona la’net etmek, bir iyilik ve ibâdet olsaydı, İblîs-i la’îne, Ebû Cehle, Ebû Lehebe ve Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” inciten, Ona cefâ ve ezâ eden ve bu hak dîne, kötülük, ihânetler yapan Kureyşin azılı kâfirlerine la’net etmek, islâmın îcâblarından olurdu. Düşmanlara la’net etmek emr edilmeyince, dostlara la’net sevâb olur mu? Dahâ çok bilgi almak için (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında, ikinci kısm, yirmiikinci maddeyi de lûtfen okuyunuz!
35 - Hurûfî kitâbında, (Mu’âviye, imâm-ı Haseni, zevcesine büyük bir mikdârda altınlar vererek, kandırıp, zehrletdirmek sûreti ile öldürmüş, şehîd etdirmişdir) diyor. Taberî târîhindeki iftirâları onuncu maddede bildirmişdik. Büyük (Taberî târîhi) çok kıymetlidir. Bunu, Ehl-i sünnet âlimlerinden Muhammed bin Cerîr Taberî “rahmetullahi aleyh” yazmış ve hicretin üçyüzonuncu senesinde vefât etmişdir. Bir hurûfî bu ismle ortaya atılarak, bu târîhi ihtisâr etmiş ve (Târîh-i Taberî) adını vermişdir. Bugün elde bulunan türkçe Taberî târîhi, bu kitâbdan terceme edilmişdir. Kitâbın doğrusu, bundan pek dahâ büyükdür. Mürevvicüzzeheb kitâbının da, iftirâlarla dolu bir târîh kitâbı olduğunu, Tuhfe kitâbından terceme ederek onuncu maddede bildirmişdik. Mu’âviye “radıyallahü anh” hazretlerinin şânına yakışmıyan çok çirkin ve pek alçak yalanları, bir din kitâbında yazarak, iki paçavrayı da, vesîka olarak koymak, bir müslimâna yakışır mı?
Feth sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Senin Eshâbın, birbirine çok ve hep merhametlidir. Kâfirlere karşı çok ve hep sertdirler) buyuruldu. İslâm düşmanları ise, Eshâb-ı kirâm birbirlerine düşman idi. Birbirlerini zehrletdiler, diyorlar. Müslimânlar, elbet Allahü teâlâya inanır. Eshâb-ı kirâmın birbirini çok sevdiklerini söyleriz. Eshâb-ı kirâm, hazret-i Osmânın kâtillerine kısâs yapılması işinde ictihâd etdiler. Bu bir din işi idi. İctihâdları ayrıldı. Resûlullahın zemânında da ictihâdları ayrı olurdu. Hattâ, Resûlullahın ictihâdından da ayrılırlardı. Bu ayrılık, bir suç olmazdı. Hattâ, hepsinin sevâb kazandıkları bildirildi. Bir kaç kerre âyet-i kerîme gelerek, Resûlullahın ictihâdına uygun olmıyan bir ictihâdın doğru olduğu, vahy ile bildirildi. Çünki islâmiyyet, insanlara düşünmek ve her düşündüğünü bildirmek hürriyyetini vermişdir. İnsan hakları, insan hürriyyetleri islâmiyyetdedir. İşte, Eshâb-ı kirâm, kısâs için, ictihâdda ayrıldılar. Allahü teâlâ da, Onun Resûlü de ve akl-ı selîm sâhibi olan herkes, bu ayrılığı suç saymıyor. İnsanlara verilmiş bir hak tanıyorlar. İctihâdda ayrılanlar, döğüşmeği, hattâ birbirlerini incitmeği hâtırlarına bile getirmediler. Çünki, bu ilk def’a olan bir ayrılık değildi. Her zemân ictihâdda ayrılıklar olmuşdu. Birbirlerini incitmek bile hâtırlarına gelmemişdi. Babaları arasındaki ictihâd ayrılığını gören ba’zı çocuklar, birbirleri ile birkaç kerre sert konuşmuşlar ise de, babaları buna bile dayanamıyarak, kendi çocuklarını paylamışlardı. Şî’îler de, bunu pek iyi biliyorlar. Fekat, zındıklar, Eshâb-ı kirâmın birbirlerine düşman olduklarını, bu yüzden de, âdî, iğrenç işler yapdıklarını herkese inandırmak için uğraşıyorlar. Böylece Eshâb-ı kirâmın düşüncesiz, bilgisiz ve kötü huylu olduklarını yay-
mak çabasındadırlar. Bu sûretle, islâmiyyeti yıkmak, yok etmek gayretindedirler. Çünki, islâmiyyet demek, Eshâb-ı kirâmın bildirdiği haberlerin toplamı demekdir. Kur’ân-ı kerîmi ve Hadîs-i şerîfleri, bizlere Eshâb-ı kirâm bildirdi. İslâmiyyetin bütün bilgileri Kur’ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmdan herhangi biri olursa olsun, Onun sözünden ve hareketlerinden alınmışdır. İslâm bilgilerinin kaynakları, vesîkaları, Eshâb-ı kirâmın sözleridir. Eshâb-ı kirâm kötülenirse, Onların bildirmiş olduğu islâmiyyet de bozuk olur. Kıymetsiz olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi peygamberlerden başka, gelmiş ve gelecek bütün insanların hepsinden, her bakımdan dahâ üstündürler. İslâmiyyetin kıymetini bilmek için ve hakîkî bir müslimân olmak için, bu inceliği, iyi kavramak lâzımdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” üstünlüğünü, kıymetini, şerefini bilen ve Allahın Peygamberi ne demek olduğunu düşünebilen ve kavrıyabilen bir kimse, O yüce Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yetişdirmiş olduğu ve bütün işlerinde kullanmış olduğu Eshâb-ı kirâmın derecelerinin yüksekliğini kolayca anlar.
Hazret-i Alî ve hazret-i Mu’âviye ve yanlarında bulunan Eshâbdan hiçbiri birbirini incitmek düşüncesinde değildi. Deve vak’asında da, Sıffîn vak’asında da, birbirleriyle anlaşmak için ve müslimânlar arasında huzûru ve râhatı sağlamak için karşılaşmışlardı. Her iki tarafda bulunanlar da, böyle düşündüklerini söylemişdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm ve târîh kitâbları meydândadır. Hurûfîlerin düzme hikâyeleri ve türedi din adamlarının kitâblarının ve mecmû’alarının hiç kıymetleri yokdur. Târîhlere dikkat edilirse, bu muhârebelerde Eshâb-ı kirâm birbirini hiç öldürmemişdir. Birbirlerinin ölmelerine hep acımışlar ve ağlamışlardır.
(Kısas-ı Enbiyâ)da, yüzyetmişinci sahîfede diyor ki: Hazret-i Hasenin, zevcesi Ca’de tarafından zehrlendiği meşhûrdur. Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” çok evleniyor ve zevcelerini boşuyordu. Hattâ pederi, Kûfede iken, (Hasene kızlarınızı vermeyiniz! Zîrâ boşar) dedi. Dinleyiciler, (Biz Ona istediği kızı veririz. İster birlikde yaşasın, isterse boşasın) dediler. Hazret-i Hasen çok güzeldi. Resûlullaha benziyordu. Aldığı kız, Ona âşık olurdu. Ca’de de, her ne sebebden ise, Ona kırılarak canına kıymışdır.
(Mir’ât-ı kâinât) kitâbında diyor ki: Hazret-i Mu’âviye kendinden sonra, hazret-i Haseni halîfe yapmağa karâr verdi. Bu karârını millete bildirdi. Yezîd, babasından sonra, halîfe olmağı umuyordu. Hazret-i Hasenin hâtûnu olan Ca’deye zehr gönderdi.
(Bunu Hasene yidirip öldürürsen, seni nikâhlayıp, tepeden tırnağa kadar zînete ve mala gark edeceğim) dedi. Kadın, bu yalana aldanıp, birkaç kerre zehr yidirdi. Fekat, şifâ buldu. Zevcesinin bu işi yapdığını anladı ise de, bir şey demedi. Başka yerde yatıp, yediklerine, içdiklerine dikkat ederdi. Ca’de, bir gece gizlice giderek bardağı içine elmas tozu koydu. Hazret-i Hasen, gece bunu içerek mi’desi parçalanmağa başladı. Vefât ederken, Hazret-i Hüseyn, kimin zehrlediğini söyletmeğe uğraşdı. (Bilirsen kısâs yapar mısın?) dedi. (Elbet, onu öldürürüm) deyince, (Ona kazandığı cezâ yetişir) buyurdu. Zevcesinin yapdığını söylemedi. Kırk gün sonra vefât etdi. Bakî’ kabristânında, vâlidesi hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” yanına defn olundu. Yezîdin yapdığı cinâyeti babasına yüklemek, ondan dahâ aşağı bir cinâyet değildir. Çünki, bu iftirâ, Nûh aleyhisselâmın oğlu olan Ken’anın küfrünü, babası yüce Peygambere yüklemeğe benzemekdedir.
36 - (Mu’âviye, babası Ebû Süfyândan veled-i zinâ olarak doğan, son derece zâlim, hâin ve kâtil olan Ziyâd bin Ebîh’i maksad-ı hâinâne ve câniyâne-i hâliye ve müstakbelesine hizmet için nesebine ilhak etmiş. Bu hâinin oğlu olan, şakîlerin şakîsi Ubeydullahı, kendi hayâtında vâlî yapıp, vefâtından sonra Kerbelâ fâcia-i müdhişesini tatbîk ve icrâya, bile bile ve hesâblıya hesâblıya hâzır ve müheyyâ kılmışdır. Bu hîleler ve hud’alar nasıl ictihâd hatâsı olur?) diyor. Bu yazıları, Kısas-ı Enbiyâdan aldığını da bildiriyor.
(Kısas-ı Enbiyâ)da, hazret-i Mu’âviyeye karşı saygı ve edeb dışı kelimeler, hattâ yorumlar yer almış bulunmakdadır. Fekat, yukarıda yazılı küstahca kelimeler, Cevdet Pâşanın “rahmetullahi teâlâ aleyh” îmânlı kaleminden geçememiş, kitâbının sahîfelerini kirletmemişdir. Bakınız, (Kısas-ı Enbiyâ) bu olayları nasıl bir kalemle ifâde etmekdedir:
(Fâris ehâlîsi, hazret-i Alîye karşı ısyân etdi. Uşr ve harâç vermek istemediler. Emîrleri olan (Sehl)i şehrinden çıkardılar. Hicretin otuzdokuzuncu senesinde, hazret-i Alî, Basrada beytülmâl me’mûru olan Ziyâd bin Ebîhi, Fâris ve Kermân vilâyetlerine vâlî ta’yîn etdi. Basra emîri olan Abdüllah bin Abbâs, Ziyâda asker vererek Fârise gönderdi. Ziyâd bin Ebîh, çok kurnaz, iyi idâreci, uzağı görüşü kuvvetli idi. Emrindeki askere lüzûm kalmadan güzel idâresi ile işini gördü. Az vakt içinde, Fâris ve Kermân vilâyetlerini düzene sokdu. Âsîleri yola getirdi. Basra emîri Abdüllah bin Abbâs hakkında hazret-i Alîye şikâyetler geldi. Hazret-i Alî, Abdüllahdan cizye mallarının hesâb defterlerini istedi. Abdüllah ibni Abbâs buna gücendi. (Sen işine başkasını gönder) diye cevâb
yazdı. Basra vilâyetinden ayrıldı. Hazret-i Alî şehîd olunca, Ziyâd, Mu’âviyeye bî’at etmedi. Ziyâd, zekîlerin başı, hatîblerin en güzel konuşanı idi. Evvelce Basra vâlîsi olan (Ebû-MûselEş’arî)nin kâtibi idi. Hazret-i Ömer, zemânında, buna vazîfeler vermişdi. Hazret-i Alî, deve vak’asından sonra, Onu, Basrada mal müdîri ve sonra Fâris emîri yapdı. O da, iyi bir idâreci olduğundan, o vilâyeti pek güzel inzibat altına aldı. Hazret-i Mu’âviye, Onun bu başarılarını görünce, kendi özkardeşi olduğunu i’lân etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Ziyâda mektûb yazıp, (Seni bu vilâyete ta’yîn etdim. Sen bu işe ehlsin! Ammâ, Ebû Süfyânın ağzından çıkan bir söz ile, sen Onun nesebine ve mîrâsına kavuşamazsın. Mu’âviye, kurnazca, kişinin önünden, arkasından, sağından, solundan gelir. Ondan kendini koru) demişdi. İslâmiyyetden evvel, Arabistânda dürlü dürlü nikâhlar vardı. İslâmiyyet onları yasak etdi. Ziyâd, o zemânın âdetlerine göre yapılan nikâh ile dünyâya gelmişdi.
Kırkbeş senesinde, hazret-i Mu’âviye, Ziyâdı Basra, Horasan ve Sicistan vâlîsi yapdı. O sene Basrada fısk ve fücûr yayılmışdı. Ziyâd minbere çıkdı. Gâyet fasîh ve belîğ hutbe okudu. Halkı fısk ve fücûrdan, kötülüklerden men’ etdi. Ağır cezâlarla korkutdu. Yatsı nemâzını çok uzun okuyarak kıldırır, sonra evlerine gönderir, gece sokağa çıkmayı yasak ederdi. Bu sıkı yönetim ile Basrayı düzene sokdu. Böylece, hazret-i Mu’âviyenin hükûmetini kuvvetlendirdi. O kadar disiplin kurdu ki, bir kimsenin sokakda birşeyi düşse, çok zemân sonra gelip onu orada bulurdu. Kimse kapısını kilitlemezdi. Onbin kişilik polis teşkilâtı kurdu. Şehr hâricinde ve yollarda da, emniyyet ve âsâyişi te’mîn eyledi. Hazret-i Ömer zemânında olduğu gibi, herkes emniyyet içinde idi. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden (Enes bin Mâlik) ve nicelerine vazîfeler verdi. Onlardan istifâde etdi. O sırada, Hâricîler, ya’nî hazret-i Alînin düşmanları başkaldırdılar. Ziyâd bunlara emân ve zemân vermeyip, reîslerini ve çoklarını öldürdü. İsmleri unutuldu. Hazret-i Mu’âviye, kırkdokuz senesinde İstanbula bir ordu gönderdi. Oğlu Yezîdin de gitmesini emr etdi. Yezîd, nâz ve ni’met içinde büyümüş olduğundan geri kaldı. Hazret-i Mu’âviye, Yezîdi orduya yetişmesi için sıkışdırdı. Bu orduda (Abdüllahibni Abbâs), (Abdüllah ibni Ömer), (Abdüllah ibni Zübeyr) ve (Ebû Eyyüb-el Ensârî Hâlid) hazretleri de vardı. Elliüç senesinde, Ziyâd Kûfede elliüç yaşında vefât etdi. Ziyâd vefât edince, oğlu Ubeydüllah Şâma geldi. Hazret-i Mu’âviye, onu Horasan askerine emîr yapdı. Ubeydüllah, o zemân yirmibeş yaşında idi. Horasana gitdi. Ceyhun nehrini geçip, Buhârada nice memleketler
feth etdi. Pekçok ganîmet malları getirdi. Ellibeş senesinde Basra vâlîsi oldu. Ellisekiz senesinde Basrada Hâricîler toplandı ise de, Basra vâlîsi (Ubeydüllah bin Ziyâd) bunların üzerine yürüyüp mahv-ü perîşân etdi.
Yezîd, altmış senesinde halîfe olduğu zemân, Ubeydüllah bin Ziyâd Basrada vâlî idi. Kûfeliler halîfeye mektûb yazıp, kudretli vâlî istediler. Ubeydüllah bin Ziyâdı Kûfeye gönderdi. İbni Ziyâd, Kûfeye gelince karmakarışık buldu. Halkı itâ’ate da’vet etdi. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” Kûfelilerin da’veti üzerine, amcazâdesi Müslimi Kûfeye göndermişdi. Kûfede otuzbine yakın kimse hazret-i Hüseyni halîfe yapdı. İbni Ziyâdın evini sardılar. İbni Ziyâd bunları dağıtdı. Reîsleri olan Müslimi i’dâm etdi. O gün hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh” Mekkeden Kûfeye yola çıkdı.
Aşere-i mübeşşereden Sa’d ibni Ebî Vakkâsın oğlu Ömer, ibni Ziyâd tarafından Rey şehrine emîr ta’yîn edildi. Ömer dört bin kişi ile yola çıkacağı zemân, hazret-i Hüseynin, halîfe olmakiçin, Kûfeye gelmekde olduğu işitildi. İbni Ziyâd, Ömeri Hüseyne karşı gönderdi. Ömer gitmek istemedi. Öyle ise, Rey vâlîliğiiçin verdiğim emri geri ver, dedi. Ömer bir gün düşüneyim, dedi. Sonra kabûl etdi. Kerbelâda karşılaşdılar. Hazret-i Hüseyn (Geri dönerim) dedi. İbni Ziyâd, (Yezîde bî’at etsin, öyle gitsin. Bî’at etmezse, Ona su verme) dedi. Hazret-i Hüseyn bî’at etmedi.Ömer askerini sürdü. Altmışbir senesi, Muharrem ayının onuncu günü hazret-i Hüseyn, yetmiş kişi ile şehîd oldu. Ömer bin Sa’d, iki gün sonra, kadınları ve Zeynel’âbidîn Alîyi Kûfeye getirdi. İbn-i Ziyâd, halkı câmi’e topladı. Minbere çıkıp (Allaha hamd ederim ki, hakkı izhâr eyledi. Emîrülmü’minîn olan Yezîde yardım eyledi) dedi. Kadınlar ve şehâdet haberi Şâma gelince, Yezîdin gözleri yaşla doldu. (Allah, İbni Sümeyyeye la’net eylesin) dedi. Ubeydullah bin Ziyâda, (İbni Sümeyye) ve (İbni Mercâne) de denirdi. Hazret-i Hüseyne rahmet okudu. (Hüseyn bana gelseydi, Onu afv ederdim) dedi. Haberi getiren Zübeyre müjde olarak birşey vermedi. (Allah belâsını versin. İbni Ziyâd acele edip Onu katl eyledi) dedi. Kûfeden getirilenleri yanına aldı. (Biliyor musunuz, Hüseyn niçin öldü? Hüseyn, (Babam Alî, Onun babası Mu’âviyeden dahâ iyidir, anam Fâtıma, Onun anasından ve ceddim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Onun ceddinden dahâ iyidir. Onun için ben de Ondan dahâ iyiyim. Hilâfet benim hakkımdır) dedi. Onun babası ile benim babam işi hakemlere bırakmışlardı. Hangisinin seçildiğini herkes bilir. Allah için söyliyeyim ki, Onun anası Fâtıma, benim anamdan dahâ
iyidir. Dedesine gelince, Allaha ve âhıret gününe îmân eden kimse, Resûlullaha kimseyi eşit görmez. Fekat Hüseyn, fıkhı ve ictihâdı ile söyledi ve (Allahü teâlâ, herşeyin sâhibidir. Mülkü dilediğine ihsân eder) âyetini hâtırlamadı) dedi. Yezîdin serâyında, hazret-i Hüseyn için mâtem tutdular, çok ağladılar. Alınan eşyâlarını kat kat ödediler. Hattâ hazret-i Hüseynin kızı Sükeyne, (Mu’âviyenin oğlu Yezîdden dahâ hayrlı kimse görmedim) derdi. [Mezhebsizler de, bu sözü inkâr edemiyor. Fekat, kimse yerine kâfir kelimesini yazıyorlar.] Yezîd, Zeynel’âbidîn hazretlerini, sabah akşam sofrasına alır, birlikde yirdi. Onunla vedâ’ ederken, (Allahü teâlâ, ibni Mercâneye la’net eylesin! Vallahi ben olsaydım, babanın her teklîfini kabûl ederdim. Allahın takdîri böyle imiş, ne çâre! Her ne istersen bana yaz. Hemen gönderirim) dedi. Yezîd altmışdört senesinde, otuz yaşında öldü. İbni Ziyâd da, altmışyedi senesi Muharrem ayında eşkıyanın reîsi Muhtâr tarafından kanlı muhârebelerde öldürüldü. Hicâzda halîfelik yapan Abdüllah bin Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri, kardeşi Mus’abı Basra vâlîsi yapdı. Mus’ab da, Muhalleb ismindeki emîrini Muhtâr üzerine gönderdi. Çetin harbde, altmışyedi senesinde, Muhtâr öldürüldü.)
Kısas-ı Enbiyânın bu yazıları insâf ile okunursa, hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh”, kendisine ve mubârek babasına karşı düşmanlıkla olmayıp, mevkı’ ve dünyâlık için şehîd edilmiş olduğu anlaşılır. Her ne olursa olsun, bu alçakça yapılan vahşeti, Yezîd bile üzerine almamış. İbni Ziyâda, bu yüzden la’net etmişdir. Yezîdin suçu da büyük ise de, bundan dolayı, mubârek babasını lekelemeye kalkışmak, pek haksızlıkdır. Hâbilin kâtiliolan Kâbilin babasını, ya’nî Âdem aleyhisselâmı kötülemek gibi olur.
Hazret-i Mu’âviye, Ubeydüllah ibni Ziyâdı, hazret-i Hüseyni şehîd etmek için vâlî yapdı, demek, olayları inkâr etmekdir. Kısas-ı Enbiyânın da bildirdiği gibi, kâfirlerle yapdığı cihâdda başarılar sağladığı ve hazret-i Alînin düşmanı olan Hâricîleri sindirdiği için, Onu vâlî yapdı. İslâmiyyete hizmet etdiğini görerek Onu Basraya ta’yîn etmişdi. O zemân, hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh” Medînede idi. Mu’âviyenin hazret-i Hüseyne karşı kötü niyyeti olsaydı, İbni Ziyâdı Hicâz vâlîsi yapardı. Yezîdin suçu için, hazret-i Mu’âviyeyi kötüliyenler, hazret-i Hüseyni salıvermeyip,asl şehîd eden, Ömerin babasını da kötüleseler ya! Ömerin babası olan Sa’d ibni Ebî Vakkâs Cennetle müjdelenenlerdendir. Bunu kötülerlerse, yalanlarının, plânlarının ortaya çıkacağını biliyorlar.
(Tezkire-i Kurtubî muhtasarı) yüzyirmidokuzuncu sahîfesinde, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî diyor ki, Yezîd hazret-i Hüseynin mubârek başını, esîrlerle birlikde, Şâmdan Medîneye gönderdi. Medîne vâlîsi Ömer bin Sa’din emri ile, mubârek başı kefenlenip Bakî’ kabristânında, Fâtıma-tüzzehrâ hazretlerinin mubârek kabri yanına defn olundu. Fâtımî meliklerinin onüçüncüsü Fâiz 549 [m. 1154] da beş yaşında tahta çıkarılıp, (555) de ölmüşdü. Bunun zemânında devleti idâre eden vezîr Talâyı’ bin Ruzeyk, Kâhirede (Meşhed) denilen kabristânı yapdığı zemân, hazret-i Hüseynin mubârek başını, kırkbin altın harc ederek, Medîneden Kâhireye getirdi. Yeşil atlasa sardırıp, abanos ağacından tabut ile Meşhedde imâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” türbesi ile seyyidet Nefîse kabri yanında defn edildi.
Hurûfîler bunu da yanlış anlatıyor. Mubârek başı, kırk gün sonra, Kerbelâya getirilip bedeni yanına defn olundu, diyorlar.
Pâkistânın büyük islâm âlimi mevlânâ hâfız hakîm Abdüşşekûr İlâhî Mirzâpûrî Hanefî, (Şehâdet-i Hüseyn) “radıyallahü anh” isminde kitâb yazmışdır. Karaşideki (Medrese-i İslâmiyye) talebesinden mevlevî Gulâm Haydar Fârûkî, bu kitâbı urdu dilinden, fârisîye terceme etmişdir. Karaşide Newtawn No. 5 de olan bu büyük medresede islâmî yüksek bilgiler okutulmakdadır. Dünyânın her yerinden gelen talebeler, burada Ehl-i sünnet âlimi olarak yetişmekdedirler. Medresenin kurucusu ve müdîri olan büyük âlim Muhammed Yûsüf Benûrî, bir takrîz yazarak, kitâbdaki bilgileri övmekdedir. Yûsüf Benûrî 1400 [m. 1980] de Karaşide vefât etmişdir. Kitâb yüziki sahîfedir. İslâm düşmanlarının, islâmiyyeti içerden yıkmak için, müslimân ismi altında ortaya çıkdıklarını, (Ehl-i beytin dostuyuz) diyerek, Ehl-i beyte düşmanlık etdiklerini yazmakdadır. Kitâbın her yerinde, şî’î kitâblarından vesîkalar vererek, bunu isbât etmekdedir. Onbirinci sahîfesinde diyor ki: Şî’î âlimlerinden Muhammed Bâkır Horasânî, molla Muhsin adı ile meşhûr olup, 1091 [m. 1679] senesinde Meşhedde ölmüşdür. (Cilâ-ül-uyûn) kitâbının 321. ci sahîfesinde diyor ki, (Mu’âviye “radıyallahü anh” vefât edeceği zemân, oğlu Yezîde şöyle vasıyyet etdi: İmâm-ı Hüseynin Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” yakınlığını, Onun mubârek kanından olduğunu biliyorsun. Irâk halkı Onu kendi yanlarına çağırırlar. Sana yardım edeceğiz, derler. Yardım etmezler. Onu yalnız bırakırlar. Ona gâlib olursan, kendisine hurmet et. Sana yapdıklarına karşılık, Onu hiç incitme! Benim Ona olan iyiliklerimi sen de yap!) Şî’î târîhcilerinden Muhammed Takî hân, 1297 [m. 1879] senesinde vefât etdi. Fârisî, (Nâsih-üt-tevârîh) kitâbında diyor ki, (Na-
sîhatında şunları da söyledi: Oğlum, nefsine uyma! Allahü teâlânın huzûruna, Hüseyn bin Alînin kanına bulanmış olarak çıkma! Yoksa sonsuz azâba yakalanırsın! (Hüseyne hurmetde kusûru olana, Allahü teâlâ bereket vermez!) Hadîs-i şerîfini unutma!). Bu şî’î târîhinin 38. ci sahîfesinde diyor ki, (İmâm-ı Alînin yanında olanlar, ya’nî şî’îler, Şâma gelirler, hazret-i Mu’âviyeyi kötülerlerdi. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh”, böyle söyliyenlere birşey yapmaz, kendilerine (Beyt-ül-mâl)dan bol ihsânda bulunurdu). (Cilâ-ül-uyûn) şî’î kitâbının 323. cü sahîfesinde diyor ki, (İmâm-ı Hasen bin Alî “radıyallahü anhümâ” dedi ki, hazret-i Mu’âviye, etrâfımdaki yardımcılarımdan, vallahi dahâ iyidir. Çünki bunlar, bir yandan şî’î olduklarını söyliyorlar. Bir yandan da, beni öldürmek, mallarımı almak istiyorlar).
Yezîde gelince, babasının nasîhatlarını unutmadı. Bunun için, imâm-ı Hüseyni “radıyallahü teâlâ anh” Kûfeye çağırmadı. Onuöldürmek için emr vermedi. Ölümüne sevinmedi. Hattâ, işitince ağladı. Mâtem yapılmasını emr etdi. Ehl-i beyte hurmet etdi. (Cilâ-ül-uyûn) şî’î kitâbının 322. ci sahîfesinde diyor ki, (Yezîd, Ehl-i beyte sevgisi ile meşhûr olan Velîd bin Akabeyi Medîneye vâlî yapdı. Ehl-i beyte düşman olan Mervanı vâlîlikden ayırdı. Velîd, gece, imâm-ı Hüseyni çağırıp Mu’âviyenin öldüğünü ve Yezîde bî’at edildiğini bildirdi. İmâm-ı Hüseyn (Benim Ona gizli bî’at etmeme râzı olmazsın. Herkesin yanında bî’at etmemi istersin) dedi.) Şî’î kitâbının bu yazısından anlaşılıyor ki, imâm-ı Hüseyn Yezîd için, fâsık, fâcir veyâ kâfir demiyordu. Öyle bilseydi, gizli bî’at etmeğe râzı olmazdı. Açıkça bî’at etmemesi de, şî’îlerin kendisine düşmanlık etmelerine sebeb olmamak içindi. Nitekim, Mu’âviye ile sulh yapdığı için babasından ayrılıp hâricî olmuşlardı. Babası ile harb etmişlerdi. Hilâfeti Mu’âviyeye bırakdığı için de, kardeşi hazret-i Hasene düşmanlık yapmışlardı.
Yine bu acem târîhinde diyor ki: (Zecr bin Kays, hazret-i Hüseynin ölüm haberini Yezîde getirince, başını eğip, bir zemân durdu. Sonra, (Onu öldüreceğinize, Ona itâ’at etseydiniz, iyi olurdu. Ben orada olsaydım Onu afv ederdim) dedi. Mahdar bin Sa’lebe imâm-ı Hüseyni kötülemeğe başlayınca, Yezîd yüzünü asıp, (Mahdarın anası böyle zâlim ve alçak çocuk doğurmasaydı. Allah, Mercânenin oğlunu [İbni Ziyâdı] kahr eylesin) dedi. Şemmer, imâm-ı Hüseynin mubârek başını Yezîde getirip, (İnsanların en iyisinin çocuğunu öldürdüm. Bunun için, atımın heybelerini altınla, gümüşle doldurmalısın) deyince, Yezîd çok kızdı ve (Allah heybelerini ateşle doldursun! İnsanların en iyisini niçin öldürdün? Def’ ol. Git karşımdan. Sana hiçbirşey verilmez) dedi.)
Şî’îlerin (Hulâsat-ül-mesâib) kitâbının 393. cü sahîfesinde diyor ki, (Yezîd, herkesin yanında ağladığı gibi, yalnız kaldığı zemânlarda da çok ağladı. Kızları ve hemşîreleri de berâber ağladılar. İmâm-ı Hüseynin mubârek başını altın tasa koyup, (Ey Hüseyn! Allah sana rahmet etsin! Ne hoş gülüyorsun) dedi. Şî’î kitâbının bu yazısından anlaşılıyor ki, ba’zı kimselerin, (Yezîd, imâm-ı Hüseynin mubârek dişlerine sopa ile vurdu) demeleri temâmen yalandır. (Cilâ-ül-uyûn)da diyor ki, (Yezîd, imâm-ı Hüseynin Ehl-i beytini kendi serâyına yerleşdirdi. Çok ikrâm etdi. Sabâh, akşam yemeklerini imâm-ı Zeynel’âbidîn ile berâber yirdi). (Hulâsat-ülmesâib)de diyor ki, (Yezîd, imâm-ı Hüseynin Ehl-i beytine, (Şâmda benim müsâfirim olarak kalmak mı, yoksa Medîneye gitmekmi istersiniz?) dedi. Ümm-i Gülsüm, tenhâ bir yerde mâtem yapmak istiyoruz) dedi. Yezîd, serâyında geniş bir odayı bunlara verdi. Burada bir hafta mâtem yapdılar. Yezîd, sekizinci gün, Ehl-i beyti çağırıp, arzûlarını sordu. Medîneye gitmek istediler. Çok mal ve süslü hayvanlar ve ikiyüz altın verdi. Her ihtiyâcınızı her zemân bildirin, hemen gönderirim, dedi. Nu’mân bin Beşîri, beşyüz suvârî ile bunların emrine verdi. İzzet ve hurmetle Medîneye gönderdi).
Yukarıdaki yazılar ve bunlar gibi, te’assuba kapılmadan yazan insâflı şî’î âlimlerinin kitâbları açıkca gösteriyor ki, hazret-i Mu’âviye, imâm-ı Hüseyne “radıyallahü teâlâ anhümâ” aslâ düşman değildi. Yezîd, imâm-ı Hüseynin öldürülmesini emr etmemiş ve istememişdir. Ehl-i beytin düşmanı ve imâm-ı Hüseyni şehîd edenler, bu düşmanlıklarını gizlemek için, bu iki halîfeye iftirâ etmişlerdir.
Abdürrahmân ibni Mülcem şî’î idi. Sonra hâricî oldu. Sonra imâm-ı Alîyi “radıyallahü teâlâ anh” şehîd eyledi.
Kerbelâda imâm-ı Hüseyni şehîd edenler arasında Şâm askeri yokdu. Kûfe şehrinden gelmişlerdi. Şî’î âlimlerinden kâdî Nûrullah Şüşterî, bunu açıkça yazmışdır. İmâm-ı Zeynel’âbidînin “radıyallahü teâlâ anh” Kûfe şehrine getirilince, kâtillerimiz şî’îlerdir, dediği (Cilâ-ül-uyûn)da da yazılıdır.
İslâm düşmanları, islâmiyyeti içerden yıkmak için Ehl-i beyt-i nebevîyi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” fâci’a ve felâketlere sürüklemişler. Bu cinâyetlerini Ehl-i sünnete mal ederek, bu behâne ile islâmiyyetin bekçisi olan Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve bunların yolunda olan Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmışlardır. Müslimânların, bu tuzaklara düşmemek için, çok uyanık olmaları lâzımdır.
37 - (Mu’âviyenin Mısr vâlisi Amr bin Âs, dört sene dört ay
süren Mısr vâlîliğinde, üçyüzonbeşbin altın ve Reht erâzîsini eline geçirmişdir) diyor ve bu bilgiyi Mürevvicüzzeheb ve El-îcâz adındaki şî’î kitâblarından aldığını yazıyor.
Mezhebsizlerin, çocukları aldatır gibi, yalanları din bilgisi diyerek kitâblara sokduklarına, bu satırlar, açık bir misâl olmakdadır. Amr ibni Âs hazretlerini, hazret-i Mu’âviyenin vâlîsi diyereklekelemek istiyor. Hâlbuki, hazret-i Ömer zemânında dört sene ve hazret-i Osmân zemânında dört sene Mısr vâlîsi idi. Hazret-i Mu’âviye, nasıl ki, hazret-i Alînin vâlîsi olan Ziyâdı, yine vâlî yapmışdı. Bu halîfelerin Mısr vâlîliğine seçmiş oldukları Amr hazretlerini de, yine vâlî yapmışdı. Zâten, Sûriyede yapdığı gazâlarda, Amr ibni Âs ile askerlik arkadaşı idi. Hazret-i Mu’âviye için, suç olarak gösterecek ve kötüliyecek başka bir şey bulamadıklarından, tam yerinde ve başarılı olan işlerini, evirip çevirip, kabâhat şekline sokmağa çalışıyorlar. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” halîfelerinin hazret-i Mu’âviyeyi ve hazret-i Amri, en seçme işlerde kullanmaları, Onların yüksekliğini göstermeğe yetişir. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, (Mektûbât) kitâbının birinci cildi, yüzyirminci mektûbunda, (Hazret-i Mu’âviyenin yanılması, Resûlullahın sohbeti bereketi ile, VeyselKarânînin ve Ömer bin Abdül’azîzin doğru işlerinden dahâ hayrlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni Âsın yanlış bir işi, o ikisinin şu’ûrlu işinden dahâ üstün oldu) buyurmakdadır. (Mektûbât Tercemesi) kitâbında, yüzyirminci mektûbu lûtfen okuyunuz! Bu iki Sahâbînin hazret-i Alînin karşısında bulunmaları, Onun ictihâdından ayrılmaları, kötülemelerinin biricik sebebidir. Bu sebebden dolayı Onların her işlerini, hattâ ibâdetlerini bile kötü göstermekdedirler.
Amr ibni Âs “radıyallahü anh” hazretleri, Mısrda milletin hakkını aslâ eline geçirmedi. Mısra ve islâm târîhine şâheserler bırakdı. Dostları ve iftirâcıları şaşırtacak olan bu hizmetlerden birisini bildirelim. Bu büyük hizmeti (Emîrülmü’minîn kanalı)nı açmasıdır. Bu kanal, Nil nehrini Kızıl Denizle birleşdirdi. Hicretin onsekizinci senesinde Arabistânda kıtlık oldu. Halîfe Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh”, vilâyetlere emr gönderip erzak istedi. Mısr ve Şâm uzak olduğundan, yardım gecikdi. Halîfe, Mısr vâlîsi Amr ibni Âs hazretlerini, yardımcıları ile birlikde Medîneye çağırdı. (Nil nehri ile Kızıl Deniz arasına kanal açılırsa, Arabistânda kıtlık önlenir) buyurdu. Amr ibni Âs hazretleri Mısra döndü. Kâhireden yirmidört kilometre uzakda (Füstat) şehrinden, Kızıl Denize kanal açdırmağa başladı. Altı ayda yüzotuzsekiz kilometrelik kanal temâm oldu. Bu (Emîrülmü’minîn kanalı) içinden
geçen gemiler, Nilden Kızıl Denize geldi. Medînenin (Câr) iskelesine yanaşdılar. İlk olarak, yirmi büyük gemi gelerek, Mısrdan Medîneye altmışbin (İrdeb) zahîre getirdiler. Bir irdeb yirmidört (Sâ’) hacmindedir. Bir sâ’, dört litre ve beşdebir (4,2) litredir. Bir irdeb, yüz litredir. Mısrdan Medîneye, deniz yolu ile, ilk olarak altı milyon litre, ya’nî altıbin metre küb zahîre gelmiş oluyor. Bukanal, Ömer bin Abdül’âzizden sonra bakımsızlıkdan tıkandı. Yüzellibeşde halîfe Mensûr temizletdi. Uzun seneler yine kullanıldı. Amr ibni Âs “radıyallahü anh”, Akdenizi de Kızıl Denizlebirleşdirmeyi düşündü. Bunu halîfeye bildirdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, askerî düşüncelerle izn vermedi. Kanal bilgilerini, Hindistân profesörlerinden Şiblî Nu’mânî, (Fârûk) kitâbında yazmışdır. Biz, yukardaki bilgileri, (1351) de basılan fârisî tercemesinden aldık.
Zındıkların, hazret-i Mu’âviyeyi ve Onunla birlikde bulunan Eshâb-ı kirâmı kötülemek için, durmadan çalışmaları, Ehl-i beyti sevdikleri için sanılmasın! Onlar, böyle söyliyorlar ise de, onların maksadı, bu behâne ile, ictihâdları hazret-i Alînin ictihâdına uymıyan binlerle Eshâbı kötülemek, O din büyüklerini gözden düşürmek, böylece islâmiyyetin temeline, ana kaynaklarına olan güveni,sevgiyi sarsmak, yok etmekdir. Yehûdîler, vaktîle hazret-i Îsânın dînini de öyle içerden yıkdılar. İncîli yok etdiler. Uydurma İncîller meydâna çıkardılar. Allahü teâlânın gönderdiği (Îsevî) dînini, bugünkü, bozuk, saçma (Hıristiyanlık) hâline çevirdiler. 1393 [m. 1973] senesinde meydâna çıkan (Barnabas) adındaki hakîkî İncîl kitâbı, hıristiyânlığın uydurma bir din olduğunu ortaya koymakdadır. İstanbulda basılan ve ingilizce, fransızca ve almancaya tercemeleri de yapılan, (Herkese Lâzım Olan Îmân) ve (Cevâb Veremedi) kitâblarında hıristiyanlık dîni üzerinde geniş bilgi vardır. Bunun gibi, müslimânlığı da, bozuk, saçma bir hâle çevirmek istediler ise de, doğru yolda bulunan müslimânlar, bu alçak yehûdî plânlarını anladı. Ondört asrdan beri, yüzbinlerce kitâb yazarak, Resûlullahın dînini dünyâya yaydılar. Bunların hıyânetlerini, yalanlarını ortaya çıkardılar. Bunları vesîkalarla çürütdüler. Bu islâm düşmanları kendilerine (Alevî) derlerse, inanmamalıdır. Bu mubârek ism ile yurdumuzdaki alevî kardeşlerimizi aldatmağa çalışırlarsa, temiz alevîler aldanmamalıdır.
(Alevî) demek, hazret-i Alîyi seven hâlis müslimân demekdir. Hazret-i Alî islâmın temel direğidir. İslâmiyyeti yayan mücâhidlerin, kahramânların önderidir. Resûlullahın gazvelerinin en sıkışık, en korkunç anlarında, kara günlerinde, arslan gibi meydâna çıkıp, Allahın Peygamberini sevindirmiş, islâmiyyeti ve müs-
limânları tehlükelerden kurtarmışdır. Allahın arslanı hazret-i Alîyi islâm düşmanı olanlar sevmez. Onu hakîkî müslimânlar, ya’nî (Ehl-i sünnet) sever. Ehl-i sünnetin her birinin kalbi, hazret-i Alînin sevgisi ile doludur. Ehl-i beytin sevgisi, son nefesde îmân ile gitmenin alâmeti olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. O hâlde (Alevî) ismi, Ehl-i sünnete yakışır. Bu mubârek ism, Ehl-i sünnetin ismidir. Ehl-i sünnetin malıdır. İslâm düşmanı olan zındıklar, bu mubârek Alevî ismini Ehl-i sünnetden çalıyorlar. Kendilerini, bu kıymetli ismin altında gizlemek istiyorlar.
Ey Alevî denilen yurddaşlarımız! İsminizin kıymetini biliniz. Bu ismi samîmî seven, bu ismin ne demek olduğunu, şerefinin yüksekliğini anlıyan, bu ismin hakîkî, öz sâhibi olan Ehl-i sünneti de sever! Hazret-i Alîyi samîmî ve tam, doğru seven ve yüce imâmın yolunda giden, yalnız Ehl-i sünnet âlimleridir. O hâlde, Alevî olmak istiyenin, Ehl-i sünnet kitâblarını okuyarak, hazret-i Alînin yolunu öğrenmesi lâzımdır. Hazret-i Alînin yolunu iyi öğrenen bir müslimân, Alevî ismi altında yazılmakda olan ba’zı kitâbların, mecmû’aların sapık ve bozuk olduklarını kolayca görür.
38 - (Mu’âviyenin ve evlâd ve ahfâdının, akrabâ ve te’allukâtının, me’mur ve tarafdârlarının fitne ve fesâdı kendi zemânlarına münhasır kalmamış, asrlarca temâdî edip gitmişlerdir. Ve hele Mu’âviye, oğlu (Yezîd gibi) bir ayyaş, sefîh ve ahmağı, hayâtında (Bu hâl ve sıfatlarını bile bile) velîahd yaparak müslimânların başına musallat etmişdir) diyor.
Cevdet Pâşa da “rahmetullahi aleyh”, bu sözlerin te’sîri altında kalarak, (Hazret-i Mu’âviyenin en büyük hatâlarından biri budur) demekdedir. Hâlbuki, kendisi bunu Kısas-ı Enbiyâda tarafsız olarak anlatmakda ve şöyle yazmakdadır:
(Hazret-i Muâviye, Mugîreyi Kûfe vâlîliğinden azl etmeği düşünüyordu. Mugîre bunu işitince, Şâma geldi. Yezîdi görüp, (Eshâbın ve Kureyşin büyükleri öldü. Oğulları kaldı. Sen onların en üstünü ve sünneti, siyâseti bilenisin. Senin halîfe olmanı emîrülmü’minîn istemez mi?) dedi. Yezîd bunu babasına söyledi. Hazret-i Mu’âviye, Mugîreyi çağırıp sordu. Mugîre, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ağaç altında bî’at edenlerden idi. Mugîre, (Yâ Emîr-el-mü’minîn! Hazret-i Osmândan sonra ne karışıklıklar olduğunu, ne kadar kanlar döküldüğünü gördün. Yezîdi halîfe yap! İnsanların sığınağı olur. Hayrlı bir iş olur. Fitneyi önlemiş olursun) dedi. Mugîre Kûfeden on kişiyi seçip, oğlu ile Şâma gönderdi. Bunlar, halîfeyi iknâ’ etdiler. Ziyâd bunu haber alınca, Yezîde nasîhat verdi. Yezîd ahvâlini ve etvârını düzeltdi ve ıslâh
eyledi. Hazret-i Mu’âviye, birçok vâlîlerini Şâma topladı. Onlarla meşveret etdi. İçlerinden Dahhâk söz alıp, (Yâ Emîr-el-mü’minîn! Senden sonra müslimânları koruyacak bir zât lâzımdır. Böylece müslimânların kanı dökülmez. Râhatları ve huzûrları sağlanır. Yezîd çok akllıdır. Bilgisi ve yumuşaklığı hepimizden çokdur. Onu halîfe yap!) dedi. Şâmın ileri gelenlerinden birkaç kişi dahî böyle konuşdular. Şâmlılar ve Iraklılar Yezîdi kabûl etdiler. Hazret-i Mu’âviye, bu sözleri de işitince bu işin hayrlı olacağını düşündü. Mekkeye geldi. Hazret-i Hüseyn ve Abdüllah bin Zübeyr ve Abdüllah bin Ömer ile tatlı sohbetler yapdı. Hacdan sonra, bunları çağırarak, (Sizi ne kadar sevdiğimi görüyorsunuz. Yezîd sizin kardeşinizdir. Amcanızın oğludur. Müslimânların selâmeti için, Onu halîfe yapmanızı istiyorum. Fekat şu şartları da koyacağım: Vâlîlerin ta’yîni, azli ve zekât, uşr ve benzerlerinin toplanması ve gelen malların yerli yerine dağıtılması hep sizin elinizde olacakdır. Yezîd bunlardan hiçbirine karışmıyacak) dedi. [Böyle bir anayasa yapacağını söyledi.] Onlar susdular. Tekrâr cevâb istedi. Yine cevâb vermediler. Bundan sonra, halîfe minbere çıkıp hutbe okudu:(Ümmetin ileri gelenleri, Yezîdi halîfe kabûl etdiler. Siz de kabûl ediniz!) dedi. Onlar da kabûl etdiler. Hazret-i Mu’âviye, sonra Medîneye geldi. Onlara da teklîf etdi. Onlar da kabûl eyledi. Şâma döndü.)
Görülüyor ki, hazret-i Mu’âviye, Yezîdi halîfe yapmağı düşünmemişdi. Güvendiği kimselerin hâtırlatması ve ileri gelenlerin tavsıye etmesi ve nihâyet milletin de kabûl etmesi ile buna karâr verdi. Çünki, hazret-i Osmândan sonra olan karışıklıkları, bu yüzden dökülen müslimân kanını görmüşdü. Şimdi ise, yehûdî emellerine çalışanlar dahâ çoğalmış ve Ehl-i beytin düşmanı olan hâricîler kuvvetlenmiş ve müslimânların başına büyük bir derd olmuşlardı. Bütün bu tehlükeleri önlemek için, bunu düşündü ve milletin oyunu aldı. Eğer düşündüğü anayasayı da destekliyenler olsaydı, tam bir islâm demokrasisi meydâna gelecekdi. Bu hizmetinden dolayı da, kıyâmete kadar, bütün müslimânların hayr düâlarını alacakdı.
Hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” evlâdı, ahfâdı ve fitne, fesâdı asrlarca devâm etdi demek, târîhi inkâr etmekdir. Çünki, torunu olan ikinci Mu’âviyenin aklı, dindarlığı, islâmiyyete bağlılığı ve adâleti dillerde destân oldu. Ne yazık ki, iki ay hilâfet yapabilmiş, vefât etmişdi. Hiç çocuğu da kalmadı. Kendisinden sonra yerine asker kuvveti ile Mervân bin Hakem halîfe oldu. Mervân hazret-i Mu’âviyenin amcası oğlu idi ise de, yakını değildi. Bunun ve bundan sonra Emevî hükümdarlarının kabâhat-
lerini hazret-i Mu’âviyeye yüklemek gibi saçma bir davranış olamaz. Abbâsîler, Ehl-i beyte karşı Emevîlerden kat kat çok işkence ve zulm yapdılar. Târîh okuyanlar, bunu pek iyi bilir. Abbâsîlerin Ehl-i beyte karşı yapdıkları canavarca cinâyetlerden dolayı, Onların büyük dedeleri olan hazret-i Abdüllahı ve Onun babası hazret-i Abbâsı suçlu göstererek, bunlara la’net etmek, nasıl alçak bir iftirâ olur ise, Mervân soyundan olan halîfelerin, Abbâsîlerinkinden dahâ az olan suçlarını hazret-i Mu’âviyeye yüklemenin, dahâ saçma ve pek dahâ alçak bir iftirâ olacağı meydândadır. Hazret-i Mu’âviyenin oğulları, torunları asrlarca kötülük yapdı, diyenlere tekrâr bildirelim ki, o büyük sahâbînin âdil ve müttekî olan torunundan sonra hiçbir yakını işbaşına geçmedi. Hazret-i Mu’âviyenin Hâlid ismindeki oğlu saltanatı istemedi. Babası Onu ilm ve fen adamı olarak yetişdirmişdi. Meşhûr kimyâger Câbir, bu Hâlidin talebesi idi. Kimyâyı hocası Hâlidden öğrenmişdi. Meydânı boş bularak bu ma’sûm halîfeye pervâsızca saldırdılar. Akla ve ilme sığmıyan iftirâlarda bulundular.
Allahü teâlâ, O ma’sûm halîfeyi müdâfe’a etmek için, korumak için ve düşmanlarını rezîl etmek için, binlerle Ehl-i sünnet âlimi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yaratdı. Bu büyük âlimler, çeşidli kitâblarında, hazret-i Mu’âviyenin hakkını, üstünlüğünü, kıymetini bütün dünyâya yaydılar.
39 - (Hazret-i Hüseyne karşı, havsala-i ukûle sığmıyan avâkıb-i fecî’a ve şenî’a ve müdhişeyi, Mu’âviyenin evvelden bilmemesine, hayâtında takdîr ve tertîb etmemesine, hesâblamamış olmasına imkân yokdur) diyor.
Ziyâdın oğlu Ubeydüllahın meydâna getirdiği Kerbelâ fâci’asından dolayı yüreği sızlamıyan bir müslimân düşünülemez. Ehl-i sünnetin her ferdi bu kara günleri düşündükçe kan ağlamakdadır. Kerbelâ fâci’ası için muharremin onuncu günü mâtem yapıyorlar. Onlar senede bir gün mâtem yapıyor. Biz ise, senenin her günü mâtem yapmakdayız. Onlar hazret-i Hüseyn için, yalnız hazret-i Alînin oğlu olduğundan dolayı mâtem yapıyorlar. Biz ise, Resûlullahın, Muhammed aleyhisselâmın torunu olduğundan dolayı mâtem yapıyoruz. Biz sünnîler, hazret-i Alîyi, Resûlullahın dâmâdı olduğu için ve Onun emri ile, kükremiş arslan gibi kâfirlerle döğüşdüğü için çok seviyoruz. Hazret-i Mu’âviyeyi de, Resûlullahın kayınbirâderi olduğu için ve Allah yolunda kâfirlerle cihâd etdiği için çok seviyoruz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eshâbımı seviniz! Onları seven, beni sevdiği için sever. Eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur) buyurdu. Hazret-i Alîyi ve hazret-i Mu’âvi-
yeyi, Eshâb oldukları için çok seviyoruz. Yezîd zemânında hâsıl olan fâci’aları, hazret-i Mu’âviyeye yüklemenin çok çirkin bir iftirâ olduğunu, bundan önceki maddede bildirmişdik. Bu fâci’aları, hazret-i Mu’âviyenin ölmeden önce tertîb etdiğini, hâzırladığını söylemek ise, dahâ çirkin ve dahâ alçak bir iftirâdır. Hazret-i Mu’âviyenin, hazret-i Hasene ve hazret-i Hüseyne olan sevgisini ve saygısını gösteren hareketleri ve Onlara yapdığı ihsânları kitâblarda yazılıdır. Okuyanlar, iyi bilir. Hazret-i Mu’âviye, Resûlullahın Cennet ile müjdelediği sevgili torunlarını incitmeği düşünmüş olsaydı, halîfe iken ve bütün imkânlar elindeyken, bunu kolayca yapabilirdi. Yâhud hiç olmazsa söylerdi. Hâlbuki Onlara hep iyilik yapdı. Hep saygı gösterdi. Heryerde Onların kıymetini, şereflerini bildirdi. Hazret-i Mu’âviyenin vefâtından sonra olayların doğurduğu kanlı fâci’aların, O büyük Sahâbînin gizli tertîbi olduğunu söyliyebilmek için, yâ katı kalbli, azılı bir düşman olmak, yâhud zır deli olmak lâzımdır. Çünki, hazret-i Alî “radıyallahü anh” Mısra, Kays bin Sa’di vâlî ta’yin etdi ve Mısrda beni kabûl etmiyenlerle harb et buyurdu. Hâlbuki, Mısrda hazret-i Alîyi kabûl etmiyenler arasında, Yezîd bin Hâris gibi Eshâb-ı Bedrden ve Mesleme gibi Hazrec kabîlesinin ileri gelenlerinden Sahâbîler de vardı. Kays, hazret-i Alîye cevâb yazıp, (Sana zararı olmıyanlarla harb etmeği emr ediyorsun. Sessiz oturanlara karışmamak dahâ doğrudur) dedi. Halîfe, Kaysı Mısr vâlîliğinden azl edip, Muhammed bin Ebî Bekri ta’yîn etdi. Muhammed, bu tarafsız müslimânlara, (Yâ itâ’at ediniz, yâhud bu memleketden gidiniz!) dedi. (Bize dokunma! İşin sonunu bekliyelim) dediler ise de, Muhammed, bu özrlerini kabûl etmedi. Silâha sarıldılar. Mısr memleketine büyük belâ oldular ve sonunda, Muhammedin öldürülüp yakılmasına kadar iş uzadı. Vaktiyle Mısrda, ibni Se-be’ adamları ile işbirliği yapıp, halîfe hazret-i Osmâna karşı gelen ve komşusunun dıvârından içeri girip elinde yalın kılıç halîfenin üzerine yürüyen ve otuzikinci maddede bildirdiğimiz sebeblerden dolayı geriye çekilerek şehîd etmeği arkadaşlarına bırakan bu Muhammedi, hazret-i Alînin, Kays yerine Mısr vâlîsi ta’yîn etmesini Kısâs-ı Enbiyâ yazarken, (Hazret-i Alîyi bu yanlış yola kardeşi Ca’ferin oğlu sürüklemişdi) diyor. Şimdi insâf edilsin. Hazret-i Osmânın şehîd edilmesinde çok çirkin rol oynıyan birisini Mısra vâlî yapdı, diye yüce imâma, ya’nî Resûlullahın sevgilisi olan hazret-i Alîye karşı dil uzatılabilir mi? Hazret-i Mu’âviyeyi, vefâtından sonra meydâna gelen çirkin olaylardan dolayı, mes’ul göstermeğe kalkışanlara uyarak, hazret-i Alîyi de hesâba çekmek, din bilgisi o yüce Sahâbîlerin bilgilerinden pek az,
günâhları ise pek çok olan bizlerin üzerine düşmez. Bizim vazîfemiz O büyüklerin hesâbını görmek değil, Onları sevmek ve saygı göstermekdir. Müslimân olana yakışan da budur. Fekat, islâm düşmanlarının tuzaklarına düşmüş olan, islâmiyyete düşman kesilmiş olan zındıklar, elbette bizim gibi düşünemez. Onlar Eshâb-ı kirâmı kötüliyerek, islâmiyyeti yıkmak yolundadırlar.
40 - (Mülkü iyi idare etmesi, tevsî’ eylemesi, nizâm ve intizâm kurması, zikr edilen ve sayılmakla bitmiyen, tükenmiyen, cinâyetlerini tahfîf eylemez ve afv etdirmez. Ehl-i beyt-i Nebîye ve Onların tarafdârı olan müslimânlara karşı me’mûr, akrabâ ve tarafdârlarının revâ gördükleri en kötü, zâlimâne, şenî’âne mu’âmeleler asrlarca sürmüş, işbu fitne ve fesâdlar, ihânet ve cinâyetler ve hıyânetler yürekleri sızlatacak, tüyleri ürpertecek hâlde devâm eylemişdir) diyor.
Yukarıda bildirdiğimiz gibi, zındıklar, hazret-i Mu’âviyenin her hareketine zâlimâne, câniyâne damgasını basmakdadır. Abbâsîler zemânında, Ehl-i beyte revâ görülen, bitmiyen, tükenmiyen cinâyetleri bile, O mubârek zâta yüklemekden sıkılmamakdadırlar. Yukarıdaki çirkin yazıları meydâna çıkaranların, su katılmamış şerâb gibi köpüren ve bulaşdıkları yerleri kirleten ümmülhabâis oldukları anlaşılmakdadır. Zerre kadar hayâ etmeden, fitne, fesâd, ihânet, cinâyet ve hıyânetler kaynağı damgasını vurdukları, O yüce sahâbînin tertemiz hakîkatini ortaya koyan olayları, islâm âlimlerinin kitâbları uzun uzun anlatmakdadır. Misâl olarak (Mir’ât-i kâinât) kitâbının yazılarını, olduğu gibi aşağıya alıyoruz:
Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh”, Ebû Süfyânın, O daHarb’in, O da Ümeyyenin, O da Abdü-Şemsin ve O da Abdümenâfın oğludur. Abdümenâf Resûlullahın da dördüncü dedesidir. Hazret-i Mu’âviye, Resûlullah otuzdört yaşında iken, dünyâya gelmişdi. Babası Ebû Süfyân ile birlikde, Mekkenin alındığı gün, Resûlullahın önünde ondokuz yaşında iken îmâna geldiler.Îmânları kuvvetli oldu. Uzun boylu, beyâz, güzel yüzlü ve heybetli idi. Resûlullahın kayın birâderi idi ve Kur’ân-ı kerîm yazan kâtiblerinden idi. Resûlullahın birkaç kerre, (Yâ Rabbî! Onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl!) ve (Yâ Rabbî! Mu’âviyeye iyi yazmağı ve hesâb yapmağı öğret! Onu azâbından koru! Yâ Rabbî! Onu memleketlere hâkim kıl!) hayrlı düâlarına kavuşmuşdu. Bundan başka, (Yâ Mu’âviye! Melik olduğun zemân, herkese iyilik et!) buyurarak, sultân olacağına işâret ve müjde eylemişdi. Kendisi diyor ki, (Resûlullahdan bu müjdeyi işitdikden sonra, halîfe olacağımı ümmid ediyordum).
Birgün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayvana binip, hazret-i Mu’âviyeyi arkasına bindirmişdi. Giderken, (Yâ Mu’âviye! Bana en yakın hangi uzvundur?) buyurdu. Karnım deyince, (Yâ Rabbî! Bunu ilmle doldur ve yumuşak huylu eyle!) diyerek, hayr düâ buyurdu. Hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye için, (Mu’âviyenin hâkimliğini kötülemeyiniz! O giderse, başların kopduğunu görürsünüz) buyurmuşdur. Hazret-i Muâviye, akl, zekâ, afv, ihsân ve tedbîr sâhibi idi. Büyük işleri çevirmekde mâhir ve kâmil idi. Yumuşaklığı ve sabrı atasözü hâline gelmişdi. Afvı ve ihsânı hikâyeler teşkîl etmişdir. Bunları iki kitâb dolusu yazmışlardır. Arabistânda dört dâhî, şöhret yapmışdır. Bunlar, hazret-i Mu’âviye vehazret-i Amr ibni Âs ve Mugîre tebni Şu’be ve Ziyâd bin Ebîhdir. Büyükler buyuruyor ki, hazret-i Mu’âviye heybetli, cesûr ve güzel idâreli, çalışkan, cömert ve gayretli ve azîmli idi. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmışdı. Hattâ hazret-i Ömer, hazret-i Mu’âviyeye her bakışda, (Bu, ne güzel bir Arab sultânıdır) derdi. İhsânı o kadar çok idi ki, birgün hazret-i Hasen, borçlarının çok olduğunu söyleyince, seksen bin altın ihsân etmişdir. Sıffîn savaşından gâlib çıkdığı için, Amr ibni Âsı Mısra vâlî yapıp, Mısrın altı yıllık gelirlerini Ona bağışlamışdı. Güzel atlara biner, kıymetli elbiseler giyer, saltanat sürmekden lezzet alırdı. Fekat, Resûlullahın sohbetinin bereketi ile islâmiyyetden hiç ayrılmazdı. Birgün Resûlullah, bir iş vermek için hazret-i Mu’âviyeyi çağırdı. Yemek yiyor, dediler. Biraz sonra tekrâr çağırdı. Yine yemek yiyor, dediler. (Allahü teâlâ Onu doyurmasın!) buyurdu. O zemândan beri çok yirdi. Şâmda, hazret-i Ömer zemânında dört sene, hazret-i Osmân zemânında oniki sene, hazret-i Alî zemânında beş sene ve hazret-i Hasen zemânında “radıyallahü anhüm ecma’în” altı ay vâlî olup, hazret-i Hasen hilâfeti bırakdıkdan sonra, bütün islâm memleketlerine meşrû’ halîfe oldu. Ondokuzbuçuk sene hilâfet ve saltanat sürdü.
Kısas-ı Enbiyâda diyor ki, hicretin altmışıncı senesinde hazret-i Mu’âviye hutbe okudukdan sonra, (Ey insanlar! Üzerinizde çok kaldım. Sizi usandırdım. Ben de, sizden usandım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de, benden ayrılmak ister oldunuz. Fekat, benden sonra, size benden dahâ iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden dahâ iyi idiler. Kim, Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da, Ona kavuşmak ister! Yâ Rabbî! Sana kavuşmak istiyorum. Sana kavuşmamı irâde buyur! Beni mubârek ve mes’ûd eyle!) dedi. Birkaç gün sonra hastalandı. Oğlu Yezîdi çağırarak, (Oğlum! Seni harblerde, yollarda yormadım. Düşmanları yumuşatdım. Arabları sana itâ’at etdirdim. Kimseye
nasîb olmıyan malları topladım. Hicâz halkını gözet! Onlar, senin aslındır. Sana geleceklerin en kıymetlisi Onlardır. Irakdakileri de gözet! Me’murların azlini isterlerse azl et! Şâmlıları da gözet ki, Onlar senin yardımcılarındır. Senin için kimseden korkum yok. Fekat Hüseyn bin Alî “radıyallahü anhümâ” hafîf bir zâtdır. Kûfeliler Onu senin karşına çıkarabilirler. Ona gâlib geldiğin zemân, afv eyle. İyi karşıla! Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır ve Resûlullahın torunudur) dedi. Hastalığı artınca, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri bana bir gömlek giydirmişdi. O mubârek gömleği bugüne kadar sakladım. Birgün kesdiği tırnakları da bir şişe içine koyup saklamışdım. Öldüğüm zemân o gömleği bana giydiriniz! O tırnakları da, gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki Onların hurmetine, cenâb-ı Hak beni afv buyurur) dedi. Sonra, (Ben öldükden sonra, cömerdlik ve ihsân da kalmaz. Çok kimselerin gelirleri kesilir. İstiyenler eli boş döner) dedi. Son olarak, (Keşki Zî-tuvâ denilen köyde bir Kureyşli olsaydım da, emîrlik, hâkimlik ile uğraşmasaydım) diyerek bundan üzüldüğünü açıkladı. Receb ayında vefât etdi. Kabr-i şerîfi Şâmdadır “radıyallahü anh”.
İşte hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” böyle mubârek bir sahâbî idi.
41 - (Bu umûru, olduğu gibi bilmek, ders-i ibret almak; aynı zemânda (Eshâbımı kötülemeyiniz) Hadîs-i şerîfi mûcibince hareket eylemek, her müslimân için eslem ve ahkem bir yoldur. Yukarda me’hazları ile gösterilen vakâyı’-ı hâinâne ve câniyânenin hakîkî ictihâdla kâbil-i te’lîf olamıyacağı âşikârdır. Bu ve emsâli ef’âl ve harekâtın, mûcib-i ukûbât-ı şedîde-i ilâhiyye olacağına şek yokdur. Şeref-i sohbet-i Peygamberîye nâiliyyetin, muâheze-i ilâhiyyeye mâni’ olacağı düşünülemez) diyor.
Şu hezeyânlara bakınız! Bir yanda, (Eshâbımı söğmeyiniz!) Hadîs-i şerîfini yazıyor. Öte yanda da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerine, akla sığmıyan kötülükleri yüklüyor. Ağza alınmıyacak küfrleri savuruyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Hazret-i Mu’âviye gibi, Resûlullahın en yakınlarından ve pek sevdiklerinden olan bir islâm mücâhidinin, yukarıda saydığımız iyilikleri ve üstünlükleri karşısında, apışıp kalıyor. Oğlunun hıyânetlerini, cinâyetlerini, O yüce sahâbîye mal etmeğe kalkışıyor. Kendinin bildirdiği Hadîs-i şerîfi de, hiçe sayıyor. Hazret-i Alî, Sıffîn muhârebesinde, (Kardeşlerimiz bize ısyân etdi) buyuruyor. Muhârebenin kızışdığı bir zemânda, karşı taraf saflarını yararak, arslan gibi, elinde kılınç, hazret-i Mu’âviyenin çadırına girip, konuşduklarını, Kısas-ı Enbiyâ yazıyor. Hazret-i Alî ile bir ictihâd ayrılığını behâne ede-
rek, bu yüce sahâbîye saldırmak, bir müslimânın yapacağı şey değildir. Bu davranışın altında başka kötü niyyetlerin bulunduğu anlaşılmakdadır. Yezîdin, İbni Ziyâdın ve Sa’d ibni Ebî Vakkâs hazretlerinin oğlu Ömerin cinâyetlerini, acıklı acıklı anlatıp, gönülleri dağladıkdan sonra, vur abalıya diyerek bir yüce sahâbîye saldırmak, ölmüş gitmiş, bunlarla hiç ilgisi olmıyan bir ma’sûmu lekelemek, ancak ve ancak gizli bir plânın uygulanmasından başka neolabilir? Öyle bir plân ki, aklı gideriyor, gözleri döndürüyor da Resûlullahın Hadîs-i şerîfini göremiyor. Yanlış anlaşılmasın! Biz, hazret-i Mu’âviyenin hiç kusûrsuz, Peygamberler gibi ma’sum olduğunu söylemiyoruz. Evet, her sahâbînin ve hazret-i Alînin de kusûrları, hatâları olduğu gibi, hazret-i Mu’âviyenin de kusûrları yok, denilemez. Fekat, Allahü teâlâ, (Eshâb-ı kirâmdan, amel-i sâlih işliyenlerin, Allah yolunda kâfirlerle cihâd edenlerin, geçmiş ve gelecek bütün kusûrlarının afv edildiğini ve o seçilmiş, sevilmişlerin kâfir olmıyacaklarını, Cennete gideceklerini) bildirmekdedir. Bu gözü dönmüşler, âyet-i kerîmelere de karşı geliyor. Sohbet-i Peygamberî Onu kurtaramaz, diyorlar. Sohbet-i Peygamberîye kavuşanlar için, Allahü teâlânın gönderdiği âyet-i kerîmelerden ba’zılarında meâlen;
(Allahü teâlâ Onlardan râzıdır. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar).
(Onlara Cennetleri hâzırladım. Onlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır).
(Benim yolumda sıkıntı çekenlerin ve kâfirlerle cihâd edip ölenlerin ve öldürülenlerin günâhları afv olunacakdır. Elbette Cennetlere sokulacaklardır) buyurulmuşdur. Onaltıncı madde sonundaki Hadîs-i şerîfde, sohbet-i Peygamberînin, hazret-i Mu’âviyeyi muâheze-i ilâhiyyeden kurtaracağı müjdelenmekdedir.
Bu âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere birşey diyemedikleri için, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” bu müjdelerin dışında kaldığını söylüyorlar. O hazret-i Alîye eziyyet etdiği için, kâfir oldu, diyorlar. Çünki, (Alîye eziyyet eden, bana eziyyet etmiş olur) ve (Onu kızdıran, beni kızdırmış olur) Hadîs-i şerîfleri meydândadır, diyorlar. (Tuhfe) kitâbı, bu sözleri şöyle çürütmekdedir:
Deve ve Sıffîn vak’aları, aslâ hazret-i Alîye düşmanlık ile olmadı. Onu incitmeği aslâ düşünmediler. Bu muhârebelerin hakîkî sebebleri, kelâm kitâblarında ve islâm târîhlerinde doğru olarak yazılıdır. [Bunların özünü, onaltıncı maddede kısaca bildirmişdik.] Şî’î âlimlerinden Nasîreddîn-i Tûsî, Tecrîd kitâbında, (Alî-
ye uymamak fıskdır. Onunla harb etmek küfrdür) dedi. (İmâmetini inkâr eden kâfir olmaz) dedi. Çünki, hazret-i Alînin torunları da birbirlerini inkâr etdiler. Bir oğlu olan Muhammed bin Hanefiyye, imâm-ı Hüseynin oğlu olan Zeynel’âbidînin imâmlığını red eyledi. Muhtârın gönderdiği ganîmetlerden Ona birşey vermedi. İmâmlığını i’lân eden Zeyd-i şehîd, Muhammed Bâkır hazretlerinin imâmlığını kabûl etmedi. Şehîd olunca, çocukları Yahyâ ile Mütevekkil de, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın çocukları ile geçinemediler. Seyyidet Nefîse hazretlerinin amcası olan bu Yahyâ, yüzyirmibeşde [125], Velîdin askerleri ile harb ederken şehîd edildi. İmâm-ı Ca’fer hazretlerinin çocukları da, kendi aralarında imâmlık için çekişdiler. Abdüllah Eftah ile İshak bin Ca’fer arasında üzücü olaylar oldu. İmâm-ı Hasenin oğulları arasında olan imâmet da’vâlarını da yazarsak, ayrı bir kitâb hâsıl olur. (Nefs-i Zekiyye) adı ile anılan Muhammed Mehdî bin Abdüllah bin Hasen Müsennâ, yüzkırkbeş senesinde Medînede imâmetini i’lân etdi. Başka imâmları inkâr eyledi. Mensûrun askeri ile harbde şehîd oldu. İmâmlığı inkâr etmek, Peygamberliği inkâr etmek gibi küfr olsaydı, bu imâmlara da kâfir demek lâzım olurdu. Hazret-i Alînin torunları, birbirlerinin imâmlığını inkâr edince, kâfir olmuyor. Başkaları inkâr edince, kâfir olur, diyemediler. Fekat inkâr etmek, muhârebeye sebeb olur. Muhârebe inkârın netîcesidir. Çünki, imâm-ı meşrû’, haklarını kullanınca, inkâr edenler, bunu beğenmez. Harbe sebeb olur. Buna cevâb veremediler. İnkâr edilen kimse ile harb etmek de, küfr olmaz demek zorunda kaldılar. Fekat hazret-i Alî ile harb edenler böyle değildi, dediler. (Seninle harb, benimle harbdir) Hadîs-i şerîfini ileri sürdüler. Hâlbuki bu Hadîs-i şerîf, (Seninle harb, benimle harb gibidir) demekdir. Çünki, Emîr hazretleri ile harb, Resûlullah ile harb olmadığı meydândadır. Bu Hadîs-i şerîf, hazret-i Alî ile “kerremallahü teâlâ vecheh” harb etmenin çirkin ve kötü olduğunu gösterir. Kâfir olmağı göstermiyor. Birbirlerine benzetilen iki şeyin, her bakımdan birbirlerine benzemeleri lâzım gelmez. Nitekim, bu Hadîs-i şerîfi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” başka Sahâbîler için de, hattâ Eslem ve Gıfâr kabîleleri için de söylemişdir. Hâlbuki Onlarla muhârebe etmek, söz birliği ile küfr değildir.
Bu Hadîs-i şerîf, (Hiçbir sebeb olmadan, yalnız sana düşmanlık ile harb etmek, benimle harbdir) demek olmakdadır. Hazret-i Osmânın kâtilleri ile harb etmek, onların arasında, hazret-i Alî bulunduğu için, elbette Resûlullah ile harb etmek olmaz. Bir kimse, sevdiğine, senin düşmanın, benim düşmanımdır, dese, onun sevdiğinin bulunduğu bir topluluğa, ortak oldukları bir işden
dolayı karşı koyan birisi, o kimsenin düşmanı olmaz. Deve ve Sıffîn vak’alarında, hazret-i Alînin karşısında bulunan Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, hazret-i Alî ile harb etmek niyyetinde değildi. Hazret-i Osmânın kâtillerine kısâs yapılmasını istiyorlardı. Kâtiller hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” etrâfında toplandıkları için, Onunla da harb edildi.
(Seninle harb, benimle harbdir) Hadîs-i şerîfi, (Sana düşmanlık, bana düşmanlıkdır) demekdir. Deve ve Sıffîn vak’asında bulunanların, hazret-i Alîye düşman olmadıkları meydândadır. Düşmanlıkla harb etmediler. Müslimânlar arasına giren fesâdı kaldırmak ve kısâs vazîfesini yapdırmak istediler. Sonu harbe sürüklendi. İhtiyârî işler, kasd ile, irâde ile yapılır. İşin iyi veyâ kötü olması bu irâdenin iyi veyâ kötü olmasına bağlıdır. Meselâ bir kimse, şu çanağı kıranı döverim dese, biri geçerken, ayağı kayıp kırılsa bunu dövmesi uygun olmaz. Hazret-i Emîr ile “kerremallahü vecheh” harb edenlerin hâlleri de, bunun gibidir.
Hazret-i Alî ile harb, Resûlullah ile harb olacağını kabûl etsek bile, resûl ile harb etmek, her zemân küfr olmaz. Peygamberliğini inkâr ederek yapılırsa, küfr olur. Dünyâlık ve mal ele geçirmek için yapılırsa, küfr olmaz. Çünki, Kur’ân-ı kerîmde, yol kesiciler için, (Allah ile Resûlullah ile harb ediyorlar ve yer yüzünde fesâd çıkarmağa uğraşıyorlar) meâlinde âyet-i kerîme vardır. Hâlbuki, yol kesenlerin kâfir olmadığı sözbirliği ile bildirilmişdir. Fâiz yiyenler için de, böyle âyet-i kerîme vardır. Hâlbuki, fâiz yiyenlerin de kâfir olmadığında sözbirliği vardır. Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâya ve Resûle karşı harb denilmekdedir. Bu Hadîs-i şerîfde ise, yalnız Resûlüne karşı harb olduğu bildiriliyor. Allaha ve Resûlüne birlikde olan harb, küfr demek olmayınca, yalnız Resûle karşı harbdir demek nasıl küfr olur? Evet, dîni inkâr ve islâmı tahkîr sebebi ile Resûl ile harb, elbet küfrdür. Fekat, böyle olmıyan harbler küfr olmaz. Hazret-i Mûsânın, hazret-i Hârûna öfkelenerek, saçını ve sakalını tutması da, harb demekdir. Harbde de böyle şeyler olur. (Sen bana, Mûsânın yanında Hârûn gibisin) Hadîs-i şerîfini bu harbe benzetene ne denecek? Resûlullahın sevgilisi ve mubârek zevcesi, hazret-i Alînin, kâtilleri himâye etdiğini, kısâsın yapılmasında gevşek davrandığını anladı. Ona gücendi. Hazret-i Mûsâ da, hazret-i Hârûnun, buzağıya tapanları koruduğunu, onlara cezâ vermekde gevşek davrandığını anlıyarak, Peygamber olan bu kardeşini incitdi. Peygambere karşı her dürlü harb, küfr olsaydı, hazret-i Mûsâ, o ânda, hâşâ kâfir olurdu. Yûsüf aleyhisselâmın kardeşleri de Ona yapdıkları işle, Ya’kûb aleyhisselâmı incitdiler. Bu da, muhârebeden aşağı bir
şey değildir. Bunun için, büyüklerin işlerini insâflı düşünmelidir.
Hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” mü’minlerin annesidir ve Resûlullahın zevcesidir. Hazret-i Alînin de annesi makâmında olduğu, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmekdedir. Bir anne, oğluna bağırır, canını yakarsa, çocuk suçsuz olsa bile, annesine dil uzatması doğru olur mu? Nitekim, hazret-i Mûsâya ve Yûsüf aleyhisselâmın kardeşlerine kimse birşey dememişdir. Hem de, kardeşlik bağı, ana oğul bağı gibi değildir. Mısra’:
Değerleri gözetmiyen zındık olur!
Görülüyor ki, (Seninle harb, benimle harbdir) Hadîs-i şerîfini ileri sürerek, hazret-i Alî ile harb etmiş olan Eshâb-ı kirâma kâfir denilemez. Akl, mantık ve islâmiyyete uygun olmaz. Onunla harb edenlerin îmânları ve iyi amelleri yok olmaz. Onların îmânları, sâlih amelleri, Sahâbî olmaları ve âyet-i kerîmelerle ve Hadîs-i şerîflerle medh ve senâ edilmiş olmaları, onlara düşmanlık etmeğe, söğmeğe, kötülemeğe mâni’ olmakdadır. Şî’î âlimlerinden kâdî Nûrullah-ı Şüşterî, bu incelikleri anladığı için, (Mecâlisülmü’minîn) kitâbında, (Şî’îler üç halîfeye la’net etmez. Şî’îlerin câhilleri la’net ediyorlar ise de, bunların kıymeti yokdur) diyor.
Şunu da bildirelim ki, şî’î âlimlerinden, molla Abdüllah Meşhedî ve benzerleri, sünnî ve şî’î kitâblarını çok inceliyerek ve insâflı düşünerek, (hazret-i Alî ile harb edenler, kâfir olmaz. Fâsık olur, günâh işlemiş olurlar) dediler. Çünki onlar, Hadîs-i şerîfi inkâr etmiyorlar. Bu Hadîs-i şerîfi te’vîl ediyorlar, dediler. Şî’îler, Nasîreddîn-i Tûsîyi çok büyük bildikleri için, bu âlimlerin sözünü açıklamak zorunda kalıyorlar. (Seninle harb, benimle harbdir) Hadîs-i şerîfine göre, hazret-i Alî ile harb etmekden küfr lâzım olur. Fekat, Onunla harb edenler bunu istemedikleri için kâfir olmadı, dediler. Hâlbuki, zemânın imâmına isyân etmek küfr değildir. Günâhdır. Şübhe ve te’vîl olursa, günâh da olmaz, ictihâd hatâsı olur, dediler.
Buraya kadar, şî’î âlimlerinin yazdıklarını bildirdik. Şimdi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıklarını bildirelim:
Fıkh bilgilerinde, hazret-i Alînin ictihâdından ayrılmak, hiç küfr olmaz. Fısk, ya’nî günâh da değildir. Çünki, hazret-i Alî de, Eshâb-ı kirâmın hepsi gibi, bir müctehid idi. İctihâd bilgilerinde müctehidlerin birbirlerinden ayrılmaları câizdir ve her müctehid sevâb kazanır. Hazret-i Alî ile düşmanlık ederek harb eden, elbet kâfir olur. Nitekim bunun için; Ehl-i sünnet âlimlerinden ba’zıları, Hâricîlere kâfir demişdir. (Seninle harb, benimle harb
dir) Hadîs-i şerîfi, Hâricîler içindir. Onların bile, kâfir olmaları kat’î değildir. Çünki, kâfir olmağı kabûl ederek harb etmediler. Bunun için, onlara mürted denilemez. Fekat, bunların şübheleri ahmakcadır ve ma’nâları açık olup, te’vîlleri câiz olmıyan âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere de karşı gelmiş oldukları için, özrleri kabûl olunmaz. Ehl-i sünnete göre, Hâricîler, âhıretde kâfirlerle olacakdır. Onların afv edilmeleri için düâ olunmaz. Cenâze nemâzları kılınmaz. Hâlbuki, Deve ve Sıffîn muhârebelerinde, hazret-i Alîye karşı olanlar, böyle değildir. Şübhe ve te’vîllerinden dolayı Ona karşı harb etmişlerdir. İctihâdda yanıldıkları için kâfir olmazlar. Bunun için kötülenemezler. Çünki, âyet-i kerîmeler ve Hadîs-i şerîfler, bunları medh etmekdedir. Bunlar, nefslerine uyarak değil, Allah için uğraşdılar. Böyle olduğunu kabûl etmiyen bir kimsenin de, susması, dilini tutması lâzımdır. Bunların Eshâb-ı kirâm ve Mücâhidîn-i islâm olduklarını düşünerek saygısızlık yapmaması lâzımdır. Hattâ, âyet-i kerîmeler ve Hadîs-i şerîfler, bütün mü’minleri övmekdedir. Her mü’minin şefâ’ate kavuşması ve Allahü teâlânın afvı ile kurtulması ümmîd olunur. Deve ve Sıffîn harblerinde bulunan Şâmlılardan birinin, hazret-i Alîye düşman olduğu, Ona kâfir dediği veyâ la’net etdiği kesin olarak bilinirse, ona kâfir deriz. Fekat, bugüne kadar böyle bir şey bilinmemişdir. Câhillerin uydurmaları, bir ilm, bir vesîka değeri taşıyamaz. O Sahâbîlerin önceki îmânları muhakkak olduğundan, yine öyle bilmemiz îcâb eder. Dört halîfenin Cennete gideceklerine inanmıyan, bunlardan biri için, halîfe olmağa lâyık değildir diyen veyâ ilmini, adâletini, takvâsını inkâr eden kâfir olur. Fekat, nefse uyarak, mala ve dünyâlığa kavuşmağı düşünerek veyâ ma’nâları açık ve kat’î olmıyan nassları te’vîl ile, şübhe ile bunlarla harb eden kâfir olmaz. Fâsık olur. Ya’nî günâh işlemiş olur.
Hazret-i Mu’âviye ve hazret-i Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhümâ”, hiçbir bozuk düşünce ve sebeb ile, hazret-i Alî ile “kerremallahü vecheh” harb etmediler. Hazret-i Osmânın kâtillerinin yakalanmasını ve bunlara kısâs yapılmasını istediklerini söylemişler ve hazret-i Alînin kendilerinden dahâ yüksek ve dahâ üstün olduğunu bildirmişlerdir. Ölünciye kadar her yapdıkları, her söyledikleri, îmânlarının varlığını ve kuvvetli olduğunu göstermişdir. Bütün düşünceleri, bütün çalışmaları, hep Allah için, hep islâmiyyet için olmuşdur. Her iki tarafın da aynı da’vâ, aynı maksad için döğüşdükleri (İzâle-tül-hafâ)nın dörtyüzdoksandördüncü sahîfesindeki Hadîs-i şerîfde açıkça bildirilmekdedir.
42 - İmâm-ı Muhammed Birgivînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tarîkat-i Muhammediyye) kitâbında ve bu kitâbın şerh-
leri olan (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında diyor ki: (İmâm-ı Buhârînin ve imâm-ı Müslimin bildirdikleri Hadîs-i şerîfde, (Elbet bir zemân gelecek ki, benim ümmetim, İsrâîl oğulları, [ya’nî yehûdîler ve hıristiyanlar] gibi olurlar. Bir çift ayakkabının birbirine benzedikleri gibi, onlara çok benzerler. Öyle olur ki, onlardan biri, anası ile zinâ etse, ümmetimden de öyle yapanlar olur. İsrâîl oğulları yetmişiki fırkaya ayrıldı. Benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılır. Bunların yetmişikisi bozuk inanışlarından dolayı Cehenneme girecekdir. Yalnız bir fırkası, girmeyecekdir). (O fırka, hangisidir?) denildikde, (Benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır) buyuruldu. İsrâîl oğullarının, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra yetmişbir,Îsâ aleyhisselâmdan sonra yetmişiki fırkaya ayrılmış oldukları, (Milel ve Nihal) ve (Berîka) kitâblarında yazılıdır. İnanışlarından dolayı Cehenneme girmekden kurtulacak olan bu bir fırkaya, (Ehl-i sünnet velcemâ’at) mezhebi denir. Yetmişiki fırkadan herbiri, kendisinin Ehl-i sünnet olduğunu söyliyor. Kendisinin Cennete gideceğine inanıyor. Bu iş, söylemekle, sanmakla anlaşılmaz. Sözlerin ve işlerin, âyet-i kerîmelere ve sahîh hadîslere uygun olması ile anlaşılır.
Ehl-i sünnet mezhebi de, (Mâ-türîdî) ve (Eş’arî) olarak ikiye ayrılmış ise de, ikisinin aslı bir olduğundan ve birbirlerini kötülemediklerinden ikisi bir sayılır. Ehl-i sünnet fırkası, ibâdetde ve bütün işlerde dört mezhebe ayrılmışdır. Dördünün îmânı hep bir olduğundan, hepsi bir fırkadır. Bu dört mezheb, âyet-i kerîmelerde ve Hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan hükmlerde, birbirlerinden ayrılmışlardır. Hepsi, bu hükmleri anlamak için ictihâd etmiş, çok uğraşmış, başka başka anlamışlardır. Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan hükmlerde ayrılıkları yokdur. Böyle, ma’nâları açık ve kat’î olan nasslarda ictihâd yapılmaz. Açıkca bildirilmiyen, inanılacak şeylerde ictihâd ederken, yanılan afv olmaz. Böyle yanılarak, i’tikâdı bozulmuş olan yetmişiki fırkaya (Bid’at sâhibi) veyâ (Dalâlet ehli), ya’nî (Sapık) denir. Fekat, bunlara kâfir denilmez. Dinde açıkca bildirilmiş olan şeylerden bir dânesine bile inanmıyanın îmânı gider. Kâfir olur. Yanlış ictihâd ederek îmânı gidenlere (Mülhid) denir. Yetmişiki sapık fırkadan Bâtınî, Mücessime, Müşebbihe ve Vehhâbîlerden bir kısmının ve ibâhîlerin mülhid oldukları, (Reddülmuhtâr)da ve (Ni’met-i islâm) kitâbında yazılıdır.
Yukarıdaki Hadîs-i şerîf gösteriyor ki, bir insan, yâ müslimândır, yâhud kâfirdir. Müslimân da, yâ Ehl-i sünnet mezhebindedir, yâhud, bid’at ehli, ya’nî sapıkdır. Bundan anlaşılıyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde olmıyan, ya’nî mezhebsiz olan kimse, yâ sa-
pıkdır, yâhud kâfirdir.
Îmân, korkusuz olmak, islâm ise, teslîm olmak ve kurtulmak demekdir. Fekat, islâmiyyetde, îmân ve islâm birdir. Muhammed “aleyhisselâm”ın Allahü teâlâdan vahy olunarak getirdiği haberlerin hepsine kalb ile inanmağa (Îmân) ve (İslâm) denir. Bu haberler, kısaltılarak altı şeyin içine yerleşdirilmişdir. Bu altı şeye inanan, hepsine inanmış olur. Bu altı şey, (Âmentü)de bildirilmişdir. Her müslimânın Âmentüyü ezberlemesi ve çocuklarına ezberletip, ma’nâsını öğretmesi farzdır. Bunun için, çocuklarını, hükûmetin izn verdiği Kur’ân-ı kerîm kurslarına göndermek lâzımdır.(Herkese Lâzım Olan Îmân) adındaki kitâbda, Âmentünün ma’nâsı uzun yazılıdır. Bunlara inanan insana (Mü’min) veyâ (Müslimân) denir. İbâdetleri yapmağa, harâmlardan kaçınmağa, (İslâmiyyete uymak) denir. İslâmiyyete uyan müslimânlara (Sâlih) ve (Âdil) denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, âdil, sâlih mü’min idiler. Tenbellik ederek islâmiyyete uymıyan müslimâna (Fâsık) denir. Fâsık da müslimândır. Ya’nî günâh işliyenin ve ibâdet yapmıyanın îmânı gitmez. Fekat, ibâdete ve günâha ehemmiyyet vermiyenin, ya’nî islâmiyyete kıymet vermiyenin, islâmiyyetin hükmlerinden bir dânesini bile beğenmiyenin îmânı gider. Îmânı olmayana, ya’nî müslimân olmıyana (Kâfir) denir. Ehl-i sünnet mezhebinden olmıyana (Mezhebsiz) denir. Mezhebsiz de, yâ sapık veyâ kâfir olur.
Kâdî-zâde Ahmed efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Birgivî vasıyyetnâmesi) kitâbını şerh ederken, kırkdördüncü sahîfeden başlıyarak diyor ki, Allahü teâlânın yer yüzünde insandan Peygamberleri olduğuna inanırız. Peygamberlerin hepsi, Allahü teâlânın onlara (Vahy) etdiği, ya’nî melekle bildirdiği (Ahkâm)ı, ya’nî emrleri ve yasakları, kendi zemânında bulunan insanlara bildirmişlerdir. Bu insanlar, O Peygamberin (Ümmet)idirler. Peygambere inananlarına, (Ümmet-i icâbet) denir. İnanmıyanlarına (Ümmet-i da’vet) denir. Peygamberlerin en sonra geleni (Muhammed) aleyhisselâmdır. Ondan sonra Peygamber gelmiyecekdir. Dünyânın her yerinde, her zemânda bulunan insanların hepsinin ve cinnîlerin Peygamberidir. Hepsinin, Ona inanmaları lâzımdır.
Yeni bir din getiren Peygambere (Resûl) denir. Dahâ önce gönderilmiş bir Resûlün dînine uymağa çağıran Peygambere ise, (Nebî) denir. Her resûl, nebîdir. Her nebî, resûl değildir. Resûllerin sayısı üçyüzonüç diyenler oldu. Peygamberlerin hepsinin sayısı kesin delîl ile belli değildir. Yüzyirmidört bin olduklarını bildiren Hadîs-i şerîf (Haber-i vâhid)dir. Bir kişinin bildirdiği hadîs, sahîh olsa bile, zan ifâde eder. Bunun için sayılarını söyle-
memek dahâ iyidir. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, ikinci cildin otuzaltıncı mektûbu sonunda ve (Emâlî) kasîdesinde ve (Berîka) ve (Akâid-i Nesefiyye) ve (Hadîka) kitâblarında diyor ki: Peygamberlerin sayısını söylemek, Peygamber olmıyanı Peygamber yapmak veyâ Peygamberi Peygamber tanımamak olabilir. Bu ise küfrdür. Çünki, Peygamberlerden birini tanımamak, hiçbirine inanmamak demek olduğu, bütün kitâblarda yazılıdır. Bundan başka (Emâlî) kasîdesinin şerhinde ve (Berîka)nın üçyüzdokuzuncu sahîfelerinde, (Hiçbir Velî, Peygamber derecesine varamaz. Peygamberi tahkîr, küfr ve dalâldir) diyor.
1399 [m. 1979] da ölen Pâkistânlı Mevdûdî (İslâm medeniyyeti) kitâbında, Fâtır sûresinin yirmidördüncü âyetine:
(Hiçbir ümmet müstesnâ olmamak üzere, içinde bir korkutucu Peygamber gelmişdir) ma’nâsını vererek, (Her ümmete bir Peygamber gelmişdir. “Yüzyirmidörtbin Peygamber gelmişdir” hadîsi, bunu te’yîd etmekdedir. Geçmiş Peygamberlerden nisbeten bilinenleri vardır. Hazret-i İbrâhîm, hazret-i Mûsâ, Konfüçyüs, Zerdüşt, Krişna gibilerinin vatanlarını bile bilmek mümkindir. Herbiri kendi kavmlerine gönderilmişlerdir. Bunlardan hiçbiri, benim risâletim bütün âlem içindir, dememişdir) yazıyor.
Bu âyet-i kerîmedeki (korkutucu)nun, yalnız Peygamber olmayıp, Peygamber veyâ âlimler olduğu Beydâvîde ve Mevâkibde vebirçok tefsîrlerde yazılıdır. Âyet-i kerîmeye verdiği yanlış ma’nâyı da, za’îf bir hadîs ile sağlamlamağa çalışmakdadır. Bu za’îf hadîsi, İslâm âlimlerinin hiçbiri sened olarak almamışdır. Gûyâ kurnazlık yaparak, Konfüçyüs, Zerdüşt ve Krişna gibi kâfirlerin de Peygamber olduklarını gençlere inandırmağa çalışmakdadır. Bütün bâtıl dinler, Allahü teâlânın Peygamberler ile bildirdiği hak dinlerin bozulmasından hâsıl oldukları gibi, mîlâddan dörtyüzyetmişdokuz (479) sene önce ölen Konfüçyüs de Çinde eski hak dinlerden kalmış olan tapınmak fikrlerini ve iyi huyları övdüğünden, ölümünden sonra, felsefesi mezheb hâlini almışdır. Mezhebini bildiren, çeşidli dillerde, kitâblar vardır. Bunlardan biri Almanca (Wörte des Konfuzius)dır. Ya’nî (Konfüçyüsün sözleri) kitâbıdır. Bu kitâbda, semâvî dinlerin hepsinde bulunan, îmânın altı şartı görülmediği gibi, küfrünü gösteren sözleri de çokdur. Küfrü açıkda olan birisine, müslimân denemez. Nerde kaldı ki, Peygamber denilebilsin. Krişna da, Hind Berehmen kâfirlerinin eski tanrılarındandır. Önce, bu ismdeki bir ırmağa tapınırlardı. Sonra, uzun hikâyeleri olan bu adama da tapındılar.
(Berîka) kitâbında diyor ki, (Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” adedi kesin olarak belli değildir. Çünki, yüz-
yirmidörtbin veyâ ikiyüzyirmidörtbin olduğunu bildiren Hadîs-i şerîfi bir kişi haber vermişdir. Bu hadîsin sahîh olup olmadığı da bilinmiyor. Peygamberlerin sayısı kesin olarak söylenirse, Peygamber olmıyanlar Peygamber yapılmış olur. Yâhud, Peygamberlerden birkaçı inkâr edilmiş olur. Bunun ikisi de küfr olur. Bu hadîs sahîh olsa bile, zan hâsıl eder. Îmân edilecek şeylerde, zan ile konuşulmaz. Hele, böyle iki dürlü bildirilmiş ise, hiç kıymet verilmez).
Kâfirler [ya’nî Allaha düşman olanlar] ikiye ayrılır: Kitâblı kâfir, Kitâbsız kâfir. Bir Peygambere ve buna gökden inen kitâba inanan kâfirlere (Ehl-i kitâb), ya’nî (Kitâblı kâfir) denir. Kitâbları ve îmânları değişmiş, bozulmuş olsa da, bunların, kendi dinlerine göre Besmele okuyarak bıçakla kesdikleri hayvanlar yinir. Fekat domuz hiç yinmez. Bunların kızları ile evlenilir. Fekat, bunlara müslimân kızı verilmez. Şimdiki yehûdîler ile hıristiyânların kendi bozuk dinlerine bağlı olanları kitâblı kâfirdir.
Hiçbir Peygambere ve semâvî bir kitâba inanmıyan kâfirlere (Kitâbsız kâfir) denir. Bunların kesdikleri yinmez. Kızları alınmaz ve kız verilmez. Müşrikler, Allahsızlar, Putperest, Mecûsîler, Berehmenler, Budistler, Mülhidler, Zındıklar, Münâfıklar ve mürtedler, hep kitâbsız kâfirdirler. Allahü teâlâdan başka şeylere tapınanlara (Müşrik) denir. Müşrikler ikiye ayrılır: Ülûhiyyetde müşrik ve ibâdetde müşrik, Ülûhiyyetde müşriklerden biri, (Mecûsî)lerdir. Bunlar, ateşe tapar. (Hâlık ikidir: Biri, Yezdânolup, iyilikleri yaratır. Öteki ise, Ehrimen olup kötülükleri yaratır) dediler. Eski tabî’iyyeciler, herşeyi tabî’at yaratıyor dediler. İbâdetde müşrik olanlar, (Putperestler)dir. Bunlar kendi elleri ile yapdıkları heykellere tapınırlar. Putlar, kıyâmetde Allaha bizim için şefâ’at edecek derler. Hıristiyânların çoğu (Trinite), ya’nî (Teslîs) yapıyor. Ya’nî üç tanrı olduğuna inanıyorlar. Çoğu da,Îsâ aleyhisselâma tanrı diyor. Yehûdîlerin bir fırkası da, Uzeyr Allahın oğludur, diyor. Hepsi müşrik oluyorlar. Fekat, ellerindeki kitâbın gökden indiğine inanmakdadırlar. Komünistlerle masonlar ve son asrın câhilleri, Allahsız kâfirdirler. Anası babası müslimân olup da, kendisi müslimân olmıyana (Mürted) denir. Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmıyan, fekat dünyâ menfe’ati için, müslimânlara karşı müslimân görünene, (Münâfık) denir. Münâfık, başka dindedir. Müslimânların arasında, onlar gibi ibâdet yapar. Allah ismini dilinden düşürmez. Fekat bozuk inançlarını saklar. Hiçbir dinde olmadığı, Allahü teâlâya inanmadığı hâlde, müslimân görünüp, müslimânlığı değişdirmeğe, dinsizliği müslimânlık olarak yaymağa uğraşana (Zındık) de-
nir. Zındık, Allaha ve Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inandığını, Kur’âna ve hadîslere uyduğunu söyler. Fekat, Kur’ân-ı kerîmi ve Hadîs-i şerîfleri kendi câhil kafasına ve kısa görüşüne göre ma’nâlandırır. Bu bozuk anladıklarını, sapık düşüncelerini müslimânlık olarak yaymağa uğraşır. Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru sözlerini beğenmez. İslâm âlimlerine câhil der. Böyle zındıklara da, şimdi aydın din adamı, (Müceddid) ve (Dinde reformcu) deniliyor. Böyle câhil, zındık, sahte din adamlarına aldanmamalı, bunların kitâblarını, mecmû’alarını okumamalıdır.
Müslimân olduğunu söyliyen, (Kelime-i şehâdet) okuyan kimseye, şübhe ile küfr damgası basılamaz. İbni Âbidîn, üçüncü cildde, mürtedleri anlatırken diyor ki, (Hülâsa) ve başka kitâblarda, (Müslimân olduğunu söyliyen bir kimsenin bir işinde veyâ sözünde birçok küfr alâmetleri ile bir îmân alâmeti veyâ küfr olması şübheli olan bir alâmet bulunsa, buna kâfir dememelidir. Çünki müslimâna iyi zan olunur). (Bezzâziyye) fetvâsında şunu da ekliyor ki, (Küfr alâmetini dilediği açıkca anlaşılınca, kâfir olur. Te’vîl etmemiz fâide vermez).
Din kelimesi, lügatda yol, iş ve mükâfat demekdir. Millet, yazı yazmak demekdir. Bir Peygamberin Allahü teâlâdan getirdiği inanılacak şeylere (Din) veyâ (Millet) yâhud (Usûl-i din) denir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, bu ma’nâda olan dinleri, milletleri hep birdir. Din, su kaynağı demekdir. Bir Peygamberin yapılmasını emr veyâ yasak etdiği şeylere (Ahkâm-ı dîniyye) ve (Fürû’ı din) denilmişdir. Peygamberlerin dinleri başka başkadır. Bugün, din deyince îmân edilecek bilgiler ve islâm birlikde anlaşılmakdadır. Muhammed aleyhisselâmın dînine (İslâm dîni) veyâ (İslâmiyyet) denir.
Her mü’minin, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân edilecek şeyleri öğrenmesi ve bunlara göre inanması vâcibdir. Bunlara kısaca inanan, doğru mü’min olur. Fekat sebeblerini öğrenmediği için günâha girer. Yapılması ve sakınılması lâzım olan ahkâmın delîllerini, sebeblerini öğrenmek emr olunmadı. Bunların sebeblerini bilmemek günâh olmaz.
Büyük günâh işliyenin îmânı gitmez. Harâma halâl derse, îmânı gider. Günâhlar ikiye ayrılır: (Kebâir), büyük günâhlardır. En büyükleri yedidir. 1) Birşeyi Allahü teâlâya ortak yapmak. Buna şirk denir. Şirk, küfrün çeşidlerinden en kötüsüdür. 2) Bir insanı veyâ kendini öldürmek. 3) Sihr, ya’nî büyü yapmak. 4) Yetîm malı yimek. 5) Fâiz alıp vermek. 6) Muhârebede düşman karşısından kaçmak. 7) Temiz kadınları kazf etmek, ya’nî nâ-
mûssuz demek. Her günâhın büyük olmak ihtimâli vardır. Hepsinden kaçınmak lâzımdır. Küçük günâhı çok yapmak, büyük günâh olur. Büyük günâh, tevbe edince afv olur. Tevbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse, şefâ’at ile veyâ şefâ’atsiz afv eder. Afv olunmazsa, Cehenneme girer.
Zünnâr denilen papaz kuşağını ve benzeri şeyleri kullanmak, putlara saygı göstermek, din kitâblarını aşağılamak, din âlimleri ile alay etmek, küfre sebeb olan bir şey söylemek, kısacası, dinde saygı duymak lâzım olan şeyi aşağılamak ve aşağılanması lâzım olan şeye saygı göstermek küfrdür. Bunlar, islâm dînine inanmamak, inkâr etmek alâmetidir. Küfrün işâretleridir.
Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever. Afv eder. Sonra, o günâhı tekrâr yaparsa, tevbesi bozulmaz. İkinci bir tevbe lâzım olur. Tevbe etdiği bir günâhı hâtırlayınca, günâhı işlediğine sevinirse, tekrâr tevbe lâzım olur. Hak sâhiblerine haklarını ödemek veyâ halâl etdirmek, gîbet etdiği kimseden afv dilemek ve rızâsını almak, yapmamış olduğu farzları kazâ etmek farzdır. Bunlar tevbenin kendisi değil, şartıdırlar. Bir lirayı sâhibine geri vermek, bin sene nâfile ibâdet yapmakdan ve yetmiş nâfile hacdan dahâ iyidir. Günâhı bir dahâ yaparsam tevbem bozulur diyerek, tevbe yapmamak doğru değildir. Câhillikdir. Şeytânın aldatmasıdır. Her günâhdan sonra, hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi bir sâat gecikdirince, günâh iki kat olur. Buradan anlaşılıyor ki, kazâ nemâzlarını kılmıyanın günâhları, her nemâz kılacak kadar zemân katkat artmakdadır.
Tevbe etdim demek, tevbe olmaz. Çünki, tevbenin sahîh olması için üç şart lâzımdır:
1 - Hemen günâhı bırakmalıdır.
2 - Günâh işlediğine, Allahü teâlâdan korkduğu için, utanmak ve pişmân olmak lâzımdır.
3 - Bu günâhı bir dahâ hiç yapmamağı gönülden söz vermekdir. Allahü teâlâ şartlarına uygun olan tevbeyi kabûl edeceğine söz vermişdir.
Ahlâk değişir. İyi huylu olmağa çalışmalıdır.
Bir insanın âhıretde mü’min olup olmıyacağı, son nefesde belli olur. Altmış senelik bir kâfir, ölümünden az önce, müslimân olsa, âhıretde mü’min olarak dirilir. Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” başka ve Cennete gidecekleri bildirilmiş olanlardan başka, kimse için (Cennetlikdir) denilemez. Çünki, son nefesin nasıl olacağı bilinemez.
Bir mü’min âhırete gitdikden sonra, dünyâda hayrâtı ve hase-
nâtı kalsa, yâhud fâideli kitâbları, sâlih çocukları kalıp, Ona düâ etse, bu mü’mine sevâb yazılır. İnsan ölünce, hayr ve şer defteri kapanmaz. Eshâb-ı kirâmdan Sa’d bin Ubâde “radıyallahü anh” (Yâ Resûlallah! Annem öldü. Ona ne iyilik yapabilirim?) dedi. (Su sadakası iyidir) buyuruldu. Düâ ederken, mü’minlerin hepsinin rûhuna demelidir. Hepsine vâsıl olur. Düâ, belâyı giderir. Sadaka vermek, Allahü teâlânın gadabını yumuşatır. İnsanı azâbdan kurtarır. Eceli gelmemiş olan hastanın şifâ bulmasına sebeb olur. Allahü teâlâ düâ etmiyeni sevmez.
Her mü’minin (İ’tikâd)da ve (Amel)de mezhebini öğrenmesi vâcibdir. (Mezheb), yol demekdir. Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde kapalı bulunan bilgileri, müctehid denilen derin âlimler, ictihâd ederek bulur. İ’tikâdda mezhebimiz (Ehl-i sünnet ve cemâ’at) mezhebidir. Ehl-i sünnet ve cemâ’at mezhebi demek, Resûlullahın Eshâbının ve cemâ’atinin i’tikâdı ve îmânları demekdir. Eshâb-ı kirâmın herbiri “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” müctehiddir. İslâm dîninin nûrudur, ışığıdır. Müslimânların imâmları, önderleri ve senedleridir. Onların yolundan ayrılan, Cehenneme gider. Ehl-i sünnet fırkasının imâmı, önderi ikidir: Birisi (Ebû Mensûr Mâ-Türîdî) “rahmetullahi teâlâ aleyh”dir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin mezhebinde yetişen derin bir âlimdir. Hanefî âlimleri, bunun mezhebindedirler. İkincisi, (Ebül Hasen-i Eş’arî) “rahmetullahi teâlâ aleyh”dir. Şâfi’î mezhebindeki âlimlerin büyüklerindendir. Çok derin âlimdir. Bu iki mezheb arasında çok az fark vardır.
Bugün ictihâd edebilecek kadar derin âlim hiç yokdur. Her müslimânın dört mezhebden birinin (İlmihâl) kitâbını okuyup öğrenmesi, îmânını ve bütün işlerini buna uydurması lâzımdır. Böylece, bu mezhebe girmiş olur. Dört mezhebden birine girmiyen kimse, Ehl-i sünnet olmaz. Mezhebsiz olur. Mezhebsiz olan da, yâ yetmişiki bozuk fırkadan birindedir, yâhud kâfir olmuşdur. (Es-Sâvî) tefsîrinde, Kehf sûresinin yirmidördüncü âyetinin tefsîri hâşiyesinde buyuruyor ki, (Dört mezhebden olmıyan kimsenin sözü, Sahâbînin sözüne veyâ sahîh olan Hadîs-i şerîfe, yâhud âyet-i kerîmeye uygun olsa da, buna uymak câiz değildir. Dört mezhebden birinde olmıyan kimse sapıkdır. Başkalarını da, hak yoldan ayırmakdadır. Dört mezhebden ayrılmak küfre kadar gider. Müteşâbih âyetlere zâhirleri gibi ma’nâ vermek, kâfirlerin âdetleridir.) Bir din adamı, Ehl-i sünnet mezhebinde olduğunu bildiriyorsa ve mezhebinin bilgilerini yayıyorsa, Onun sözleri ve kitâbı kıymetli olur. Okuyanlar fâidelenir. Mezhebsizlerin din kitâbları zararlıdır. Okuyanların dînini, îmânını bozar. Dost-
larımıza, din kardeşlerimize vasıyyetimiz şudur ki, Ehl-i sünnet mezhebini öğrenmeğe ve çocuklarına öğretmeğe çalışsınlar! Ba’zı kitâblarımızın sonunda yazılı olan kitâblardan herbiri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından terceme edilmişdir. Bu kitâblardan almalı, okumalı, öğrenmeli ve tanıdıklara ve hattâ bütün müslimânlara yaymağa, dağıtmağa uğraşmalıdır. Böylece, cihâd sevâbı kazanılmış olur.
Cihâd demek, ihtilâl yapmak, âmirlere karşı gelmek ve hükûmete ısyân etmek, dövmek, yıkmak, kırmak, söğmek demek değildir. Böyle şeyler yapmak, fitne çıkarmak olur. Ya’nî bölücülük olur. Müslimânların ezilmesine, habse girmesine ve din, îmân bilgilerinin yasak edilmesine yol açar. Böyle fitne çıkaranlara Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” la’net etmişdir. Habse girmeği istemek, bir müslimân için şeref değildir. Müslimân için şeref; islâmın güzel ahlâkını edinmek, herkese iyilik etmek, islâmiyyete uymak, her mahlûka fâideli olmakdır. Habse giren, bu şereflerden mahrûm kalır. Kendini tehlükeye atmak ahmaklıkdır, günâhdır. Allahü teâlâ, (Kendinizi tehlükeye atmayınız!) buyuruyor.
Cihâd etmek, Allahü teâlânın dînini, Onun kullarına ulaşdırmak için, çalışmak demekdir. Cihâd üç dürlü yapılır. Birincisi, milletlerin başına geçmiş olup, onları köle gibi kullanan, islâm dînini işitmelerine mâni’ olan, emrindeki insanlara zulm, işkence yapan zâlimlerle harb edip, onları kahr ve yok ederek, islâm dînini insanlara duyurmakdır. İslâm dînini işitenler, müslimân olup olmamakda serbestdirler. İsterlerse müslimân olurlar. İsterlerse, islâmın ahkâmına, kanûnlarına tâbi’ olarak yaşar, kendi ibâdetlerini yaparlar. Bu silâhlı cihâdı, yalnız hükûmet yapar. Devletin ordusu yapar. Bütün müslimânlar, hükûmetin verdiği vazîfeleri yapmak sûreti ile bu cihâda iştirak ederek, cihâd sevâbına kavuşurlar. Dînimizi, milletimizi yok etmek için saldıran kâfirlere karşı da müdâfe’a için cihâd yapar. Ayrıca islâm dînini bozmak, yıkmak için, tuzaklar hâzırlıyan bid’at ehli, sapık, bölücü kuvvetlerle de harb eder. Bütün millet, hükûmete yardımcı olarak, cihâd sevâbına kavuşurlar.
Cihâdın ikinci nev’i, va’zlar, kitâblar, radyo, televizyonlar ve internet ile, islâm ilmlerini, güzel ahlâkını, adâletini ve insanlara verdiği hak ve hürriyyetleri bütün insanlara duyurmakdır.
Cihâdın üçüncü nev’i, birinci ve ikinci cihâdları yapanlara düâ ile yardım etmekdir. İslâmiyyeti yaymak için silâhlı cihâd yapmak farz-ı kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, her erkeğe, bunlar kâfi gelmezse, kadınlara ve çocuklara da farz-ı ayn olur.
Bunlar da kâfi gelmezse, bütün dünyâdaki müslimânların, bunlara yardım etmeleri farz olur. Cihâdın ikinci nev’i, gücü yetenlere, üçüncü nev’i ise, herkese, her zemân farz-ı ayndır. Cihâdın ikinci nev’ini yapabilmek için, kanûnlara uyarak, Ehl-i sünnet kitâblarını yaymağa çalışmalıdır. Dünyâ için durmadan çalışılıyor. Müslimân olan, âhıret için de durmadan çalışmalıdır. İslâm düşmanları ve zındıklar, islâmiyyeti yok etmek için hep çalışıyor. Müslimânların buna karşı koymak için, iki şey yapması lâzımdır: Birincisi, çocuklarını Kur’ân-ı kerîm kursuna göndermelidir. İkincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” kitâblarını yaymağa çalışmalıdır. (Fetâvâ-ı Hindiyye)de Vakf kısmının ondördüncü bâbında diyor ki, (Hayrât, hasenât yapmak istiyen kimsenin, [hastahâne gibi] umûma yarayan binâ yapması, köle âzâd etmesinden dahâ efdaldir, dahâ iyidir. [Din, fen, ahlâk gibi] fâideli kitâblar neşr etmek, herşeyden dahâ efdaldir. Fıkh kitâbları hâzırlamak, neşr etmek, nâfile ibâdetler yapmakdan dahâ sevâbdır).
43 - Muhammed Kutb adında bir Mısrlı da, kitâblarında, islâmiyyetin temeline sinsice saldırmakda, müslimân yavrularını aldatmağa, doğru yoldan sapdırmağa çalışmakdadır. (İnhirâf çizgisi) dediği bir yazısında bakınız neler saçmalıyor:
(İslâmiyyetin temelinde ilk çatlak, Emevîler devrinde idârî ve mâlî siyâsetde kendini gösterdi. Çünki “Melik-i adûd” verâset nizâmını (Pâdişâhlık sistemini) ihdas ve mezâlime başladı. Sultân ve vâlîlerin yakınları âdeta derebey hâline geldiler.
Sonra Abbâsîler devri başladı. Hilâfet ve vilâyet konaklarında, gayret ve çalışma şöyle dursun, işret ve fuhş yaygın hâle gelmişdi. Dansözlü, mûsikîli eğlenceler tertîb ediyorlar, haksızlık ve bencilliği son haddine vardırıyorlardı) diyor.
(Tuhfe) kitâbı, mezhebsizlerin yetmişinci yalanlarına cevâb verirken buyuruyor ki, (Bir kimsenin halîfe olacağı, Nass ile, ya’nî âyet veyâ Hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ise, buna (Hilâfet-i Râşide) denir. Dört halîfeye bunun için (Hulefâ-i râşidîn) denilmekdedir. Halîfe olacağı akl ile Nassın işâret etmesi ile anlaşılıyorsa, buna (Hilâfet-i âdile) denir. Halîfe olacağı açıkca veyâ işâret ile bildirilmemiş olan bir kimsenin, kuvvet zoru ile hükûmeti ele geçirmesine (Hilâfet-i câire) denir. Bu kimse de (Melik-i adûd) olur).
Şâh Veliyullah-ı Dehlevînin (İzâlet-ül-hafâ) kitâbının beşyüzyirmisekizinci [528] sahîfesindeki Hadîs-i şerîfde, (Biz bu işe peygamberlikle ve Allahın rahmeti ile başladık. Bundan sonra, hilâfet ve rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adûd olur. Ondan sonra da, ümmetimde zulm, işkence ve fesâd olur. İpekli giy-
mek, içki içmek ve zinâ halâl yapılır ve yardımcıları çok olur. Kıyâmete kadar böyle gider) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîfde, hazret-i Mu’âviyenin güçle, zorla hükûmeti ele geçireceği, fekat zulmün, fesâdın Onun zemânında değil, dahâ sonra başlıyacağı açıkca bildirilmekdedir. Şâh Veliyyullah, Hadîs-i şerîfde bildirilen zulmün, fesâdın, Abbâsî devletinin kurulması ile başladığını yazarak, Muhammed Kutbun iftirâ etdiğini ortaya koymakdadır.
Hazret-i Mu’âviyenin Melik olacağına Hadîs-i şerîflerde işâret vardır. Bunun için, hazret-i Mu’âviye, hazret-i Hasen hilâfeti kendisine teslim etdikden ve Eshâb-ı kirâm oy verdikden sonra, (Halîfe-i âdil) olmuşdur. Bu yüce Sahâbîye (Melik-i adûd) demek ve bu kelimeye zâlim, kâfir gibi yanlış ma’nâlar vermek büyük iftirâdır. Bunu azgın kral diye terceme edenin ise, islâmiyyetden nasîb alamamış olduğu anlaşılmakdadır.
Kâfirlerin devlet başkanlarına kral denir. Vaktiyle Fransa kralı, İngiliz kralı, Bulgar kralları böyle idi. Bir islâm melikine, müslimânların halîfe diyerek, saydıkları ve sevdikleri mubârek bir zâta kral demek, o melikin ve onun milletinin hepsinin kâfir olduklarını söylemek demekdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, hazret-i Mu’âviyeye (Melik) diyor. Milyarlarca müslimân da, melik ve halîfe diyor. Hadîs-i şerîflerde medh ve düâ buyurulan ve afv olundukları ve Cennete gidecekleri âyet-i kerîmelerle müjdelenmiş olanlardan biri bulunan hazret-i Mu’âviye gibi bir islâm mücâhidine, bu şanlı ve şerefli sahâbîye zâlim damgasını basacak bir kimse meydâna çıkmamışdı. İslâm mücâhidlerini, Hadîs-i şerîfle övülen, hayrlı zemânın arslanlarını, Avrupadaki zâlim ve kâfir derebeylerine benzetmek, islâmiyyetin şahdamarına hançer saplamak demekdir. (Kıyâmet günü azâb melekleri, kâfirlerden önce, ilmi fâideli olmıyan din adamlarına azâb yapacaklardır) ve (Kıyâmetde azâbların en şiddetlisi, ilmi fâidesiz olan din adamına olacakdır) Hadîs-i şerîfleri meşhûrdur. Bu Hadîs-i şerîfler, gençleri uyandırıyor. Sahte din dergilerinin, din âlimi olarak tanıtdıkları kişilerin, Cehennemde şiddetli azâb görecek birer mücrim, birer îmân hırsızı olduklarını bildiriyor.
Yukarıdaki yazı, birinci cihân harbindeki Lawrens câsûsunu hâtırlatıyor. İyi arabî bilen, sarıklı, sakallı, cübbeli bu İngiliz kâfiri, islâm âlimi görünerek, Ehl-i sünnetin büyüklerini kötülemişdi. Eshâb-ı kirâma, islâm halîfelerine ve Osmânlı Türklerine leke sürerek, yüzbinlerle müslimânı yoldan çıkarmışdı. Böylece, islâmiyyeti değişdirmeğe, bozmağa uğraşanların Türklerden ayrılarak, bir devlet kurmalarını sağlamışdı. Vehhâbî kitâbları, hâlis müslimânlara müşrik diyor. Bize, ya’nî Ehl-i sünnete kâfir dam-
gasını basıyorlar. Lawrens câsûsu öldü. Cehenneme gitdi. Onun yerine şimdi yerli malı câsûslarını çalışdırıyorlar. Binlerle altın dağıtarak, her memleketde kendilerini öven mecmû’a ve kitâblar çıkartıyorlar. Bu kitâblarında Ehl-i sünnet âlimlerini “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kötüliyorlar. Hâlbuki, o büyüklerin yükseklikleri, islâm âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmiş, bu konu, karara bağlanmış, sonra gelenlere tartışılacak bir nokta bile bırakılmamışdır. Olmuş bitmiş, târîhî ve dînî hükmünü almış birşeyi kurcalamağa kalkışmak, yapıcılığı değil, yıkıcılığı gösterir. Kötü niyyetli olmak alâmetidir.
Emevî ve Abbâsî ve Osmânlı halîfelerinin hepsi, îmânlı, ahlâklı, âdil, mubârek insanlardı. Evet, içlerinde tektük nefslerine mağlûb olanlar, şeytâna aldananlar çıkdı. Fekat, bunların da, islâmiyyete aslâ zararları olmadı. Nefslerine zulm etdiler. En kötüsü, Ehl-i sünnetden ayrılmış, mu’tezilî olmuşdu. Buna da, sapık din adamları sebeb olmuşdu. Onları aldatan şeytân, iblîsin soyundan olanlardan ziyâde soysuzlaşmış insan şeytânları idi. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mektûbât) kitâbında buyuruyor ki, (Müslimânların ve devlet adamlarının doğru yoldan çıkmalarına, hep kötü din adamları, ya’nî zındıklar sebeb olmuşdur). İslâm halîfelerinin harem dâirelerindeki meşrû’ ve mahrem hayâtlarını kitâb ve gazete sütûnlarına dökerek, Onlara ahlâksız, dinsiz etiketi yapışdırmağa kalkışmak, ondan dahâ büyük ahlâksızlıkdır. Nâmûslu kimselerin vicdânlarını titretecek ve tüylerini ürpertecek bir işdir. Evet, bir kimse, Avrupa târîhlerindeki ve papasların, masonların kitâblarındaki yalanları, iftirâları okuyarak, bunlara aldanmış olabilir. Bunlara biraz da, islâm târîhlerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumalarını tavsiye ederiz. Böylece, işin doğrusu öğrenilmiş olur. Zâten, bir yazının, hiçbir hâdise ve hiçbir vesîka göstermeden, mücerred hükmler hâlinde olması, din ve islâm ve îmân bilgilerinde salâhiyyetli olmıyan kalemden çıkdığını gösterir. Emevîler, Abbâsîler ve Osmânlılar zemânlarında milletde müslimânlık bulunduğunu yazıyorlar. Bu da, devlet adamlarının îmânlı ve âdil olduklarını bildirmekdedir. Çünki, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanların dinleri, hükûmet başkanlarının dinleri gibidir) buyurdu. Biz müslimânlar, târîh boyunca, yalancı din adamlarından, iftirâcılardan, çok ibret dersi aldık. Bir zemânlar, ibni Teymiyye, orta şarkın îmânını yıkmağa kalkışmışdı. Ehl-i sünnet âlimleri, onun haddini bildirdi. Binlerce ilm kitâbı, onun çürük fikrlerini red ederek, rezîl eylediler. Sonra Mısrda Abduh isminde biri, masonlarla işbirliği yapdı. Hıristiyanlıkda protestanlık adında melez
bir zümre çıkarıldığı gibi, bu sapık da, Ehl-i sünneti beğenmeyip, islâmiyyete garbın dinsiz felsefesini sokuşdurmağa kalkışdı. Bu da, cevâbını aldı. Fekat ne yazık ki, Kâhire mason locası başkanı olan Abduhun zehrli fikrleri, bir yandan Mısrda Câmi’ul-ezhere yayıldı. Böylece Mısrda, Reşîd Rızâ ve Ezher medresesi Rektörü Mustafâ Merâgî ve Kâhire müftîsi Abdülmecîd Selîm ve Mahmûd Şeltüt ve Tentavî Cevherî ve Abdürrâzık pâşa ve Zekî Mubârek ve Ferîd Vecdi ve Abbâs Akkâd ve Ahmed Emîn ve Doktor Tâhâ Hüseyn pâşa ve Kâsım Emîn gibi (Dinde reformcular) türedi. Bir yandan da, üstâdları Abduha yapıldığı gibi, bunlara da ilerici islâm âlimi denilerek, kitâbları türkçeye terceme edildi. Birçok din adamının doğru yoldan kaymasına sebeb oldular.
Büyük islâm âlimi, ondördüncü asrın müceddidi olan seyyid Abdülhakîm Efendi “rahmetullahi aleyh”, (Kâhire müftîsi Abduh, islâm âlimlerinin büyüklüğünü anlıyamamış, islâm düşmanlarına satılmış, sonunda mason olarak, islâmiyyeti içerden yıkan azılı kâfirlerden olmuşdur. İzmirli İsmâ’îl Hakkı, Ömer Rıza Doğrul, Hamdi Akseki ve Şerâfeddîn Yaltkaya ve Şemseddîn Günaltay veMustafâ Fevzî ve Konyalı Vehbî ve Muhammed Âkif ve dahâ nice din adamları, onun kitâblarını okuyarak te’sîri altında kalmışlar, çeşidli yollar tutmuşlardır) buyurdu.
Abduh gibi küfre veyâ dalâlete sürüklenenler, kendilerinden sonra gelen genç din adamlarını da doğru yoldan çıkarmak için, âdetâ birbirleri ile yarış etmişler, (Ümmetimin felâketi, fâcir [sapık] olan din adamlarından olacakdır) Hadîs-i şerîfinin haber verdiği felâketlere önayak olmuşlardır.
Abduhun Mısrda yetişen çömezleri de, boş durmamış, kahr ve gadab-ı ilâhînin tecellîsine sebeb olan çok sayıda zararlı kitâbları neşr etmişlerdir. Bunlardan biri, Reşîd Rızânın (Muhâverât) kitâbı olup, Hamdi Akseki tarafından türkçeye terceme edilerek, (İslâmda birlik) gibi bir ism takılmış ve 1332 [m. 1914] de İstanbulda basılmışdır. Bu kitâbında, üstâdı gibi, Ehl-i sünnetin dört mezhebine saldırmış, mezhebleri fikr ayrılığı sanarak ve ictihâd usûl ve şartlarını, te’assub ve münâkaşa şeklinde göstererek, (İslâm birliğini bozmuşlardır) diyecek kadar dalâlete düşmüşdür. Dört mezhebden birini taklîd eden, bindörtyüz seneden beri gelmiş, milyonlarla hâlis müslimân ile âdetâ alay etmişdir. Asrın ihtiyâclarını karşılamağı, dîni, îmânı değişdirmekde arıyacak kadar islâmiyyetden uzaklaşmışdır. Dinde reformcuların birleşdikleri tek nokta, kendilerini gerçek müslimânlığı ve asrın ihtiyâclarını kavramış geniş kültür sâhibi bir islâm âlimi olarak tanıtmaları, islâm kitâblarını okuyup, anlayıp, Resûlullahın vârisi oldukları müjde-
lenmiş ve (Zemânların en hayrlısı, Onların zemânıdır) Hadîs-i şerîfi ile övülmüş olan Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda giden hakîkî sâlih müslimânlara da, avâm gibi düşünen taklîdciler demeleridir. Bu (Dinde reformcular)ın, zındıkların, islâm ahkâmından, fıkh bilgilerinden haberleri olmadığını, ya’nî din bilgilerinden yoksun, kara câhil olduklarını kendi konuşmaları ve yazıları açıkça gösteriyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (İnsanların en üstünü îmânı olan âlimlerdir) ve (Din âlimleri, Peygamberlerin vârisleridir) ve (Kalb bilgileri, Allahın esrârından bir sırdır) ve (Âlimlerin uykusu ibâdetdir)ve (Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz! Onlar, yer yüzünün yıldızlarıdır) ve (Âlimler kıyâmet günü şefâ’at edeceklerdir) ve (Fıkh âlimleri kıymetlidir. Onlarla beraber bulunmak ibâdetdir) ve (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında olan Peygamber gibidir) Hadîs-i şerîfleri ile, bindörtyüz seneden beri gelmiş olan Ehl-i sünnet âlimlerini mi medh buyuruyor? Yoksa, bunlardan sonra türemiş olan Abduhu ve çömezleri gibi zındıkları mı övüyor? Bu süâle, yine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz cevâb vermekde, (Her asr, önceki asrdan dahâ kötü olacakdır. Böylece, kıyâmete kadar bozulacakdır) ve (Kıyâmet yaklaşdıkca, din adamları eşek leşinden dahâ bozuk, dahâ kokmuş olacaklardır) buyurmakdadır. Bu Hadîs-i şerîfler, (Tezkire-i Kurtubî muhtasarı)nda yazılıdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” medh ve senâ buyurduğu islâm âlimlerinin hepsi ve binlerle Evliyânın hepsi, sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Cehennemden kurtulacağı müjdelenen tek bir fırka (Ehl-i sünnet velcemâ’at) denilen âlimlerin mezhebidir. Ehl-i sünnet olmıyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Yine bildiriyorlar ki, mezheblerin telfîki bâtıldır. Ya’nî, dört mezhebin kolaylıklarını toplayıp uydurma tek bir mezheb yapmanın, bâtıl, saçma birşey olacağını da sözbirliği ile bildirmişlerdir.
(Fâideli Bilgiler) kitâbında bu husûsda geniş bilgi vardır. Lûtfen oradan da okuyunuz!
Aklı olan kimse, bin seneden beri gelmiş olan islâm âlimlerinin sözbirliği ile övdükleri, Ehl-i sünnet mezhebine mi uyar, yoksa, yüz seneden beri türemiş olan kültürlü(!), ilerici din câhili olan zındıklara mı inanır? Cehenneme gidecekleri Hadîs-i şerîflerle bildirilmiş olan yetmişiki fırkanın ileri gelenleri, çenesi kuvvetli olanları, her zemân, Ehl-i sünnet âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” saldırmışlar, bu mubârek müslimânları lekelemeğe yeltenmişler ise de, kendilerine âyet-i kerîmelerle ve Hadîs-i şerîflerle cevâb verilerek rezîl edilmişlerdir. İlm ile başarı sağlıyamıyacaklarını görünce, eşkıyâlığa, zorbalığa başlamışlar,
her asrda binlerce müslimân kanı dökülmesine sebeb olmuşlardır. Ehl-i sünnetin dört mezhebi ise, hep birbirlerini sevmişler, kardeş olarak yaşamışlardır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, iş hayâtında da, (Müslimânların mezheblere ayrılması, Allahü teâlânın rahmetidir) buyuruyor. 1282 [m. 1865] senesinde doğmuş ve 1354 [m. 1935] de Kâhirede füc’eten ölmüş olan Reşîd Rızâ gibi dinde reformcu zındıklar ise, mezhebleri birleşdirerek islâm birliği kuracaklarını söyliyorlar. Hâlbuki Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” yeryüzündeki bütün müslimânların tek bir îmân yolunda, dört Halîfesinin doğru yolunda birleşmelerini emr buyurdu. İslâm âlimleri, elele vererek çalışıp, dört Halîfenin i’tikâd yolunu buldular. Kitâblara geçirdiler. Peygamberimizin emr etdiği bu yola, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) ismini verdiler. Yer yüzündeki bütün müslimânların bu tek (Ehl-i sünnet) yolunda birleşmeleri lâzımdır. İslâmda birlik istiyenler, sözlerinde samîmî iseler, mevcûd olan bu birliğe katılmalıdırlar.
Fekat, ne yazıkdır ki, müslimânlar arasında bölücülük yapmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışan Reşîd Rızâ ismindeki zındığın bu kitâbı, (İslâmda birlik ve fıkh mezhebleri) ismi altında, Diyânet İşleri Başkanlığına sızmış olan sapık particiler tarafından 1394 [m. 1974] senesinde, 157 neşriyyât numarası ile basdırılarak, genç din adamları aldatılmağa çalışılmışdır. Çok şükr ki, Diyânet İşleri bu mezhebsizlerden temizlendi. Onların yerini alan, insâflı, temiz, bilgili âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle sapık neşriyyâta karşı gençleri uyarıcı kitâblar yazmakdadırlar. Bu çeşidli kıymetli kitâblardan biri, Konya Y.İslâm Enstitüsü hocalarından Durmuş Alî Kayapınarın, (İslâm dînini tehdîd eden en korkunç fitne Mezhebsizlikdir) kitâbıdır. 1976 da Konyada basdırılmışdır. Zındıklar, hep yaldızlı sözlerle müslimânları aldatmışlar, (İşbirliği sağlıyacağız) maskesi altında (îmân birliği)ni parçalamışlardır. Dahâ çok bilgi almak için, (Fâideli Bilgiler) kitâbını okuyunuz! Muhtelif müslimân ismleri altına saklanan zındıklar, islâmiyyeti parçalamağa, bozmağa çalışıyor. İlmleri, aklları verimsiz ise de, paraları çok olduğundan, kirâlık din adamları ile sahneye çıkmakdadırlar.
44 - Kitâbımızın sonunu, imâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bir mektûbunu yazmakla süsliyelim. İslâm âlimlerinin gözbebeği, Evliyânın ve tesavvuf yolcularının önderi ve seçilmişlerin seçilmişi, ikinci bin yılın müceddidi olan bu yüce imâmın mubârek rûhundan böylece bereketlenelim: