DÖRDÜNCÜ RİSÂLE
BİRLEŞELİM ve SEVİŞELİM

İslâm düşmanları, bindörtyüz seneden beri, kılınçla, topla İslâmiyyete karşı koyamadılar. Saldırılarında dâimâ zarar etdiler. İslâm dîni her yere yayıldı. Müslimânların, îmân dolu göğüslerine hançer saplıyamıyacaklarını anladılar. Müslimânları ma’nevî cebheden vurmağı, îmânlarını, ahlâklarını bozmağı düşündüler. Bunun için, islâmiyyeti içerden yıkmağı plânlaşdırdılar. Bu hücûmu yapanların başında yehûdîler ve ingilizler gelmekdedir.

Hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân zemânlarında, islâmiyyet Asyada ve Afrikada hızla yayılınca, Abdüllah bin Sebe’ isminde Yemenli kurnaz bir yehûdî, müslimân görünerek, Mısrlıları aldatdı. Hazret-i Osmânın şehîd edilmesine sebeb oldu. Büyük bir fitne ve felâket ortaya çıkardı. Bu yüzden, milyonlarca müslimân kanı akdı. Bu (Sebe’cilik), sekizinci asrda (Hurûfîlik) ismini aldı. İslâm i’tikâdını, islâm ahlâkını bozan kitâblar yazıldı.

Bundan başka, 1150 [m. 1737] senesinde ingilizlerin Hicâzda meydâna çıkardıkları vehhâbîlik sapıklığı, Arabistânda yayıldı. Birinci cihân harbinde müslimânlara karşı olan İngilizler, 1351 [m. 1932] de, Hicâzda bir vehhâbî devlet kurdu. İslâmın mukaddes iki şehri olan Mekkeyi ve Medîneyi Osmânlılardan alıp, bunlara verdi. Böylece, İslâmiyyeti içinden kemiren, bir fitne dahâ yayılmağa başladı. Ancak, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitâblarına sarılan müslimânlar, bu fitneden kendilerini kurtarabilmekdedir.

Son günlerde, sapık kitâbların yurdumuzda yayınlanarak, bölücülük yapmağa başladıkları görülüyor. Kuzu postuna bürünmüş kurt ve zehrlenmiş bal gibi, gençlerin îmânlarını yok etmek için hâzırlanmış olan bozuk kitâblardan çok tehlükeli kısmları alarak, vesîkalarla çürütmeği, yalan ve iftirâlarını ortaya koymağı düşündük. Bunun için, Allahü teâlânın lutfüne ve yardımına sığınarak (Birleşelim ve Sevişelim) kitâbını hâzırladık. Baskısının yapılmasını nasîb eden Rabbimize sonsuz hamd ve senâlar olsun! Genç kardeşlerimizin bu kitâbımızı okuyarak, hakkı bâtıldan, doğruyu yanlışdan ayırabileceklerini, böylece, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru yola sarılacaklarını ümmîd ediyoruz. Bu se’âdete kavuşmaları için, Allahü teâlâya düâ ediyoruz.

-131-

BİRLEŞELİM ve SEVİŞELİM

1 - İslâm düşmanları, müslimân yavrularını aldatmak için, çeşid çeşid kitâblar yazıyorlar. Vehhâbîler, mezheblere inanmıyorlar. Dînimizde, insanların ayrı ayrı mezheblere bölünmesini tecvîz eden hiçbir kutsal emr yokdur, diyorlar. Mezheb ne demek olduğunu bilmiş olsalar, böyle konuşmazlardı. Câhillik gibi yüzkarası olamaz. Câhillikle, dîne ve Kur’ân-ı kerîme de dil uzatıyorlar. Vehhâbîlerin bu yazılarına, (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna Nasîhat) kısmında, uzun cevâb verilmişdir.

2 - Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında, müslimânlar arasında anlaşmazlık yokdu. Feth sûresinin son âyeti, Eshâb-ı kirâmın devâmlı ve çok sevişdiklerini bildiriyor. Bu sevişmelerinin, Resûlullahın vefâtından sonra da devâm etdiğini, Allahü teâlâ haber veriyor. Resûlullah vefât ederken gözyaşları ile Onun başucunda bekliyen, hazret-i Âişe idi. Resûlullah ölünce, Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri post kavgası yapmadı. İktidârı ele geçirmeği düşünmediler. İslâm düşmanları, dört halîfenin seçimini, kâfir krallarının, diktatörlerin, ihtilâlcilerin, hükûmetleri ele geçirmelerine benzetiyorlar. Hâlbuki, dört halîfeye dil uzatmak şöyle dursun, onların her hareketi, müslimânlar için bir seneddir, vesîkadır. Resûlullah, (Dört halîfemin yoluna sarılınız!) buyurdu. Emevî ve Abbâsî halîfeleri içinde, zâlim, fâsık olanlar vardı. Fekat hiçbiri kâfir değildi. Hiçbiri islâm düşmanı değildi. Hepsinin halîfeliği, islâmiyyete uygun idi. Onlar, fransız cumhurbaşkanı seçilmesi kanûnuna göre değil, Allahü teâlânın emrine göre seçilmişlerdi. Bu emrlere inanmıyan, Onların seçilme tarzını elbet beğenmez. Hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” verdiği hürriyyet o kadar çok idi ki, şimdi demokrasi adı ile idâre edilen sosyalist memleketlerdeki diktatörlerde, Onun hilm ve sabrı görülemiyor. Bir çıkarı yüzünden sinirlenen şâ’ir, halîfeye karşı:

(Ey Mu’âviye! Biz de senin gibi insanız. Adâletden ayrılma!) demekden çekinmemişdir. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” vâlîleri, kumandanları da haksız yere müslimân kanı akıtmışdı. Vâlîsinin yapdığı yanlış hareketden dolayı hazret-i Mu’âviyeye

-132-

“radıyallahü anh” karşı dil uzatılamaz!

3 - Kur’ân-ı kerîm (Vahy-i metlû)dur. Ya’nî, Cebrâîl aleyhisselâm adındaki bir melek, bildiğimiz kelimeleri ve harfleri okumuş, Resûlullah da “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunları işitdiği gibi ezberlemiş ve Eshâbına okumuşdur. Böyle olduğunu bildiren âyet-i kerîmeler çokdur. Bu âyet-i kerîmelere yanlış ma’nâ veren bölücülerin kitâblarına aldanmamalıdır.

4 - Ba’zıları, (Kurânda 6666 âyet vardır. Şimdi elde mevcûd olanlarda ise, 6234 âyet var. 432 âyeti, halîfe Osmân yok etmişdir. Osmân, Hâşimîlerin üstünlüklerini bildiren âyetleri, Kur’âna yazdırmadı. Kur’ânı, Hâşimî lügatinden, Kureyşî lügatine çevirdi) diyorlar.

Bu sözlerine de kendi kitâblarını vesîka olarak gösteriyorlar. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmde, altıbinikiyüzotuzaltı (6236) âyet olduğunu, hazret-i Alî haber vermekdedir ve bunu, büyük âlim Ebülleys-i Semerkandî hazretleri (Bostân-ül-ârifîn) kitâbının yüzkırksekizinci maddesinde yazmakdadır.

Ba’zı mushaflarda, birkaç kısa âyet bir arada, bir uzun âyet olarak yazılıdır. Bunun için, âyet sayıları başka olmakdadır. Bu değişiklik, âyet-i kerîmelerin değişmiş olması demek değildir.

(Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbında buyuruyor ki; üç halîfeye yapılan bu çirkin iftirâya karşı en güzel cevâbı, Allahü teâlâ veriyor. Hicr sûresinin dokuzuncu âyetinde meâlen, (Bu Kur’ânı sana biz indirdik. Onu biz koruyucuyuz) buyuruldu. Allahü teâlânın koruduğunu hiçbir insan bozabilir mi? Onların bu sözü, hazret-i Osmânı, Allahü teâlâdan dahâ güçlü bildiklerini gösteriyor. Hâlbuki, onlar her fırsatda, üç halîfeyi kötülemekdedir. Burada hazret-i Osmânı, Allahü teâlâya ortak yapacak kadar yükseltiyorlar.

Îrândaki din adamlarından Küleynî, Hişâm bin Sâlimin ve Muhammed bin Hilâlînin, Kur’ân değişmişdir, dediklerini yazıyor. Ehl-i sünnet âlimleri de, Allahü teâlânın meâlen, (Kimse Kur’ân-ı kerîmi değişdiremez) buyurduğunu yazıyor. Fussilet sûresinin kırkikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O Kur’âna hiç bir tarafdan değişiklik gelmez. Çünki Onu, her işi hakîm ve mahmûd olan indirmişdir) buyuruldu. Allahü teâlânın koruduğu birşeyi kim değişdirebilir? Peygamberimizin, Kur’ân-ı kerîmi, indiği şeklde bildirmesi vâcib idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında, bir kimse müslimân olunca, önce Kur’ân-ı kerîmi öğrenirdi. Her öğrenen başkalarına öğretirdi. Resûlullahın huzûrunda, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş binlerce müslimân vardı. Ba’zı gazâlarda, yetmişden çok Kur’ân hâfızının şehîd olduğu, târîh kitâb-

-133-

larında yazılıdır. Bu güne kadar, dünyânın her tarafında, İslâm memleketlerinde, yüzbinlerce hâfız yetişdi. Bunların Kur’ân okumaları büyük ibâdet idi. Her müslimân, nemâzda ve nemâz dışında, ezberden Kur’ân-ı kerîm okumakdadır. Her müslimân çocuğu, mektebe başlayınca, ona herşeyden önce, Kur’ân-ı kerîmden parçalar ezberletilir. Kur’ân-ı kerîm, Küleynînin kitâbı ve Ebû Ca’fer Tûsînin Tezhîb kitâbı gibi değildir ki, sandıklarda kilidli bırakılıp, tenha zemânlarda birkaç kişi gizlice okusun! Hâlbuki, şî’îlerin bütün kitâblarında yazıyor ki, Ehl-i beyt-i nebevînin ve oniki imâmın hepsi, bu Kur’ân-ı kerîmi okurlardı. Dosta, düşmana, sened olarak, bu Kur’ânı gösterirlerdi. Bunun âyetlerini tefsîr ederlerdi. İmâm-ı Hasen-i Askerînin tefsîri diyerek sakladıkları tefsîr kitâbı, bu Kur’ânın tefsîridir. Oniki imâm, çocuklarına, kadınlarına, talebelerine, hep bu Kur’ân-ı kerîmi öğretirlerdi. Nemâzda, bu Kur’ânı okumalarını emr ederlerdi. Bunun içindir ki, şî’î âlimlerinden şeyh ibni Bâbeveyh, (İ’tikâdât) kitâbında, bu yoldan hazret-i Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” saldırmanın yanlış olduğunu bildirmişdir.

5 - Bir zındık, Kur’ân-ı kerîmi yıllarca incelemiş, altmışbeşden fazla yerde (Salât) kelimesini görmüş. Salât düâ demek olduğu için, gece gündüz her zemân salât yapılır demiş. Nemâz demek olan salât kelimesi ile düâ kelimesini karışdırmış. Türkçe, (Dürr-i yektâ şerhi) kitâbının otuzsekizinci sahîfesinde diyor ki, (Son zemânlarda, ba’zı zındıklar, tekke şeyhi olduklarını söyliyerek, gençleri aldatıyorlar. Küfre sebeb olan i’tikâdları, islâmiyyet olarak ileri sürüyorlar. Âyet-i kerîmelerde ve Hadîs-i şerîflerde yazılı olan (Salât) kelimesi, böyle yatıp kalkmak demek değildir. Zikr ve Murâkabe demekdir. Ya’nî, Allahın ismini söylemek ve oturup, gözlerini kapayıp, Allahın varlığını, büyüklüğünü düşünmekdir, diyorlar. Hâlbuki, zikr Allahü teâlâyı kalb ile hâtırlamak olup, çok zordur. Nemâz kılmak, zikr yapmağı kolaylaşdırır. Murâkabe, Allahü teâlânın her an insanı görmekde ve bilmekde olduğunu düşünmekdir. Bu da, nemâz kılmak ile hâsıl olur. Zındık, nemâz ile hâsıl olacak şeyleri ileri sürerek, nemâzı inkâr etmekdedir. Nemâzı inkâr eden kâfir olur. İnanıp, tenbellikle kılmayan fâsık olur. Kılmağa başlayıncıya kadar habs olunur. Her müslimânın beş vakt nemâzın farzlarını, vâciblerini, müfsidlerini herşeyden evvel öğrenmeleri lâzımdır. Özrsüz kılmadığı nemâzları hemen kazâ etmek de farzdır. Kazâ kılmağı gecikdirmek de, nemâzı vaktinde kılmamakdan dahâ büyük günâhdır. Yedi yaşındaki çocuğa nemâzları yanında kıldırarak öğretmek, on yaşında kılmaz ise, eli ile üç kerre hafîf vurarak kıldırmak lâzımdır). Düâ her zemân yapılır. Beş vakt

-134-

nemâz vaktleri ise, bellidir. Mi’râc gecesini anlatan (Buhârî) hadîsinde uzun bildirilmişdir. Beş vakt nemâzı emr eden Hadîs-i şerîfler pek çokdur. Sevgili Peygamberimiz, en sıkıntılı zemânlarında, muhârebelerde, beş vakt nemâzı kılar ve kılmak için herkese emr ederdi. Ölüm hastalığında bile, emekliyerek câmi’e gelip, hazret-i Ebû Bekri “radıyallahü teâlâ anh” imâm yapdı. Hazret-i Ebû Bekrin arkasında nemâz kıldı.

Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler, düânın gizli de, açık da yapılabileceğini bildiriyorlar. Fekat, beş vakt nemâzın câmi’lerde cemâ’at ile kılınması emr edildi. İslâm düşmanları, düâların gizli yapılmasını bildiren âyet-i kerîmeleri yazarak câmi’lerde cemâ’at ile nemâz kılınmasını yok etmek istiyorlar. Biz yalnız Kur’ân-ı kerîme uyarız dedikleri hâlde, İncîlden, Tevrâtdan da, nemâz kılınmaması için vesîka çıkarıyorlar. Bugün yeryüzünde bulunan uydurma İncîllerdeki yazıları ileri sürerek, beş vakt nemâzı ortadan kaldırmağa, yelteniyorlar. Farz nemâzları kılarken, riyâ, gösteriş tehlükesi olsa da, yine farzları câmi’de kılmak lâzımdır. Câmi’ler nemâz kılmak için yapıldı. Müslimânlar, yeni türeyen sapıkların, din düşmanlarının uydurma kitâblarına aldanmazlar. Hâlis müslimân olan babalarından, dedelerinden öğrendikleri gibi doğru ibâdet ederler. Kâfirler, sapıklar, babalarından gördükleri bozuk yolda gider. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde böyle kâfirleri kötüliyor. Müslimânlara da, bilmediklerinizi bilenlerden sorup öğreniniz, diye emr ediyor.

6 - Mezhebsizler, sözbirliği yapmış gibi, hep Ehl-i sünnetin dört mezhebine çatıyorlar. (Mezheb) nedir, bir dürlü anlıyamıyorlar.

İnanılacak bilgilerde, mezheb ayrılığı olmaz. Dünyânın her yerindeki müslimânların inançlarının, hep Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın inançları gibi olmaları lâzımdır. Başka dürlü inanan, yâ sapık olur, yâhud kâfir olur. Doğru inananlara, ibâdet yaparken ve dünyâ işlerinde, lâzım olan bilgilerden ba’zısı, Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemişdir. İşte böyle, açık bildirilmiyen şeyleri, islâm âlimlerinin anladıkları gibi kabûl etmek lâzımdır. Böylece, derin bir âlimin anladığına uyan kimse, Onun mezhebindedir. Müslimânların, Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işleri, sapıkların, din düşmanlarının uydurdukları gibi değil, her sözü ve her işi Kur’ân-ı kerîme uygun olan derin bir islâm âliminin anladığı gibi yapması elbet uygundur.

Mezhebe uyanlar, ibâdetlerini doğru yapar. Mezhebsiz olanların, inanışları da, işleri de bozuk olur. Çeşidli yollara saparlar.

-135-

Topluluk içinde nifak çıkarırlar. Milleti birbirine kışkırtırlar. Muhammed aleyhisselâmın islâmiyyetine değil, kendi kısa görüşlerine veyâ sapıkların, din düşmanlarının, yehûdîlerin uydurdukları, bozuk, zararlı yollara dağılırlar.

Müslimânlar, müslimânları sever. Bölücüleri sevmezler. Bunları sevmemenin büyük ibâdet olduğunu, Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler bildirmekdedir. Din, nâmûs, cân ve millet düşmanları elbet sevilmez. Kâfirin cenâze nemâzı kılınmaz.

Müslimânlar, nemâz kılmıyana, oruç tutmıyana kâfir demez. Hergün beş vakt nemâz kılmak farz olduğuna inanmıyana kâfir denir. Resûlullah efendimiz böyle kâfirlerin, ölüsüne de, dirisine de la’net etmekdedir. Müslimân, Peygamberine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymakla övünür. Kâfirler de islâm âlimlerine, saldırmakla övünüyorlar.

İslâm dînine saldıranlara şunu anlatmak isteriz ki, İslâm âlimleri, her işlerinde, Allahın rızâsını düşünmüşlerdir. Her işlerini Allah rızâsı için yapmışlardır. Hükümdârlara (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i anilmünker) yapmışlardır. Ya’nî, Allah rızâsı için nasîhat yapmışlardır. Doğru yolu göstermek için kimseden çekinmemişlerdir. İslâm âlimlerinin en büyüğü olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin, bu uğurda şehîd olduğunu bilmiyen yokdur. Bunun gibi islâm âlimlerinin hepsi, gerçekleri bildirmek için, kimseden çekinmemişlerdir. Sıdk ve ihlâs ile yazdıkları milyonlarca kitâbları, bütün dünyâya, ilm ve ahlâk yaymış, mubârek ismleri her yere yayılmışdır. Kur’ân-ı kerîmin nûru ile, her millete ışık tutmuşlardır. Müslimân din adamları arasında bulunan bid’at sâhibleri, ya’nî mezhebsizler, Kur’ân-ı kerîmin dışına sapmışlar, gerçekleri örtmeğe çalışmışlardır. Çünki, ma’nevî mes’ûliyyetden haberleri yokdur. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, dinde, örtülü, kapaklı bir şey bırakmamışlardır. Fekat, sapık yolda olan yetmişiki fırkadaki bid’at sâhibleri, gençleri bu gerçeklerden câhil bırakmak istiyorlar. Böylece, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gerçekleri yok etmeğe çalışıyorlar. Bu mezhebsizlere zındık denir.

7 - Hergün beş kerre nemâz kılmak, Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde emr edilmişdir. Ahzâb sûresinin yetmişikinci (72) âyet-i kerîmesinde meâlen, (Şübhe yok ki, biz, emâneti göklere ve yere ve dağlara sunduk. Onlar bunu yüklenmekden çekindiler. Ondan korkup titrediler. Onu insan yüklenerek, nefslerine zulm etdiler. Sonunu bilemediler) buyuruldu. Beydâvî tefsîrinde diyor ki: [Bu âyet-i kerîme, önceki âyetde va’d edilen se’âdetin büyüklüğünü bildiriyor. Önceki âyetde meâlen, (Allahü teâlânın emrlerine ve

-136-

yasaklarına uyanlar, dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşurlar) buyuruldu. Bu emrler ve yasaklar, emânete benzetiliyor. Emâneti yerine vermek lâzım olduğundan, ibâdetleri yapmanın lüzûmu bildirilmiş olmakdadır. Âlimler arasında, bu emânet, akldır ve islâmiyyetdir, diyenler oldu. Çünki, aklı olan kimse, islâmiyyete uyar]. Bu emânete ister akl densin, ister rûh denilsin, âyet-i kerîme, ibâdetleri yapmanın, beş vakt nemâz kılmanın ehemmiyyetini bildirmekdedir. Nisâ sûresinin ellisekizinci (58) âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne itâ’at ediniz!) buyuruldu. Allahın Resûlü, âyet-i kerîmedeki emânet kelimesini, ibâdet olarak anlamış, onun için, beş vakt nemâz kılmağı emr etmişdir. Allahın Resûlüne itâ’at etmek istiyenlerin, her gün beş vakt nemâz kılmaları lâzımdır. Nemâz kılmak istemiyenler, ne derse desinler, müslimânlar beş vakt nemâza çok ehemmiyyet vermelidir.

En kıymetli tefsîr kitâblarından olan Beydâvî tefsîrinde diyor ki: (Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerine sordular: Beş vakt nemâzı emr eden âyet-i kerîme, Kur’ân-ı kerîmin neresindedir? Cevâbında: Rûm sûresinin onyedinci ve onsekizinci âyetlerini oku, dedi. Bu iki âyet-i kerîmede meâlen, (Akşam ve sabâh vaktlerinde, Allahı tesbîh edin. Göklerde ve yer yüzünde olanların yapdıkları ve ikindi ve öğle vaktlerinde yapılan hamdler, Allahü teâlâ içindir) buyuruldu. Akşam yapılan tesbîh, akşam ve yatsı nemâzlarıdır. Sabâh yapılan tesbîh, sabâh nemâzıdır. İkindi ve öğle vaktlerinde yapılan hamdler, ikindi ve öğle nemâzlarıdır.Âyet-i kerîmeler, beş vakt nemâzı emr etmekdedir, dedi). Beş vakt nemâza inanmıyanlar, bu iki âyet-i kerîmeyi işitince, şaşırıp kalıyor. Bu âyetlerde (Salât) kelimesi yokdur, diyorlar. Salâtı emr eden, altmışbeşden ziyâde âyet-i kerîme kendilerine okununca, salât düâ demekdir. Biz bu âyetlere uyarak, gizlice düâ ederiz. Nemâz emr edilmedi, diyorlar.

Bekara sûresinin ikiyüzotuzdokuzuncu (239) âyetinde meâlen, (Salâtları ve vustâ salâtini koruyun! [ya’nî devâmlı nemâz kılın!]. Allaha itâ’at ederek salât kılın!) buyuruldu. Salâtları korumak demek, beş vakt nemâzı vaktlerinde ve şartlarına uygun kılmak demekdir. İmâm-ı Ahmedin (Müsned) kitâbında ve imâm-ı Münâvînin (Künûz-üddekâık) kitâbında yazılı Hadîs-i şerîfde, (Vustâ salâtı, ikindi nemâzıdır) buyuruldu. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki, Hendek muhârebesinde Peygamberimiz, (Düşman bize vustâ, [ikindi nemâzını] kıldırmadı. Allahü teâlâ, onların karınlarını ve kabrlerini ateşle doldursun!) buyurdu. Salât, hem düâ, hem de nemâz demekdir. Bu âyet-i kerîmede emr edilen salâtın bildiğimiz nemâz olduğu, buradan anla-

-137-

şılmakdadır. Âyet-i kerîmede, nemâzları ve ikindi nemâzını kılın, diyor. Arabî gramere göre, nemâzlar deyince, en az üç vakt nemâz anlaşılır. İkindi nemâzına (Vustâ) ya’nî ortada olan nemâz denildiğine göre, bu nemâzların sayısı üç olamaz. İkindiden başka en az dört nemâz dahâ olmalı ki, ikindi nemâzı tâm ortada, ya’nî ikinci ile üçüncü arasında olabilsin. Kemâleddîn-i Şirvânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Miftâh-us-se’âde) kitâbında, hergün kılınacak nemâz sayısının beş olduğunu, bu âyet-i kerîme ile isbât etmekdedir. Nûr sûresinin ellidokuzuncu âyetinde, (Salât-ı fecr)ve (Salât-ı işâ), ya’nî sabâh ile yatsı nemâzları açıkça yazılıdır.

Nisâ sûresinin yüzikinci (102) âyetinde meâlen, (Belli zemânlarda nemâz kılmak, mü’minlere farz oldu) buyuruldu. (Riyâdunnâsıhîn) ve (Hulâsatüd-delâil) kitâblarındaki Hadîs-i şerîfde, (Kâ’be kapısının yanında idim. Cebrâîl “aleyhisselâm” iki kerre yanıma geldi. Güneş tepeden ayrılırken, benimle öğle nemâzı kıldı) buyuruldu. Süleymâniyye kütübhânesi, (Es’ad efendi) kısmında [701] sayılı, Ebülleys-i Semerkandînin (Mukaddime-tüs-salât) kitâbında ve (Ayasofya) kısmındaki (Feth-ul kadîr)de yazılı Hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Cebrâîl “aleyhisselâm” Kâ’be kapısı yanında, bana iki gün nemâz kıldırdı. Birinci gün, fecr-i sânî [beyâzlık] doğarken sabâh nemâzını ve güneş tepeden ayrılırken öğle nemâzını ve herşeyin gölgesi kendi boyu kadar uzayınca ikindi nemâzını ve güneş batarken akşam nemâzını ve şafak gayb olunca yatsı nemâzını kıldık. İkinci günü de, tan yeri ağarınca sabâhı ve herşeyin gölgesi kendi kadar uzayınca öğleyi ve her şeyin gölgesi kendi boyunun iki katı uzayınca ikindiyi ve oruc bozarken akşamı ve gecenin üçde biri geçince yatsıyı kıldık. Sonra; Yâ Muhammed! Senin ve geçmiş Peygamberlerin ve ümmetinin nemâz vaktleri işte bunlardır, dedi). (Müslim) kitâbında, Süleymân bin Berîde, babasından haber veriyor ki, biri; Resûlullahdan nemâz vaktlerini sordu. (İki gün benimle birlikde nemâz kıl!) buyurdu. Güneş tepeden ayrılınca,Bilâl-i Habeşîye ezân okumasını emr etdi. Öğle nemâzını kıldık. Bir Hadîs-i şerîfde, (İkindi nemâzı, güneş batmadan önce kılınır) buyuruldu.

(Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında, Câbir bin Abdüllahın “radıyallahü anh” bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Kapınızın önünden akan bir suda her gün beş kerre yıkanınca, üzerinizde kir kalmıyacağı gibi, beş vakt nemâz kılanların hatâlarını da, Allahü teâlâ afv eder) buyuruldu. Bir Hadîs-i şerîfde, (Nemâz dînin direğidir. Nemâz kılan, dînini sağlamlamış olur. Nemâz kılmıyan, dînini yıkmış olur) buyuruldu.

-138-

(Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında yazılı meşhûr olan Hadîs-i şerîfde, (İslâmın temeli beşdir. Birincisi, şehâdet kelimesini söylemekdir. İkincisi, nemâz kılmakdır) buyuruldu. Ebû Dâvüdün bildirdiği ve (Halebî) kitâbında yazılı Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, hergün beş nemâz kılmağı emr etdi. Güzel abdest alıp, bu beş nemâzı vaktlerinde kılan ve rükû’ ve secdelerini iyi yapanları, Allahü teâlâ, afv ve mağfiret eder) buyuruldu.

Bir Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, kullarına, her gün beş kerre nemâz kılmağı farz etdi. Bir kimse, güzel abdest alıp, nemâzını doğru kılarsa, kıyâmet günü, yüzü, ondördüncü ay gibi parlar ve Sırât köprüsünü şimşek gibi geçer) buyurdu. (Rıyâd-ünnâsıhîn) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, hadîs kitâblarını inceledim. Yirmiden çok Sahâbînin bildirdikleri, çeşidli Hadîs-i şerîflerde, (Şer’î bir özrü olmadan, bir nemâzı terk eden kâfir olur) buyurulduğunu gördüm.

(Târîh-i Buhârî) ve (Kitâb-ül-îmân) kitâblarında, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Nemâzı terk eden kâfir olur) buyuruldu. Ya’nî nemâz kılmadığı için üzülmiyen, bunun için Allahdan utanmıyan kimse, son nefesinde îmânsız gider, demekdir.

Fazla bilgi almak için (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının altmışüçüncü maddesini okuyunuz!

(Buhârî) kitâbında, Ebû Sa’îd-i Hudrînin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Cemâ’at ile kılınan nemâzın sevâbı, yalnız kılınandan yirmibeş kat fazladır) buyuruldu. Abdüllah ibni Ömerin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Yirmiyedi kat fazladır) buyuruldu.

Dâr-ı Kutnînin “rahmetullahi aleyh” bildirdiği ve (Künûz)da yazılı Hadîs-i şerîfde, (Mescid yanında bulunanın, nemâzını mescidde kılması lâzımdır) buyuruldu.

(Firdevs-ül-ahbâr) ve (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâblarındaki Hadîs-i şerîfde, (Ezânı işitip de, câmi’de cemâ’ate gitmemek, münâfıklıkdır) buyuruldu.

İmâm-ı Ahmedin “rahmetullahi aleyh”, (Müsned) kitâbında ve (Künûz)da bildirilen Hadîs-i şerîfde, (Salâtından bir şeyi unutan, iki secde dahâ yapsın!) buyuruldu.

Bekara sûresinin kırküçüncü âyetinde meâlen, (Nemâzları kılınız ve zekât veriniz ve rükû’ edenlerle birlikde rükû’ ediniz!) buyuruldu. (Beydâvî)de ve bütün tefsîrlerde, bu âyet-i kerîmede, beş vakt nemâzın cemâ’at ile kılınması, emr olunduğu bildirilmekdedir. Bu âyet-i kerîmede, nemâza rükû’ denilmesi, yehûdî nemâzı değil, müslimân nemâzı olduğunu bildirmek içindir. Çünki,

-139-

yehûdîlerin nemâzlarında rükû’ yokdur. (Hulâsa-tül-fetâvâ) kitâbında diyor ki, (Müezzine icâbet etmek, ağız ile olmaz, ayak ile olur. Ezânı işitip söyliyen kimse, câmi’e gitmezse, müezzine icâbet etmiş olmaz).

8 - Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında ve Eshâb-ı kirâm zemânlarında câmi’ler vardı. Bu câmi’lerde imâmlar vardı. Cemâ’at ile nemâz kılınırdı. İmâmın ma’sûm olması, günâhsız olması şart değildir. Çünki, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” başka kimse ma’sûm değildir. Allahü teâlâ câmi’ yapmağı emr ediyor. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Câmi’ yapan kimseye, Allahü teâlâ Cennetde köşk ihsân edecekdir).

Cum’a sûresi son âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Cum’a günü, salât için ezân okunduğu zemân, alışverişi bırakıp Allahı zikr etmeğe koşunuz! Salât temâm oldukdan sonra dağılınız!) buyuruldu. Salâtın nemâz demek olduğu, bu âyet-i kerîmeden de anlaşılmakdadır. Nemâza zikr adı da verildi. Cum’a günü, müslimânlar câmi’lerde toplandıkları için, bu güne Cum’a denildi.

Mezhebsizlerin, (Câmi’lerin yapdırılması için ilâhî bir emr gelmemişdir. Câmi’ler yıkdırıldıkdan sonra, ibâdetin evlerde yapılması dahâ makbûl ve dahâ uygun görülmüşdür) sözleri, çok çirkin bir yalan ve pek kötü bir iftirâdır. Müslimânları bu yalanlarına inandırmak için, âyet-i kerîmelere yanlış ma’nâlar vermeleri ise, küfrdür, zındıklıkdır. Vesîka olarak gösterdikleri târîh kitâbını da, Şîrâzlı bir hurûfî yazmışdır.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeden Medîneye hicret edince, önce (Kubâ) köyüne geldi. Burada on günden fazla kaldı. Burada (Kubâ mescidi) denilen câmi’ yapdı. Temeline, mihrâb altına, kendi mubârek elleri ile büyük bir taş getirip koydu. Sonra, (Yâ Ebâ Bekr! Sen de bir taş getir. Benim taşımın yanına koy!) dedi. Sonra, hazret-i Ömere ve hazret-i Osmâna da, birer taş koydurdu. Hazret-i Ömer ile hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anhümâ”, Medîneye dahâ önce gelmişlerdi. Resûlullah, nemâzlarını burada kıldı. Medînede iken, her hafta gelip, burada iki rek’at (Tehıyyetülmescid) nemâzı kılardı.

Mescid-i dırar: Kubâ köyünde bulunan münâfıklardan Hızâm bin Hâlid ve Ebû Ceybe ile İbni Âmirin oğulları Mecmâ ve Zeyd ve ayrıca Tebtel ve Tecrüc ve Becad ve Abâd ve Vedîa gibi serseriler, Ebû Âmirin kışkırtması ile, Tebük gazvesine hâzırlık sırasında, (Mescid-i dırar) adı verdikleri bir toplantı yeri yapdılar. Ebû Âmir, münâfıkların başı olan Abdüllah ibni Ebînin teyzesi oğlu idi. Resûlullahdan burada nemâz kılmasını istediler.

-140-

Gazâdan dönüşde kılarım, buyurdu. Gazâdan dönüşde de, gelip yalvardılar. Allahü teâlâ, bunların münâfık olduklarını, mescidlerine gitmemesini, Peygamberine bildirdi. Resûlullah da, Mâlikbin Dehşem, Sa’d bin Adî ve kardeşi Âsım bin Adîyi göndererek burayı yıkdırdı. Yeri bugün belli değildir. Bu mescid yapılırken,hazret-i Ebû Bekr, Ömer ve Osmân, Medînede Resûlullahın yanında idi. Tebük gazâsının hâzırlığında, Resûlullaha hizmet ediyorlardı.

Mescid-i Cum’a: Medîne ile Kubâ arasında (Ranona) vâdisindedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ilk Cum’a nemâzını burada kılmışdır.

Mescid-i Fadîh: Kubânın şarkındadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Benî Nadîr gazâsında, çadırları bu civâra kurdurmuşdu. Bu mescidde altı gece, Eshâbı ile nemâz kıldı.

Mescid-i Benî Kureyza: Resûlullah efendimiz, bu mescidin minâresi yanında nemâz kılmışdır.

Mescid-i Ümmi İbrâhîm: Benî Kureyza mescidinin şarkındadır. Burada da nemâz kılmışdır.

Mescid-i Benî Zafer: Bakî’ kabristânının şarkındadır. Resûlullah bu mescidde nemâz kıldıkdan sonra, bir kaya üzerine oturup, Kur’ân-ı kerîm okutup dinlemişdi.

Mescid-ül-icâbe: Bakî’in şimâlindedir. Resûlullah, Eshâbı ile burada nemâz kıldıkdan sonra, ümmetinin kıtlıkla ve boğulmakla helâk olmaması için düâ etdi.

Mescid-ül-Feth: Tepe üzerinde olup, merdivenle çıkılır. Resûlullah, Hendek gazvesinde, pazartesinden çarşambaya kadar, burada zafer için çok düâ etdi.

Mescid-ül-kıbleteyn: Mescid-ül-fethe yakındır. Bedr gazâsından iki ay önce, burada öğle veyâ ikindi nemâzını kıldırırken, ikinci rek’ati rükû’unda, Kudüs’den Kâ’beye dönüldü.

Mescid-i Zühâbe: Şâmdan Medîneye gelirken, sol tarafda, tepe üzerindedir. Burada çadır kurup nemâz kıldılar.

Mescid-i Cebel-i Uhud: Uhud gazvesinden dönüşde, öğle ve ikindi nemâzlarını burada kıldılar. Din âlimlerini öven âyet-i kerîme burada nâzil oldu.

Mescid-i Cebel-i Ayniyye: Hazret-i Hamzanın şehîd olduğu yerdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” burada silâhları mubârek bedeninde iken, nemâz kılmışdır.

Mescid-ül-vâdî: Resûlullahın, sabâh nemâzını ve hazret-i Ham-

-141-

zanın cenâze nemâzını kıldığı yerdir.

Mescid-ül-Bakî’: Bakî’ kabristânından çıkarken sağ tarafdadır. Resûlullah burada çok nemâz kılmışdır.

Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nemâz kıldığı bunlardan başka otuzsekiz mescidin ismleri ve yerleri (Mir’ât-i Medîne) kitâbında uzun yazılıdır.

Mescid-ün-Nebî: Medîne-i münevverenin en büyük mescididir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye hicret etdiği zemân, devesinin ilk çökdüğü yerdir. Önce Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evinde yedi ay müsâfir kaldı. Hazret-i Ebû Bekrden aldığı on altın ile arsa satın alıp, tesviye etdiler.İkinci senesinin Safer ayında, mescid temâm oldu. Üzeri hurma dal ve yaprakları ile örtüldü. Üç kapısı vardı. Mihrâbı, şimdiki (Bâb-ı Tevessül) yerinde idi. Şimdi mihrâbın yerinde olan kapısından cemâ’at girer çıkardı. Temelin derinliği ve dıvârların kalınlığı üç arşın [birbuçuk metre] idi. Temeli taşdan, dıvârları kerpiçden idi. Eni, boyu yüzer arşın idi. Yüksekliği yedi arşın idi. Temele ilk taşı kendi mubârek eli ile koydu. Bu taşın yanına hazret-i Ebû Bekrin, sonra Ömer, Osmân ve Alînin sıra ile birer taş koymalarını emr eyledi. Sebebini soranlara, (hilâfetlerinin sırasına işâretdir!) buyurdu. Mescidin sağ ve solunda, mubârek zevceleri için, dokuz oda da yapıldı. Mescide en yakın oda, hazret-i Âişeye verildi.

Safer ayından, vefât edinceye kadar, Medînede iken, bütün nemâzlarını hep bu mescidde cemâ’at ile kıldı. Resûlullahın, Eshâbı ile birlikde, bu câmi’lerde nemâz kıldıkları besbelli iken, komünistlerin, Salât düâ demekdir, İslâmiyyetde nemâz kılın diye bir emr yokdur, demelerine çok şaşılır.

Bekara sûresinin yüzyirmibeşinci âyetinde meâlen, (Mescid-i harâmdaki Makâm-ı İbrâhîm denilen yerde nemâz kılın! Biz İbrâhîme ve İsmâ’île emr etdik ki, tavâf edenler ve rükû’ edenler ve içinde oturanlar ve secde edenler için, benim beytimi temizleyin!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ, Kâ’beye benim evim diyor. Bunun için Kâ’beye Beytullah denir. Allahü teâlâ, Sâlih aleyhisselâmın devesine de Hûd sûresinde (Nâka-tullah) dedi. Bu âyet-i kerîmelerdeki, Allahın evi, Allahın devesi sözlerinden, Allahü teâlânın, Kâ’be içinde, devenin yanında olması anlaşılmaz. Câhil olan, ahmak olan bile böyle anlamaz. Kâ’be gibi, bütün câmi’lere Beytullah denir. Böyle söylemek, câmi’lerin kıymetlerinin, şereflerinin çok olduğunu bildirmek içindir.

Nûr sûresinin otuzaltıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ,

-142-

ba’zı evlerin kıymetlerinin yüksek tutulmasını emr etdi. Kıymeti yüksek olan bu evlerde, Onun ismini zikr etmeği emr etdi. Buralarda sabâh akşam, Allahü teâlâ tesbîh olunur) buyuruldu. Dahâ yukarıda bildirdiğimiz âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ, nemâza zikr demişdi. Bu âyet-i kerîme de, câmi’lerde nemâz kılınacağını gösteriyor. Abdüllah ibni Abbâs hazretleri, [Câmi’lere Beytullah denir. Bu âyet-i kerîmeye (Kendi evleri) diye ma’nâ vermek, Kur’ân-ı kerîmi değişdirmek olur] dedi.

Nisâ sûresinin yüzüncü âyetinde meâlen, (Yer yüzünde sefere çıkınca, salâtı kısaltabilirsiniz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme geldikden sonra, Resûlullah, nemâzlarını seferlerde iki rek’at kıldı. Bu âyet-i kerîmeden sonra, meâl-i şerîfi, (Sen, muhârebede Eshâbınla birlikde salât kılarken, cemâ’atin bir kısmı, seninle birlikde, silâhlı olarak kılsınlar. Bir rek’at kılınca, bunlar düşman karşısına gitsinler. Salât yapmıyanlar gelip, salâta seninle devâm etsinler!) olan âyet-i kerîme de, salâtın nemâz demek olduğunu, düâ demekdir diyenlerin yanlış söylediklerini açıkca göstermekdedir.

Taberânîde ve Münâvîdeki Hadîs-i şerîfde, (Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât için giriniz!) buyuruldu.

(Salâtın tâm olması, safları düzeltmekle olur) Hadîs-i şerîfi, salâtın nemâz demek olduğunu ve farzların cemâ’at ile kılınacağını göstermekdedir.

İbni Âbidînde, nemâzın mekrûhları sonunda bildirilen Hadîs-i şerîfde, (Evinizdeki salâtınız, benim mescidimdeki salâtınızdan dahâ kıymetlidir. Fekat farzlar, böyle değildir) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf gösteriyor ki, salât nemâz demekdir ve farzları câmi’de, sünnet nemâzları evde kılmak iyidir. Bir Hadîs-i şerîfde, (Mescidimde kılınan salât, başka yerlerdeki salâtdan bin kat dahâ sevâbdır. Mescid-i harâmdaki salât da, benim mescidimdekinden yüz kat dahâ sevâbdır) buyuruldu.

Mezhebsizlerden bir kısmı ve zındıklar nemâz kılmıyorlar. Salât emr olundu. Bu da, düâ demekdir. Müslimânlıkda yatıp kalkmak ve câmi’ yapmak yokdur. Peygamberler, câmi’lere gitmeyin, kalb câmi’inde Allaha yalvarın, dedi diyorlar. Yukarıdaki âyet-i kerîmeler ve Hadîs-i şerîfler, onların yalan söylediklerini, müslimânları aldatmak istediklerini açıkça göstermekdedir.

9 - Mezhebsizlerden bir kısmı ezânın da düâ demek olduğunu söyliyor. Hâlbuki Peygamberimiz, müezzini olan Bilâl-i Habeşîye ezân okumasını öğretdi. Yüksek yere çıkarıp ezân okutdu. Meâl-i şerîfleri, (Salât için size nidâ edildiği zemân) ve (Cum’a günü salât için nidâ edildiği zemân) olan âyetler, ezân okumağı

-143-

göstermekdedir. Hâkimin ve Münâvînin bildirdikleri Hadîs-i şerîfde, (Nidâyı işitip de oraya gelmiyenin nemâzı kabûl olmaz) buyuruldu. Nidâ ezân okumak demekdir. Câmi’lerde minâreyi ilk olarak, Eshâb-ı kirâmdan Selmetebni Halef hazretleri Mısrda yapdı. Kendisi, hazret-i Mu’âviye zemânında Mısr vâlîsi idi.

Allahü teâlâyı hafîf sesle zikr etmek ibâdetdir. Turuk-ı aliyye mensûbları, bunun için zikr ederler. Bu zikri ezân ile karışdırmak, câhillik veyâ zındıklıkdır. Resûlullah efendimiz, (Müezzinlerin, kıyâmet günü, boyunları uzun olacakdır) Hadîs-i şerîfi ile, müezzinleri senâ eyledi. Ya’nî kıyâmet günü, alınları açık, göğüsleri kabarık olacakdır. Deylemînin ve Münâvînin bildirdikleri Hadîs-i şerîfde, (Müezzin ezânı bitirmeden önce, salâta tekbîr almayınız!) buyuruldu. Ebû Dâvüdün ve Münâvînin bildirdiklerinde, (Fecr ağarmadan ezân okuma!) buyuruldu. Hurûfîler, müezzinlerin ezân okumasını, eşeğin anırmasına benzetiyor. Böyle söyliyenler kâfir oluyorlar. Bundan sonra gelen nesl, bu zındıkları la’net ile yâd edecekdir.

10 - (Ehl-i sünnet) denilen hakîkî müslimânlar, Peygamberimizin Ehl-i beytinin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kıymetini, üstünlüğünü, iyi bilmekdedir. Oniki mubârek imâmı, çok sevmekdedir. Ehl-i beytin, nûrlu se’âdete kavuşduran, bereketli yollarında bulunmağa çalışmakdadır. Sevmek, kuru lâf ile olmaz. Onlar gibi olmağa çalışmakla olur.

Ehl-i sünnet müslimânlarının en büyük âlimi, yüce imâm, Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri, bütün dünyâ işlerini, talebesini, vazîfesini bırakarak, iki sene, İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinin sohbetinde bulundu. İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinin ilm deryâsından doya doya bilgi topladı. Onun, Resûlullahdan gelen nûrları saçan mubârek kalbinden feyzler aldı. (İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerine iki sene hizmet etmeseydim, birşeyden haberim olmıyacakdı) buyurdu. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan aldığı bilgilerle, feyzlerle kemâle geldi. Başkalarına nasîb olmıyan yüksekliklere kavuşdu.

Ehl-i sünnet imâmları, îmân ve fıkh bilgilerinin ve tesavvuf ma’rifetlerinin, hattâ tefsîr ve hadîs bilgilerinin çoğunu Ehl-i beyt imâmlarından öğrendiler. Onların terbiyeleri ile yetişdiler. Onların teveccühleri ile yükseldiler. Onlardan müjdeler aldılar. Şî’î kitâbları da böyle olduğunu bildirmekdedir. Şî’î âlimlerinden ibni Mutahhir-i Hullî (Nehcülhak) ve (Minhecülkerâme) kitâblarında, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ile imâm-ı Mâlikin, imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan “rahmetullahi teâlâ aleyhim” ders aldıklarını,

-144-

Onun yanında yükseldiklerini yazıyor. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Muhammed Bâkırdan ve Zeyd-i şehîdden de ders aldı. Şî’îler bu yüce Ehl-i beyt imâmlarını görmemiş olan dedelere saygı göstermek ibâdet olur, diyorlar da, o mubârek imâmlara yıllarca hizmet ederek ilm ve feyz almış olan Ehl-i sünnet âlimlerine niçin dil uzatıyorlar? Şî’îlerin, O yüce imâmlardan fetvâ vermek ve ictihâd etmek için icâzet almış olan bu âlimlere itâ’at etmeleri de farz olmaz mı? İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin, imâm-ı Bâkırdan ve Zeyd-i şehîdden ve imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan, fetvâ vermek için icâzet aldığını şî’î imâmlarından şeyh-i Hullî bildiriyor. İmâm-ı a’zamın, ictihâd etmek şartlarını taşıdığı, ma’sûm imâmların şehâdetleri ile anlaşılıyor. İmâm-ı a’zama dil uzatmak, ma’sûm olan oniki imâmın şâhidliğini red etmek olur. Bu ise, bütün şî’îlerce küfr olmakdadır. Hele ma’sûm imâmın bulunmadığı bu zemânda, İmâm-ı a’zamın mezhebine girmek, ya’nî Ehl-i sünnet olmak, bütün şî’îlere farz olmuyor mu?

Şî’î âlimlerinden şeyh Hullî diyor ki: Ebülmuhâsin Hasen bin Alî, Ebülbuhtürden haber veriyor: Ebû Hanîfe, Ebû Abdüllah Ca’fer Sâdıkın yanına geldi. İmâm-ı Ca’fer Sâdık, Ebû Hanîfeyi görünce, (Sen babamın sünnetini her yere yayacaksın. Şaşırmışlara yol göstereceksin. Korkuda olanların yardımcısı olacaksın. Kurtuluş yolunun rehberi olacaksın. Allahü teâlâ yardımcın olsun!) dedi. Şî’î kitâblarının hepsi diyor ki: Ebû Hanîfe, Abbâsî halîfelerinden Ebû Ca’fer Mensûrun yanına geldi. Orada Îsâ bin Mûsâ vardı. Ebû Hanîfeyi görünce, (Yâ Halîfe! Bu gelen, bugün yeryüzünün en büyük âlimidir!) dedi. Mensûr sordu: Yâ Nu’mân! İlmi kimden öğrendin? Alînin talebeleri vâsıtası ile Alîden ve Abbâsın talebeleri vâsıtası ile Abbâsdan öğrendim, dedi. Halîfe de çok sağlam vesîkalar bildirdin, dedi. Yine, şî’î kitâblarında diyor ki, Ebû Hanîfe, Mescid-i harâmda oturmuşdu. Herkes etrâfına toplanmış, kendisine herşeyden soruyorlardı. Onlara cevâb veriyordu. Sanki cevâbları hâzır cebinden çıkarıyormuş gibi saçıyordu. İmâm-ı Ebû Abdüllah Ca’fer Sâdık, ânsızın yanına geldi, durdu. İmâmı görünce, hemen ayağa kalkdı. Ey Resûlün torunu! Burada olduğunu önceden bilseydim, böyle iş yapmazdım, dedi. İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretleri de, otur yâ Ebâ Hanîfe! Müslimânların bilmediklerini öğretmeğe devâm et! Babalarımdan öğrendiklerini herkese yay, buyurdu. Yukarıdaki iki haber, İbni Hullînin (Tecrîd)i şerhinde yazılıdır.

Süâl: Şî’îler şöyle diyebilir ki, Ebû Hanîfe ve diğer Ehl-i sünnet imâmları, oniki imâmın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” talebeleri oldukları hâlde, nasıl oluyor da, onların inançlarına uy-

-145-

mıyan fetvâlar veriyorlar?

Cevâb: Bu süâlin cevâbı, şî’î âlimlerinden Kâdî Nûrullah Şuşterînin (Mecâlisülmü’minîn) kitâbında yazılıdır. Şöyle ki, (Abdüllah ibni Abbâs, hazret-i Emîrin talebesi idi. Onun huzûrunda, ictihâd derecesine varmışdı. Onun yanında ictihâd yapardı. Birçok ictihâdı, Onun ictihâdlarına uymazdı. Emîr “kerremallahü teâlâ vecheh” hazretleri, Onun böyle ictihâdlarını kabûl ederdi. Bundan anlaşılıyor ki, müctehidin kendi anlayışına göre cevâb vermesi lâzım imiş. Evet, âyet-i kerîmelerde ve Hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş olan şeyler için ictihâd yapılmaz. Ya’nî böyle açık bilgilerden ayrılmak harâmdır. Fekat, açık bildirilmemiş olan şeyleri anlamak için ictihâd etmek lâzım olur. Şu kadar var ki, ma’sûm olan imâm, ictihâdında hiç yanılmaz. Başkaları ise yanılabilir. Fekat bu yanılmaları suç olmaz. Yanılmalarına bir sevâb verilir) demekdedir. Şî’îlerin (Me’âlimül-üsûl) kitâbında da, bunlar yazılıdır. İctihâdda yanılarak elde edilen bilginin, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere ve icmâ’ı ümmete muhâlif olmaması lâzımdır.

Ehl-i beytin ictihâdlarına uymıyan fetvâyı vermek suç olsaydı, hazret-i Hüseynin de suçlu olması lâzım gelirdi. Çünki şî’î âlimlerinden Ebû Muhnel Ezdî bildiriyor ki, hazret-i Hüseyn kardeşi hazret-i Hasenin, hazret-i Mu’âviye ile sulh yapmasını beğenmedi. Yanlış iş yapdığını bildirdi. Oniki imâmdan birinin ictihâdını kabûl etmemek, hatâ etdiğini söylemek, Ona düşmanlık demek olsaydı, hazret-i Hasenin hazret-i Hüseyne düşman olması lâzım gelirdi. Hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” dil uzatanların, Ona iftirâ kampanyası açanların, kötü yolda oldukları buradan da anlaşılmakdadır.

Ehl-i sünnetin hadîs âlimleri ve müctehidleri “rahmetullahi aleyhim”, takvâ ve adâlet ve dindarlık ile meşhûrdurlar. Şî’îlerin Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmemeleri, bu âlimlerin îmânlarının, kendi inançlarına uymadığı içindir. Günâh işlediler, yalancıdırlar, dünyâya düşkündürler diyemiyorlar. Hâlbuki, onların âlim dedikleri kimseleri, kendileri de kötülemekdedirler.

Kendilerine, ilk olarak şî’î diyenler, Sıffîn muhârebesinde hazret-i Alînin ordusunda birlik kumandanları idi. Hazret-i Emîrin sözleri, hareketleri, şî’î kitâblarına, hep bunlardan işitmekle yazılmışdı. Hâlbuki, hâin, fâsık ve Emîre âsî ve yalancı oldukları (Nehcülbelâga) gibi şî’î kitâblarında yazılıdır. Emîr “kerremallahü teâlâ vecheh”, bunların münâfık olduklarını haber verdi. Küfe şehrindekilerin inançları ve ibâdetleri hep bunlardan işitdiklerine göre idi. Bunlara, ma’sûm imâmlar hep beddüâ ve

-146-

la’net etmişlerdi. Bunları yanlarına sokmamışlardı. Bunlardan (Kesâî)nin müslimân olduğu belli değildir. Biri de (Zekeriyyâ bin İbrâhîm)dir. Ebû Ca’fer Muhammed bin Hasen Tûsî ve başkaları, bundan işitdiklerini yazmışlardır. Hâlbuki bu Zekeriyyâ, hıristiyan idi.

Abbâsî hükümdârları, Ehl-i beyt imâmlarını zındanlara sokmuşlardı. Yanlarına gitmek, konuşmak yasakdı. Kimse, gidip görüşemezdi. Ehl-i sünnet âlimleri, tehlükeyi göze alıp, ziyâretlerine giderlerdi. Onlardan ilm, feyz alırlardı. Bütün târîhler bildiriyor ki, Mûsâ Kâzım “rahmetullahi aleyh” hazretleri zındanda iken, Ehl-i sünnet âlimlerinden Muhammed bin Hasen Şeybânî ve kâdî Ebû Yûsüf “rahmetullahi aleyhimâ” ziyâretine gider, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. O sıkı zemânda, imâmın huzûruna gidebilmek için, çok sevgi ve ihlâs lâzım gelir. Bunlar, şî’î kitâblarında da yazılıdır. Şî’îlerin imâmiyye kolu âlimlerinden (Füsûl) kitâbının sâhibi, imâm-ı Mûsâ Kâzım hazretlerinin kerâmetlerini anlatırken, imâm-ı Muhammedden ve imâm-ı Ebû Yûsüfden işiterek bildiriyor ki, Hârûn Reşîd, imâm-ı Mûsâ Kâzım hazretlerini habs etmişdi. İkimiz yanına gitdik. Oturduk. Zindancılardan biri geldi. Sana birşeyler lâzım ise, bana söyle! Yarın gelirken getireyim, dedi. İmâm hazretleri, birşey lâzım değil, buyurdu. Adam gidince, imâm bize dönerek, (Bu adama şaşarım ki, benden birşey soruyor ve yarın getireceğini söylüyor. Hâlbuki, bu gece ânsızın ölecekdir) buyurdu. Adamın o gece öldüğünü haber aldık.

(Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı Ca’fer Sâdık,hazret-i Alînin torununun torunudur. Annesi Ümm-i Ferve olup, hazret-i Ebû Bekrin torunu olan Kâsımın kızı idi. İmâm “rahmetullahi aleyh” bunun için, hazret-i Alîden gelen Vilâyet kemâllerine kavuşduğu gibi, hazret-i Ebû Bekrden gelen Nübüvvet kemâllerine de kavuşdu. Her iki kemâlden imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye bol bol ihsân eyledi. İmâm-ı Ca’fer Sâdık, cefr, kimyâ ve diğer fen bilgilerinde de âlim idi. Büyük islâm kimyâgeri Câbir, imâm-ı Sâdıkın talebesi idi. Ebû Müslim Horasânî, Emevîlere karşı ısyânını başarabilmek için, İmâm-ı Ca’fer Sâdığı halîfe i’lân etmek istedi. İmâm hazretleri bunu kabûl etmedi. Hattâ, Ebû Müslimin mektûblarını yakdı. Yedi erkek oğlundan en büyüğü İsmâ’îl, babasından önce öldüğü için, imâmdan sonra, ikinci oğlu Mûsâ Kâzım “rahime-hümullahü teâlâ” imâm oldu. Şî’î olduklarını söyliyenlerden bir kısmı, ayrı yol tutarak, İsmâ’îli ve oğullarını imâm tanıdılar. Bunlara (İsmâ’îliyye) denildi.) (Esmâ’ülmüellifîn) kitâbında diyor ki, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın (Taksîm-i rü’yâ), (El-

-147-

câmiatü fil-cefr) ve (Kitâb-ül-cefr) adında üç kitâbı vardır. Cefr, dört aylık kuzu demekdir. Cefr ilmi, ilerde olacak şeyleri önceden anlıyan bir ilmdir. Eflâtûnun ve eski Hindlilerin cefr üzerinde kitâbları vardır. Bu ilm üzerinde islâmda ilk kitâb yazan hazret-i Alîdir. Câmi’ ve Cefr adındaki iki kitâbını kuzu derisi üzerine yazdığı için, bu ilme cefr adı verildiği (Kâmûs)da bildiriliyor.

İmâm-ı Ca’fer Sâdık, din, ibâdet hakkında hiç kitâb yazmadı. Şî’îlerin elinde bulunan (İmâm-ı Ca’fer Buyruğu) adındaki kitâbı, Ca’fer bin Hüseyn Kummî yazmışdır. Bu adam 340 [m. 951] senesinde Kûfede ölmüşdür. Şî’îlerin ilk fıkh, din bilgilerini bunun yazdığını, meşhûr (Müncid) kitâbı da bildirmekdedir. Ellerindeki (Risâle-i Ca’feriyye) kitâbını da, Ebû Ca’fer Muhammed Tûsînin yazmış olduğunu (Kâmûs-ül-a’lâm) bildiriyor. Bu da, 460 [m. 1068] da ölmüşdür. Tefsîri yirmi cilddir. Şî’îler, bu iki Ca’ferin kitâblarını ileri sürerek, kendilerine (Ca’ferî) diyor. İmâm-ı Ca’fer Sâdıkın yolunda olduklarını, bu yoldan isbâta kalkışıyorlar. Ca’fer ve cefr kelimeleri birbirine benzediği için, bu kitâbların da imâm-ı Ca’fer Sâdık hazretleri tarafından yazıldığını söylüyorlar.

11 - Hurûfîler, islâmiyyeti içden yıkabilmek için, dînin direği, Ehl-i sünnetin gözbebeği, büyük âlim imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” hazretlerine de saldırıyorlar. Bu yüce imâmı lekeliyebilmek için, her çirkin iftirâyı, her alçak yalanı yazmakdan utanmıyorlar.

Bu yüce imâmın hâl tercemesi, (Se’âdet-i Ebediyye) ve (Fâideli Bilgiler) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâblarında yazılıdır. Büyük islâm âlimi İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin arabî (Hayrât-ül-hisân) kitâbından ve Ferîdeddîn-i Attâr hazretlerinin, fârisî (Tezkire-tül-evliyâ) kitâbından ve Taşköprü zâdenin (Mevdû’ât-ül’ulûm) türkçe kitâbından alarak aşağıda birkaç kelime dahâ yazmağı uygun gördük.

İmâm-ı a’zamın adı Nu’mândır “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Ebû Hanîfe, doğru yoldaki müslimânların babası demekdir. Yoksa, Hanîfe adında bir kızı olmadığı gibi, anasının adı da Hanîfe değildir. Anasının adı Hanîfe olsaydı, Nu’mân ibni Hanîfe denirdi.Îsâ aleyhisselâma Îsebni Meryem denildiği gibi, buna da Nu’mân ibni Hanîfe demek lâzım olurdu. Hiçbir kitâbda böyle yazılı değildir. Dost düşman herkes Nu’mân bin Sâbit demekdedir. Her kitâb, babasının adını yazmakdadır. Yalnız, Ehl-i sünnet düşmanı olanlar, anasının adı Hanîfedir, diyerek çirkin hikâyeler uyduruyorlar.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin dedesinin adı (Zûtâ)dır. Bunu birçok kitâblar, meselâ

-148-

büyük âlim İbni Esîr Cezrî hazretleri (Câmi’ul-üsûl) kitâbında yazmakdadır. Bu zât köle idi. Fıkh âlimlerinden çoğu kölelerden yetişmişdir. İmâmın babası Sâbit, müslimân ana babadan dünyâya geldi. Sâbit, hazret-i Alînin sohbetinde bulunurdu. İmâm hazretlerinden çok feyz aldı. İmâm-ı Alî, Sâbite ve evlâdına hayr ve bereket ile düâ etdi. Zûtânın ikinci ismi Nu’mân idi. Bu Nu’mân, Nevruz günü, hazret-i Alîye, fâlûzec, ya’ni pelte, jele ikrâm etmişdi. İmâm-ı a’zam hazretleri İmâm-ı Şa’bîden ve bu, yüzdört târîhinde vefât edince, Hammâddan ders aldı. Hammâd, hicretin yüzyirminci senesinde vefât edince, bütün islâm memleketlerinden, ilm âşıkları, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin yanına üşüşdü. Talebe yetişdirmeğe başladı. O zemân, Şaddar adında bir âlim yokdu. Böyle bir kimseden ders aldığı, hiçbir islâm kitâbında yazılı değildir.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit hazretlerinin her sözü, her işi, Kur’ân-ı kerîm ile ve Hadîs-i şerîfler ile idi. (Mîzânül-kübrâ) kitâbında diyor ki, (Bir kimse, dört mezheb imâmının sözlerini, kıskanmadan ve inâd etmeden, insâf ile incelerse, herbirinin, gökdeki yıldızlar gibi olduklarını görür. Bunlara dil uzatanları, bu yıldızların sudaki hayâllerini görüp, yıldız sanan ahmak gibi görür.) İmâm-ı a’zam buyurdu ki, nass [ya’nî âyet, hadîs] olan yerde kıyâs yapılmaz. Biz, zarûret olmadıkça kıyâs yapmayız. Bir süâl karşısında kalınca, önce Kur’ân-ı kerîmde ararız. Bulamazsak, Hadîs-i şerîflerde ararız. Yine bulamazsak, Eshâb-ı kirâmın herhangi birinin sözlerinde ararız. Bu süâlin cevâbını bunlarda da bulamazsak, kıyâs yaparak cevâbını buluruz. Bir kerre de buyurdu ki, (Bir süâlin cevâbını, âyetde ve Hadîs-i şerîflerde bulamazsak, Eshâb-ı kirâmın çeşidli cevâblarını bulursak, kıyâs yaparak, bu cevâblardan birini seçeriz). Bir kerre de buyurdu ki, (Âyetde ve hadîslerde bulamadığımız bilgilerde, hazret-iEbû Bekrin, Ömerin, Osmânın ve Alînin “radıyallahü anhüm” cevâblarını seçeriz. Resûlullahdan gelen Hadîs-i şerîflerin başımız üstünde yeri vardır. Onlara uymıyan birşey söylemeyiz). İmâm-ı a’zam, hiçbir yerde bulamadığı bir bilgi için, kendi kıyâs etdikden sonra, hazret-i Ebû Bekrin sözünü işitirse, kendi re’yini bırakıp,o söze uygun cevâb verirdi. Bütün Eshâb-ı kirâm için de böyle yapardı. Ebû Mutî’ diyor ki, bir Cum’a sabâhı Ebû Hanîfe ile birlikde Küfe Câmi’inde idim. Süfyân-ı Sevrî ve Mukâtil ve Hammâd bin Müslim ve Ca’fer Sâdık ve dahâ başkaları içeri girip, Ebû Hanîfeye sordular, senin, din işlerinde hep kıyâs yaparak cevâb verdiğini işitdik. Senin için korkduk, dediler. İmâm-ı a’zam öğleye kadar, bunlarla münâzara eyledi. Mezhebini uzun anlatdı.

-149-

Önce Kur’ân-ı kerîmden, sonra Hadîs-i şerîflerden, dahâ sonra Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile bildirdiklerinden cevâb verdiğini anlatdı. Hepsi kalkıp, imâmın elini öpdüler ve sen âlimlerin seyyidisin. Bizi afv et! Bilmeden seni üzdük, dediler. İmâm da, Allahü teâlâ, bizi ve sizi afv ve mağfiret eylesin, buyurdu. Hanefî mezhebindeki bütün müctehidler de, mezhebin reîsi gibi, zarûret olmadıkça, kıyâs yapmamışlardır. Diğer mezhebler de, hep böyle idi. Nass olan yerde kıyâs yapılmaz, buyururlardı.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin bizlere bildirdiği Hadîs-i şerîflerin hepsi, Eshâb-ı kirâmdan kendisine bir cemâ’at tarafından bildirilmişdir. Her hadîsi, bunu bildirenlerin ismleri ile birlikde yazmışdır. İmâmın ictihâdına i’tirâz edenler, Onun mezhebinin inceliğini anlıyamıyanlardır. Yâhud, Ehl-i sünnete düşman olan sapıklardır. Hanefî mezhebi ile Şâfi’î mezhebi arasında birbirine uymıyan yirmi kadar mes’ele vardır. Bu da, iki mezhebin üsûl ve kâ’ideleri arasındaki farkdan ileri gelmekdedir. İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi teâlâ aleyh” sened olarak gösterdiği Hadîs-i şerîflerin hepsini inceledim. Onun ve talebelerinin delîllerinin çok sağlam, hepsinin doğru olduğunu gördüm. Bu sözümü, başkalarının yapdığı gibi ezberden veyâ hâtır için değil, uzun zemân inceleme sonunda anlıyarak bildiriyorum. İmâm-ı a’zamın bildirdiği Hadîs-i şerîflerin hepsinin, hayrlı, iyi oldukları Hadîs-i şerîf ile bildirilmiş olan Tâbi’înin seçilmişlerinden alınmış olduklarını gördüm.

Tâceddîn-i Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri, (Tabakât-ül-kübrâ) kitâbında buyuruyor ki, (Mezheb imâmlarına karşı edebli olmalıdır! Din büyükleri için yapılan dedi-kodu ve iftirâlara kıymet vermemelidir! Din imâmlarının sözlerine karşı dil uzatan, felâkete gider. Onların her sözü bir delîle, vesîkaya dayanmakdadır. Onlar gibi olmıyanlar, bu delîlleri anlıyamaz. Bizlere düşen, Onları övmekdir. Birbirine uymıyan sözlerine karışmamakdır. Bunların ayrılıkları, Eshâb-ı kirâm arasındaki ayrılıklar gibidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılıkları için, Eshâb-ı kirâma dil uzatmamızı yasak etdi. Hepsini iyilikle anmamızı emr eyledi.)

İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği Hadîs-i şerîflerin ve mezhebinin doğru olduğunu anlamak istiyorsan, Ehlullahın tarîkatine gir. İlmde ve amelde ihlâs üzere olarak ilerle! İslâmiyyetin hakîkatine kavuş! Dört mezheb imâmının ve Onların yolunda giden âlimlerin, hak yolda olduklarını o zemân iyi anlarsın. Sözlerinin, hep islâmiyyete uygun olduklarını görürsün.

Şakîk-i Belhî hazretleri buyuruyor ki, Ebû Hanîfe, çok vera’ sâhibi, çok bilgili, âbid [çok ibâdet edici], çok kerîm ve dinde çok

-150-

dikkatli idi. Dinde kendi görüşü ile birşey söylemezdi. Kendisine birşey sorulunca, talebesini toplar, onlarla münâzara [tartışma] yapar. Sözbirliği olunca, Ebû Yûsüfe veyâ başkasına kitâbın şurasına yaz, derdi. Abdüllah ibni Mubârek diyor ki, (Küfe şehrine gitdim.Âlimlerini bulup, hepsine en büyük âlim kim olduğunu sordum. Hepsi, en üstünümüz imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir, dediler. Vera’ı en çok olan kimdir, dedim. Ebû Hanîfedir, dediler. En zâhid kimdir, dedim. Ebû Hanîfedir, dediler. İlm ile en çok uğraşan kimdir, dedim. Ebû Hanîfedir, dediler). (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbından terceme temâm oldu.

En’âm sûresinin yüzellidokuzuncu (159) âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim! Dinde fırka fırka ayrılanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz. Onların cezâlarını Allah verecekdir. Kıyâmet günü, Allahü teâlâ, dünyâda işlediklerini onlara hâtırlatacakdır) buyuruldu.Âyetde geçen parça parça fırkalar, mezhebsizlerin fırkalarıdır. Bunların dinden, îmândan ayrıldıkları, bu âyet-i kerîmede açıkça bildiriliyor. Ehl-i sünnetin dört imâmının “rahmetullahi teâlâ aleyhim” mezhebleri, îmânda ayrı olmadıkları için, bu âyetin sapık bid’at fırkalarını gösterdiği meydândadır.

12 - Bir mezhebsizin kitâbında, Kurban bayramı, ya’nî hazret-i İbrâhîmin oğlunu kurban etmek istediği gün belli değildir ve kurban edilecek olan, İsmâ’îl değildi. İshak idi, diyor.

Alî Zeynel’âbidîn ve Muhammed Bâkır ve Abdüllah ibni Abbâs ve Hasen-i Basrî, kurban edilecek olan, İsmâ’îl idi, dediler. Peygamberimiz, (Ben iki kurbanlığın oğluyum) buyurdu. Bu Hadîs-i şerîf de, kurbanlığın, hazret-i İsmâ’îl olduğunu gösteriyor. Çünki, Peygamberimiz, hazret-i İsmâ’îlin soyundandır.

Buhârî ve diğer hadîs kitâblarında, Abdüllah ibni Abbâsın “radıyallahü anhümâ” haber verdiği Hadîs-i şerîfde, (Hiçbir ibâdetin kıymeti, Zilhicce ayının ilk on gününde yapılan ibâdetlerin kıymeti gibi olamaz) buyuruldu. Bir Hadîs-i şerîfde de, (Arefe günü tutulan oruc, bir geçmiş senenin ve bir gelecek senenin günâhlarına keffâret olur) buyuruldu. Ya’nî, Zilhiccenin dokuzuncu günü tutulan oruc, geçmiş ve gelecek birer senede yapılan tevbelerin kabûl olmasına yarar.

Kurban edilenin hazret-i İshak olduğunu, yehûdîlerin ellerinde bulunan uydurma Tevrât ile isbât etmeğe kalkışıyorlar. Hâlbuki, eldeki Tevrâtların bozuk, uydurma olduğunu Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Kur’ân-ı kerîm, kurbanlığın İsmâ’îl “aleyhisselâm” olduğunu gösteriyor. Sâffât sûresinin yüzüncü ve sonraki âyetlerinde meâlen, (Yâ Rabbî! Bana iyilerden bir oğul ver. Biz de, Ona halîm [çok uysal] bir oğlan müjdeledik. Çocuk, İbrâhîm

-151-

aleyhisselâm ile yürüyecek çağa gelince, İbrâhîm, “Ey oğulcuğum! Rü’yâda, seni boğazladığımı görüyorum. Bir bak, ne dersin?” dedi. Babacığım, sana emr edilen ne ise, onu yap! İnşâallah beni sabr edicilerden bulursun, dedi. İkisi de, Allahın emrine teslîm olunca, İbrâhîm, oğlunu alın üzeri yere yatırdı. [Bıçak çocuğu kesmedi.] Ey İbrâhîm! Rü’yâya sâdık oldun. İyi hareket edenleri biz böyle mükâfatlandırırız, dedik. Bu iş, açık bir imtihân idi. Oğlunun yerine [kesilmek üzere] büyük bir koç verdik.

Bundan sonra, Ona iyilerden İshakı Peygamber olarak müjdeledik. Ona ve İshaka bereket verdik. Onların soylarından iyi olanlar da, nefsine zulm edenler de vardır) buyuruldu.

Bu âyet-i kerîmeler, kurban edilenin İsmâ’îl “aleyhisselâm” olduğunu açıkça göstermekdedir. Çünki, İbrâhîm aleyhisselâm, Rabbim bana emr etdiği yere giderim diyerek hicret edince, önce İsmâ’îl “aleyhisselâm” ihsân olundu. İshak “aleyhisselâm” sonradan ihsân edildi. Bu gerçeği niçin gizliyorlar, anlıyamıyoruz.

(Mir’ât-i Mekke) kitâbında diyor ki, Ömer bin Abdül’azîz “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında yehûdî hahamlarından biri müslimân oldu. Halîfe Ömer bin Abdül’azîz buna (Kurban olunacak, İsmâ’îl mi, yoksa İshak mı idi?) dedi. Yâ halîfe! Yehûdîler, hazret-i İsmâ’îlin kurban olunduğunu bilirler. Fekat İsmâ’îl “aleyhisselâm”, Muhammed aleyhisselâmın ceddi olduğu için, kendi cedleri olan İshak aleyhisselâmın kurban olduğunu söyliyorlar, dedi. Bunlar da, yehûdîlerin ve hıristiyânların yolunda gitdikleri için, İsmâ’îl “aleyhisselâm”ın kurban olunmasını inkâr ediyorlar.

İbrâhîm “aleyhisselâm”ın hangi oğlunu kurban etmek istediği, dinde inanılması lâzım olan bilgilerden değildir. Fekat bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerine “rahmetullahi aleyhim” saldırmak için, bunu da mühim [önemli] birşeymiş gibi ileri sürüyorlar. Emevîleri, Abbâsîleri, Osmânlı Türklerini kötülüyorlar. Çünki, Muhtâr-ı Sekâfîyi Emevîler, Karmıtîlerle Fâtımîleri Abbâsîler, hurûfîleri Tîmûr hân, Safevîleri de Osmânlı Türkleri yok etdi. İbniÂbidîn beşinci cild sonunda buyuruyor ki, (Müslimânların lüzûmu olmıyan din bilgilerini konuşmaları uygun değildir. İsmâ’îl mi dahâ üstündür, İshak mı üstündür? Kurban edilen hangisidir?Hazret-i Âişe mi dahâ üstündür, yoksa hazret-i Fâtıma mı, sormamalıdır. Bunları öğrenmek lâzım değildir. Allahü teâlâ bu gibi şeyleri öğrenmeği emr etmedi). Mezhebsizlere Allah akl ve hidâyet versin de, islâmiyyeti içerden yıkmakdan, parçalamakdan vazgeçsinler.

13 - Bir kitâb, Emevîlerin İslâmiyyeti değişdirdiğini yazıyor.

-152-

Bu söz, büyük iftirâdır. Emevîler zemânında, (Ehl-i sünnet) âlimleri vardı. Bu âlimlerin gösterdikleri doğru yol, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın yoludur. Resûlullahın yoluna, Emevîlerin uydurması diyerek müslimânları aldatıyor.

14 - Mubârek gecelerin birkaçı Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilmişdir. Hepsini Peygamberimiz Eshâbına öğretmişdir. Din imâmlarımız da, Eshâb-ı kirâmdan öğrenerek kitâblarına yazmışlardır. Emevî halîfeleri islâm dînine saldırmadılar. Bugünki müslimânlık, Peygamber efendimizin bildirdiği müslimânlıkdır. Mubârek gecelere bid’at diyenler, Peygamber efendimizin Hadîs-i şerîflerine bid’at demiş oluyorlar. İslâmiyyet, câhillerin, ahmakların sözlerine aldanmakla korunmaz. İslâmiyyet, Ehl-i sünnet âlimlerinin, Eshâb-ı kirâmdan öğrenerek yazmış oldukları kitâblara uymakla korunur.

15 - Resûlullahın cenâzesini ortada bırakdılar demek, hazret-i Alîye büyük iftirâ olur. Evet, acı haberi işitince, hazret-i Alî de, birçokları gibi ne yapacağını şaşırdı. Evine kapanıp ağlamağa, ciğerini dağlamağa başladı.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât etmeden önce, hazret-i Ebû Bekri “radıyallahü teâlâ anh”, müslimânlara imâm yapdı. Vefât edince, müslimânlar da, oybirliği ile, hazret-i Ebû Bekri imâm seçdi. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Alîyi evinden çağırıp, Resûlullahın hizmetini yapmasını emr eyledi. Böylece cenâzesi kaldırıldı.

Hurûfîler, Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ölümünden sonra, hazret-i Alînin üzerine asker çekip muhârebe etdiler diyerek, Eshâb-ı kirâmı kötülüyorlar. Bu sözleri de yalandır. İftirâdır. Üç halîfe, hazret-i Alîyi baş üstünde taşıdılar. Onun mubârek kalbini incitecek birşey yapmadılar. İslâm târîhlerini okuyanlar, bu hakîkatleri bilir. Bu yalanlara aldanmaz.

Birkaç zâlimin, ahmağın, imâm-ı Hasenin cenâzesine yapdığı saygısızlığı behâne ederek ve olayları değişdirerek, Ehl-i sünnet olan müslimânlara saldırıyorlar. Temiz müslimânları doğru yoldan sapdırmağa uğraşıyorlar. Aşere-i mübeşşereden, ya’nî Cennete gidecekleri müjdelenmiş on kişiden biri olan Sa’d ibni EbîVakkâs hazretlerinin oğlu Ömerin, Kerbelâda hazret-i Hüseynle harb ederek şehîd edilmesine sebeb olmasını, bütün müslimânlara suç olarak yaymağa, hattâ dahâ önce ölmüş olanlara da, bu yüzden la’net etmeğe kalkışan islâm düşmanlarının, acıklı, şişirme hikâyelerine aldanıp da, müslimânlar arasında bölücülük yapmamalıdır. Bir müslimâna kötü gözle bakmak, onu çekişdirmek, ona iftirâ etmek, kalbini kırmak harâmdır. Bunların herbi-

-153-

ri ayrı ayrı büyük günâhdır. Müslimâna kin beslemek de günâhdır. Bunların herbiri Kur’ân-ı kerîmde yasak edilmişdir. İslâmın iç düşmanları, yehûdî dönmeleri, müslimânları parçalamak, milleti birbirine düşman etmek için, örtülmüş târîh olaylarını, şişirerek ortaya koyuyorlar, inanması ve öğrenmesi farz olmıyan hattâ örtülmesi lâzım olan acıklı olayları meydâna çıkarmak, kardeşi kardeşe saldırtmak istiyorlar. Bu sinsi düşmanların yalanlarına aldanıp parçalanmıyalım. Hadîs-i şerîflerle övülmüş olan (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdikleri doğru yolda birleşelim. Birleşmekden kuvvet hâsıl olur. Ayrılık felâkete sebeb olur.

Bunlar, müslimânların arasına îmân ayrılığı, fikr ayrılığı sokuyorlar. Kardeşi kardeşe düşman ediyorlar.

Ehl-i sünnetin, dört mezhebe ayrılması, îmân ayrılığı, fikr ayrılığı değildir. Dört mezhebde olan müslimânların îmânları, düşünceleri birdir. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirleri ile sevişirler. İbâdetlerde ve günlük işlerde, Kur’ân-ı kerîmin ve Hadîs-i şerîflerin açıkça bildirmediği ufak tefek şeylerden birkaçını yapmakda ayrılmışlardır. Güç durumda kalınca, bu şeyleri diğer üç mezhebe göre de yaparlar.

Müslimânların, îmânda fırkalara ayrılmaları felâketdir. Peygamber efendimiz, müslimânların yetmişüç fırkaya ayrılacaklarını, yetmişikisinin, bozuk inanışlarından dolayı, Cehenneme gideceklerini haber verdi. (Ehl-i sünnet) denilen doğru îmânlıların “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ba’zı işlerde dört mezhebe ayrılması ise, rahmetdir. Müslimânlara kolaylıkdır.

Kur’ân-ı kerîmi, atların ayakları altında çiğnetenler, Ebû Tâhir Karmatî ve Hicâzdaki mezhebsizlerdir. Ravda-i mutahharayı harb meydânı yapan, hazîne-i Resûlü yağma edenlerin kimler olduğu (Mir’at-ül-haremeyn)de yazılıdır. Evet, Emevîlerin ve hazret-i Alînin vâlîleri arasında zulm yapanlar oldu. Müslimânlara işkence etdiler. Fekat, bunları ileri sürerek, ne hazret-i Alîye ve ne de hazret-i Mu’âviyeye dil uzatılamaz. Kötü birşey denilemez. Çünki ikisi de, Sahâbîdir ve hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviyeden dahâ yüksekdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmdan hiçbirinin sonradan kâfir olmıyacağını, hepsinin Cennete gideceklerini haber verdi. Herhangi birisine dil uzatmamızı yasak etdi. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmdan râzı olduğunu, Onları sevdiğini bildiriyor. Allahü teâlânın sıfatları ebedîdir, sonsuzdur. Onlardan râzı olması sonsuzdur. Eshâb, sâhibler demekdir. Arkadaşlar demekdir. Resûlullahı, îmân ederek, bir kerre gören, sahâbî olur. İlk üç halîfe ve hazret-i Mu’âviye ve Amribni Âs, Eshâbdan idi. Eshâbdan hiçbiri mürted, münâfık ol-

-154-

maz. Allahü teâlânın bunlardan râzı olması değişmez. Eshâb-ı kirâmdan biri veyâ birkaçı, Resûlullah öldükden sonra mürted oldu veyâ fâsık oldu diyen kimse, bu sözü, bir şübheli nassı yanlış te’vîl ederek söyliyorsa, (Bid’at ehli) sapık olur. Nassdan ve te’vîlden haberi olmıyan bir câhil olarak söyliyorsa kâfir olur. Münâfıklar, Eshâbdan değildirler. Münâfıklardan birkaçının, îmânsızlıklarını sonradan açıklamaları, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sonradan mürted olması demek değildir.

Abdül’azîz Dehlevî, (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbında, şî’îlerin altmışsekizinci sözlerini anlatırken diyor ki, (Eshâb-ı kirâm arasında münâfıklar vardı. Bunlar önceleri belli değildi. Fekat, Peygamber efendimizin son senelerinde, mü’minler münâfıklardan ayrıldı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât etdikden az sonra, bu münâfıklardan kimse hayâtda kalmadı. Âl-i İmrân sûresinin yüzyetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, (Ey münâfıklar! Allahü teâlâ, sizi kendi hâlinize bırakmaz. Hâlis mü’minleri münâfıklardan ayırır) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde de, (Medîne şehri, münâfıkları mü’minlerden ayırır. Demirci ocağı, demiri pasından ayırdığı gibi ayırır) buyuruldu. Resûlullah efendimizin ölünceye kadar övdüğü dört halîfenin ve hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anhüm” sonradan kâfir olmadıklarını, bu âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîf açıkça bildirmekdedir).

Müslimânlar, câmi’lerde değil, hiçbir yerde Resûlullahın Ehl-i beytine “radıyallahü anhüm” küfr etmez ve etmemişdir. Müslimânlar bilirler ki, Ehl-i beyti sevmek, Onları övmek, son nefesde îmân ile gitmeğe sebeb olur. Birkaç münâfıkın yapdığı kötü hareketi, bütün müslimânlara yaymak, böylece müslimânlar arasında fitne çıkarmak, islâm düşmanlığıdır. Bu hâinler, müslimânları Ehl-i beyt düşmanı diye kötülüyorlar. Ehl-i beyt yolundaki Ehl-i beyt âşıklarına, Ehl-i beyt düşmanı demek, ard fikrli, kötü niyyetli münâfıkların, müslimânları parçalamak için girişdikleri korkunç bir saldırıdır.

Müslimânlar, Resûlullahın Ehl-i beytini “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” herkesden çok severler ve Ehl-i beyti sevenleri de severler. Ehl-i beyti sevenlere, Ehl-i beytin yolunda giden doğru müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir.

(Tuhfe) kitâbında yine buyuruyor ki, (Hurûfîlerin yirmidördüncü sözleri, Ehl-i sünnet, Ehl-i beyte düşmandır, demeleridir. Bu sözlerine herkesi inandırmak için, acıklı hikâyeler de söyleniyor. Çirkin hikâyelerin hepsi yalan ve iftirâdır. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Ehl-i beytin hepsini sevmek, kadın erkek her müslimâna farz ve lâzımdır. Onları sevmek îmânın

-155-

şartıdır. Ehl-i sünnet âlimleri, Ehl-i beytin “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” üstünlüklerini bildiren çok sayıda kitâb yazmışlardır. Onların uğruna Emevî ve Abbâsî vâlîlerine karşı gelmişler, canlarını fedâ etmişlerdir. Sa’îd bin Cübeyr ve Nesâî gibi birçokları, Ehl-i beyt için şehîd olmuşlardır. Çokları da, işkenceler çekmişler, ömürlerini zındanlarda geçirmişlerdir. O zemânlarda mezhebsizler (Takıyye), ya’nî ikiyüzlülük yaparak, kendilerini gizlemişler, mala ve mevkı’a kavuşmak için, Ehl-i beyte karşı görünmüşlerdir. Ehl-i beyte her zemân yardımcı olanlar, Ehl-i sünnet idi. Ehl-i sünnetin hepsi, her nemâzlarında, Ehl-i beyte hayr düâ etmekdedir.

Ehl-i sünnet, Ehl-i beyt arasında hiç ayırım yapmadan hepsini çok sevmekdedir. Mezhebsizler böyle değildir. Bir imâmları ölünce kardeşleri ve akrabâsı ona kâfir demişlerdir. Onun oğullarından birini imâm yapmışlar, ötekilere la’net etmişler, kötülemişlerdir. Ehl-i beytin hepsini seven ve hepsinin yardımına koşan, Ehl-i sünnetden başkası olmamışdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Benden sonra, size iki rehber bırakıyorum: Allahın kitâbını ve Ehl-i beytimi bırakıyorum) buyurdu. Bu Hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Kur’ân-ı kerîmin bir kısmına inanıp, başka yerlerine inanmamak fâide vermediği gibi, Ehl-i beytin bir kısmına inanıp sevmek, ötekilere la’net edip kötülemek de, âhıretde fâide vermez. Kur’ân-ı kerîmin hepsine îmân etmek lâzım olduğu gibi, Ehl-i beytin de hepsini sevmek lâzımdır. Ehl-i beytin hepsini sevmek de, Allahü teâlânın lutfü ile, (Ehl-i sünnet)den başka hiç kimseye nasîb olmamışdır. Çünki Hâricîler, hazret-i Alîye ve Onun temiz evlâdlarına düşman olmak alçaklığına sürüklendiler. Şî’îlerin ba’zı fırkaları, müslimânların mubârek anneleri olan Âişe-i Sıddîkaya ve hazret-i Hafsaya ve Resûlullahın halasının oğlu Zübeyr bin Avvâma düşman olmak felâketine yuvarlandılar. Kirâmiyye fırkası, hazret-i Hasenin ve hazret-i Hüseynin imâmlığına inanmadılar. Muhtâriyye fırkası da, imâm-ı Zeynel’âbidîne inanmadılar. İmâmiyye fırkası, Zeyd-i şehîde inanmadı. İsmâ’îliyye de, imâm-ı Mûsâ Kâzıma inanmadı. Bunlar gibi, dahâ nice fırkalar, Ehl-i beyti sevmekden ve yukarıdaki Hadîs-i şerîfe uymakdan mahrûm kaldılar.

İmâm-ı Alî Rızâ hazretleri Nişâpura gelince, yirmibinden çok ilm adamı kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir Hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri, (Lâ ilâhe illallah sığnağımdır. Bunu okuyan, kal’ama sığınır. Kal’ama giren de, azâbımdan kurtulur) hadîs-i kudsîyi okudu. Ehl-i sünnet âlimleri, bunu aşağıdaki gibi, okuyup üzerine üflenen hastaların şifâ bu-

-156-

lacaklarını bildiriyor. Ehl-i beyti bu kadar aşırı seven Ehl-i sünneti, Ehl-i beyte düşman sanmak, yâ câhillik ve ahmaklık, yâhud da, şaşkınca bir Ehl-i sünnet düşmanlığı değil midir?). (Tuhfe)den terceme temâm oldu. Aşağıdaki yazının islâm harfleri ile yazılıp, doğru okunması lâzımdır: (Revâ Aliyyül-Rızâ, fe-kâle, Haddesenî ebî Mûsel-Kâzım an ebîhi Ca’feris-Sâdık an ebîhi Muhammedenil-Bâkır an ebîhi Zeynel’âbidîn Alî an ebîhil-Hüseyn an ebîhi Alî bin Ebî tâlib “radıyallahü anhüm”, kâle haddesenî habîbî ve kurretü aynî Resûlullahi “sallallahü aleyhi ve sellem”, kâle haddesenî Cibrîlü, kâle semi’tü Rabbel’izzeti yekûlü, (Lâ ilâhe illallâhü hısnî, men kâle-hâ dehale hısnî, ve men dehale hısnî emine min azâbî).)

16 - Biz müslimânlar, Peygamber efendimizin sevgili Ehl-i beytinin ve kıymetli Eshâbının “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” ismlerini söylediğimiz ve yazdığımız zemân her birine “radıyallahü anh” diyoruz. Bu söz, Allah ondan râzı olsun demekdir. Müslimânların en kıymetli kitâblarından olan (Dürr-ül-muhtâr) kitâbının beşinci cildinde, ferâiz kısmından önce ve bunun şerhinde diyor ki, (Eshâb-ı kirâma “radıyallahü anh” demek müstehabdır. Çünki Onların hepsi, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çok çalışdılar. Allahü teâlâdan gelen herşeye râzı oldular. Allahü teâlâ Onlardan râzıdır. Başkalarının dağ kadar altın sadakasına verilen sevâb, Onların yarım avuç arpa sadakalarına verilen sevâb kadar olamaz).

(Mesâbîh-i şerîf)de ve Şâh Veliyyullahi Dehlevînin “rahmetullahi aleyh”, (İzâlet-ül-hafâ an hilâfet-il-hulefâ) kitâbında, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” diyor ki, Resûlullah zemânında, hazret-i Ebû Bekrin, Ömerin ve Osmânın ismlerini söylediğimiz zemân, hep “radıyallahü anh” derdik.

Biz müslimânlar, islâm dînine kötülük yapanları sevmeyiz. Onların ismlerini nefret ile anarız. Böylece, Abdüllah bin Sebe’ ve binlerle müslimânı şehîd eden Hasen Sabbâh, Ebû Tâhir Karmatî ve şâh İsmâ’îl Safevî gibi hâinlerin ismlerini nefret ile anarız. İslâm dînine sadâkat ile gönül vermiş, Resûlullahı çok sevdikleri için, cânlarını, mallarını ve vatanlarını fedâ etmiş olan hazret-i Ebû Bekri, hazret-i Ömeri, hazret-i Osmânı ve hazret-i Alîyi ve hazret-i Mu’âviyeyi çok severiz. Peygamber efendimizin Ehl-i beytini ve bu Sahâbîleri “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sevenleri de çok sever ve överiz. Hazret-i Mu’âviye ve Amr ibniÂs hazretleri gibi, islâmiyyete çok hizmet eden ve islâm düşmanı Bizanslılarla yıllarca cihâd eden Sahâbîlere aklın, fikrin kabûl edemiyeceği aslsız, uydurma iftirâ, bühtân yapanları, bir müsli-

-157-

mân sevebilir mi? Bu yersiz yalan te’vîllerle, küçük ma’sûm çocukların temiz dimâglarını zehrliyorlar. Bu zehr, kötü bir mîrâsdır. Bu mîrâsı, gelecek günâhsız, ma’sûm nesllere intikâl etdirmek için sapık kitâblar, bozuk dergiler yayınlıyor, her yere dağıtıyorlar. (Fitne, yalan yayıldığı zemân, doğruyu bilenler, bildirmezlerse, onlara la’net olsun!) Hadîs-i şerîfi unutuldu mu?

Sırası gelmiş iken, şu vak’ayı arz edelim: Câbir bin Abdüllah hazretleri diyor ki, bir köylü, hazret-i Alînin yanına geldi. Yâ Emîrel-mü’minîn! Ebû Bekr Cennetde midir, diyerek sordu. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”, bu soruya çok üzüldü. (Keşki dünyâya gelmeseydim. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Ondan sonra, hiçbir müslimândan böyle bir söz işitilmemişdir. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Resûlullahın yanında vezîri, müşâviri idi. Vefâtından sonra, halîfesi idi. Buna inanmıyan kâfir olur. Ey köylü! Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri, vefât edeceği zemân beni çağırdı. Bana ey benim canım! Vefâtım yaklaşdı. Öldüğüm zemân beni, Resûlullahı yıkamış olan o mubârek ellerinle yıka! Kefene sar ve tabuta koy! Cenâzemi, Hucre-i se’âdetin kapısına götür! Ebû Bekr kapıdadır, içeri girmeğe izn istiyor diyerek, Resûlullaha söyle, dedi. Ey din kardeşim! Ebû Bekr-i Sıddîk vefât edince, her söylediğini yapdım. Hucre-i se’âdetin kapısına koyup izn isteyince, (Sevgiliyi, sevgilinin yanına getirin!) sesini işitdik. Bunun için, hazret-i Ebû Bekri, Resûlullahın yanına defn etdik!) dedi.

Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” ve oniki imâmın hepsi, hazret-i Ebû Bekrden ve diğer halîfelerden ve Câbir bin Abdüllahdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hadîs rivâyet etdiler. Ya’nî, Onların haber verdikleri Hadîs-i şerîfleri tasdîk etdiler. Onların âdil ve sâdık olduklarını bildirdiler. Hazret-i Alînin ve Ehl-i beytin yolunda olanın da, hazret-i Ebû Bekri böyle çok sevmesi lâzımdır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Çünki, herkesce bilinen bir gerçekdir ki, dostun dostu sevilir. Dostun düşmanları sevilmez. Eshâb-ı kirâmın hepsinin birbirlerini çok sevdiklerini Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Peygamber efendimiz, (Beni seven, Eshâbımı da sever! Eshâbımın hepsini seviniz!) buyurdu. Şimdi ba’zı kimseler, Kur’ân-ı kerîmden ve Muhammed aleyhisselâmın yolundan ayrılmışlar. Eshâb-ı kirâm arasında, Ehl-i beyte düşman olanlar vardı. Biz de, Onlara düşmanız diyorlar. Hâşâ, böyle sözler, Abdüllah bin Sebe’ yehûdî dönmesinin iftirâlarıdır. Müslimânlar, böyle yalanlara aldanmamalıyız! Ehl-i beyti de, Eshâb-ı kirâmın hepsini de çok sevmeliyiz. Çünki, Peygamber efendimiz buyurdu ki, (Eshâbım, gökdeki yıldızlar gibi-

-158-

dirler. Eshâbımdan herhangi birinin izinde giden, hidâyete kavuşur!) Ya’nî Cennete gider buyurdu.

Yehûdîler, zındıklar, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışıyorlar. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Kur’ân-ı kerîmden anlıyarak, kitâblarına yazdıkları doğru bilgilere inanmıyorlar. Müslimânları aldatmak için, bu bilgilere Kur’ân dışı bilgiler diyorlar. Kendi uydurdukları yalanlara inandırmak için, âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere yanlış, bozuk ma’nâlar veriyorlar. Bu bozuk sözlere, gerçek islâm dîni diyorlar. Bindörtyüz seneden beri, her memleketdeki müslimânların îmânları ve ibâdetleri sanki bozuk imiş de, şimdi bu zındıklar doğrusunu meydâna çıkarıyorlarmış.

17 - Zındıklar, yimesi harâm olan şeyleri de, halâl demeğe, halâl olanları harâm demeğe kalkışıyorlar.

(Müslim) ve (Ebû Dâvüd) bildiriyorlar ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Yırtıcı hayvanlardan köpek dişi olanları ve pençesi ile avlıyan kuşları yimeği harâm etdi). Haşereleri, ya’nî toprak içinde yuvası olan küçük hayvanları yimek halâl değildir. Fâre, kertenkele, kirpi, yılan, kurbağa, arı, pire, bit, sivrisinek, kara sinek, kene yimek harâmdır. Çünki haşeredirler. İnsanlar arasında yaşıyan ehlî merkeb eti de halâl değildir. Dağlarda yaşıyan vahşi merkebin eti ve sütü halâldir. Katır eti halâl değildir. Sırtlan, tilki, kaplumbağa, leş kargası, akbaba, kurt, fil, dağ keleri, tarla fâresi, gelincik, kartal, kedi, sincab, samur, sansar gibi hayvanlar ve kanı olmayan böcekler, meyvenin, peynirin ve etin kurdları yinmez. Dağ keleri, kertenkele gibidir. Arabîde (Dab) denir.

Tarla kargası halâldir. Çünki, harman dâneleri yir. Tavşan etini yimek de halâldir.

(Mültekâ) kitâbında diyor ki, tavşan yimek halâldir. Mekrûh değildir. (Mecmâ’ul-enhür) bunu açıklarken, (Tavşan yimek halâldir. Çünki, Peygamber efendimize tavşan eti kebabı hediyye getirdiler. Eshâbına, (Bunu yiyiniz!) buyurdu) diyor. (Dürr-ül-müntekâ) kitâbında, (Tavşan eti yimek halâldir. Çünki, tavşan yırtıcı hayvan değildir) buyuruyor.

(Kudûrî) kitâbının yazarı “rahmetullahi teâlâ aleyh”, her çeşid tavşan eti yimek halâldir, diyor. (Cevhere) bunu şerh ederken, (Tavşan etini yimek halâldir. Çünki tavşan yırtıcı hayvan değildir ve leş yimez. Tavşan, geyik gibidir) diyor.

Şâm kâdısı Mevlânâ Abdülhalîm efendi “rahmetullahi aleyh”, (Dürer) hâşiyesinde buyuruyor ki, (Erneb, ya’nî tavşan etinin mu-

-159-

bâh olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Çünki tavşan yırtıcı hayvan değildir ve leş yimez. Geyik gibidir. Ot yir. Fıkh kitâbları, tavşanın halâl olduğunu açıkça yazıyorlar. Böylece, harâm diyenleri red ediyorlar.)

Görülüyor ki, tavşan etini yimek, sözbirliği ile halâldir. Hiçbir islâm âlimi, tavşan etine harâm, hattâ mekrûh bile dememişdir. Peygamber efendimiz, tavşan etini yiyiniz diyerek emr verdikden sonra, bir müslimân, tavşan eti, yinilmez diyebilir mi? Elbette, hiçbir müslimân tavşan etine harâm diyemez. Tavşan yinilir, tavşan yinilmez diye müslimânlar arasında hiç ihtilâf olmamışdır. Bunlar, tavşan yinmez diyorlar. Bunların bu sözlerine hiç bir müslimân aldanmamışdır. Asrlardan beri bütün müslimânlar tavşan yimişdir. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” tavşanı yiyiniz, buyurması, bütün müslimânlara ışık tutmuşdur. Bunun üzerinde durmağa değmez. Peygamber efendimiz bu mes’eleyi hâl etmişdir. Hurûfîlerin dedikoduları, Peygamberimizin emrini değişdirmez.

Tevrâtda tavşan yinilmez, dediği için, yinilmezmiş. Müslimânlar her işlerinde Kur’ân-ı kerîme ve Peygamber efendimizin emrine uyar. Tevrâta uymaz. Kur’ân-ı kerîm, Tevrâtın çok emrlerini nesh etmiş, yürürlükden kaldırmışdır. Hem de bugün, Allahü teâlânın gönderdiği doğru Tevrât hiçbir yerde yokdur. Yehûdîlerin uydurduğu Tevrâtlara bakarak tavşan yinmez demek, müslimâna yakışır mı? Fekat, Yemenli Abdüllah bin Sebe’ yehûdîsinin yolunda olan hurûfîler, onun gibi, Tevrâta çok önem veriyorlar.

Bekara sûresinin kırkbirinci âyetinde meâlen, (Sizde bulunan Tevrâtı, Allahın birliğinde ve azâb ve sevâb ve îmân bilgilerinde doğrulıyan Kur’âna inanın!) ve altmışüçüncü âyetinde meâlen, (Ey İsrâîl oğulları! Size verdiğimiz kitâba hurmetle sarılın, demişdik) buyurulmuşdur. Bunlar, Tevrâtın Kur’ân olduğunu göstermez. Doksanbirinci âyetinde meâlen, (O Kur’ân hakdır. O zemânda bulunan Tevrâtı tasdîk eder) buyuruldu. Evet îmân edilecek bilgiler, Tevrâtda ve Kur’ân-ı kerîmde ve bütün semâvî kitâblarda başka başka değildir. Fekat, ibâdetler ve halâl, harâm olanlar, her kitâbda başkadır. Doksanyedinci (Kur’ân, önce gelmiş olan kitâbları tasdîk edicidir) âyeti de, değişdirilmemiş kitâblarda, îmân edilecek şeylerin hep aynı olduğunu bildirmekdedir.

Mâide sûresinin kırksekizinci âyetinde meâlen, (Sana Kur’ânıhak olarak indirdik. Önce indirilmiş olan kitâbları tasdîk edicidir) buyuruyor. Ahkâf sûresinin onikinci âyetinde meâlen, (Kur’ândan önce, uyulacak yolu gösteren ve uyanlara rahmet olan, Mûsânın

-160-

kitâbı Tevrât indirilmişdi. Bu Kur’ân da, zâlimleri Cehennemle korkutmak ve iyilik yapanlara Cenneti müjdelemek için arabî dil ile indirilmiş, Tevrâtı tasdîk eden bir kitâbdır) buyuruldu.

Tefsîr âlimi imâm-ı Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, [Bu âyet-i kerîmelerde bildirilen, Kur’ân-ı kerîmin Tevrâtı tasdîk etmesi demek, Kur’ân-ı kerîmin, Tevrâtın haber verdiği kitâb olduğunu bildirmekdir. Evet, îmân edilecek şeyler, kıssalar, haberler, Cehennem azâbları, Cennetin ni’metleri ve ibâdeti, adâleti emr etmek ve çirkin işlerden sakınmağı istemek, her iki kitâbda da aynıdır. Fekat, halal ve harâmların çeşidleri ve ibâdetlerin şeklleri aynı değildir. Başka zemânlarda yaşıyan insanlar için bunlar aynı olamaz. Her ümmetin kitâbında, onlara uygun fâideli olan şeyler bildirilmişdir. Peygamberimiz, (Mûsâ “aleyhisselâm” şimdi sağ olsaydı, bana uymakdan başka birşey yapmazdı) buyurdu].

Âl-i İmrân sûresinin ellinci âyet-i kerîmesi, hurûfîlere kesin cevâb veriyor. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmın sözlerini bildirerek meâlen buyuruyor ki, (Benden önce Tevrâtda bildirilmiş olanları tasdîk edici geldim. Size harâm edilmiş olanları halâl etmek için geldim.) Bu âyet-i kerîme açıkça gösteriyor ki, Îsâ aleyhisselâmın İncîli, Mûsâ aleyhisselâmın Tevrâtını hem tasdîk etmekde, hem de, ondaki harâmlardan ba’zılarını halâl yapmakdadır. İşte bunun gibi Kur’ân-ı kerîm de, hem Tevrâtı tasdîk etmişdir. Hem de, Tevrâtdaki halâl ve harâm hükmlerini değişdirmişdir. Bu değişikliklerin çoğunu, islâm âlimleri, kitâblarında bildirmekdedir.

İbni Sebe’ yehûdîsinin yolunda olanlara hurûfî denir. Bunlar, âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâ veriyorlar. Kur’ân-ı kerîme yanlış ma’nâ veren kâfir olur. Meselâ, Cum’a sûresinin beşinci âyetinde meâlen, (Tevrâta inanmıyanlar, sırtına kitâb yükletilmiş eşeğe benzetilir) buyuruldu. Hâlbuki, tefsîr kitâblarında, bu âyet-i kerîmeye, (Tevrâtın ahkâmını yüklenmeğe emr olunmuş iken, yalnız okuyup emrlerine ve yasaklarına uymıyanlar, [ya’nî yehûdîler] ilm kitâblarını yüklenip, boşuna eziyyet çeken eşeğe benzer) denilmekdedir. Müslimânlar, Tevrâtın, Allahdan gelen kitâb olduğuna inanırız. Fekat, şimdi yehûdîlerin ellerinde bulunan kitâbın, o Tevrâtın kendisi olduğuna inanmayız. Yehûdîler, o Tevrâtın çok yerlerini bozdular, değişdirdiler. Mâide sûresinin onbeşinci âyeti bunu haber vermekde, (Allahın kitâbındaki, ya’nî Tevrâtdaki kelimeleri değişdirdiler) buyurmakdadır. Bekara sûresinin yetmişbeşinci âyetinde meâlen, (Yehûdîlerden bir kısmı, Tevrâtı işitirlerdi. Ondaki emrleri, yasakları anladıkdan sonra, değişdirirlerdi) buyuruldu.

-161-

Taberânînin “rahime-hullahü teâlâ” bildirdiği ve (Künûz)da yazılı hadîs-î şerîfde, (İsrâîl oğulları, kendi yazdıkları din kitâbına uydular. Mûsâ aleyhisselâmın Tevrâtını terk etdiler) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf, şimdi yehûdîlerin elinde bulunan (Telmûd) ve (Mişnâ) ve (Gamârâ) adındaki Tevrâtlarının, Mûsâ aleyhisselâmın kitâbı olmadığını haber vermekdedir.

Hangi hayvan yinilir, hangileri yinilmez? Müslimânlar, bunu Kur’ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden öğrenir. Yehûdîler ve zındıklar da, elde bulunan bozuk Tevrâtlardan okurlar. İslâm dîni, leşi, akıcı kanı, domuz etini ve köpek dişi veyâ pençesi ile avlıyan hayvanların etini ve haşereleri yimeği harâm etmişdir. Bunlardan başkası halâldir. Halâl olanlar Allahü teâlâdan başkasının ismi ile kesilirse veyâ bunları kitâbsız kâfir keserse, bunları yimek de harâm olur.

En’âm sûresinin yüzkırkbeşinci âyetinde meâlen, (Söyle ki, Kur’ânda yimesi harâm olanlar, leş ve akıcı kan ve pis hınzır ve Allahdan başkasının adı ile kesilmiş olandır) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede dört şeyin harâm olduğu bildiriliyor. Bundan başka altı şeyin harâm olduğu da, Peygamber efendimiz tarafından bildirilmişdir. Resûlullahın, köpek dişi olan yırtıcı hayvanları ve pençesi ile avlıyan kuşları harâm etdiğini Abdüllah ibni Abbâs haber verdi.Âyet-i kerîmedeki akıcı kan, cânlı veyâ kesilen hayvanın damarlarından akan kan demekdir. Et, karaciğer, dalak, kanlı olarak yinmeleri halâldir.

O hâlde, koyun, sığır, tavşan etleri, kanlı ise de, yinmesi halâldir. Tavşan bütün kandır, demek doğru değildir. Kan akdıkdan sonra, kalan tavşan eti pişirilir veyâ kebâb yapılır. Âfiyet ile yinir. Nitekim, Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Eshâbına tavşan eti yidirdi.

En’âm sûresinin yüzkırkaltıncı âyetinde meâlen, (Yehûdîlere her tırnaklıyı harâm etdik. Koyunun ve sığırın iç yağını da harâm etdik) buyuruldu. Yehûdîlere iç yağının harâm olduğunu Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Onlara harâm olduğu için müslimânlara da harâm olur, demek doğru olur mu? Elbet doğru olmaz. İslâmın iç düşmanları olan zındıklar tırnaklı hayvanlar harâm olduğu için, tavşan da harâmdır, diyerek müslimânları aldatıyorlar. Tırnaklı hayvanları müslimânlara harâm imiş gibi gösteriyorlar. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîm, tırnaklı hayvanların yehûdîlere harâm edilmiş olduğunu haber veriyor. Müslimânlara harâm olduğunu bildirmiyor.

(Şekli şemâilinde kerâhet bulunan hayvanın eti yinmez) sözleri de yalandır. Böyle bir Hadîs-i şerîf yokdur. Hurûfîler, bu sözlerine dayanarak, tavşanın eti, eşek etine benzediği için kerîhdir,

-162-

yinmez, diyorlar. Sorarız bu zındıklara: Hani tavşan bütün kan idi? Kanı gidince, kemikden başka birşey kalmazdı? Şimdi ise, tavşan eşek eti gibi etli oldu? Görülüyor ki, zındıkların sözleri birbirini tutmuyor.

Bir kimse, tavşan etini sevmiyebilir. Fekat, sevmediğine harâm demek ve bu yalanını isbâtlamak için âyet-i kerîmelere yanlış ma’nâ vermek ve Hadîs-i şerîf uydurmak, zındıklığı, islâm düşmanlığını gösterir.

Tavşan etinin halâl olduğunu âyet-i kerîme ile ve Hadîs-i şerîflerle isbât etmiş bulunuyoruz. Kur’ân-ı kerîmi ve Hadîs-i şerîfleri bırakarak, yehûdîlerin uydurdukları Tevrâtı ve islâm düşmanlarının bozuk kitâblarını okumamalı, onlara aldanmamalıyız!

18 - Allahü teâlâ, müslimânların da Rabbidir, kâfirlerin, zındıkların da Rabbidir. Fekat, müslimânları sevdiğini, kâfirleri, zındıkları sevmediğini haber vermişdir.

Her Peygamberin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” îmânı aynıdır. Fekat ahkâm-ı dîniyyeleri başka başkadır. Bundan başka, eski Peygamberlerin kitâblarını, sonradan kötü insanlar değişdirmişdir. Yalnız, Muhammed aleyhisselâmın dîni hiç değişmemişdir. Kıyâmete kadar da, kimsenin değişdiremiyeceğini Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. İslâm düşmanları bu dîni değişdirmek için uğraşıyorlar. Fekat, hiç değişdiremiyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları, bu dîni, doğru olarak her yere yaymakda, değişdirilmekden korunmakdadır.

Müslimân yavrularını aldatmak için, Kur’ân-ı kerîmin çeşidli sûrelerinde bulunan, meselâ Ahzâb sûresinin altmışikinci âyeti olan, (Münâfıklar mel’ûndurlar. Nerede bulunurlarsa, yakalanıp öldürülsün! Geçmişlerden de, böyle yapanların öldürülmeleri, Allahü teâlânın âdetidir. Allahü teâlânın âdetinde bir değişiklik bulmazsın) meâlindeki âyeti ileri sürüyorlar. Bu âyet-i kerîme, bütün Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dinlerinin bir olduğunu gösteriyor, diyorlar. Hâlbuki, bu âyet-i kerîmeler, mü’minlere sevâb, kâfirlere azâb yapmak, Allahü teâlânın âdeti olduğunu, bunun hiç değişmiyeceğini bildiriyor.

Âl-i İmrân sûresinin altmışaltıncı âyetinde meâlen, (İbrâhîm aleyhisselâm ne yehûdî idi, ne de nasrânî idi. Doğru inanışlı müslimân idi. Müşriklerden de değildi) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, yehûdîlerle hıristiyanların müslimân olmadıklarını gösteriyor. Müslimânlık diye ayrı bir din bulunduğunu bildiriyor. İbni Âbidîn, cenâze nemâzını anlatırken, İslâm kelimesinin iki ayrı ma’nâsı olduğunu bildiriyor: Muhammed aleyhisselâmın getirdiği din ve itâ’at etmek. (Kâmûs) ve (Müncid) kitâblarında da, böyle yazılıdır.

-163-

Hucurât sûresinde, me’âlen, (Çölden gelenler, inandık dediler. Onlara de ki, siz inanmadınız. Ammâ islâma dâhil olduk, sana itâ’at ederiz deyin! Îmân kalblerinize yerleşmedi) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmedeki islâm, itâ’at etmek, uymak demekdir. Müslimân olmak, ya’nî, Muhammed aleyhisselâma inanmak demek değildir. Her ümmetin îmânları aynıdır. Fekat hepsine müslimân denilmez. Nahl sûresinin seksendokuzuncu âyetinde meâlen, (Sana herşeyi bildiren, herkese hidâyet ve rahmet olan ve müslimânlara Cenneti müjdeleyen Kur’ânı, gönderdik) buyuruyor. Âl-i İmrân sûresinin ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın râzı olduğu din, İslâm dînidir) buyuruldu. Bu sûrenin seksenbeşinci âyetinde meâlen, (İslâmdan başka din istiyenin, istediği din kabûl olunmaz. O kimse âhıretde, ziyân eder!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmelerdeki islâm kelimesi, iki ma’nâyı birlikde bildirmekde olup, Muhammed aleyhisselâmın getirdiği dîne inanmak ve Ona itâ’at etmek demekdir. Allahü teâlâ, müslimânları, Cennet ile müjdelemekdedir. Her müslimân mü’mindir.

19 - Peygamberimiz Muhammed “aleyhisselâm” hicretden elliüç sene evvel, Rebî’ulevvel ayının onikinci gecesi, ya’nî onbirinci gününü onikisine bağlıyan pazartesi gecesi sabâha karşı Mekke şehrinde dünyâya geldi. Târîhler, Mevlid-i Nebînin, Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından beşyüzyetmişbir sene sonra ve Nisan ayının yirmisinde olduğunu yazıyorlar. Îsâ aleyhisselâmın dünyâya geldiği yıl belli olmadığı için, hicretin, mîlâdın altıyüzyirmiikinci yılında olduğu da, ilmî bir vesîkaya dayanmamakdadır.

Her Peygamberin bildirdiği gibi, Îsâ aleyhisselâm da, Allahü teâlânın bir olduğunu söylemişdi. Îsâ aleyhisselâm zemânında yaşıyan, eski yunan feylesoflarından Eflâtûn, tanrının üç olduğunu ortaya koydu. Allahü teâlâya mahsûs olan ülûhiyyet sıfatlarının, bir mahlûkda bulunduğuna inanmak, ona, bunun için hurmet etmek, onu putlaşdırmak, Allaha şerîk yapmak olur. (Teslîs) veyâ (Trinite) denilen üç tanrılı din, pek yayılmadı. Roma İmperatoru büyük Kostantin, hıristiyanlığı kabûl etdi. Mîlâdın üçyüzyirmi senesinde İznikde üçyüzondokuz papası toplayıp, fırkalara ayrılmış olan nasrânîliği birleşdirmek istedi. Papasların hâzırladığı hıristiyanlık dînine, puta tapanların âyinlerini ve Eflâtûnun teslîsini de sokdu. Üç tanrılığı Eflâtûnun uydurmayıp, Îsâ aleyhisselâmın söylediğine herkesi inandırmak için, Eflâtûnun mîlâddan üçyüz sene önce yaşamış olduğunu i’lân etdi. Böylece, mîlâdî senelerin başlangıcı, üçyüz sene ileri alınmış oldu.

Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hicretin onbirinci senesi Rebî’ulevvel ayının onikinci pazartesi günü öğ-

-164-

leden evvel, Medîne şehrinde, vefât etdi.

20 - İslâmiyyetde mâtem tutmak yokdur. Peygamber efendimiz mâtem tutmağı yasak etdi. (Müslim) kitâbında bildirilen Hadîs-i şerîfde, (Mâtem tutan kimse, ölmeden tevbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb görecekdir) buyuruldu. Yine Müslimde bildirilen bir Hadîs-i şerîfde Peygamberimiz, (İki şey vardır ki, insanı küfre sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna söğmek, ikincisi, ölü için mâtem tutmakdır) buyurdu.

Muharremin onuncu Aşûre günü mâtem yapmak, bağırıp çağırmak, ilk olarak [h. 65 de, hazret-i Hüseynin intikamını almak için, ayaklanıp, Kûfeyi alarak, bir şî’î hükûmeti kuran] Muhtâr-ı Sekâfî tarafından ortaya çıkarıldığı (Tuhfe)nin baş sahîfelerinde yazılıdır. Bu bid’at, mezhebsizler arasında, bir ibâdetmiş gibi yayıldı. Hâlbuki Muhtâr, bunu Kûfe ehâlisini aldatıp, onları Emevîlerle harbe sürüklemek, böylece hükûmeti ele geçirmek için bir hiyle olarak yapmışdı.

Mâtem yasak olmasaydı, herkesden önce Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin ölümü için mâtem tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân ve hazret-i Alî ve hazret-i Hüseyn şehîd edildikleri için mâtem tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd edildikleri için çok üzülüyoruz. Fekat mâtem yapmıyoruz. Mâtem yapmıyoruz, ammâ kalbimiz kan ağlıyor. Müslimânların mâtem yapması ve başkalarına la’net etmeleri yasak edildiği için, mâtem yapmıyoruz.

İslâmiyyetde doğum gününü kutlamak, Allahü teâlâya şükr etmek vardır. Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Pazartesi günü oruc tutardı. Sebebini sorduklarında, (Bugün dünyâya geldim. Şükr için oruc tutuyorum) buyurdu.

21 - Doğum günü ve mubârek geceler, hicrî sene ile kutlanır. Tevbe sûresinin otuzyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, gökleri ve yeri yaratdıkdan beri, ayların adedi onikidir. Bunlardan dördü, harâm olan aylardır. Bu dört ayın harâm olduğu kuvvetli dindir, [ya’nî İbrâhîm ve İsmâîl aleyhimesselâmdan beri bilinmekdedir.] Bu dört ayda, kendinize zulm etmeyin!) buyuruldu. Harâm olan dört ay, Receb, Zilka’de, Zilhicce ve Muharrem ayları olduğunu Peygamber efendimiz bildirdi. Oniki ay da, hicri yılların hesâb edildiği arabî aylardır.

Tevbe sûresinin otuzsekizinci âyetinde meâlen, (Bir ayın harâmlığını başka aya gecikdirmek, ancak kâfirliği artdırır. Kâfirler, böylece sapıtıyorlar. Onlar, Allahü teâlânın harâm kıldığı ayların sayılarını denk getirmek için, harâm ayı bir sene halâl edip, başka sene onu yine harâm ederler. Böylece, Allahın harâm kıldığını halâl kılıyorlar) buyuruldu. İslâmiyyetden önce arablar, me-

-165-

selâ Muharremde harb etmek isteyince, o yıl Muharrem ayının ismini, sonraki aya korlar, sonraki ayın ismini, Muharrem ayına takarlardı. Böylece, harâm ay, Muharremden bir sonraki ay olurdu. Bu âyet-i kerîme, ayların yerlerini değişdirmeği yasak etdi. Yoksa hurmetli aylar, her yıl on gün ileri gider, diye bir söz yokdur. Sözün doğrusu şudur ki, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen ve dinde kullanılan arabî ayların bir yılı, bir güneş yılından on gün kısadır. Hicrî kamerî yılbaşı, hicrî şemsî ve mîlâdî yılbaşılarından on gün önce gelmekdedir. Bundan dolayı müslimânların mubârek günleri veyâ geceleri, şemsî senelere nazaran her yıl on gün önce gelmekdedir. Çünki, müslimânların mubârek günleri, güneş aylarına göre değil, hicrî kamerî aylara göre yapılır. Dînimiz böyle emr etmekdedir. Yılın mubârek günü demek, arabî ayın belli günü demekdir. Haftanın belli günü demek değildir. Meselâ Aşûre günü demek, Muharrem ayının onuncu günü demekdir. Bu, her sene haftanın aynı günü olmaz. Başka günler olur. Evet haftanın günleri içinde de mubârek olanları vardır. Meselâ pazartesi günü, hep hayrlı vak’aların bu günde olması bakımından kıymetli bir gündür.

Muharremin onuncu günü müslimânların mubârek günüdür. O günün mubârek olduğunu Peygamber efendimiz bildirdi. O gün yapılan ibâdetlere çok sevâb verileceğini müjdeledi. O gün oruc tutmak sünnet oldu.

İslâmiyyetde, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mubârek gün yokdur. Meselâ, Martın yirminci Neyruz veyâ Nevruz denilen gün ve Mayısın altıncı Hıdırelles günü ve Eylülün yirminci Mihrican günü, ba’zı yerlerde mubârek sanılır. Bunlar müslimânlıkda değil, kâfirler ya’nî müslimân olmıyanlar arasında değerli sayılır. Noel günü ve gecesi de böyledir. (Dürr-ül-muhtâr) beşinci cild sonunda çeşidli mes’eleleri bildirirken (Neyruz ve Mihrican günleri şerefine birşey vermek câiz değildir. Ya’nî, bu günlerin ismlerini söyliyerek veyâ niyyet ederek birşey hediyye etmek harâmdır. Eğer bu günlere kıymet vererek yaparsa, kâfir olur. Çünki bu günlere müşrikler kıymet vermekdedir. Ebül Hafs-ı kebîr diyor ki, bir kimse Allahü teâlâya elli sene ibâdet etse, sonra bir müşrike, Neyruz günü şerefine yumurta hediyye etse, kâfir olur. Yapmış olduğu ibâdetlerin sevâbları yok olur. Eğer bir müslimâna hediyye eder ve bu güne değer vermezse, âdete uyarak verirse, kâfir olmaz. Fekat, tehlükeden kurtulmak için birgün önceden ve birgün sonradan da vermek iyi olur. Başka birgün almadığı birşeyi, o gün satın alırsa, o güne değer vermiş ise kâfir olur. Değer vermeyip, yalnız yimek içmek niyyet etmiş ise, kâfir olmaz).

22 - Hurûfîler, (Asrlardan beri süre gelen Sünnî ve Şî’î

-166-

çatışmasının kökü, Süfyân oğlu Mu’âviye la’netullah zemânında, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” ve Onun Ehl-i beytine revâ görülen galîz küfrler olmuşdur) diyorlar. Bu sözleri hem yalan, hem de çok câhilce ve ahmakcadır. Türkiyedeki Alevîler bu yalanlara aldanmamalıdırlar. Çünki, İslâm târîhinde Alevî, Sünnî çatışması diye birşey yokdur. Şî’î Sünnî çatışması da, siyâsî, emperyalist düşüncelerle olmuşdur. Sünnîler, Şî’îlerin haksız olduklarını, kitâblarında isbât etmişlerdir. Bu kitâblarda Alevîlere saygı göstermişler, onları çok sevmişlerdir. Alevî ismini başlarının üstünde taşımışlardır. Çünki Alevî demek, Seyyidler ve Şerîfler demekdir. Ya’nî Peygamber efendimizin soyundan olanlara Alevî denirdi. Bu Alevîler sevilmez mi? Elbet, hepimiz çok severiz. İslâm düşmanları, müslimânların Alevîleri çok sevdiklerini görünce, müslimânları aldatmak için hurûfîlere Alevî dediler. Hurûfîler, dört halîfeye ve hazret-i Mu’âviyeye la’net ediyorlar. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh”, Peygamber efendimizin Eshâbındandır. Hem de kayın birâderidir. Ya’nî Peygamber efendimizin Ehl-i beytindendir. Hazret-i Ömerin ve hazret-i Osmânın ve hazret-i Alînin halîfelikleri zemânında, Şâm vâlîsi olan ve Rum orduları ile cihâd eden bir islâm mücâhididir. Hazret-i Hasen, hilâfeti kendi arzûsu ile hazret-i Mu’âviyeye bırakdı. Onu halîfe olmağa lâyık görmeseydi, hilâfeti bırakmazdı. Onunla harb ederdi. Hazret-i Hasen, lâyık olmıyan birine hilâfeti bırakdı, demek, hazret-i Haseni kötülemek olur.

Peygamber efendimiz (Eshâbımı seviniz! Eshâbıma düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur) buyurdu. İşte biz hakîkî müslimânlar, hazret-i Mu’âviyeyi bunun için çok seviyoruz. Ehl-i beytden olduğu için de Onu çok seviyoruz. Çünki, biz hakîkî müslimânlar, Muhammed aleyhisselâmın Ehl-i beytini çok severiz. Mezhebsizler de, hazret-i Alînin Ehl-i beytini sevdiklerini söylüyorlar. Ehl-i bey-ti, hazret-i Alî için seviyorlar. Biz hakîkî müslimânlar ise, Muhammed aleyhisselâmın Ehl-i beyti diyoruz. Ehl-i beyti, Muhammed aleyhisselâm için, seviyoruz. Hazret-i Alîyi de, Ehl-i beytden olduğu için, çok seviyoruz.

Hiçbir müslimân, Muhammed aleyhisselâmın Ehl-i beytine iftirâ, bühtân etmemişdir ve etmez. Emevî halîfelerinden birkaçı ve Abbâsî halîfelerinin çoğu, Ehl-i beytin torunlarından birkaçının kıymetini bilemedi. Dünyâ geçimsizliği için, O mubârekleri incitdiler. Fekat aslâ galîz küfr ve bühtân etmediler. Ehl-i beyti incitmeleri de, araya karışan zındıklar yüzünden oldu. Mal, mevkı’ sâhibi olmak, iktidârı ele geçirmek ve islâmiyyeti içerden karışdır-

-167-

mak, bozmak istiyen politikacılar, kendilerine partizan toplamak, güç kazanmak için, Ehl-i beytin adamı şekline büründüler. Ehl-i beyt imâmı adına siyâsete atıldılar. Fitne ve karışıklık çıkardılar. Kendileri cezâlarını bulurken, Ehl-i beyt imâmlarının “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” da incinmelerine sebeb oldular.

Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” Ehl-i beyt soyundan olanlara çok saygı gösterirdi. Bunlara hediyye verirdi.

Ehl-i beyt torunlarından birkaçına saygısızlık yapanlar kötülenemez. Kâfir denemez. Çünki, bu torunlar arasında da, birbirlerine saygısızlık, hattâ işkence edenler, hattâ iftirâ edenler oldu. Bunun için, hiçbirine dil uzatamayız. Dinde bizlerden önce olanların kusûrlarını konuşmamız doğru değildir.

Yurdumuzdaki müslimân alevîler, mezhebsizlerin çirkin sıfatlarından münezzehdir. Onların çirkin, kötü sıfatlarını belirtmek için, târîhden bir vesîka vermeği uygun buluyoruz:

Osmânlı devletinin şeyh-ül-islâmlarının elliyedincisi Yenişehrli Abdüllah efendinin (Behcetül-fetâvâ) kitâbındaki fetvâsında diyorki, (Müslimânların anası, Âişe-i Sıddîkaya “radıyallahü anhâ” kazfeden, ya’nî zinâ etdi diyen ve hazret-i Ebû Bekrle, hazret-i Ömere söğen ve la’net eden ve halîfe olduklarına inanmıyan ve Eshâb-ı kirâmdan çoğuna kâfir diyen ve oniki imâm, Peygamberlerden dahâ üstündür diyen ve Ehl-i sünnet olan müslimânları öldürmek mubâhdır, diyen ve bunlar gibi dahâ nice küfre sebeb olan bozuk inançları olan bir kimse, islâm milletine, dâhil midir, değil midir? Bunlarla harb etmek meşrû’ mudur ve öldürülenleri ne olur?

Cevâb: Îrânın, Irakın ve Sûriyenin ba’zı yerlerinde bulunan hurûfîler, millet-i islâmdan hâricdirler. Mürted sayılırlar. Onlarla harb etmek vâcibdir. Lüzûm ve fâide görülmedikçe, kendi hâllerine bırakılmaları câiz değildir. Ölüleri Cehennemlikdir. Cenâze nemâzları kılınmaz. Müslimânların mezârlıklarına gömülmezler.)

İki sahîfe sonraki fetvâsında buyuruyor ki:

Cevâb: (Seyyid denilmesi, bir insanı mürted olmakdan kurtarmaz). Ehl-i sünnet düşmanlığında aşırı gidenlere seyyid diyorlar. Bu seyyidler, hakîkî seyyid değildir.

Allahü teâlâ, yurdumuzda bulunan sünnî ve alevî ismindeki din kardeşlerimizi, bozuk, bölücü sözlere aldanmakdan korusun. Hepimizin, hak yolda, doğru yolda birleşmemizi, sevişmemizi nasîbeylesin! Âmîn.

Mâl sâhibi mülk sâhibi,

hani bunun ilk sâhibi?

-168-