Herşeyin Rabbi olan, ya’nî herşeyi yaratan ve yetişdiren Allahü teâlâya hamd olsun! Bizlere kurtuluş yolunu gösteren, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma iyilikler ve selâmetler olsun. Onun yakınlarına ve Ona inanıp, güzel, ışıklı yüzünü görmekle şereflenen Eshâbına da, hayrlı düâlar olsun!
İnsanlar için bir imtihân yeri olan ve iyi ile kötünün karışdığı bir meydân olan bu dünyâda, doğru yoldan sapmış, kötülüğe kaymış, yetmiş iki çeşid fırka arasında, şeytâna en çok uymuş ve nefsine aldanmış olan, hattâ şeytânı bile geride bırakmış olan sapık fırka, Eshâb-ı kirâmı sevmiyen kimselerdir. Bunlar, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” akrabâsını, evlâdını aşırı seviyor görünmekde, en büyük ibâdet, bunları sevmekdir demekdedirler. (Sizlere dîn-i islâmı getirdiğim için, bir karşılık istemiyorum. Yalnız bana yakın olan Ehl-i beytimi sevmenizi istiyorum) meâlindeki âyet-i kerîmeye yapışıyoruz diyorlar. Hâlbuki, yapışdıkları kötü yolun temeli, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbını “radıyallahü anhüm ecma’în” kötülemek, bu din büyüklerine söğmekdir. Bunlardan birçoğu taşkınlıkda dahâ ileri giderek, Resûlullah efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” ve hattâ, Allahü teâlâdan vahy getiren, emîn melek olan Cebrâîl aleyhisselâma da dil uzatmakdadır. Bu kötü hareketlerini ibâdet saymakdadırlar.
Tüccâr ismi altında Îrâna gelen yehûdî din adamları, müslimânları yoldan çıkarmak için, gece gündüz çalışmakda, herkesi kurtarmağa uğraşıyoruz diye övünmekdedirler. Çok kurnaz olanları hoca, şeyh şekline girip, köy köy dolaşıyor, gitdikleri yerlere bozuk zehrli sözler yayıyorlar. Zenginleri de, bütün mallarını, paralarını bu yolda dağıtmakdadırlar. Hattâ, müslimânların halîfesi, Osmânlı Türklerinin büyük pâdişâhı olan ikinci sultân Abdülhamîd hânın [1258 (1842)-1336 (1918) sultân Mahmûd türbesinde] “rahmetullahi aleyh” yâveri [müşir] mareşal Muhammed Nâmık pâşa hazretleri [1219-1310], bu kitâbı yazan fakîre dedi ki: (Bağdâd vâlîsi bulunduğum zemânlarda, yehûdî din adamlarının,
bozuk düşüncelerini yaymak için, yüzbinlerce kitâb basdırıp, Îrân ve Irak köylerine, el altından yaydıklarını gördüm. Bunları toplatıp, nehre atdırdım. Böyle yehûdî bozuk kitâblarının yazılmasını,yayılmasını önledim). Önlemeğe çok uğraşıldığı hâlde, ortalığı karışdırmakdan, insanları bozmakdan geri kalmadılar. Bugüne kadar, bu yolda mal ve can fedâ etmekden çekinmediler.
[Müslimân ismi taşıyan islâm düşmanlarına (Zındık) denir. Zındıkların, binbir yalan ile yazdıkları ve herkesi aldatmak için, her yere yaydıkları zararlı kitâblarından biri ve belki en kötüsü (Hüsniyye) adındaki bir risâledir. Mürtedâ isminde bir yehûdî, şî’î din adamı şekline girerek, bu kitâbı arabî olarak yazmış, 436 [m. 1044] da ölmüşdür. İbrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfî arabîden fârisîye terceme etmiş, 958 [m. 1551] de ölmüşdür. Sonra türkçeye çevrilmiş olup, İstanbulda ve Anadolunun hemen her yerinde el altından, gizlice yayılmakdadır. Taş basması ele geçirilip, göz gezdirildikde, içinde doğru bir yazı görülmedi. İmkân ve ihtimâli olmıyan vehm ve hayâl ile uydurulmuş aslsız astarsız düzme bir risâle olduğu anlaşıldı. Îrânda, hurûfî babalarının elinde dolaşan bu uydurma kitâbın 1958 de İstanbulda türkçe basdırılarak, açıkça satılmakda ve okuyan ba’zı zevallıları zehrlemekde, doğru yoldan kaydırmakda olduğu hayret ile görülmekdedir. Çok şükr ki, asîl ve temiz halkımızın bu uydurma yehûdî kitâbını almadığını, satılmadığını anlamış bulunuyoruz.
Ehl-i sünnet ve cemâ’atdan olan temiz müslimânların ve azıcık aklı ve ilmi olanların, böyle yazılara aldanmıyacağı meydânda ise de, bozuk şeylerin doğru, iyi maskesi altına bürünmeleri, yaldızlı, süslü yazılarla örtülmeleri, okuyanları her zemân, şaşırtabilir. Bu kitâbın baş tarafı da hîle ile, yaldızlı yazılarla donatılmışdır.]
Ehl-i sünnete göre, Ehl-i beyt-i Nebevîyi, ya’nî hazret-i Alîyi ve Onun evlâdını “radıyallahü anhüm ecma’în” çok sevmek lâzımdır. Bunları sevmek, son nefesde îmân ile gitmeğe sebeb olur. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları, bunların sevgisini öven yazılarla doludur. Hüsniyye kitâbını yazan Mürtezâ ismindeki Acem yehûdîsi de, bunu bildiği için, bir kurnazlık yaparak, kitâbının başına, Ehl-i beytin sevgisini, onları çok sevdiğini yazmış. Câhil halk, bu yaldızlı yazıları okuyunca, müslimânlık demek, Ehl-i beyti sevmek demek imiş. Bu ise, elbet güzel bir şeydir, diyerek, kitâbın hepsini doğru sanır. Kitâbın, Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve Ehl-i sünnet âlimlerini kötülemesini, bu din ulularına dil uzatılmasını da doğru sanarak, doğru yoldan kayar.
Müslimânları böyle büyük felâketden, sonsuz uçuruma sürüklenmekden korumak için, bu risâledeki ve buna benzer zehrli kitâblardaki yazıları akl ile, ilm ile çürütmek için, Hindistânda fârisî dil ile yazılmış ve basılmış olan (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbı, dîn-i islâmın koruyucusu, mü’minlerin imdâdlarına koşucu olan pâdişâhımız, efendimiz sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin emrleri ile türkçeye çevrilip yayılmakda ise de biz, (Hüsniyye) kitâbına ayrıca bir reddiyye yazmağı uygun gördük. Bu reddiyemize, (Tezkiye-i Ehl-i beyt) adını verdik. [(Hüsniyye) kitâbındaki bozuk yazılara, (Eshâb-ı Kirâm) kitâbımızda da,
81.ci sahîfeden i’tibâren, geniş cevâblar vardır.] [Tuhfe-i isnâ aşeriyye kitâbı fârisî olup 1266 [m. 1850] da Hindistânda basılmışdır. İstanbulda, Üniversite kitâblığında mevcûddur. Hindistânda 1239 [m. 1823] da vefât eden, Gulâm Halîm şâh Abdül’azîz Dehlevî tarafından yazılmışdır. Şî’îleri anlatan bu kitâb, 1309 da bir dahâ basılmışdır. Abdül’azîz-i Dehlevî meşhûr âlim, Veliyyullah Ahmed bin Abdürrahîm-i Dehlevînin (1114-1180) oğludur]. Hüsniyye kitâbının tercemesine bakılınca, terceme edenin, Acem olmadığı, Ehl-i sünnet evlâdından olduğu hâlde, yolunu sapıtmış, İstanbulda, Osmânlı kâtiblerinden biri olduğu anlaşılmakdadır. Gerek bunu, gerekse bu kitâbı okumak tâli’sizliğine kapılan gençleri sonsuz felâkete düşmekden kurtarmak için, bu reddiyyeyi, Allahü teâlâya sığınarak kaleme alıyoruz. [Bu Tezkiye-i Ehl-i beyt reddiyyesi, 1295 [m. 1878] senesinde, İstanbulda basılmışdır. Bunu, İstanbulda Yeni kapı mevlevî hânesi şeyhi Salâhüddîn Osmân bin Nâsır Sanduklu efendi yazmışdır. 1301 [m. 1884] de vefât etmişdir. Babası Nâsır efendinin 1236 [m. 1821] da vefât etdiği (Kâmûs-ül-a’lâm)da yazılıdır.] 1-Hüsniyye kitâbının başında diyor ki, (İmâm-ı Ca’fer Sâdık [83-148 Medînede] “radıyallahü anh” hazretlerini çok seven bir tüccârın Hüsniyye adında gâyet güzel bir câriyesi varmış. Bu câriye, yirmi yaşına gelinciye kadar, İmâmın yanında kalarak bütün ilmleri öğrenmiş, İmâmın vefâtından sonra, tüccâr iflâs edip, câriyesini halîfe Hârûnürreşîde satmak istemiş. [Hârûnürreşîd, beşinci Abbâsî halîfesidir. 148 de tevellüd, 193 de Tus şehrinde vefât etmişdir. 170 de halîfe oldu.] Halîfe, kızın güzelliği karşısında donakalıp, değerini sorar. Elli bin altın denir. Bu câriyenin ne ma’rifeti var ki, bu kadar istiyorsun, deyince tüccâr halîfeye bunun ilmini, üstünlüklerini sayar. Âlimler karşısında imtihân edilmiş.Âlimlerden üstün çıkmışdır. Hepsini susdurmuşdur. İçlerinde, İmâm-ı Ebû Yûsüf Ya’kûb bin İbrâhîm [113-182 Bağdâdda] ve İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi’î [150-204 Mısrda] olduğu hâl-
de, hâzır bulunan âlimler ve müctehidler buna cevâb verememiş. Basrada İbrâhîm Hâlid adındaki âlim hepimizden üstündür, çok kitâb yazmışdır. Buna ancak o cevâb verebilir, demişler. İbrâhîm getirilmiş. Uzun konuşma sonunda, o da rezîl olmuş.) diyor.
Bu câriye, tüccârın olduğu hâlde, başka bir erkeğin yanında yıllarca yalnız kalması, ba’zı mezheblerde câiz değildir. Hanefî mezhebinde de hiç câiz olmaz. (İbni Âbidîn) beşinci cild, ikiyüzotuzbeşinci sahîfede yazılıdır. İmâm-ı Ca’fer Sâdık “radıyallahü anh” gibi vera’ ve takvâsı meşhûr olan sâlih bir zâtın, başka bir adamın böyle genç ve güzel bir câriyesini yıllarca yanında bulundurduğunu, ona ders verdiğini, böylece harâm bir işe devâm etdiğini söylemek, O büyük imâma iftirâ etmek olur. Kendisi müctehid olduğu için, câiz olmasını ictihâd buyurmuş olabilir denilirse, senelerle hizmetinde ve terbiyesinde bulunarak, ilm, fadl ve kemâl sâhibi olmuş bir câriyenin hürriyyete kavuşmakdan mahrûm kalmasına ve sonunda satışa çıkarılmasına mâni’ olmamak bu büyük imâma nasıl yakışdırılabilir? Bütün din âlimlerine ve müctehidlere, üstün gelecek, hepsini susduracak kadar, bütün ilmleri öğrenmek, derin bir akl, zekâ ve kâbiliyyet bulunduğunu gösterir. İmâm hazretlerinin, böyle bir câriyenin kıymetini bilmiyerek, bunun esîr, köle olarak ellerde dolaşmasını önlememesini yazmak, bu yüce imâmı lekelemek, mürüvvetsiz demek olur. Böyle yazmak, Ehl-i beyti sevmek değil, Ehl-i beyte düşmanlık etmekdir. Hüsniyye kitâbını yazan yehûdînin bu yazısı, Celâleddîn-i Rûmînin “kaddesallahü sirrehül’azîz” Mesnevîsinde yazılı (alnındaki sineği koğmak için, adamın başına koca taş atıp onu öldürmek) gibi ahmakça bir buluşdur. Bundan başka, kadınların seslerini erkeklere duyurması harâmdır. Ba’zı âlimler, ihtiyâc zemânında, ihtiyâc olduğu kadar ve sert, ağır konuşmaları câiz olup fazlası yine câiz olmaz, dedi. Nitekim (Dürrülmuhtâr)da ve şerhinde ikiyüzyetmişikinci sahîfede uzun yazılıdır. Böyle iken ve yazılı anlaşmak mümkin iken, bir kadının yüzlerce erkek karşısında yükseğe çıkıp sâatlerce konuşmaları, bunun iffet ve ismetinde şübhe uyandırır. Bu hâl, yüzlerce din âliminin ve müctehidlerin fâsık olmasını da gösterir. Bu ise, hiç bir müslimânın inanacağı bir şey değildir. Hüsniyye kitâbının yazarının islâmiyyeti bilmediğini göstermekdedir.
2-(Hüsniyye, Kur’ân-ı kerîmden âyetler okuyup, Hadîs-i şerîflerle îzâh ederek, öyle cevâblar verdi ki, huzûrundaki âlimler cevâbdan âciz kaldılar, susdular. Bu hâl, Hârûnürreşîdi hiddetden deliye çevirdi. Hüsniyyenin Bağdâd âlimlerini susduruşu, şehrde günlerce çalkandı) diyor. Kitâbın bu yazısında süâllerin, cevâbların hiçbiri bildirilmemiş ki, müctehidlerin cevâb veremiyeceği,
derin ve güç sorular olup olmadığı anlaşılsın. Hâlbuki, sapıkların nice sözlerine, her iftirâlarına Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yalnız kendileri değil, yetişdirdikleri binlerle talebeden herbiri çeşidli cevâblar vererek, hepsini rezîl etdikleri, eldeki sayısız kitâblardan güneş gibi meydâna çıkmakdadır. Bunu herkes görmekdedir. Talebelerinin üstünlüğü böyle iken, îmân ve ibâdetler üzerinde temel bilgileri koymuş, üsûller, metodlar kurmuş, din problemlerini sağlam, sarsılmaz temeller üzerine oturtmak kudretini göstermiş bulunan derin âlimlerin, bir câriyenin süâllerine hiç cevâb veremeyip, rezîl, aşağı duruma düşeceklerine, aklı başında olan kimsenin inanamıyacağı meydândadır. Müctehidlerin üstünde, dahâ yüksek âlimin bulunmadığı ise, her fırkadaki bütün müslimânların bildiği bir gerçekdir. Basrada İbrâhîm Hâlid adında yüksek bir âlimin bulunduğu ise, hiçbir kitâbda görülmemişdir. Hüsniyye kitâbını yazan yehûdî, Ebû Sevr İbrâhîm bin Hâlidi işiterek bu hikâyeyi uydurmuşdur. Fekat Ebû Sevr, Bağdâdda doğup, Bağdâdda yaşamış, Bağdâdda 240 da vefât etmişdir. Basrada beşyüz âlime ders okutması şöyle dursun, önce İmâm-ı a’zamın talebesinden, sonra imâm-ı Şâfi’îden Bağdâdda ders almışdır.
3-Câriye gûyâ demiş ki, (Resûlullahın vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm, Ebû Bekri halîfe yapdıkları için kâfir oldular. Bunun için Eshâbı söğmek, kötülemek lâzımdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, Eshâbım, benden sonra, çok hadîs bildirecekdir. Bu hadîslerin çoğu uydurma olacakdır. Ehl-i beytimden olmıyan Eshâbımın sözlerine güvenmeyiniz!) (Benden sonra ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan biri kurtulacakdır. Kalan yetmişikisi Cehenneme gidecekdir. Bu bir fırka, benim ve eshâbımın yolunda gidenlerdir) Hadîs-i şerîfini değişdirerek, benim ve Ehl-i beytimin yolunda gidenlerdir şeklinde bildiriyor. Bu câriye, Mu’tezile bozuk fırkasına kayarak:
(İnsanların istekli hareketlerinde ve Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olup, sonsuz olmadığında çeşidli şeyler sorup, müctehidlerin cevâb veremediklerini, orada bulunan binlerle dinleyici, Ehl-i sünnet oldukları hâlde, bunların yüzüne tükürdükleri, bütün Bağdâdlıların câriyeyi alkışladıkları ve halîfe de dinlerken, halîfe olmak yalnız Ehl-i beytden oniki imâmın hakkıdır. Bunlardan başka kimsenin halîfe olması doğru değildir. Ehl-i sünnet ise, her fâsık ve kötü kimseyi halîfe yapıyor diyerek oradaki binlerle Ehl-i sünnetden dinleyiciye la’net etdiği ve hazret-i Ebû Bekrin halîfe olmasını, hazret-i Alî ile altı aded Sahâbenin kabûl etmeyip, bu yolda çarpışma olduğunu ve Alî tarafındakilerin yirmiikiye çık-
dığını, bu yirmiiki kişiden başka Eshâbın hepsine ve Onları sevenlere ve Onların yolunda giden müctehidlere ve âlimlere ve bütün Ehl-i sünnete, herkesin önünde kâfirdirler ve kâfirlerden de dahâ kötüdürler diyerek bunlara la’net etmenin en kıymetli ibâdet olduğunu bildirirken, halîfe Hârûnürreşîdin neş’elendiği, keyflendiği, arasıra câriyenin üzerine altın saçarak ona kıymet verdiğini böylece gösterdiği, alçak ve gülünç kelimelerle ballandıra ballandıra yazılıdır.)
Tevbe sûresi, yüzüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ Onlardan râzıdır. Onlar da, Ondan râzıdırlar) buyuruldu. Burada, Eshâb-ı kirâmın hepsini, ya’nî Muhâcirlerin ve Ensârın hepsini sevdiğini, beğendiğini bildiriyor. Ahzâb sûresinin altıncı âyetinde meâlen, (Onun zevceleri, mü’minlerin analarıdır) buyuruldu. Burada, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek zevcelerini “radıyallahü teâlâ aleyhinne ecma’în” medh ve senâ ediyor. Bu âyet-i kerîmelere karşı gelerek, bu din büyüklerine yalancı demek, bunların bildirdiği Hadîs-i şerîflere güvenilmiyeceğini söylemek, aklı olan kimsenin inanacağı bir söz değildir. Bu sözleri, ancak dîn-i islâmı lekelemek, yıkmak istiyen sinsi düşmanlar, yehûdîler söyliyebilir.
Mu’tezile fırkasından işiterek, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu, insanların işlerinin mahlûk olmadığını isbât etmek için sorduğu bildirilen süâllere, müctehidlerin yetişdirdiği talebenin herbiri tarafından çok güzel ve şübhe bırakmıyan cevâblar verilmiş, bu yolda binlerce kıymetli kitâb yazılmış, çoğu yabancı dillere çevrilerek, dünyâ bilginlerini hayrân bırakmışlardır. Böyle olunca, câriyenin bu süâllerine müctehidler cevâb veremedi, şeklindeki yaldızlı yuvarlak sözlerle, ancak ahmaklar aldatılabilir. Aklı olan, bu yazıların yalan ve iftirâ olduğunu, islâmiyyeti yıkmak için, din düşmanının, yehûdîlerin perde arkasından yapdığı hücûmlar olduğunu hemen anlar.
Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu ve insanların kötü işlerini Allahü teâlâ yaratmayıp, insanların her istediğini kendi yaratdığını göstermek için, Mu’tezilenin Ehl-i sünnete karşı olan süâllerini yazıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim” bunlara verdikleri kesin ve susdurucu cevâbları yazmamış, gizlemişdir. Hâlbuki, Ehl-i sünnetin cevâbları, kelâm kitâblarımızda uzun yazılıdır. [Adı geçen (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbında da yazılı olduğu gibi, (Eshâb-ı Kirâm) ve (Mektûbât Tercemesi) kitâblarında da yazılmış olduğundan, burada tekrâr etmemeği uygun gördük.]
Hârûnürreşîd, Abbâsî halîfelerinin en âlimi, en cesûru ve en
âdili idi. Böyle bir halîfenin huzûrunda ve âlimlerin ve devlet adamlarının karşısında, bir câriyenin halîfeye, hak üzere halîfe olmadığını söylemesi ve orada bulunan binlerle seçme kimseye, siz bir fâsıkı, fâciri halîfe yapmışsınız, diyerek, halîfeyi kötülemesi aklın kabûl edeceği birşey değildir. Halîfenin bu sözleri gülerek, seve seve dinlediğini ve câriyenin başına altın saçacak kadar keyflendiğini yazması ise, o kadar saçma ve uydurmadır ki, buna çocuklar bile inanmaz, ancak gülerler. Câriyenin bu sözlerle âlimleri susdurduğuna, kimsenin cevâb veremediğine, orada bulunanların ve bütün Bağdâddaki Ehl-i sünnet halkın sevindiğini ve müctehidleri tartakladıklarını yazması da, müctehidlerin ve halîfenin ve bütün ehâlinin Mu’tezile mezhebini kabûl etdiğini, Ehl-i sünnet mezhebini beğenmediklerini göstermekdedir. Hâlbuki Hârûnürreşîdin ölünceye kadar Ehl-i sünnet mezhebinde bulunduğunu, Ehl-i sünnet âlimlerine son derece saygı gösterdiğini, her işini onlara danışarak yapdığını bütün kitâblar, târîhler sözbirliği ile bildiriyor. Onun zemânında Bağdâd halkının Mu’tezile mezhebine sapdığını bildiren hiçbir yazı, hiçbir alâmet ortada yokdur. Evet Hârûndan çok sonra gelen bir iki halîfenin, halkı Mu’tezile mezhebine sokmak istediği bildirilmekde ise de, bu işi başaramadıkları, bütün Irak ve Îrân halkının, şâh İsmâ’il zemânına kadar, Ehl-i sünnet mezhebinde bulundukları meydândadır. Şâh İsmâ’îl-i Safevînin [892 de tevellüd, 930 [m. 1524] da öldü], Osmânlı devletine karşı durabilmek için, müslimânları parçalamak gâyesi ile, yeniden meydâna çıkardığı şî’îlik mezhebi ise, Hârûnürreşîdden yüzlerce sene sonra ortaya çıkmışdır. Görülüyor ki, Hârûnun ve ehâlinin, câriyeyi alkışlaması, büsbütün yalan ve iftirâdır.
4- Câriye (Önce, müt’a nikâhı yapılmakda idi. Sonra hazret-iÖmer bunu yasak etdi) diyor. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeyi aldığı gün, müt’a nikâhını yasak eyledi. Müt’a nikâhı demek, bir kadının belli bir zemân için istediği bir erkekle bir arada kalmak için sözleşmesi demekdir. Binlerle erkek arasında, değil fazîletli bir kadının, aşağı kadınların bile üzerinde konuşamıyacağı böyle bir sözü, İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinin terbiye etdiği, kâmil, iffetli, genç ve çok güzel bir kadının açık açık konuşduğunu söylemek, çok çirkin bir iftirâdır. [Müt’a nikâhının yasak edilmesi hakkında, (Eshâb-ı Kirâm) kitâbımızda ve bu kitâbın 5. ci kısmında geniş bilgi verilmişdir.]
5- Câriye demiş ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz Mekkeden Medîneye hicret buyuracağı gece, Eshâbdan hiç kimse, bu gece evinden çıkmasın demiş. Ebû Bekr-i Sıd-
dîk, Resûlullahın emrini dinlemeyip, evinden çıkıp, Resûlullahın arkasından gitmiş. Resûlullah, bunun arkadan gelmesini istemiyerek geri döndürmeği düşünürken, Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Ebû Bekrin, fesâd çıkarmak için geldiğini, eğer geri dönerse, Kureyş kâfirlerine haber vermek ihtimâli olduğunu bildirerek, Resûlullahı uyarmış. Tevbe sûresinin kırkıncı âyetindeki (Korkma! Allah bizimle berâberdir) denilmesi, Ebû Bekrin [hâşâ] kâfir olduğunu gösteriyormuş).
Şu yehûdînin sözlerine bakınız! Hâlbuki, târîh kitâbları sözbirliği ile diyor ki, Kureyş kâfirleri Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize ve Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân” karşı olan düşmanlıklarını günden güne artdırarak müslimânları muhâsara etdiler. Muhâsara üç sene sürünce, Eshâb-ı kirâmın ba’zısı, Medîne-i münevvereye, kimisi de Habeşistâna hicret etdi. Meselâ Kur’ân-ı kerîmin toplayıcısı olan Osman “radıyallahü anh” hazretleri [seksen iki yaşında iken otuzbeş yılında Medînede şehîd edildi] muhterem zevcesi hazret-i Rukayye [hicretin ikinci yılında Medînede vefât etdi] ile Habeşistâna giderken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunları görerek, (Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” zevcesi ile birlikde ilk hicret eden Lût aleyhisselâm idi. Benim Eshâbım içinde zevcesi ile ilk hicret eden de, sensin. Allahü teâlâ, seni Cennetde Lût aleyhisselâma arkadaş edecekdir) buyurmuşdu. Rukayye “radıyallahü anhâ” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ikinci kızı idi. Böylece, Mekke-i mükerremede, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Alîden başka kimse kalmamışdı “radıyallahü anhümâ”. Ebû Bekr de “radıyallahü anh” hicret etmek için birkaç kerre izn istemişdi. Fekat, (Sen benimle berâber hicret edersin) buyurularak izn verilmemişdi. Allahü teâlâdan, hicret için, izn bekliyordu. Kureyşin reîsi ve en azılı islâm düşmanı olan Ebû Cehlin teklifi üzerine Resûlullahı öldürmeğe karâr verdiler. [Ebû Cehlin asl adı Amr bin Hişâm bin Mugîredir. Kureyşin, Benî Mahzûm kabîlesindendir. Mahzûm bin Yaknata bin Mürrenin soyundandır. Kureyş, Resûlullahın onbirinci babası olan Fihrin ismidir. Mürre, Resûlullahın yedinci babasıdır. Ebû Cehl, Hicretin ikinci yılında Bedr gazâsında öldürüldü.] Kâtilin belli olmaması için her kabîleden oniki kadar sapık toplıyarak çarşambayı perşembeye bağlıyan gece, Resûlullahın evinin etrâfını kuşatdılar. Resûlullahı öldürmek için saldıracaklardı. O anda Allahü teâlâ hicret etmesi için emr verdi. Hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” kendi mubârek yatağına yatırıp, kendisi Yasîn sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesini okuyarak, sabâh olmadan çıkıp, kâfirlerin arasından geçip gitdi. Kâfirler, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” çıkıp gitdiğini göremedi. Öğleye kadar, anlaşılamıyan bir yerde kalıp, öğle vakti, Ebû Bekr-i Sıddîkın evine geldi. Ebû Bekrin oğlu Abdüllaha [birçok gazâlarda bulundu. Onbirinci yılda vefât etdi] tenbîh edip, hergün kâfirlerin arasında dolaşıp topladığı haberleri ve yiyecek içecek alarak, her gece mağaraya getirmesini emr buyurdu. O gece, Ebû Bekr-i Sıddîk ile birlikde evden çıkarak, Sevr dağındaki mağaraya gitdiler. Mağara içinde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek başını Ebû Bekrin dizine koyup uyudu. Mağaradaki deliklerden zehrli hayvan çıkıp da, Resûlullahı incitmemesi için, Ebû Bekr-i Sıddîk arkasındaki gömleği çıkarıp, parçalayarak, her parçası ile bir deliği tıkadı. Parça yetişmediği için, bir delik açık kaldı. Bu delikden bir yılan başını çıkarıp göründü. Ebû Bekr-i Sıddîk, yılanın dışarı çıkarak Resûlullahı incitmesini önlemek için, mubârek ayağını deliğe koydu. Yılan, mubârek ayağını ısırdı. Ayağını çekmedi. Fekat, acısından mubârek gözlerinden yaş akdı ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek parlak yüzüne damlayınca uyandı. Olanları anlayınca ısırılan yere mubârek tükürüğünü sürdü. Acısı hemen geçdi. Mağarada üç gece kaldıkdan sonra, Rebî’ul evvel ayının ilk pazartesi günü çıkıp, denize yakın yoldan deve ile Medîneye doğru yolcu oldular. Kudeyd denilen yerde birçadıra rastladılar. Çadırdaki Âtike adındaki kadından birşey satın almak istediler. Za’îf, sütsüz bir koyundan başka yiyeceği olmadığını söyledi. (İzn verirsen onu sağalım) buyurdu. Mubârek eli ile koyunun sırtını okşayıp besmele ile sağdı. O kadar çok süt çıkdı ki, bulunanların hepsi bol bol içdi ve kapları da doldurdu. Sonra kadının zevci gelip bu mu’cizeyi işitince, zevcesi ile birlikde müslimân oldu.
Bütün kitâblar hicreti böyle anlatıyor. Mekke şehrinde Ebû Bekr ile Alîden “radıyallahü anhümâ” başka hiçbir müslimân bulunmadığına göre, Resûlullah Eshâbına evden çıkmayınız diye emr etdi sözünün doğru olmadığı açıkça anlaşılmakdadır. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” iki yaş kadar küçükdü. Gençliklerinde arkadaş idiler. Çok sevişirlerdi. Bu sevgileri ölünciye kadar sürmüş ve hep artmışdır. Gece gündüz birbirlerinden ayrılmazlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” iki def’a Şâm tarafına teşrîf etdiği zemânlarda da birlikde bulunmuş idi. Bu kadar sevgiye, bağlılığa, fedakârlığa karşı Resûlullahın buna güvenmediğini yazmak, apaçık bir yalan ve iğrenç bir iftirâdır. Resûlullah, hicret edeceğini Ebû Bekre haber vermedi, diyor. Evi kuşatan kâfirler, Resûlullahın evden çıkdığını anlıyamadı. Ebû Bekr anlayıp
arkasına düşdü ise, bunu keşf ve kerâmet ile anlamış olması lâzım gelir. Hüsniyyenin sözü, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” keşf ve kerâmet sâhibi olduğunu göstermekdedir. Böylece keşf ve kerâmet sâhibi olan bir zâtın, Resûlullaha hiyânet ve ihânet edeceğini söylemek, akla uygun söz olur mu? Eğer hiyânet etmek isteseydi, ertesi Cum’a günü, kâfirler mağara kapısına geldikleri, mağara ağzındaki örümcek yuvasını görüp dünyâ yaratıldığından beri buraya adam girmişe benzemiyor, diyerek, içeriye girmek istemedikleri zemân, kâfirlere haber vermek fırsatı tam eline geçmemiş mi idi ve bu fırsatı kaçırır mı idi?
(Üzülme, Allahü teâlâ bizimledir) meâlindeki âyet-i kerîmenin ma’nâsını değişdirerek, çok alçak bir davranışla, Ebû Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü teâlâ anh” kötülemeğe âlet etmeğe kalkışmak, câhilliğin ve İslâm düşmanlığının en çirkef şeklidir. Buna cevâb bile vermeğe değmez.
6-(Hüsniyye, İbrâhim Hâlid ile uzun uzun konuşmuş. Ona birçok ince bilgilerden sormuş. O da, öteki müctehidler gibi, hiçbirine cevâb verememiş. Çok sıkışınca, Hüsniyyeye, halîfe olmak kimin hakkı idi demiş. O da ilk müslimân olanın hakkı idi deyince, ilk müslimân olan kimdi demiş. Hüsniyye, hazret-i Alîdir deyince, hazret-i Alî müslimân olurken çocuk idi. Çocuğun müslimân olması sahîh olmaz. Onun için ilk müslimân olan Ebû Bekr-i Sıddîkdır, demiş. Fekat Hüsniyye, hazret-i Îsâyı ve Mûsâyı ve İbrâhîmi anlatan âyet-i kerîmeleri okuyup, bunlar da çocuk iken müslimân olmuşlardı diyerek İbrâhîm Hâlidi ve Ehl-i sünnet âlimlerini çirkin kelimelerle söğmüş. Orada bulunanlardan imâm-ı Şâfi’î hazretleri bu câriyenin cezâlandırılmasını halîfeden istemiş. Halîfe bunun dileğine kulak bile asmayıp, onu ilm yolu ile mağlûb etmelerini emr etmiş).
Hâlbuki (Her çocuk, müslimân olmağa elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra, anaları, babaları yehûdî veyâ hıristiyân veyâ kitâbsız kâfir olmağa çevirir) Hadîs-i şerîfi Ehl-i sünnet arasında yayılmış, hemen herkes işitmişdir. Bu Hadîs-i şerîf var iken, İbrâhîm Hâlidin veyâ herhangi bir din adamının (hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” müslimân iken çocuk idi. Onun için bunun müslimânlığı doğru olmaz) diyeceğine ve bu çılgınca sözü yüzlerce âlimin işiterek kabûl edip susduklarına inanmak, beyâza kara diyene inanmak gibi çocukların bile güleceği birşeydir. Bu yazı da, kitâbın Hadîs-i şerîfden ve islâmiyyetden haberi olmıyan bir Acem yehûdîsi tarafından yazıldığını göstermekdedir.
7- Câriye, âlimleri rezîl ederek demiş ki, (Halîfe olmak hazret-i Alînin hakkı iken, üç halîfe, Onun hakkını elinden zor ile al-
dı. Selmân Fârisî ile Eshâb-ı kirâmdan beş altı kişi hazret-i Alî tarafında kalıp, üç halîfeye oy vermediler. Bu zâlimlerle yirmibeş sene uğraşdılar. Bu yüzden üç halîfe ve [Cennet ile müjdelenmiş olan] on kişi ve bunlara oy veren binlerce Sahâbî [hâşâ] kâfir oldular) demiş, bu din büyüklerine söğmüş, kaba, çirkin küfrler söylemiş.
Hurûfîler, hazret-i Alîyi aşırı sevdiklerini göstermek için, halîfeliği de araya karışdırıyor. Burada da, islâmiyyetin dışına taşarak, bozuk düşüncelere saplanıyorlar. Dikkat edilirse bunlar, islâmiyyetin emr etdiği hilâfeti, dünyâ saltanatı sanıyorlar. Saltanat sürmek, devlet reîsi olmak için, babası oğlunu, oğlu babasını öldüren kralların kurduğu tuzakları, çevirdikleri fırıldakları târîhlerde okuyup, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dört halîfesini de bunlara benzetiyorlar. Dört halîfenin, insanlara nasıl hizmet etdikleri târîhlerde geniş yazılıdır. Hilâfet de, bu demekdir.
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” efendimizin halîfe iken,arkasına bir çuval un alarak götürdüğünü, hazret-i Ömer görüpsebebini sormuşdu. Yâ Ömer! Çoluk çocuğumun ihtiyâçlarınıkazanmak lâzım değil mi buyurdu. Hazret-i Ömer, halîfenin bu cevâbını son derece beğenmekle berâber hayretle karşıladı. Resûlullahın halîfesinin bütün insanlara hizmet etmesi lâzımdır. Bu hizmeti yapabilmesi için beytülmâldan, ya’nî devlet kasasından halîfeye ma’âş verelim dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu sözü uygun görüp halîfeye beytülmâldan lâzım olan malın verilmesi kararlaşdırıldı. Ebû Bekr hazretleri, herkes gibi yaşayacak kadaralır, artarsa, geri verirdi. İkinci halîfe Ömer “radıyallahü anh” da böyle idi. İslâm orduları Kudüs-i şerîfi ve etrâfını aldıkları zemân Avrupa devletleri tarafından, Kudüse gönderilen çok bilgili ve tecribeli bir sefîr, halîfe ile konuşup, dilekleri kabûl edilmemişolduğu hâlde, kendi hükûmetine, hazret-i Ömerin ahlâkını, adâletini övmekden kendini alamamış ve (öyle bir pâdişâh ki, yüksek ilmi ile ve dehşeti ile birlikde, ne bir serâyı, ne de süslü elbiseleri yokdur. Elbisesine dikkat etdim. Onsekiz yerinde yama vardı. Böyle zînetsiz, gösterişsiz, hep harbe, gazâya hâzırlanan bir kahramâna karşı koyulmaz) dediği, Avrupanın teassub gütmeyen târîhlerinde yazılıdır. Celâleddîn-i rûmînin [604 hicrî yılında Belh şehrinde doğmuş, 672 [m. 1273] de Konyada vefât etmişdir] kırkyedibinden çok beyti bulunan (Mesnevî) kitâbı bütün yabancı dillere çevrilmişdir. Burada diyor ki, Rum imperatorunun gönderdiği sefîri, Medîneye gelince, halîfenin serâyını sorar. Bir kulübeyi gösterirler. Oraya gidince, halîfeyi bağçede, kuru toprak üstünde, bir taş parçasını yasdık yapmış yatıyor görür. Haz-
ret-i Ömer Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” uyanıp ilk bakışının dehşet ve şiddetinden sefîr titremeğe başlamışdır. Kendine gelip, konuşup, halîfeden ayrılırken, halîfenin muhterem zevcesi, bir yerden onsekiz dirhem gümüş para ödünç alıp, yapdığı bir hediyyeyi kendi tarafından sefîre verip imperatorun zevcesine göndermiş, imperatorun zevcesi buna karşılık, kıymetli ve mücevherlerle süslü hediyye göndermiş. Her işinde hak yoldan ayrılmayan halîfe, gelen bu hediyyeden yalnız onsekiz dirhem gümüş değerindeki parçasını zevcesine ayırıp, geri kalanını beyt-ül-mâla göndermişdir.
Ömer “radıyallahü anh” her yemeğini toprakdan çanak içerisinde yirdi. Birgün, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” halîfenin kızı hazret-i Hafsaya yalvararak, babasına şu haberi yolladılar: (Ey, mü’minlerin emîri olan babacığım! Birinci halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, ölünciye kadar münâfıklarla uğraşdı. Râhat bir nefes alamadı. Siz ise, şark ve garbda sayısız memleketler ele geçirdiniz. Ayağınıza, cihân pâdişâhlarından sefîrler gelerek sofralarınızda doymakdadır. Bunlara karşı, toprak çanakları bırakıp, bakır, metal takımlar kullanılsa uygun olmaz mı?). Eshâb-ı kirâmın böyle düşündüklerini arz eyledi. Halîfe hazretleri buna karşı (Ey kızım Hafsa “radıyallahü anhâ”! Bu sözü başkası söyleseydi, onu paylardım. Senden işitdiğime göre, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin içi ot dolu bir yatağı vardı. Mubârek vücûdu bu yatakda râhatsız olduğundan, bir gece yumuşak bir yatak döşediniz. Resûlullahı bu râhat döşek içinde yatırdınız. O gece kalkıp ibâdet etmekden mahrûm bırakdınız. (Bir dahâ böyle yapmayınız!) diyerek sizlere karşı üzüldüler. Feth sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Senin geçmiş ve gelecek kusûrlarını örtmek için...) buyuruldu. Afv ve mağfiret ile müjdelenmiş olan, şanlı bir Peygamberin hayâtı böyle olunca, sonunun nasıl olacağı belli olmıyan zevallı bir Ömer, Resûlullahın yaşadığı yoldan ayrılıp bakır kablardan yiyip içerek saltanat sürebilir mi?) buyurdu.
Ömer Fârûk “radıyallahü anh” Medînede, gündüzleri Asyadaki ve Avrupadaki ordularını idâre ve harb ihtiyâçlarını bulup göndermekle uğraşıp, geceleri de müslimânların malını, canını, ırzlarını korumak için sabâha kadar gezer, dolaşırdı. Bir gece, dolaşırken ağlayan bir ses işitdi. Oraya gidip sebebini sordu. Bir fakîr kadın (Ben kimsesizim. Buraya geleli iki gün oldu. Çocuklarım açlıkdan iki günden beri ağlıyor. Ateş yakdım. Çömleğe yalnız su koyup, size mama pişiriyorum, diyerek onları uyutuyorum!)dedi. Halîfe, üzüntüden ağlamağa başladı ve (Ömer helâk oldu!
Ömer mahv oldu) diyerek kendini aybladı. Gitdi. Et getirdi. Ateşi alevlendirmek için üflerken mubârek sakalı tutuşdu. Bunlar, masal değildir. Târîh kitâblarında yazılı olan vak’a ve olaylardır. Şimdi ba’zı kimseler sinema rejisörlerinin çevirdiği yapma filmleri, tabî’î vak’a imiş gibi seyr edip, İslâm târîhlerine mitoloji, hurâfe, hikâye diyor.
Dördüncü İslâm halîfesi olan hazret-i Alî “radıyallahü anh” da böyle idi. Vefât ederken, dünyâ malı olarak, geride Düldül adındaki, Resûlullahdan kalan katırı ile, Zülfikâr adındaki kılıncı ve mubârek gömleği kalmışdı. Bunlar da, bir yehûdîde rehn, ya’nî ipotek idi. Peygamberlerin sonuncusu ve âlemlerin efendisi olan Muhammed aleyhisselâm vefât ederken de, sac ağacından bir karyola, bir gömlek ve bir elbise bırakmışdı. Yirmi deve, yüz koyun ve yedi keçisinin sütlerini, Eshâb-ı kirâmın fakîrlerine verirdi. Kendi için bir evi dahî yok idi. Dört halîfe, hep Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gibi yaşadı. Onun yolundan hiç ayrılmadı. Dördü de, İslâmiyyetin emri olan halîfeliği, yük altına girer gibi kabûl eylemişdi ve ümmet, sözbirliği ile seçdiği ve istediği için halîfe olmuşlardı. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Hadîs-i şerîflerinde, (Ümmetimin oyları dalâlet üzerinde toplanmaz) ve (Mü’minlerin güzel dediği şeyi, Allahü teâlâ da güzel kabûl eder) buyurulmuşdur. Ümmetin seçdiği dört halîfeye, zor ile güç kullanarak halîfe oldular demek, çok büyük bir şaşkınlık, iğrenç bir iftirâdır. Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin halîfeliğe hevesli olmadığını, şu hâdise de açıkça gösteriyor. Şöyle ki, kâfirleri müslimânlara yaklaşdırmak, onların gönlünü kazanmak için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunlardan ba’zısına, beytülmâldan mal verirdi. Kendilerine mal verilen kâfirlere (Müellefe-i kulûb) denirdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” halîfe olunca, müellefe-i kulûbdan birisine, evvelce verildiği gibi, beytülmâldan bir mikdâr erâzî vermişdi. Bu kimse,Eshâb-ı kirâmın Ömeri çok sevdiğini görerek, bunu ileride halîfe seçeceklerini düşünerek aldığı tapu senedini buna da imzâlatmak ister. Senedi gösterince, hazret-i Ömer senedi alıp doğru halîfeye gelir ve beytülmâldan buna niçin toprak verdiğini sorar. Halîfe beytülmâldan müellefe-i kulûbe Resûlullah zemânında da erâzî verildiğini söyleyince, hazret-i Ömer, (O zemân müslimânlar za’îf olduğu için veriliyordu. Şimdi ise, o za’îflik ve mecbûriyyet kalmadı. Şimdi böyle birşey lâzım olsa bile, Eshâbdan altı-yedi kişi ile görüşüp danışdıkdan sonra verilebilir) dedi. Halîfe, busözü yerinde görüp, (Yâ Ömer! Halîfeliğe seçildiğim zemân, bu işe lâyık olmadığımı söylemiş ve kaçınmışdım ve senin dahâ uygun
olduğunu bildirmişdim. Fekat, Eshâb-ı kirâma dinletememişdim. Bu mes’elede de, benden üstün olduğun yine meydâna çıkdı. Halîfelikden çekilmek istiyorum. Bu hizmeti senin kabûl etmeni diliyorum) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh” kendisinin üstün olmadığını, halîfe olmağı düşünmediğini, yalnız bildiğini hâtırlatmak istemiş olduğunu arz eyledi. Halîfe hazretleri, ondan sonra, beytülmâl işlerinde danışmadan birşey yapılmamasını emr buyurdu.
Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, Eshâb-ı kirâmdan birkaçkimse gelip oğlu Abdüllah bin Ömerin, Eshâbın âlimlerinin ikincisi olduğunu söylediler ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Onu çok severdi, dediler. Kendinden sonra Onun halîfe yapılması için vasıyyet etmesini dilediler. Ömer “radıyallahü anh” bunlara, (Halîfelik ağır bir yükdür. Oğlumu bunun altına sokamam) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh”, hicretin yirmi üçüncü yılında, Eshâb-ı kirâmdan Mugîrenin kölesi Ebû Lü’lü adındaki bir kâfir tarafından kılınçla şehîd edildi. Yaralanınca, halîfe ta’yîn etmesi istenildikde, Eshâb-ı kirâmdan Osmân, Alî, Talha, Zübeyr, Abdürrahmân bin Avf ve Sa’d ibni Ebî Vakkâs “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” herkesden dahâ çok Resûlullahın sevgisini kazanmışlardır, buyurdu. Bunlar kendi aralarından Osmânı “radıyallahüanh” halîfe seçdiler. Üçüncü halîfe Osmân bin Affân oldu. Bunun zemânında ba’zı münâfıkların tahrik etmesi ile yer yer fitne ve ayaklanmalar oldu. Câhillerden, soysuzlardan bir grup Medîneye kadar gelince, Eshâb-ı kirâmdan ba’zısı halîfeye isti’fâ etmesini söyledi. (Kur’ân-ı kerîm okurken şehîd olacağımı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana haber vermişdi) buyurarak, kazâya rızâ, belâya sabr gibi meziyyetleri göstermişlerdi. Hicretin otuzbeşinci yılında, ba’zı kötü kimselerin halîfenin evine saldırdığını, imâm-ı Alî “radıyallahü anhümâ” işiterek yardımcı olmak ve korumak için iki oğlu Hasen ve Hüseyni birer arslan gibi halîfenin evine gönderdi. Her ikisi kılınçlarını çekerek kapıdan kuş uçurmadılar ise de eşkiyâdan beş-altı alçak arka tarafdan merdiven koyup içeri girdi. Resûlullahın haber verdiği gibi halîfe şehîd edildi. Alî “radıyallahü anh” bu acı haberi işitince, halîfeyi iyi koruyamadıkları için, iki oğlunu tekdîr ve hattâ mubârek eli ile vurmak istedi ise de, muhâfazada kusûr etmediklerini, azgınların başka tarafdan girdiklerini anlıyarak afv buyurdu.
Yehûdî kitâbı diyor ki, (Eshâb-ı kirâm, bu acı üzerine toplanarak hazret-i Alîyi “radıyallahü anhüm” sözbirliği ile halîfe seçdiler.) Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Talha ve Zübeyr ve dahâ birçok kimse, halîfeden kâtilleri yakalamasını ve islâmiyyetin emr etdiği
cezâyı vermesini istedi. Hazret-i Alî, ortalığın karışık olduğunu, bu karışıklıkda kâtillerin bulunamıyacağını, aranınca ikinci bir isyân çıkacağını, islâmiyyetin bu emrini, ancak ortalığın düzelmesinden sonra yapabileceğini bildirdi. Bunlar da, islâmiyyetin emrini yapmıyan halîfeye itâ’at olunmaz, dedi. İmâm-ı Alînin ictihâdı doğru idi. Karşı tarafda olanların da ictihâdlarına göre hareket etmesi lâzım geliyordu. Halîfenin, kendine uymıyanları zor ile itâ’ate getirmesi lâzım idi. Bu yüzden Cemel vak’ası, ya’nî deve muhârebesi oldu. Çok müslimân kanı döküldü. Bu zemân hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anhüm”, Şâmda vâlî idi. Deve vak’asına karışmadı. Şâmlıların kanının bu işe bulaşmasını önledi. Hazret-i Alî gâlib gelip, Şâmlıların da itâ’at etmesini isteyince, hazret-i Mu’âviye de ictihâd ederek, kâtillerin yakalanmasını ve cezâlarının verilmesini istediğinden ikinci olarak Sıffîn muhârebesi yapıldı.
Görülüyor ki, dört halîfeden hiçbiri hattâ Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri “radıyallahü anhüm”, halîfe seçiminde, aslâ dünyâ menfe’ati düşünmemiş, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için çalışmışlardır. Dört halîfe hiç râhatlarını düşünmeyip, gece gündüz islâmiyyete ve müslimânlara hizmet etmeğe uğraşmışlar, bu hizmeti Allah rızâsı için ve mecbûr kalarak kabûl etmişlerdir.
Hurûfîler, halîfeliği sultânlığa, krallığa benzetiyor. Böyle sandıkları için, hazret-i Alî, üç halîfenin hilâfetlerini kabûl etmedi. Yirmi beş sene, hiç durmadan bunlarla çarpışdı, diyorlar. Devlet başkanı olmak için yıllarca uğraşdı. Bunu istemedikleri için, Eshâb-ı kirâma karşı senelerce kin ve düşmanlık besledi sanıyorlar. Bunun için üç halîfeye ve bunlara oy veren binlerce Eshâba, kıyâmete kadar la’net etmelidir, diyorlar. Kendilerini doğru tanıtabilmek için, islâmiyyete ve akla uymayan ve hazret-i Alînin yüce şânına yakışmıyan şeyler uyduruyorlar.
8-Câriye demiş ki, (Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” halîfe olunca, hazret-i Fâtıma-tüzzehrânın hurma bağçesini zor ile elinden almış, hazret-i Fâtıma, buna gücenip ölünciye kadar EbûBekre düşman olmuş. Hattâ, öleceği zemân Ebû Bekr ile Ömerin cenâzede bulunmamaları için, kendisinin gece defn edilmesini vasıyyet eylemiş).
Bu bağçede sayılı birkaç ağaç vardı. Büyük bir orman olsaydı dahî, böyle birşey için, dünyânın malına, mülküne zerre kadar dönüp bakmadığı için, kendisine (Betûl) denilen Resûlullahın kızı, kadınların en şereflisi Fâtıma-tüz-zehrânın “radıyallahü anhâ” babasının Cennet ile müjdelediği üç halîfeye düşmanlık etmesi, afv ve ihsânda bulunmaması, bunlara [hâşâ] la’net etmesi ve müslimânlara da böyle olmalarını tavsiye eylemesi çok büyük bir
yehûdî iftirâsı ve pek derin bir gaflet uykusudur. Hazret-i Alî ile hazret-i Fâtımanın, bütün dünyâya yayılmış olan yüce şânlarını küçülten böyle iftirâları bu iki din büyüğüne yakışdırmak, bunları sevmek değil, belki düşmanlık etmekdir. Ancak yehûdîlerin yapacağı şeydir.
1238 senesinde tevellüd ve 1312 [m. 1894] de İstanbulda vefât edip Fâtih câmi’i şerîfi kıblesindeki kabristânda medfûn bulunan Lofcalı Ahmed Cevdet pâşanın “rahmetullahi aleyh” büyük (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbı, 1331 de İstanbulda basılmışdır. 369. cu sahîfesinde diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hayberde bulunan (Fedek) adındaki hurma bağçesini vakf edip, ne yapılacağını da ta’yîn buyurmuşdu. Bunun vâridâtının yabancı elçilere, müsâfirlere, yolculara verilmesini vasiyyet eylemişdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” halîfe olunca, bu vasıyyeti yerine getirdi. Fâtıma “radıyallahü anhâ” mîrâsını isteyince: Ben Resûlullahdan işitdim. (Bize [ya’nî peygamberlere] kimse vâris olamaz. Bizim bırakdığımız şey sadakadır) buyurdu. Resûlullahın yapdığını ben aslâ değişdirmem. Zîrâ, bir yanlış yola sapmakdan korkarım, dedi. Hazret-i Fâtıma (sana kim vâris olur?) dedi. Halîfe, çoluk çocuğum dedi. (Yâ ben, niçin babama vâris olmuyorum?) dedi. Halîfe de, (Ben senin baban olan Resûlullahdan işitdim. (Bize, kimse vâris olamaz) buyurdu. Onun için, sen de vâris olamazsın. Fekat ben, Onun halîfesiyim, Onun hayâtda iken verdiği kimselere ben de veririm. Senin her ihtiyâcını vermek, işlerini idâre ve hizmet etmek, benim vazîfemdir) dedi. Bunun üzerine hazret-i Fâtıma susdu. Bir dahâ, mîrâs lafı etmedi). (Kısas-ı Enbiyâ)nın yazısı temâm oldu.
Yeryüzünde bulunan Ehl-i sünnetin sayısı, her asrda, mezhebsizlerden katkat çokdur. Hurûfîler, kendilerinden katkat çok sayıda olan Ehl-i sünnete la’net ediyor, kâfir diyor. Onların bu cesâretine ve haksız sözlerine karşı, Ehl-i sünnet de, bunların mezhebsiz olduğunu söylerse, çok olan tarafın sözü doğru olmak uygun olur.
Hazret-i Alînin üç halîfeye “radıyallahü anhüm ecma’în” düşman olduğunu ve bir bağçe için hazret-i Fâtımanın Eshâb-ı kirâma la’net etdiğini söylemek, Kur’ân-ı kerîme de hiç uymamakdadır. Mâide sûresinin ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâ, kullarını birr ve takvâda, birbirlerine yardım etmeğe, birbirleri ile iyi geçinmeğe çağırıyor. Günâhda ve düşmanlıkda yardım etmeyiniz) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın birbirini sevmemesi, milyonlarla müslimânın birbirine kâfir demesi, la’net etmeleri, birr ve takvâ olmayıp günâh olur. Hazret-i Alînin ve hazret-i Fâtıma-
nın “radıyallahü anhümâ” bu âyet-i kerîmeye uymadıkları söylenmiş olur. Bunlar, hazret-i Ebû Bekrin hilâfetini kabûl etmemekle ve Eshâb-ı kirâma düşman olmakla, sonra gelen müslimânların birbirlerine kâfir diyeceklerine sebeb olacaklarını, böylece bu âyet-i kerîmeye uymıyan bir çığır açılacağını bilmiyorlardı. Eğer bilselerdi vazgeçerlerdi denirse, bunların üstünlüğü keşf ve kerâmetleri inkâr edilmiş olur.
Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” evlâdından ve Evliyânın büyüklerinden olan seyyid Abdülkâdir-i Geylânî [471 de tevellüd ve 561 [m. 1166] de Bağdâdda vefât eyledi] “rahmetullahi aleyh”, (Gunyet-üt-tâlibîn) adındaki kitâbında buyuruyor ki, (Şî’îlere göre hilâfet oniki imâma mahsûsdur. Bunlar ma’sûmdur. Günâh işlemezler. Keşf ve kerâmet yalnız kendilerinde görülür. Dünyâda, olmuş ve olacak herşeyi bilirler, derler). Kumların sayısına varıncaya kadar herşeyi bilen hazret-i Alînin, hazret-i Ebû Bekre oy vermediği için, milyonlarca ümmetin yoldan çıkacağını bilmediğini söylemek, bu inanışlarına uymaz. Böyle söylemek, zâten doğru da değildir.
Yukarıda, Ömer “radıyallahü anh” hazretlerinin halîfeliğini anlatırken, halîfeliğin ağır bir yük olduğu bildirilmişdi. Bir mü’minin, başka mü’minler, beni niçin seçmediler diye üzülerek, onlara düşmanlık etmesi mi, yoksa bu ağır yükü çok şükr bana vermediler diye sevinmesi mi doğrudur? Hele, onun düşmanlığından, müslimânlar arasında, kıyâmete kadar fitne ve fesâd çıkacağını biliyor ise, elbette, seve seve oy verip halîfeyi desteklemesi lâzım olur.
Âl-i İmrân sûresi yüzseksenbeşinci âyetinde ve Hadîd sûresinin yirminci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtı, ancak insanları aldatıcı şeylerdir) buyuruldu. En’am sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtı oyun ve boş şeylerdir. Allahdan korkanlar için, âhıret hayâtı elbette hayrlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz?) buyuruluyor. Enfâl sûresinin yirmisekizinci âyetinde ve Tegâbün sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi imtihân etmek için verildi. Allahü teâlâ, iyiliklerinize karşılık, size çok büyük ecr verecekdir) ve Tevbe sûresinin otuzsekizinci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtını âhıretden dahâ çok mu beğeniyorsunuz? Dünyâ hayâtında ele geçenler, âhıretdekilerden çok azdır) ve Kehf sûresinin kırkaltıncı âyetinde meâlen, (Mâl ve çocuklar, dünyâ hayâtının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevâbları, Rabbinin yanında dahâ iyidir) buyurulmuşdur. Dahâ böyle altmışaltı kadar âyet-i kerîmeler, dünyâ malına, mevkı’ine gönül bağlamama-
ğı tenbîh buyuruyor. Bu yolda sayısız Hadîs-i şerîfler de bildirilmişdir. Meselâ bir hadîs-i kudsîde, (Ey Âdem oğlu! Ömrünü dünyâyı toplamakda harcetdin. Cenneti hiç istemedin) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmeleri, ilm şehrinin kapısı olan hazret-i Alî ile kadınların en üstünü olan Fâtımatüz-Zehrâ “radıyallahü anhümâ” elbette herkesden dahâ iyi biliyorlardı. Bunların dünyâ mevkı’i için ve hurma bağçesi için üzülerek didişmeleri, kakışmaları hiç düşünülebilir mi?
Süâl: Bunların üzülmesi, didişmesi dünyâya düşkün olduklarından değildi. Hazret-i Ebû Bekrin ve Ömerin hilâfeti zor ile ele geçirdiklerini, böylece günâha girdiklerini görüp, bunları günâhdan kurtarmak için idi, denilirse:
Cevâb: En’am sûresinin yüzaltmış dördüncü ve İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Hiç bir günâhkâr kimse, başkasının günâhını da yüklenmiyecekdir) buyuruldu. Hazret-i Ebû Bekr ilehazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” ve Resûlullahın “aleyhisselâm” Eshâbının çoğu, [hiç olmıyacak şey ise de] bu işde bir günâh işlemiş olsalar bile, bu âyet-i kerîmeye göre, bundan hazret-i Alîye birşey dokunmayacakdır. Yine döğüşmesi, kakışması lâzım gelmez. Hele yüzmilyonlarla insanın Cehennemde sonsuz kalmasına sebeb olacak bir döğüşmeyi yapması, olacak şey midir?
Bu fakîr, [ya’nî Osmân efendi], şî’î âlimlerinden birine sordum ve Fâtıma “radıyallahü anhâ” hazretlerinin, hurma bağçesini vermedikleri için Eshâb-ı kirâma gücenmesi, dünyâyı sevmek demek olup câiz değildir, dedim. (Onun gücenmesi dünyâya düşkün olmasından değildi. Çirkin bir işin yapılmasını beğenmedikleri için idi) dedi. Bu kaçamak cevâbı ile, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” tertemiz kerîmesini lekelemiş oluyordu. Çünki islâmiyyete uygun olarak yapılan bir işi, ancak nefs-i emmâre çirkin sanır. Bunu hâtırlatdım ve aşağıdaki açıklamayı yapdım. Şaşkına döndü. Diyecek söz bulamadı. Şöyle ki: Târîh okuyan iyi bilir ki, bir gazâda İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” hazretleri, bir kâfiri yere yıkıp öldüreceği sırada, canından ümmîdini kesen bu adam, ağzında olan bütün pislikleri, İmâmın yüzüne püskürtmüşdü. Yüzü gözü pislik içinde kalan İmâm, kâfiri öldürmekden vazgeçmişdi. Gözleri dönmüş, aklı gitmiş olan kâfir, dahâ şaşırıp; niye durdun, korkdun mu, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” kâfiri bırakıp, (Seni önce müslimân olmadığın için, Allahü teâlânın emri ile öldürecekdim. Şimdi ise, yapdığın bu pislikden dolayı nefsim sana karşı düşman oldu. Şimdi öldürürsem, nefsim için öldürmüş olurum. Allahü teâlânın emrini değil, nefsimin is-
teğini yapmış olurum. Böylece, seni öldürmekle sevâb kazanacağım yerde, günâh işlemiş olurum) buyurdu. Kâfir, bu sözleri işitince, imâm-ı Alînin vicdânının dayanmış olduğu İslâm dîninin üstünlüğüne hayran kalarak, bütün kalbi ile Kelime-i şehâdet getirdi. Seve seve müslimân oldu. Birkaç dakîka önce, can düşmanları iken, şimdi kucaklaşarak kardeş oldular.
Evliyânın büyüklerinden olan İbrâhîm bin Edhem “rahimehullahü teâlâ”, doksanaltı yılında Belhde doğup, 162 [m. 779] de Şâmda vefât etdi. Önce Belh pâdişâhı idi. Saltanatı bırakıp, Mekke-i mükerremeye geldi. Sırtında odun taşıyarak ekmek parasını kazanırdı. Ölünciye kadar nefsi ile pençeleşdi.
Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi olan Fâtih Sultân Muhammed hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” sekizyüzotuzüç hicrî yılında doğdu. 857 [m. 1453] de İstanbulu Bizansdan alarak târîhde yeni bir çağ açdı. Sekizyüzseksenaltıda vefât etdi. Bunun babası, altıncı Osmânlı pâdişâhı olan Sultân ikinci Murâd hân sekizyüzaltı yılında tevellüd ve sekizyüzellibeş 855 [1451] de vefât etmişdir. Bursada medfûndur. Sekizyüzyirmidörtde pâdişâh oldu. Sekizyüzkırkyedi yılında, kendi arzûsu ile, saltanatı oğluna bırakarak kendisi Mağnisaya çekildi. Bir köşede ibâdet ile meşgûl oldu.
Hazret-i Alînin ve Fâtıma-tüz-Zehrânın, dünyânın vefâsızlığını anlamakda ve nefsle mücâhedede, adı geçen sultânlardan aşağı olmadıkları gün gibi meydânda iken, bunların dünyâ malı ve mevkı’i için üzüldüklerini ve hele kin beslediklerini, bir müslimânın söylemesine imkân yokdur. Bu iftirâların, Abdüllah bin Sebe’ adındaki münâfık bir yehûdî tarafından çıkarıldığına şübhe yokdur. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” zemânında Yemenden Mısra ve oradan Medîneye gelip müslimân olduğunu söyledi. İslâmiyyete, başkalarının yapamadığı zararı yapdı.
Âl-i İmrân sûresi yüzotuzüçüncü âyetinde meâlen, (Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennete girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennetin büyüklüğü gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hâzırlandı. Bunlar, az bulunsa da, çok bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler. Öfkelerini belli etmezler. Herkesi afv ederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever) ve Hucurât sûresinin onuncu âyetinde meâlen, (Mü’minler, birbirleri ile kardeşdir. Kardeşleriniz arasında sulh yapınız!) buyuruldu. Bunlar gibi dahâ otuza yakın âyet-i kerîmelerde, mü’minlerin birbirlerine öfkelenmemesi, birbirlerine iyilik ve ihsân yapmaları, afv etmeleri emr olunmakdadır. Hadîs-i şerîfde, (Birbirlerine merhamet edenlere, Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet edicidir. Yer yüzünde olanlara merhamet edi
niz ki, gökde olan melekler de, size merhamet etsin) buyuruldu. Buna benzer dahâ elli kadar Hadîs-i şerîfde öfkeyi yenmek, iyilik ve ihsân etmek emr edilmekde, insanlık vazîfeleri öğretilmekdedir.
İşte, hazret-i Alî ve Fâtıma-tüz-Zehrâ “radıyallahü anhümâ”, mevkı’ için ve birkaç hurma ağacı için öfkelenip, iyilik ve ihsân etmeyip, ölünceye kadar Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” düşmanlık etselerdi, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere uymamış olurlardı. Buna hiç ihtimâl var mıdır? Böyle yapdıklarını söyliyen bir kimse, her ikisinin yüksek şanlarını lekelemiş olur.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bu iki göz bebeğine hiçbir kusûr gelmemesi için, böyle saçma şeyler söylememiş, bu büyükleri sevmek, son nefesde îmân ile gitmeğe sebeb olur, diyerek çok sevilmelerini teşvîk buyurmuşlardır. Bu büyükleri Ehl-i sünnet mi, yoksa şî’îler mi doğru sevmekdedir? Akl ve insâf sâhibi olan herkes, bunu pek kolay anlıyabilir.
Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin kardeşler oldukları, birbirlerini ne kadar çok sevdikleri herkesçe bilinmekdedir. Meselâ Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” bir gün Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîfine gelmişdi. Buna çok iltifât buyurdu ve (Kıyâmet günü herkesin berâtı, ya’nî kurtuluş vesîkası, her işi ölçüldükden sonra verilir. Abdüllahın berâtı ise, dünyâda verilmişdir) Hadîs-i şerîfi ile bunu medh ve senâ buyurdu. Sebebi soruldukda, (Kendisi vera’ ve takvâ sâhibi olduğu gibi, düâ ederken “Yâ Rabbî! Benim vücûdümü, kıyâmet günü o kadar büyük eyle ki, Cehennemi yalnız ben doldurayım. Cehennemi insanla dolduracağım diye verdiğin sözün böylece yerine gelmiş olsun da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden hiç kimse Cehennemde yanmasın” diyerek din kardeşlerini kendi canından dahâ çok sevdiğini göstermişdir) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîkın da böyle düâ etdiği (Menâkıb-i çihâr yâr-ı güzîn) kitâbında yazılıdır. Hazret-i Alînin, müslimânları sevmesi, Abdüllah ibni Ömerin “radıyallahü teâlâ anhüm” sevmesinden katkat fazla olduğu şübhesizdir. Halîfe yapılmadığı için, milyonlarca müslimânın Cehennemde sonsuz yanmasına sebeb olacak bir sevgisizlik göstermesi imkânsızdır.
Tebük gazâsında ağır yaralanan Eshâb-ı kirâmdan birkaçı çok susamışdı. Bir müslimânın getirdiği bir bardak su, hangi yaralıya verildi ise, (önce, su istediğini işitdiğim din kardeşime ver) diyerek birbirlerine gönderdikleri ve suyu içmeğe sıra gelme-
den herbirinin şehîd olduğu, İmâm-ı Gazâlînin (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbında ve diğer kitâblarda yazılıdır. İşte, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” birbirini bu kadar çok seviyordu. Bütün gazâlarda canını ölüme atan imâm-ı Alî ve Resûlullahın sevgilisi olan Fâtıma-tüz-zehrânın “radıyallahü anhümâ” üç halîfeyi ve Eshâb-ı kirâmın çoğunu sevmemesi hiç düşünülebilir mi? Böyle olduğunu söylemek, Onlar için bir kıymet ve üstünlük olmayıp, âyet-i kerîmelerin ve Hadîs-i şerîflerin yasak etdiği bir kötülük ve alçaklık olur. Kendileri böyle, alçak, kötü işleri yapmakdan uzak ve tertemiz oldukları için, böyle sözlerin, islâm düşmanları tarafından uydurulduğu, yalan ve iftirâ olduğu anlaşılmakdadır. Bu konuda fazla bilgi istiyenlere, (Îmân ile ölmek için kardeşim, Ehl-i beytle Eshâbı sevmelisin) kısmını okumalarını tavsiye ederiz.
9-Câriye demiş ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin vefâtında, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” cenâze işleri ile uğraşırken, Ebû Bekr-i Sıddîk ile Ömer Fârûk “radıyallahü anhümâ” Ensârdan beş altı kişi ile, Sakîfe oğullarının çardağı altında toplanarak halîfeliği paylaşmağa başladı. Sonundahazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekrin elini tutup halîfe sen olacaksın dedi. Oradakiler de kabûl etdi: Hazret-i Ömer elinde yalın kılınç Medîne sokaklarında üç gün dolaşıp rastladığına, Ebû Bekrin halîfeliğini zorla kabûl etdirdi. Hazret-i Alî ikinci günü toplantı yerine gelip, içinizde bilgisi en çok olanınız, en üstün ve en kahramanınız benim. Ne hak ile, hilâfeti elimden alıyorsunuz. Dahâ nice sözlerle hakkını istemiş, kendisine yirmi kişi uymuş. Sonra, kendisi, Ebû Bekrin hilâfetini kabûl etmiş ise de, kalbi bunu istememiş).
Doğrusu ise, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, Eshâb-ı kirâmın hepsi bu derin üzüntü ile ne yapacağınışaşırdı. Üzerlerine çöken acıdan, dehşetden, kiminin dili tutuldu. Kimisi yerinden kalkamaz, sokağa çıkamaz oldu. Hazret-i Alîde, ayrılık ateşinden ne yapacağını şaşırmışdı. Hazret-i Ömer şaşkınlıkdan eline kılınç alıp, (Kim Resûlullah öldü derse, boynunu vururum) diyerek sokak sokak dolaşmışdı. Kötü niyyetli olan münâfıklar, bu kargaşalıkdan fâidelenmeğe kalkmışdı. Bu karışık hâli gören Ebû Bekr-i Sıddîk mescide gidip, minbere çıkarak, (Ey Resûlullahın Eshâbı! Biz Allahü teâlâya kulluk ediyoruz. O hep diridir. Hiç ölmez. Hiçbir zemân yok olmaz. Zümer sûresinin otuzuncu âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim! Birgün gelecek, sen elbette öleceksin. Onlar da elbette öleceklerdir) buyuruldu. Allahü teâlânın haber verdiği gibi, Resûlullah “sallal-
lahü aleyhi ve sellem” efendimiz vefât etmişdir), dedi. Böyle te’sîrli sözlerle nasîhat etdi. Eshâb-ı kirâmın şaşkınlıkları gidip, aklları başlarına geldi. Hattâ dinleyiciler arasında bulunan hazret-i Ömer, Ebû Bekr-i Sıddîkdan bu âyet-i kerîmeyi işitince, bu âyet-i kerîme, öyle hâtırımdan çıkmışdı ki, yeni nâzil oldu sandım buyurmuşdur. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, münâfıkların bir fesâd çıkarmak üzere olduklarını, kendilerinden birini halîfe seçmek için bir yere toplandıklarını sezerek, cenâze işlerini hazret-i Alîye bırakıp, halîfe seçmeği görüşen Eshâb-ı kirâmın yanlarına gitdi. Görüşme sonunda, oradakilerin hepsi, hazret-i Ebû Bekri halîfe seçdi. Resûlullahın vefâtının ikinci salı günü, hazret-i Alî de mescide gelerek hazret-i Ebû Bekre bî’at eyledi. Hazret-i Ebû Bekr, sözbirliği ile halîfe yapıldı.
Allahü teâlâ, kullarına gönderdiği kitâbların hepsinde, kibri ve gurûrlanmağı kötülemiş ve yasak etmişdir. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde, Nahl sûresinin yirmiüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, kibrli olanları elbette sevmez!) buyurmakdadır. İncîlde bildiriyor ki, havârîler, Îsâ aleyhisselâma sordu: Ey Allahın Peygamberi! İçimizde, hangimiz büyük, hangimiz küçükdür? Bu sorularına karşılık olarak, Îsâ aleyhisselâm: (En büyüğünüz, en küçükdür. En küçüğünüz de, en büyükdür) buyurdu. Böylece, kendini büyük gören küçükdür. Kendini küçük gören büyükdür demiş oldu. Peygamberlerin sonuncusu ve hepsinin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm da, birçok Hadîs-i şerîflerinde, kibrli olanları kötülemiş, alçak gönüllü olanları övmüşdür. Meselâ bir Hadîs-i şerîfde, (Allah rızâsı için tevâzu’ edeni, ya’nî kendini müslimânlardan üstün görmiyeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyurmuşdur. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyuruyor ki, Allahü teâlâ ilm gibi, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuşdur. Fekat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûsdur. Bu üç sıfatdan hiç bir mahlûkuna vermemişdir. Bu üç sıfatı, kibriyâ, ganî olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demekdir. Ganî olmak, başkalarına muhtac olmamak, herşey Ona muhtac olmak demekdir. Buna karşılık olarak kullarına üç aşağı, alçak sıfat vermişdir. Bunlar da, zül ve inkisâr, ya’nî aşağılık, kırıklık ile ihtiyâc ve fânî olmak, yok olmakdır. Bunun için kibrlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecâvüz etmek olur. Kullara kibrlenmek yakışmaz. En büyük günâhdır. Hadîs-i kudsîde, (Azamet ve kibriyâ bana mahsûsdur. Bu iki sıfatda, bana ortak olmak istiyenlere, çok acı azâb ederim) buyuruldu. Bunun içindir ki, din âlimleri, tesavvuf büyükleri,
her zemân, müslimânlara tevâzu’, alçak gönüllü olmağı emr buyurmuşdur. Müslimânlar egoist olmaz. Egoist olanları, Allahü teâlâ sevmez. Evliyânın büyüklerinden tesavvufun reîslerinden olan seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretleri, dörtyüzyetmişbir yılında Îrânda Geylân şehrinde tevellüd, 561 [m. 1166] senesinde Bağdâdda vefât etdi. Yanında Seyyid Ahmed Rıfâ’î ve birçok talebesi olduğu hâlde, birgün Dicle nehri kenârında oturmuşlardı. Konuşurlarken kendisinden hâsıl olan kerâmetler, dinleyicileri hayran bırakıyordu. Bunlardan birisi şaşkınlıkla, medh edici bir söz kaçırınca, Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri nefsini kırmak için, (Dünyâda, benden aşağı bir müslimân bulunacağını sanmam) buyurarak, oradakileri gaflet uykusundan uyandırmışlardır. Ahmed Rıfâ’î hazretleri beşyüzoniki yılında Basra ile Vâsıt arasında (Ümm-i Ubeyde) köyünde tevellüd, 578 [m. 1183] senesinde, orada vefât etmişdir. Görülüyor ki, kibr, gurûr kötü birşeydir. Tevâzu’ iyi, güzeldir. Bütün Peygamberler, her işlerinde, tevâzu’ göstermişdir. Eshâb-ı kirâmın hepsi de, elbette böyle idi. Halîfe seçerken de, birbirlerini öne sürmeleri, sen olmalısın demeleri, tevâzu’larının pek çok olduğunu göstermekdedir. Böyle olunca, hazret-i Alînin çıkıp da, Eshâb-ı kirâma karşı, benden dahâ çok âlim, benden dahâ üstün, benden dahâ kahraman, içinizde var mıdır diyerek, müslimânlara meydân okuması, kibr ve gurûru gösterir. Bu ise, ben Ondan dahâ hayrlıyım diyerek öğünen İblîse yakışan bir söz ve sıfatdır. Böyle sözler hazret-i Alînin büyüklüğüne, üstünlüğüne aslâ yakışmıyacağından, Allahın arslanına karşı çirkin bir iftirâ, alçakça uydurulmuş bir yalan olduğu anlaşılmakdadır. Hazret-i Ömerin kılıncını çekerek Ebû Bekri halîfe yapmak için, Eshâb-ı kirâmı korkutdu, zorladı demek de, çok yersizdir. Çünki, Eshâb-ı kirâm arasında en kuvvetli olanı, Benî Hâşim ile Benî Ümeyye kabîleleri idi, ya’nî hazret-i Alînin kabîlesi idi. EbûBekr-i Sıddîk ile Ömer Fârûkun akrabâsı az idi. Hazret-i Ömerin kılınç çekerek bu iki büyük kabîleyi seçime zorlaması imkânsız birşeydir. Hem de hazret-i Alî, Allahın arslanı idi. Eshâb-ı kirâmın bunu bırakıp da istemiyerek, bir Ömerin zoru ile, Ebû Bekri seçmeleri düşünülemez.
Gerkük âlimlerinden birinden işitdim: Yolum Îrân memleketine düşdü. Mescidlerine girdim. Âlimlerinden biri va’z veriyordu. O sırada dedi ki, birgün hazret-i Alî, hazret-i Abbâsın evine gitmişdi. Onu ağlamakda görüp, sebebini sordu. Güneşin te’sîrâtından kendimi korumak için kapının önüne birkaç tahta mıhlamışdım. Halîfe Ömer görerek yoldan geçenlere sıkıntı verir diye yıkdırdı. Bu hakârete ağlıyorum, dedi. Bu hâl, hazret-i Alîye
ağır gelerek, halîfe Ömerden intikâm almak için Zülfikâr kılıncınasarılıp, onu aradı ise de, Ömer haber alıp, kaçarak canını zor kurtarmışdı. Bunu söylerken talebesinden biri söz isteyip, hazret-i Alî, bir tahta perde için, halîfeye karşı kılıncını çekip onu kaçırabiliyor da, Ebû Bekr halîfe seçilirken, kılıncını çekerek, Ona oy verenleri neden kaçırmadı? O zemân da kılıncını çekip, üzerlerine yürüseydi, ümmet-i Muhammed, bu yüzden parçalanmaz, çokları yoldan çıkmakdan kurtulurdu, dedi. Hocası, bu söz üzerine şaşaladı, verecek cevâb bulamadı. Bağıra bağıra: Bu adam kâfir olmuş. Vurun, öldürün deyip adamcağızı câmi’den dışarı atdılar. Yehûdîkitâbı, hazret-i Alînin halîfe Ömer üzerine kılınc çekdiğini uydurduğu gibi, hazret-i Ömerin kılınc çekerek Eshâb-ı kirâmı zor ile hazret-i Ebû Bekri halîfe yapmaları için zorladığını da, sıkılmadan yazıyor.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin âhıreti şereflendirdikleri gün Eshâb-ı kirâm arasında olan olayları çok alçak ve çirkin iftirâlara bürüyerek anlatan yehûdî kitâbları, müslimân yavrularını aldatıyorlar. Bunun için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin vefâtını ve o gün Eshâb-ı kirâmın başına gelenleri (Kısas-ı Enbiyâ)dan alarak geniş olarak aşağıda bildirmeği uygun gördük:
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, hicretin onbirinci yılı, Safer ayının yirmiyedinci günü, mubârek başı ağrımağa başladı. Zevce-i mükerremesi hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” hazretlerinin odasına teşrîf buyurdu. Abdürrahmân bin Ebî Bekri çağırıp, kendilerinden sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın halîfe seçilmesi için, vasıyyet yazdıracağını bildirip, hokka ve kalem getirmesini emr buyurdu. Abdürrahmân emrlerini yapmağa giderken (Sonra getirirsin, şimdi dursun!) buyurdu ve mescid-i şerîfe teşrîf eyledi. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” haber alıp, mescide toplandılar. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” minbere çıkıp Eshâbına nasîhat verdi ve halâllaşdı. Sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın Eshâb arasındaki üstünlüğünü, kıymetini, kendisinden çok hoşnud olduğunu bildirdi. Birkaç gün sonra hastalık artdı. Ensâr-ı kirâm, ya’nî Medînenin yerli ehâlîsi çok üzüldü. Mescid-i şerîfin etrâfında pervâne gibi dolaşmağa başladılar. Hazret-i Abbâsın oğlu Fadl ile, Ebû Tâlibin oğlu olan hazret-i Alî bu hâli Resûlullaha haber verdi. Merhamet buyurarak, sıkıntıya katlanıp ve bu ikisi birer koltuğuna girip tekrâr mescid-i şerîfe getirdiler. Eshâb-ı kirâm mescidde toplandı. Hâtem-ül-enbiyâ hazretleri minbere çıkdı. Allahü teâlâya hamd ve senâ etdikden sonra, Ensâra dönüp, (Ey Eshâbım! Benim ölümümü düşünüp telâş ediyor-
muşsunuz. Hiçbir Peygamber, ümmeti arasında sonsuz kaldı mı ki, ben de sizin aranızda sonsuz kalayım? Biliniz ki, ben Rabbime kavuşacağım. Size nasîhatım olsun ki, Muhâcirlerin büyüklerine saygı gösteriniz) buyurdu. Sonra, (Ey Muhâcirler! Size de vasiyyetim şudur ki, Ensâra iyilik ediniz! Onlar size iyilik etdi. Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı olduğu hâlde, sizi kendilerinden üstün tutdular. Mallarına sizi ortak etdiler. Her kim, Ensâr üzerine hâkim olur ise, onları gözetsin, kusûr edenleri olursa afv etsin) buyurdu. Sonra çok güzel, te’sîrli nasîhatlar edip, (Allahü teâlâ, bir kulunu dünyâda kalmak ile, Rabbine kavuşmak arasında serbest bırakdı. O kul, Rabbine kavuşmak istedi) dedi. Bu sözden yakında vefât edeceği anlaşılıyordu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” bu sözün ne demek olduğunu anlayıp, canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! diyerek ağladı. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Ona, sabr ve katlanmak lâzım geldiğini emr etdi. Mubârek gözlerinden yaş akıyordu. (Ey Eshâbım! Dîn-i İslâm yolunda sıdkve ihlâs ile malını fedâ eden Ebû Bekrden çok râzıyım. Âhıret yolunda arkadaş edinmek elde olsaydı, Onu seçerdim) buyurdu. Sonra, Eshâb-ı kirâmdan mescid-i şerîfe kapıları açık olanların kapılarını kapatdı. Yalnız, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” kapısının eskisi gibi açık bırakılmasını emr eyledi. Yine lutf ederek söze başlayıp:
(Ey Muhâcirler ve ey Ensâr! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin fâidesi yokdur. Allahü teâlâ, hiçbir kulu için acele etmez. Bir kimse Allahü teâlânın kazâ ve kaderini değişdirmeğe, irâdesinden üstün olmağa kalkışırsa, Onu kahr ve perîşan eder. Allahü teâlâya hîle etmek, Onu aldatmak istiyenin işleri bozulup, kendi aldanır. Biliniz ki, ben sizlere karşı raûf ve rahîmim. Siz de bana kavuşacaksınız. Kavuşacağınız yer, Kevser havuzunun başıdır. Cennete girmek, bana kavuşmak isteyen, boş yere konuşmasın. Ey müslimânlar! Kâfir olmak, günâh işlemek, ni’metin değişmesine, rızkın azalmasına sebeb olur. İnsanlar, Allahü teâlânın emrlerine itâat ederse, hükûmet başkanları, âmirleri, vâlîleri onlara merhamet ve şefkat eder. Fısk, fücûr, taşkınlık yapar, günâh işlerlerse, merhametli başkanlara kavuşamazlar. Benim hayâtım, sizin için hayrlı olduğu gibi, ölümüm de hayrdır ve rahmetdir. Eğer bir kimseyi haksız yere döğmüş veyâ fenâ bir söz söylemiş isem, bana aynı şeyi yaparak hakkını almasına, birinizden haksız birşey almış isem, geri istemesine râzıyım ve halâllaşmağa hâzırım. Çünki, dünyâ cezâsı, âhıret cezâsından pek hafîfdir. Buna katlanmak dahâ kolaydır) buyurdu. Minberden indi. Nemâzdan sonra tekrâr minbere çıkıp, vasiyyet ve nasîhatdan son-
ra (Sizi Allahü teâlâya ısmarladım) diyerek odasına teşrîf buyurdu. Hastalık zemânında, ezân okundukça, mescid-i şerîfe çıkar ve imâm olup, cemâ’at ile nemâzı kılardı. Vefâtına üç gün kala, hastalığı ağırlaşdı. Artık mescid-i şerîfe çıkamadıklarından (Ebû Bekre söyleyiniz! Eshâbıma nemâz kıldırsın) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Resûlullahın hayâtında müslimânlara imâm olarak, onyedi vakt nemâz kıldırdı. Cenâze işlerini hazret-i Alînin yapmasını emr buyurdu. Hastalıkdan önce, kendilerine gelmiş olan birkaç altını fakîrlere verip, birkaçını da, Âişeye “radıyallahü anhâ” vermişdi. Rebî’ul-evvelin onuncu Cumartesi günü, Allahü teâlâ Cebrâîl aleyhisselâmı göndererek hâl ve hâtırını sordu. Pazar günü yine gelip sordu ve Yemende Peygamber olduğunu söyleyen yalancı Esved-i Anesînin öldürüldüğünü haber verdi. Resûl-i ekrem de, Eshâbına bildirdi. Pazar günü, Resûlullahın hastalığı ağırlaşdı. Ordu kumandanı yapdığı Üsâme hazretleri gelmişdi. Resûlullah, dalgın yatıyordu. Üsâmeye birşey söylemedi. Fekat, mubârek kollarını kaldırıp, Onun üzerine sürdü. Ona düâ etdiği anlaşıldı. Pazartesi günü Eshâb-ı kirâm mescid-i şerîfde saf saf olup Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin arkasında sabâh nemâzını kılarlar iken, Fahr-i âlem hazretleri mescid-i şerîfe geldi. Ümmetinin saf saf olup ibâdet etdiklerini gördü. Sevinerek tebessüm buyurdu. Kendisi de hazret-i Ebû Bekre uyup, arkasında nemâz kıldı. Eshâb-ı kirâm Resûlullahı mescidde görünce, hastalık geçdi sanarak sevindiler. Resûl-i ekrem “sallallahüaleyhi ve sellem” ise hazret-i Âişenin odasına teşrîf buyurup yatdı. (Allahü teâlânın huzûruna, dünyâ malı bırakmadan gitmek isterim, yanında kalan altınları da, fakîrlere dağıt!) buyurdu. Sonra ateşi artdı. Bir müddet sonra, tekrâr gözlerini açıp, hazret-i Âişeye “radıyallahü teâlâ anhâ ve an Ebîhâ” altınları dağıtıp dağıtmadığını sordu. Dağıtacağını söyledi. Bunların hemen dağıtılmasını tekrâr tekrâr emr buyurdu. Hemen dağıtılıp, bildirilince, (Şimdi râhat etdim) buyurdu.
Üsâme “radıyallahü teâlâ anh” tekrâr geldi. (Allahü teâlâ yardımcın olsun! Haydi cenge git!) buyurdu. O da çıkıp ordusuna gitdi. Hemen, hareket emrini verdi.
O sâatde hastalık artdı. Muhterem ve çok sevdiği kızı Fâtımatüz-Zehrâyı istedi. Kulağına bir şey söyledi. Hazret-i Fâtıma ağladı. Tekrâr birşey söyledi. O zemân güldü. Sonra anlaşıldı ki, önce (Ben öleceğim) buyurmuş. O da ağlamış. Sonra (Ehl-i beytimden, ilk önce, benim yanıma gelecek sensin!) buyurmuş. O da, bu müjdeye sevinip gülmüş.
O gün öğleden önce, Cebrâîl aleyhisselâm ve Azrâil aleyhis-
selâm, birlikde kapıya geldi. Cebrâîl aleyhisselâm içeri girdi. Azrâîl aleyhisselâmın kapıya geldiğini, içeri girmeğe izn beklediğini söyledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” izn verdi. Azrâîl aleyhisselâm içeri girdi. Selâm verdi. Allahü teâlânın emrini bildirdi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisselâmın yüzüne bakdı. O da, yâ Resûlallah! Mele-i a’lâ sizi bekliyor dedi. Bunun üzerine, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Azrâîl! Gel, vazîfeni yap!) buyurdu. O da, Muhammed aleyhisselâmın mubârek rûhunu alıp, a’lâ-yı ılliyyîne ulaşdırdı.
Resûl-i ekremde mevt alâmetleri görülünce, Ümm-i Eymen“radıyallahü anhâ” hazretleri, oğlu Üsâmeye haber gönderdi. Üsâme ve Ömer Fârûk ve Ebû Ubeyde bu acı haberi alınca, ordudan ayrılıp, Mescid-i Nebevîye geldiler. Âişe-i Sıddîka ve diğer hâtunlar, ağlayınca, mescid-i şerîfdeki Eshâb-ı kirâm şaşırdı. Ne olduklarını anlıyamadılar. Beynlerinden vurulmuşa döndüler. Hazret-i Alî ölü gibi, hareketsiz kaldı. Hazret-i Osmânın dili tutuldu. Hazret-i Ebû Bekr, o anda evinde idi. Koşarak geldi. Hemen, hucre-i se’âdete girdi. Fahr-i âlemin yüzünü açdı. Vefât etmiş olduğunu gördü. Mubârek yüzü ve her yeri latîf, nazîf olarak, nûr gibi parlıyordu. Memâtın da, hayâtın gibi ne güzel yâ Resûlallah! diyerek, öpdü. Çok ağladı. Mubârek yüzünü örtdü. Evdekilere tesellî verdi. Mescid-i şerîfe geldi. Şaşırmış olan Eshâb-ı kirâma nasîhat verip, ortalığı düzene koydu. Böylece hepsi, Resûlullahın vefât etmiş olduğuna inandı. Bu esnâda Üsâme ordusundaki asker şehre girdi. Büreydet ibni Hasîb hazretleri, elindeki sancağı Resûlullahın kapısı önüne dikdi. Hüzn ve keder, Eshâb-ı kirâmın yüreğine bir zehrli hançer gibi saplandı. Gözler ağlar, göz yaşları çağlar, hasret ateşi, herkesin ciğerini dağlar idi.
Hazret-i Abbâs ile oğlu Fadl ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” ve evdekiler, göz yaşı dökerek, cenâze hizmetine başladılar. Hazret-i Ebû Bekr de, odanın kapısında durup, yanıp yakılmakda, hizmete nezâret etmekde idi. Lâkin yanmakla, ağlamakla iş bitmeyip, ümmetin işini görmek ve islâmiyyetin emrlerini yerine getirmek için bir baş, bir halîfe lâzım idi. O vakt, bu vazîfeyi yapmağa elverişli Ebû Bekr-i Sıddîk idi.
Hazret-i Abbâs ve Alî “radıyallahü anhümâ”, Resûlullaha dahâ yakındılar. Fekat, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri, mağaradaki arkadaşı olan Ebû Bekri Eshâbının hepsinin üstünde tutardı. Hasta iken, Eshâbına vedâ’ etdiği gün, en çok Ebû Bekrden râzı olduğunu bildirmişdi. Mescid-i şerîfe açık olan kapıları hep kapatıp, yalnız Ebû Bekrin kapısını açık bırakdırdı. Vefâtına üç gün kala, Onu Eshâbına imâm yapdı. Dînin te-
mel direği olan nemâzda, Onu hepsinin önüne geçirdi. Bunlar hep, Ebû Bekrin halîfe yapılmasına işâretlerdi. Eshâb-ı kirâmın birleşip de, Onu seçmeleri işi kalmışdı.
Fekat, Ensârdan bir kısmı, kendilerinden halîfe seçmeğe kalkışdı. Benî Sâide çardağı altında toplandılar. Hazrec kabîlesinin başı olan Sa’d bin Ubâde “radıyallahü anh”, hasta olduğu hâlde, oraya gelmişdi. Ensâra dedi ki:
Ey Ensâr! Sizin üstünlüğünüz, hiçbir kabîlede yokdur. Muhammed aleyhisselâm, onüç sene Mekkede, kavmini dîne çağırdı. İçlerinden pek az kimse inandı. Fekat, cihâd edecek kadar olamadılar. Allahü teâlâ sizi müslimân yapmakla şereflendirince, Resûli ile Eshâbının korunmasını ve dîn-i islâmın cihâd ile kuvvetlenmesini ve yayılmasını size nasîb etdi. Düşmanları sindiren siz oldunuz. Arabistân köylüleri, sizin kılınçlarınızın korkusu ile müslimân oldu. Resûl-i ekrem, sizden râzı olarak vefât etdi. Şimdi, başa geçmek, sizin hakkınızdır. Onu başkasına vermeyiniz, dedi. Orada bulunan Ensârın çoğu, doğru söylüyorsun. Allah yardımcın olsun. Seni halîfe seçdik, dediler.
Ensârdan Evs kabîlesi, bu hâli beğenmedi. Başları olan Üseyyed bin Hudayrın yanına toplandılar.
Muhâcirler ise, Ensârın iki kabîlesini de halîfe yapmazdı. Çünki Kureyş kabîlesi, Arabistândaki kabîlelerin en üstünü, en şereflisi idi. Halîfe seçiminde, müslimânlar arasında büyük bir ayrılık başgöstermek üzere idi.
İşte, böyle dar ve tehlükeli bir anda, Ebû Bekr ile Ömer ve Ebû Ubeyde, oraya Hızır gibi yetişdiler. O anda, Ensârdan biri kalkıp, bizler Resûlullaha yardım etdik. Muhâcirler bize sığındı. Halîfe, bizden olmalıdır, diyordu.
Hâlbuki, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” her yerde,sağ yanına Ebû Bekri, sol yanına Ömeri alırdı. Ebû Ubeyde için de (Bu ümmetin emînidir) buyururdu “radıyallahü teâlâ anhüm”. Üçü birdenbire, meydâna çıkınca, sanki Resûl-i ekrem kalkmış, oraya gelmiş gibi oldu. Herkes, bunların ne söyliyeceğini bekliyordu. Hazret-i Ebû Bekr:
(Bu ümmet, önceden putlara tapardı. Allahü teâlâ kendisine ibâdet etmeleri için, onlara Resûl gönderdi. Kâfirlere, babalarının dînini bırakmak, güç geldi. Allahü teâlâ, Muhâcirleri, mü’min yapmakla şereflendirdi. Bunlar, Resûlullaha arkadaş ve derd ortağı oldular. Onun çekdiği sıkıntılara ortak oldular. Onunla birlikde, din düşmanlarının işkencelerine sabr etdiler. Yer yüzünde Hakka önce tapan ve Resûlüne îmân eden Onlardır. Bunun için,
halîfe Onlardan olmak lâzımdır. Bu işde, kimse Onlara ortak olamaz. Ancak zâlim olan, ellerinden almak ister. Ey Ensâr! Sizin de islâma olan hizmetiniz inkâr olunamaz. Allahü teâlâ, sizi kendi dînine ve Peygamberine yardım için seçdi. Resûlünü sizlere gönderdi. İlk muhâcir olanlardan sonra, sizden dahâ kıymetli kimse yokdur. Resûlullahı bağrınıza basdınız. Ona yardımla öğünmek şerefi, üstünlüğü sizindir. Buna kimsenin bir diyeceği yokdur. Fekat, bütün Arabistân halkı, halîfenin Kureyşden olmasını ister. Başkasını halîfe görmek istemez. Çünki, arabın soyca, irfanca en üstünü Kureyş olduğunu herkes bilir. Memleketleri de Arabistânın ortasındadır. Biz âmir oluruz. Siz de vezîrimiz, müşâvirimizsiniz. Hiçbir şey, size danışılmadan yapılmaz) dedi.
Hazret-i Ömer de “radıyallahü teâlâ anh”, söz alıp (Ey Ensâr! Resûl-i ekrem hasta iken, sizi bize vasıyyet etdi. Eğer siz, emir olacak olaydınız, bizi size vasiyyet ederdi) dedi.
Ensâr-ı kirâm “radıyallahü anhüm”, diyecek bir söz bulamayıp, düşünmeğe daldılar. İçlerinden Hubâb bin Münzir kalkdı. Bizden bir emîr, sizden de bir emîr bulunsun, dedi. Hazret-i Ömer (İki emîr, bir arada olamaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hangi kabîleden ise, halîfesi de, o kabîleden olmadıkça, arablar kabûl etmez. Ona itâ’at etmezler) dedi. Hubâb cevâb vererek, (Ey Ensâr! Arablar bu dîni, sizin kılınçlarınız ile kabûl etdi. Hakkınızı başkasına kapdırmayınız!) dedi.
Ubeyde -tebnil- Cerrâh “radıyallahü teâlâ anh” söz alıp (Ey Ensâr! Başlangıçda, bu dîne hizmet eden sizler idiniz. Sakın, işi önce bozan da, sizler olmıyasınız) dedi. Bu söz üzerine, Ensârdan ve Hazrec kabîlesinden Sa’d bin Nu’mân bin Kâ’b bin Hazrec oğlu Beşîr “radıyallahü anh” ayağa kalkıp:
(Ey müslimânlar! Muhammed aleyhisselâm, Kureyş kabîlesindendir. Halîfenin de, Onun kabîlesinden olması dahâ uygundur. Yerinde bir işdir. Evet biz önce müslimân olduk. Malımızla, canımızla, İslâma hizmet şerefini kazandık. Lâkin biz bunları Allah ve Onun Resûlünü “sallallahü aleyhi ve sellem” sevdiğimiz için yapdık. Biz, bu hizmetimiz için dünyâda bir karşılık beklemiyoruz) dedi. Hubâb, buna karşılık, (Yâ Beşîr! Amcam oğluna hased ve nefsâniyyet mi ediyorsun?) dedi.
Beşîr “radıyallahü teâlâ anh”, (Vallahi öyle değil. Kureyşin hakkına saldırılmasını istemiyorum) dedi.
İşte o anda hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, (Sizeşu iki zâtı aday yapdım. Birini seçiniz) dedi. Ömer ile Ebû Ubeydeyi gösterdi. İkisi de, çekindi ve (Hazret-i Peygamberin ileri ge-
çirdiği kimsenin önüne kim geçebilir?) dediler. Bu sırada, gürültü başladı. Her kafadan bir söz çıkar oldu.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” söz aldı. Hazret-i Ebû Bekre dönerek, (Resûl-i ekrem, seni, dînin direği olan nemâzda, kendisine halîfe yapdı. Seni hepimizin önüne geçirdi. Elini uzat! Ben, seni halîfe seçdim) dedi. Ebû Ubeyde de, Ebû Bekri seçmek için elini uzatırken, Beşîr yerinden fırladı. Bunlardan önce, Ebû Bekrin elini tutup bî’at eyledi. Ya’nî halîfemiz sensin, dedi. Ömer ve Ebû Ubeyde de bî’at etdi. Evs kabîlesinin hepsi, reîsleri Üseyyed bin Hudayr ile birlikde gelip, bî’at etdiler. Bunları görünce Hazrecliler de bî’at etdi.
Ebû Bekr, Ömer ve Ebû Ubeyde “radıyallahü anhüm” yetişmeseydi, Sa’d bin Ubâdeye bî’at olunacak, böylece Evs kabîlesi ile Hazrec kabîlesinin arası açılacakdı. Kureyş ise, bunu hiç kabûl etmeyip, müslimânlar parçalanacakdı. İşte Ebû Bekr-i Sıddîk, bu büyük tehlükeyi önledi. Onun halîfe seçilmesi ile, islâmiyyet parçalanmakdan kurtuldu.
Bu hizmetde büyük payı bulunan Beşîr bin Sa’d hazretleri, ikinci Akabede, Bedrde, Uhudda ve bütün gazâlarda bulunmuş, kahramanca çarpışmışdır. Hicretin onikinci senesinde, Yemâme cenginde şehîd olmuşdur.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” pazartesi günü halîfe seçilince, salı günü, mescid-i şerîfe gelip, Eshâbı topladı. Minbere çıkdı. Hamd ve senâdan sonra, (Ey müslimânlar! Sizin üzerinize vâlî ve emîr oldum. Hâlbuki, sizin en iyiniz değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardım ediniz. Fenâ iş yaparsam, bana doğru yolu gösteriniz! Doğruluk emânetdir. Yalancılık hıyânetdir. Sizin za’îfiniz, bence çok kıymetlidir. Onun hakkını kurtarırım. Kuvvetine güveneniniz ise, bence za’îfdir. Çünki, ondan, başkasının hakkını alırım. İnşâallahü teâlâ, hiçbiriniz cihâdı terk etmesin. Cihâdı terk edenler zelîl olur. Ben Allaha ve Resûlüne itâat etdikçe, siz de bana itâat ediniz. Eğer ben Allaha ve Resûlüne âsî olur, doğru yoldan saparsam, sizin de bana itâ’at etmeniz lâzım gelmez. Kalkınız, nemâz kılalım! Allahü teâlâ hepinize iyilik versin!) dedi.
Sonra, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işini temâmladılar. Erkek, kadın, çocuk, köle, herkes, bölük bölük odaya girip, akşama kadar, cemâ’atsız olarak, nemâzını kıldılar. Çarşamba gecesi karanlıkda, o odaya defn etdiler.
(Kısas-ı enbiyâ) kitâbı dörtyüzonuncu sahîfede diyor ki: Resûlullah hayâtda iken, vahy geliyor ve ümmete teblîg olunuyor idi.
Ondan sonra vahy gelmek ihtimâli kalmadı. Fekat, Kur’ân-ı kerîm nice Eshâbın ezberinde idi. Kur’ân-ı kerîmde açık bildirilmiyen şeyler de, sünnet-i seniyye ile, ya’nî Resûlullah ne demiş ve ne yapmış ise, yâhud bir kimseyi bir iş yaparken görüp de men’ etmemiş ise, öyle yapılır oldu. Fekat, sünnet-i seniyye ve ehâdîs-i şerîfler de, bütün Eshâbın ezberinde değildi. Çünki, bir kısmı pazar yerlerinde alışveriş ile, kimi hurmalıklarda, çiftçilikle uğraşır, sohbete her zemân gelemezlerdi. Bunun için, Resûlullahın öğretdiklerini işitenler, işitmiyenlere bildirirlerdi. İşitmedikleri Hadîs-i şerîfleri, birbirlerinden sorup öğrenirlerdi. Hattâ, meselâ, Resûlullahı nereye defn edelim diye çok düşündüler. Ebû Bekr-i Sıddîkın işitdiği bir Hadîs-i şerîfe uyarak, vefât etdiği yere defn etdiler. Bunun gibi, vefâtından sonra kalan malın vârislerine nasıl taksîm edileceğini araşdırdılar. Yine, Ebû Bekr-i Sıddîk (Peygamberlerden mîrâs kalmaz) Hadîs-i şerîfini işitdiğini söyledi. Öyle yapdılar.
Mü’minlerin annesi Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ” buyurdu ki: (Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, münâfıklar baş kaldırdı. Arablar mürted oldu. Ya’nî dinden çıkdı. Ensâr bir yana çekildi. Eğer, babamın üzerine inen belâlar, dağlarınüzerine inseydi, ezerdi. Öyle iken, her nerede uyuşmazlık olsaydı, babam “radıyallahü teâlâ anh” yetişip, o işi çözer, herkesi barışdırırdı).
Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağını sünnet-i seniyyede de bulamazlarsa, re’y ve kıyâs ederek, ya’nî bilinenlere benzeterek, o işi yaparlardı. Böylece, ictihâd kapısı açıldı. Eshâb-ı kirâmın veyâ başka müctehidlerin, bir iş üzerindeki ictihâdları birleşirse, şübhe kalmaz. İctihâdların, böyle birbirine uygun olmasına (İcmâ-ı ümmet) denildi. İctihâd yapabilmek için, derin âlim olmak lâzımdır. Böyle âlimlere (Müctehid) denir. Bir iş üzerinde, müctehidlerin ictihâdları birbirine uymazsa, her müctehidin kendi ictihâdına göre söylemesi ve yapması vâcibdir.
Halîfe seçilmesi de, ictihâd işi idi. Gerçi Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü anhüm” halîfe olacaklarına, Hadîs-i şerîflerde işâretler vardı. Fekat, hiçbirinin vakti, açık bildirilmemişdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, benden sonra şunu halîfe yapınız, dememişdi. Bu işi, Eshâbının seçmesine bırakmışdı.Halîfe seçmekde, Eshâb-ı kirâmın ictihâdları birbirine uymadı. Üç dürlü ictihâd oldu:
Birincisi, Ensârın re’yi [buluşu]dir ki, dîn-i islâma en çok yardım eden halîfe olur, dediler. Arablar, bizim kılınclarımızın göl-
gesinde müslimân oldu. Halîfe, bizden olmalıdır, dediler.
İkinci ictihâd, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” çoğunun re’yidir ki, halîfe ümmetin işlerini yapdırabilecek kudretde olmak lâzımdır. Arabların en şereflisi, en kuvvetlisi Kureyş kabîlesidir. Resûl-i ekrem de bu kabîledendir. Halîfe Kureyşden olmalıdır, dediler.
Üçüncü ictihâd, hâşimîlerin re’yi olup, halîfenin, Resûlullahın akrabâsından olması lâzımdır, dediler.
Bu üç ictihâdın doğrusu, ikincisi idi. Evet, ensârın islâmiyyete yardımı çok büyük idi. Resûl-i ekremin akrabâsı da çok şerefli idi. Fekat, halîfelik, geçmiş hizmetlerin karşılığı olan bir istirâhat koltuğu değildi. Akrabâya verilmesi îcâb eden bir mîrâs malı da değildi. İkinci ictihâda göre, hilâfetin Kureyş kabîlesine verilmesi Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” da, bu kabîleden olduğu için değildi. Kureyşin şerefi, kuvveti, te’sîri, i’tibârı, bütün Arabistânda yayılmış, tanınmış olduğundan idi. Çünki, halîfelik, müslimânlar arasında bağlılık, birlik, topluluk sağlayacak bir makâmdır. Bunu yapmak için de, kuvvetli olmak lâzımdır. Halîfenin vazîfesi fitne ve fesâdı önlemek, huzûr ve hürriyyeti sağlamak, cihâdı idâre etmek ve müslimânların işlerini kolay ve râhat işletmekdir. Bunlar da, hep kuvvet ile yapılacak şeylerdir.
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” halîfe seçerken, müslimân milletlerin birleşerek kuvvetli olmasını düşünüyorlardı. Hilâfeti Kureyşin on kısmından bir kısmı olan Hâşimîlere vermek, bu birliği kolay sağlıyamazdı. Bir hükûmeti kuranlar ne kadar çok olursa, kuvveti o kadar çok olur. Bunun için Kureyşin büyüklerinden, meşhûrlarından birinin seçilmesi lâzım idi. Yalnız kavmin, soyun büyüğü olmak değil, islâmca da üstün olmak lâzımdı. O zemânKureyşin en büyük kabîlesi (Beni Ümeyye) idi. Bunun en ileri gelen adamı da Ebû Süfyân bin Harb idi. Fekat bunun Uhud muhârebesinde müslimânlara yapdıkları, gönüllerden çıkmamışdı. Sonradan tam, kuvvetli müslimân oldu ise de, müslimânlar ona güvenemezdi. İşte, en önce islâm olup da, başkalarını da islâma getiren ve nemâzda imâm yapılan, mağaradaki yâr varken, başkası bunun önüne geçirilemezdi. Herkesin bunu seçeceği belli idi. Bütün Eshâbın bir araya gelerek, seçmesi lâzım iken, Ensârın kendi aralarında toplanıp seçime kalkışmaları, bir karışıklığa yol açabilirdi. İşte hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” koşarak bunu önledi ve halîfe seçilerek, müslimânları büyük bir karışıklıkdan kurtardı.
Hazret-i Alî, bu sırada, zevcesi Fâtıma “radıyallahü anhü-
mâ” hazretlerinin evinde idi. Ebû Bekr-i Sıddîkın dâmâdı olan Zübeyr ve Mikdâd ve Selmân ve Ebû Zer ve Ammâr bin Yâser “radıyallahü anhüm” de orada idi. Bunların ictihâdı, üçüncü kısmdan oldu. Abbâs da gelip, hazret-i Alîye bî’at etmek için elini uzatdı. Hazret-i Ebû Bekrin halîfe olduğunu işitdiğinden, Abbâsın sözünü kabûl etmedi. Ebû Süfyân da, elini uzat, sana bî’at edeyim. İstersen, her yeri atlı ve piyâde ile doldurayım, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu da kabul etmeyip, (Yâ Ebâ Süfyân! Sen millet-i islâmiyyeyi parçalamak mı istiyorsun?) dedi.
Görülüyor ki, hem Ebû Bekr-i Sıddîk, hem de Alî “radıyallahü anhümâ” müslimânlar arasına fitne, ayrılık düşmesinden sakınıyordu. Hazret-i Alî, Sakîfe çardağı altında, halîfe seçilirken, kendisi çağrılmadığı için, önceden üzülmüşdü. Muhyiddîn-i Arabînin (Müsâmerât) kitâbında ve Şâm müftîsi, Hâmid bin Alî İmâdînin 1171 [m. 1757] (Dav’üssabâh) kitâbında bildirildiği gibi, Ebû Ubeyde, hazret-i Alînin bulunduğu eve geldi. Hazret-i EbûBekrden ve Ömerden aldığı sözlerin hepsini Ona söyledi. [Bu sözler çok te’sîrli ve çok uzun olup, (Kısas-ı enbiyâ)da yazılıdır.] Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dinledi. Te’sîrleri, tâ iliğine işledi. (Yâ Ebâ Ubeyde! Bu evin bir bucağında oturuşum, halîfe olmak için veyâ emr-i ma’rûfu inkâr için yâhud bir müslimânı azarlamak için değildir. Resûlullahın ayrılığı, beni çarpdı, çılgına döndüm) buyurdu. Ertesi gün mescid-i şerîfe geldi. Herkesin arasından geçip, hazret-i Ebû Bekrin yanına vardı. Bî’at eyledi ve oturdu. Halîfe, kendisine, (Sen, bizce azîz ve kerîmsin. Öfkelenince, Allahdan korkarsın. Sevindiğin zemân, Ona şükr edersin. Ne mutlu O kişiye ki, Allahın ihsân eylediği üstünlükden başka birşey istemez. Ben, halîfe olmak istemedim. Fitne çıkmasın diye, çâresiz kabûl etdim. Bu işde râhatım yok. Sırtıma çok ağır bir yük vuruldu. Taşımağa gücüm yok. Allah kuvvet versin! Bu yükü, Allahü teâlâ, senin arkandan indirdi. Biz, sana muhtâcız. Senin üstünlüğünü biliyoruz) dedi.
Hazret-i Alî ve Zübeyr halîfe olmağa, Ebû Bekrin herkesden dahâ lâyık olduğunu söylediler. Kendilerine önceden haber verilmediği için üzüldüklerini bildirdiler ve bunun için özr dilediler. Halîfe özrlerini kabûl buyurdu. [Hazret-i Alînin o gün, Ebû Bekr-i Sıddîkı öven sözleri, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbındaki ikinci kısmın yirmiüçüncü maddesinde, doksanaltıncı mektûb tercemesinde, senedleri ile birlikde yazılıdır.] Sonra, hazret-i Alî izn isteyip kalkdı. Hazret-i Ömer, ikrâm ederek onu uğurladı. Giderken (Şimdiye kadar gelmeyişim, halîfeyi kabûl etmedi-
ğimden değildir ve şimdi gelişim, korkumdan değildir) dedi. Hazret-i Alîden sonra, Hâşimîlerin hepsi de bî’at etdi. Sözbirliği hâsıl oldu.
Halîfe seçiminde, gerek hazret-i Ebû Bekr, gerekse hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ”, çok uyanık, çok akllı davrandı. Hazret-i Alînin Sakîfe çardağına çağrılmaması da, çok yerinde olmuşdu. Belki, o gün, orada bulunsaydı, Ensâr ile Muhâcirler arasındaki konuşmada bir de Hâşimîler araya karışır, iş dahâ sarpa sarardı.
Halîfe seçimindeki ictihâdların ayrılmasını, bizlerin konuşmamız, tartışmamız doğru değildir. Müslimânların en iyisi Onlardır. Hepsi, hidâyet yıldızlarıdır. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsı Onlardan öğrenildi. Yüzbinlerle Hadîs-i şerîf, Onlardan işitildi. Allahü teâlânın emrleri, yasakları, Onlardan öğrenildi.
Onlardan öğrendiğimiz bilgileri ele alıp da, Onların hareketlerini bunlarla ölçmeğe kalkışmak, bize yakışmaz.
Evet, hatâ, insanın şânındandır. Müctehidler de yanılır. Fekat, müctehid yanılmaz ise, on sevâb, yanılırsa, bir sevâb kazanır.
Eshâb-ı kirâmın hepsi, islâmiyyetin direkleridir. Aralarındaki ayrılıklar, hep ictihâd ayrılığı idi. Birbirlerine sert söyleseler bile, birbirinin kıymetini bilirlerdi. Hazret-i Zübeyr, dîni düşünmeyip, şahsıyyet düşünseydi, kayın pederi olan hazret-i Ebû Bekrden ayrılmazdı. Halîfe seçiminde hazret-i Ebû Bekri ençok destekliyen,hazret-i Ömer idi. Bununla berâber, hazret-i Alînin kıymetini ençok bilen ve söyliyen, bu idi. Hazret-i Ömer, birgün hazret-i Alîye birşey sormuşdu. O da, hemen cevâb vermişdi. Onun üzerine, (Hazret-i Alînin bulunmadığı bir yerde, güç bir soru ile karşılaşmakdan, Allaha sığınırım) demişdi. Hazret-i Alî de, (Resûl-i ekremden sonra, bu ümmetin en hayrlısı, Ebû Bekr ve Ömerdir) derdi “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”.
Bir ay sonra, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, minbere çıkıp (Halîfelikden çekilmek istiyorum. Beni, tam Resûlullahın yolunda görmek istiyorsanız, buna imkân olamaz. Çünki şeytân Ona yaklaşamazdı. Hem de, gökden Ona vahy gelirdi) dedi. Böyle zâtların kalblerinde mevkı’ hırsı olur mu? Bunlara dil uzatılabilir mi?
Gerçi, Fâtıma-tüz-Zehrâ “radıyallahü anhâ” babasının firâkına dayanamayıp, evinden dışarı çıkamadı. Alî “radıyallahü anh” da, Ona derd ortağı olmak için, evde kalarak, halîfenin sohbetine sık gelemezdi. Fekat, hazret-i Fâtımanın vefâtından sonra, tekrâr bî’at etdi. Halîfenin huzûruna hep gelir, Ona yardım eder,
fikr verirdi “radıyallahü anhüm ecma’în”.
(Kısas-ı Enbiyâ)dan aldığımız yukarıdaki yazılar gösteriyor ki, şî’îler arasında yayılan kitâbda denildiği gibi, hazret-i Alî ile altı sahâbî için hazret-i Ebû Bekre bî’at etmediler demek doğru değildir. Hazret-i Ebû Bekri kabûl etmeyip, Eshâb-ı kirâmın sözbirliğine karşı durmak ve aşırı konuşmak, islâmiyyete uygun olmadığı gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” birkaç gün önce, hutbede (Eshâbının birlik yapmaları, ayrılığa düşmemeleri için) verdikleri emri de yapmamak olur. Hazret-i Alînin ve altı sahâbînin ve kadınların üstünü olan Fâtıma-tüz-Zehrânın bu emri yerine getirmediklerini ve islâmiyyete uymadıklarını söylemek, bunları sevmek değil, bu din büyüklerine muhâlefet etmek, Onları alçaltmak olur. Hem de öyle bir ayrılık ki, bu yüzden islâmiyyetde derin bir yara açılmakda, kıyâmete kadar, milyonlarca müslimânın doğru yoldan kaymasına çığır açmakdadır. Hurûfîlerin ve yehûdîlerin iftirâlarını, yalanlarını okuyarak, Ehl-i sünnetden ayrılanların İslâmiyyete yapdıkları zarar ve dökdükleri milyonlarca müslimân kanı, islâmiyyetin bugünkü hâle düşmesine sebeb oldu. Ahmedî, Kâdıyânî adındaki kimselerin de müslimânlara zararları meydândadır. Kalbinde İslâm nûru, îmân sevgisi olan akllı ve insaflı bir kimse, bu büyük fesâdın meydâna çıkmasına, hazret-i Alînin sebeb olduğunu söyler mi?
Evliyânın büyüklerinden olan Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” (Gunye) adındaki kitâbında buyuruyor ki: (Yetmişiki bid’at fırkasının başlıcası dokuzdur. Bu dokuzdan biri olan şî’îler de, yirmi parçaya ayrılmışdır. Her biri ötekileri beğenmez. Abdüllah ibni Sebe’in fırkası, yehûdîlere benzemekdedir. Meselâ, yehûdîler, imâmlık belli bir zümreye mahsûsdur, derler. Bunlar da, halîfelik yalnız imâm-ı Alînin soyundan olanların hakkıdır. Başkalarının müslimânların başına geçmesi câiz olmaz, derler. Yehûdîlere göre, Deccal çıkıncaya kadar, cihâd [harb] etmek câiz değildir. Sebe’cilere göre de, Mehdî çıkıncaya kadar cihâd câiz değildir. Onikinci imâm, ya’nî hazret-i Alînin onuncu torunu olan Muhammed Mehdî, Hasen Askerînin oğlu idi. İkiyüzellidokuz yılında tevellüd etdi. Onyedi yaşında iken bir mağaraya girip bir dahâ çıkmadı. Sebe’ciler, âhır zemânda çıkacağı bildirilen Mehdînin bu olduğunu sanıyor. Yehûdîler, yıldızlar çıkıncaya kadar oruc bozmaz. Sebe’ciler de böyledir. Yehûdîler çorab üzerine mesh eder. Bunlar da mesh eder. Yehûdînin, müslimânı öldürmesi halâldır. Sebe’cilerin de Ehl-i sünneti öldürmesi halâldır. Yehûdînin boşadığı kadın iddet zemânı beklemeden evlenebilir. Bunlar da, iddet beklemez. Yehûdîlerin üç boşanması nikâha
mâni’ olmaz. Bunlar da üç boşadığı kadını yine alır. Yehûdîler Tevrâtı değişdirdiler. Bugün, yer yüzünde bozulmamış, doğru kalmış bir İncîl kitâbı bulunmadığı gibi, doğru bir Tevrât da yokdur. Bunlar da, kendi sapık kitâblarına, Kur’ân-ı kerîmin birkaç âyetini değişdirerek yazdılar. Kur’ân-ı kerîmde, noksan ve katılmış yer var sandılar.)
(Tezkiye-i ehl-i beyt) kitâbını yazan mevlevî Osmân efendi diyor ki, meârif meclisine gitdiğim zemânlarda, Sebe’cilerin birkaç sandık içinde, bir tefsîrleri geldi. Basılmasına izn verilmedi. Sebebini sordular: İslâmiyyete uymıyan bir yeri mi var, dediler. Evet, hazret-i Alînin kâfir olduğunu yazıyorsunuz, dedim. Hiddetden gözleri döndü. Kızma! Dinle dedim: Başında yazılmış ki, hazret-i Talha, hazret-i Alîye sordu ki, hazret-i Osmân Kur’ân-ı kerîmdenyetmiş âyeti, hazret-i Ömer de, seksen âyeti çıkardı deniyor. Bu söz doğru mudur? Hazret-i Alî evet doğrudur, dedi. Hazret-i Talha yine sordu ki, değişmemiş olan mıshaf sende imiş, öyle mi? Hazret-i Alî, evet bendedir. Hem de, bu Kur’ânın iki katı bende var, dedi. Sende bulunan Kur’ânı müslimânlara göstermiyecek misin? dediler. Eğer Ebû Bekr yerine, beni halîfe yapsalardı verirdim. Bana bî’at etmedikleri için, vermiyeceğim ve vasıyyet edip, kıyâmete kadar evlâdımın elinde gizli kalsın diyeceğim, buyurdu. Tefsîrinizde böyle yazıyor. Senden, Allah rızâsı için soruyorum ki, yehûdîler, Tevrâtdaki Muhammed aleyhisselâmı bildiren yirmi âyeti sakladıkları için, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, bunların kâfir olduklarını bildiriyor: (Âyetlerimi saklıyandan dahâ zâlim, dahâ çok kâfir olur mu?) meâlinde buyuruyor. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” Kur’ân-ı kerîmin iki mislini saklıyarak üçbinden fazla âyet-i kerîmeyi saklamış oluyor. Bu yazınız ile, Allahın arslanını dahâ zâlim, dahâ kâfir yapmış olmuyor musunuz? Allah için buna doğru cevâb ver, dedim. Şaşırıp kalıp, bir cevâb veremedi. Ben ne şî’î, ne de sünnî değilim. Ben masonum, dedi.
Yehûdîler, Cebrâîl “aleyhisselâm”a düşmandır. Sebe’ciler de, vahy hazret-i Alîye gelecek iken, Cebrâîl yanılarak Muhammede indirdi diyerek, Cebrâîl “aleyhisselâm”a düşman oldu.
Bunlar da, açıkça gösteriyor ki, bu yalanları ortaya çıkaran kimse, ne şî’îdir, ne de sünnîdir. Abdüllah bin Sebe’ denilen bir yehûdîdir.
Otuz, kırk yıl seyâhat edip İslâm memleketlerini dolaşan, Acem âlimi Mirza Rizâdan sordum ki, şî’îlerin her kısmını biliyorsun. Sûriyede ve Antakya civârında bulunan Mülhid denilen kimseler nasıldır? (Onlar, imâm-ı Alîye tapınıyorlar, kâfir oluyorlar) dedi. Irakda bulunan, kızılbaş adındaki kimseler nasıldır,
dedim. (Bunlar da, Allahü teâlânın emrlerinden birçoğuna inanmadıkları için kâfir oluyorlar) dedi. Bektâşî ismi altında gizlenen Hurûfîler nasıldır, dedim. (Bunlar, mezheblerini sakladıkları için, inançları iyi bilinmiyor ise de, farzlara inanmıyorlar. Harâmlara halâl diyorlar. Bunun için bu hurûfîler de kâfirdir) dedi. [Ehl-i sünnet âlimlerinden ve evliyâdan olan hâcı Bektâş-ı velîhazretleri, Îrânda Nişâpurda tevellüd etmişdir. İmâm-ı Mûsâ Kâzım soyundandır. Anadoluya geldi. Ehl-i sünnet bilgilerini yayıyordu. İkinci Osmânlı pâdişâhı olan Sultân Orhan Gâzi [680 de tevellüd, 761 [m. 1359] de vefât etdi] bunu ziyâret edip düâsını almışdı. Yeni Çeri askerlerine de düâ etmişdi. Üçüncü pâdişâh olan sultân Murâd-ı hüdâvendigâr [726-791 [m. 1389] de şehîd oldu] zemânında 773 [m. 1371] senesinde vefât etdi. Türbesi, Kırşehrde, Hâcı Bektâş denilen yerdedir. İşte, bunun talebesine ve gösterdiği doğru yolda gidenlere Bektâşî denildi. Yurdumuzdaki Bektâşîler, bu hâlis müslimânların yolundadırlar. Çaldıran muhârebesinde mağlûb olup kaçan şâh İsmâ’îlin kızılbaş, ya’nî hurûfî askerleri Anadoluya dağıldı. Yaşıyabilmek için Bektâşî tekkelerine sığındılar. Sonraları bu tekkelere hurufîliği yaydılar. Son zemânlarda bu dinsizlerden, serhoşlardan, ahlâksızlardan, yurdumuzda hiç kalmadı.] O hâlde, şî’îlerden şimdi yalnız İmâmiyye fırkası kalıyor, dedim. Bunlar da, beş-on milyondur. Bugün, üçyüzelli milyonu aşan Ehl-i sünnet içinde, müslimânları parçalıyacak bir ayrılık yokdur. Hepsi, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere uymakdadır. Hepsinin kalbi, îmânları birdir. Müslimânları parçalayıcı büyük fesâda sebeb olan bir çekişmeyi hazret-i Alîye yüklemeğe lisan ve vicdân nasıl râzı olur, dedim. (Ehl-i sünnet herşeyde haklıdır. Şî’îler haksızdır) dedi. (Yalnız, Ehl-i sünnet birşeyde yanılıyor. O da, Mu’âviyeyi aşırı tutmalarıdır) dedi. Fâkir dedim ki, Yezîdi ve Ehl-i beyte eziyyet edenleri ve söğenleri biz de hiç sevmeyiz, onların çok kötü olduklarını söyleriz. Hazret-i Mu’âviyeye gelince, ictihâdında yanıldı. Hazret-i Alînin ictihâdı haklı idi, deriz. Hazret-i Mu’âviye, hazret-i Alî ile ictihâd yüzünden ayrıldı “radıyallahü teâlâ anhümâ”. Onunla çarpışdı. Fekat imâm hazretlerini hiç söğmedi ve kötülemedi. Onunla harb ederken bile, Ona saygı gösterdi. Onun üstünlüğünü söyledi. İmâm hazretlerini hep medh ve senâ eyledi. Hazret-i Mu’âviyenin düşmanı sandığınız zât, çok kerîmdir. Rabbi de çok rahîmdir. Bunun için, biz bunların muhârebelerini konuşmayız. Feth sûresinin sonundaki âyet-i kerîmeyi okuyarak, birbirlerine karşı çok merhametli idiler, deriz.
[(Makâmât-ı Serhendiyye) veyâ (Zübde-tül-makâmât) adı
da verilen (Berekât) kitâbı, Muhammed Hâşim-i Kişmî tarafından binotuzyedi, 1037 [m. 1627] yılında Hindistanda fârisî dil ile yazılmışdır. Bu kitâb, İstanbulda, Yavuz Sultân Selîm civârında bulunan (Murâd molla) kütübhânesinde 1317 numarada mevcûddur. İstanbulda ofset yolu ile 1977 de neşr edilmişdir].
Berekât kitâbının ikinci maksadının sekizinci faslında imâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkînin kerâmetleri yazılıdır. Bunlardan yedincisinde Muhammed Hâşim diyor ki, seyyidlerden bir genç, medresede talebe arkadaşım idi. Birgün soluk soluğa geldi. Başından geçen, şaşılacak bir şeyi anlatdı. Ahmed Fârûkî hazretlerinin büyük bir hârikasını görmüşdü. Dedi ki:
Hazret-i Alîye karşı savaşanları ve hele hazret-i Mu’âviyeyi sevmezdim. Bir gece, senin üstâdının [ya’nî İmâm-ı Rabbânînin] Mektûbâtını okuyordum. Buyuruluyor ki, (İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki, hazret-i Mu’âviyeyi sevmemek, Onu kötülemek,hazret-i Ebû Bekri ve hazret-i Ömeri sevmemek ve bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezâyı vermek lâzımdır). Bunu okuyunca canım sıkıldı ve hiç yerinde olmıyan bir yazıyı buraya yazmış, dedim. Mektûbâtı yere atdım. Yatağıma uzandım, uyudum. Rü’yâda gördüm ki, senin o yüce şeyhin öfkeli olarak yanıma geldi. İki mubârek elleri ile kulaklarımı çekdi ve ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitâbımızı yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca, şaşaladın ve inanmadın. Ama, gel seni bir zâta götüreyim de gör! Onun arkadaşları olan, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbını sevmediğin için aldandığını, Ondan işit, buyurdu. Beni çekerek, bir bağçeye götürdü. Beni bağçenin kapısında bırakıp, kendisi yalnızca ilerledi. Uzakda görünen büyük bir odaya girdi. Odada nûr yüzlü, büyük bir zât oturuyordu. Çekinerek ve saygıile, o zâta selâm verdi. O da, gülerek karşıladı. Önünde edeb ile diz çöküp oturdu. Ona birşeyler söylüyor. Beni gösteriyordu. Uzakdan bana bakışlarından, beni söylediği anlaşılıyordu. Biraz sonra, senin o yüce şeyhin kalkdı. Beni çağırdı. Bu oturan zât, hazret-i Alî “radıyallahü anh”dır. İyi dinle! Bak ne buyuruyor, dedi. İçeri girdik. Selâm verdim, (Sakın, sakın! Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına karşı, kalbinde hiçbir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, hiç kötüleme! Aramızda muhârebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyyetlerle yapıldığını, biz ve O kardeşlerimiz biliriz) dedi. Senin O yüce şeyhinin şerefli adını söyliyerek, (Bunun yazılarına da, sakın karşı gelme!) buyurdu. Bu nasîhatı dinledikden sonra, kalbimi yokladım. O, harb edenlere karşı bulunan soğukluğun, düşmanlığın,
kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüce şeyhine bakarak (Bunun gönlü dahâ temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!) dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime dedim ki, bunu sevdiğim için, Onlara düşmanlık etmişdim. Hâlbuki kendisi, Onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmekdedir. Bu hâlden vazgeçmemi istemekdedir. Artık ben de, bu düşmanlıkdan vazgeçmeliyim! Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim, o kinden temizlenmişdir. O rü’yânın, o sözlerin tadı, beni başka şekle sokdu. Kalbimde, Allahdan başka hiçbirşeyin sevgisi kalmadı. Senin yüce şeyhine ve Onun yazılarındaki ma’rifetlere inancım katkat artdı.
İnsanları söğmemek, kimseye la’net etmeyip susmak, âhıretde suç sayılmıyacakdır.
Fahr-i kâinât “aleyhissalevâtü vetteslîmât” efendimiz ve Eshâb-ı kirâma onüç sene cefâ eden, çok sıkıntı veren kâfirlere ve hele bunların ele başıları olan beş-altı azılı zâlime bile, söğmek ve la’net etmek emr edilmedi. Bu azgınlardan Ebû Cehlden başkasının ismleri bile unutuldu. Dünyâda hiçbir dinde insanlara söğmek, la’net etmek emr olunmadı. Bir kimse, Allahü teâlânın emrlerini yapsa ve yasaklarından, harâm etdiklerinden kaçınsa, fekat ömründe bir kerre şeytâna la’net etmese, bunun için, bu kimse sorguya çekilmiyecekdir. Sen, şeytânın dostu idin, denilmiyecekdir. Bir kimse de, emrleri yapmayıp, hergün şeytâna yüzlerce la’net eylese, âhıretde sorguya çekilecek, şeytâna la’net etmesi, onu azâbdan kurtarmıyacakdır. Bu kimse, şeytânın düşmanı değil, dostu sayılacakdır. Görülüyor ki, Ehl-i beyti sevmiş olmak için, şuna buna söğmek, la’net etmek akl ile de, din bakımından da fâidesiz, lüzûmsuz olup, hiç doğru değildir. Îrân sultânlarından Nâdir şâh, 1148 de tahta çıkdı. 1152 [m. 1739] de Hindistânda Delhiyi aldı. Bağdâdı da almak için uğraşdı. 1160 da ısyân çıkarak, öldürüldü. İşte bu Nâdir şâh, Bağdâd muhâsarasından ayrılınca, Bağdâdlı büyük Şâfi’î âlimlerinden Abdüllah bin Hüseyn Süveydî [1104 de tevellüd, 1174 [m. 1760] de vefât] “rahmetullahi teâlâ aleyh” efendinin başkanlığında, Ehl-i sünnet ve şî’î âlimlerini topladı. Burada, sünnîler ile şî’îler arasındaki ayrılığa sebeb olan inanışları kaldırmak için karar verilip, hepsi imzâlamışdı. Fekat, Nâdir şâh vefât ederek, bu hayrlı iş yapılamamışdı. Bu sırada hâtırıma gelen bir şeyi söyliyeyim:
Nâdir şâh, şî’î âlimlerine sordu ki, yehûdîler ve hıristiyanlar ve mecûsîler (ya’nî komünist ve mason gibi kitâbsız kâfirler) Cen-
nete mi, yoksa Cehenneme mi gidecekler? Hepsi Cehenneme gidecek, dediler. Yine sorup, Ehl-i sünnet nereye gidecek, dedi. Bunlar da Cehenneme gidecek dediler. Şâh, bunlara kızarak, (Cenâb-ı Hak, sekiz Cenneti, yalnız Îrânın bir kısm halkı için mi yaratdı?) demişdir.
Binikiyüzsekseniki 1282 [m. 1866] senesinde, fakîr hacca gitmişdim. Yolda Hasen efendi adında bir Îrân âlimi ile karşılaşdım. Ona dedim ki, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvan” birçok Hadîs-i şerîfler ile medh edildi. Böyle iken, siz niçin onlara düşman oluyor, hepsine söğüyorsunuz? (Ben Onlara düşman değilim. Fekat, şî’îlerin çoğuna göre, Ebû Bekr-i Sıddîk, halîfeliği Alînin elinden zor ile almış, Eshâb da, bundan yana olmakla irtidâd etmişler) dedi. Buna karşılık dedim ki, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, bunların mürted olacaklarını bilmedi de, onun için mi medh ve senâ eyledi? Cevâb olarak (sonunda böyle yapacaklarını bilmedi. Bilseydi, hiçbirini medh etmezdi. Hepsine la’net ederdi) dedi. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmı çeşidli âyet-i celîle ile medh ediyor. Acabâ, Allahü teâlâ da bilmedi mi dedim. Şî’î, buna bir cevâb veremedi. Hazret-i Alî, dünyâ mevkı’i için çatışdı demek buna iftirâ etmek değil midir, dedim. (Hazret-i Alînin Eshâba çatması, dünyâ mevkı’i için değildi. Fahr-i kâinât efendimiz, Alînin halîfe yapılmasını söylemişdi. Eshâb, bu emri dinlemediği için mürted oldular. Hazret-i Alî de, Resûlullahın emrinin yapılması için onlarla çatışdı) dedi. Buna karşılık şî’îler, Resûlullahın emrini dinlemiyerek, birçok bid’at yapdılar. Bunlar arasında emrleri ve sünnetleri yerine getiren pek az kimsedir. Bunun için, onlar da mürted olmuyor mu, dedim. Bir cevâb veremedi. Diyelim ki, hazret-i Alî, halîfe yapılmadığı için, hazret-i Fâtıma da, hurma bağçesi kendisine verilmediği için, Eshâb-ı kirâma gücenmiş olsunlar. Bir mü’minin, din kardeşlerine, kırılarak, kızarak üç günden çok dargın durması harâmdır. Bunlar ölünciye kadar dargın kaldılar demek, nasıl câiz olur, dedim. (Bunların darılması, emri yapmadıkları içindi) dedi. Mü’min olanlar islâmiyyete uymazsa onlara darılmak, vazîfeye çağırmak farzdır. Bunu da, âmirler, kuvvet kullanarak, âlimler de, söyliyerek çağırır. Diğer halk ise, yalnız kalbleri ile kırılırlar. Bu da, îmânın en aşağı derecesidir. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”, Allahın arslanı iken, acabâ neden kuvvet kullanarak emrin yerine getirilmesini sağlamadı? Yoksa kuvvetsiz mi idi? Anasını, babasını ve çocuklarını öldüren kimseyi kısâs için öldürmek câiz iken, Bekara sûresinin ikiyüzotuzyedinci âyetinde meâlen, (Eğer afv ederseniz, takvâya dahâ yakın olur) ve Nisâ sûresinin kırksekizinci ve yüzonaltıncı
âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, dilediğinin, şirkden [ya’nî küfrden] gayri günâhlarını afv eder) ve Mâide sûresinin otuzsekizinci âyetinde meâlen, (Bir kimse, zulm ya’nî günâh işleyip, sonra tevbe eder ve sâlih amel işlerse, Allahü teâlâ tevbesini, elbette kabûl eder) buyurulmuşdur. Bunlar gibi, tevbenin kabûl olunacağını bildiren otuz kadar âyet-i kerîme vardır. Herhangi bir kul, fısk, fücûr, günâh işleyip, sonra tevbe edince, afv-ı ilâhîye kavuşuyor da, Resûlullahın Eshâbı “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hilâfet işinde yanılsalar bile, tevbe etmeyip afva kavuşmadıkları biliniyor mu, dedim. Yine hiç cevâb veremedi.
Bağdâd müftîsi Arûs zâde efendi, Kerbelâda, hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” efendimizin türbedârından işitdiği aşağıdaki vak’ayı bu fakîre bildirmişdi:
Hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh” bir gece rü’yâda türbedâragörünerek, yarın Îrândan bir cenâze getirilecekdir. Onu, sakın bana yakın defn etdirme, dedi. Ertesi gün Îrândan bir cenâze getirildi. Türbe yanına defn etmek istediler. Önce izn vermemiş ise de, çok zengin olduklarından çok para vermişler. O da, izn vermiş. İki bin adım kadar uzak bir yere defn etmişler. O gece, imâm-ı Hüseyn “radıyallahü anh”, rü’yâda görünerek, türbedâra darılır, bağırır. Pişmân olduğunu, afv buyurmasını yalvarır. Ertesi gece, yine görünüp, yine darılır, paylar. Türbedâr, ertesi gün, meyyiti oradan çıkaracağını, uzaklaşdıracağını söyler. Resûlullahın gözbebeği “radıyallahü anh”, (Bizim yanımızda iki gece yatan afv olunur. O, afv olundu. Lâkin, ben çok sıkıldım) buyurdu. Mevtânın da, türbedârın da afv olunduğuna işâret buyurdular. Türbedâr, bunları Arûs zâdeye anlatınca, kıymetli müftî, türbedâra karşılık (İmâmın kötü dediği bir fâsık, türbesinden iki bin adım uzakda, iki gece kalmakla afva kavuşuyor da, Şeyhayn [ya’nî Ebû Bekr ileÖmer] “radıyallahü anhümâ” binikiyüzaltmış seneden beri, hücre-i mu’attara-i Nebeviyyede yanyana yatdığı hâlde afva kavuşamadılar mı?) diye sorar. Türbedâr, şaşırıp birşey diyemez. Âciz, câhil olduğu açığa çıkar. Ne güzel bir susduruş, ne büyük bir mahcûbiyyet!..
Şeyhaynden Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, Allahın dînini, Resûlullahın şânını dünyâya yaymak için, şehrleri, memleketleri ele geçirdi. Arabistân yarım adasında ve doğunun, batının en uzak yerlerinde, orduları kahramanca yayılarak küfr, ahlâksızlık karanlıklarını yok edip, islâmın ışığını parlatdı. İslâmiyyete bu kadar hizmet etdiği için, acabâ hazret-i Alî onu afv etmez mi? Suçu varsa, bağışlamaz mı? Hele, kendisi Kudüs-i şerîfi almağa giderken yerine halîfe olarak hazret-i Alîyi vekîl etmiş, bu da,
halîfe geri gelinceye kadar, halîfe vekîlliği yaparak, idâreyi eline almış, dönüşünde yine, idâreyi hazret-i Ömere bırakmış olması, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini göstermiyor mu? Aralarındaufak bir ayrılık, çatışma olsaydı hazret-i Ömer, Onu vekîl eder mi idi? Hazret-i Alî de, hilâfeti eline geçirmiş iken, isteği ile, Ona geri verir mi idi? Eğer denirse ki, sonraları, hilâfeti istemekden vazgeçmişdi. Eski arzûsu olsaydı, Ömere vermezdi. Böyle denirse, vekîli olduğu kimse ile aralarında ayrılık, soğukluk da, kalmamış olur. Böyle olunca da, buna dil uzatmak câiz olmaz.
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” kızı Ümm-i Gülsümü, hicretin onyedinci yılında, halîfeye kırkbin akça gümüş mehr ile nikâh etdi. Hazret-iÖmerin Ümm-i Gülsümden Zeyd adında oğlu ile Rukayye adında kızı oldu. Hazret-i Ömer, hazret-i Alî ile hazret-i FâtımatüzZehrânın dâmâdı oldu “radıyallahü teâlâ anhüm”. Böylece aralarında eskiden beri bulunan sevgi birkat dahâ artdı. Gece gündüz bir arada bulunup, müslimânların işlerine yardım yolunu birlikde ararlardı. Bu kadar yaklaşdılar da, hazret-i Alînin kini, düşmanlığı yine gitmedi mi? Böyle söylemek, yüce imâma karşı ne büyük iftirâdır.
Pâşa olmuş, vezir olmuş bir zât bektâşîlik ismi altında gizlenen hurûfîlik yoluna sapmışdı. Sonra, aklı başına gelip, tevbe etdi. Niçin ve nasıl tevbe etdiğini sordum. Fakîre dedi ki, bu sahte Bektâşîlerin çok kıymet verdikleri bir kitâbda, hazret-i Ömere kâfir deniliyor. Hazret-i Alî, nasıl oluyor da, bir kâfire kızını veriyordiye sorulmasını önlemek için de diyor ki, birgün halîfe Ömer, hazret-i Abbâsı çağırır. Hazret-i Alînin kızını almak istediğini söyler. Sen yaşlısın, kız ise, çok gençdir. Bu iş nasıl olur derse de halîfe hemen, bu düşüncemi Alîye de söyledim. O da senin dediğin gibi cevâb verdi. Git kendisine söyle! Eğer, kızını bana vermezse, iki yalancı şâhid bulup, Ona karşı bir da’vâ açarım. Onun hırsız olduğuna karâr vererek, elini keserim der. O da, korkusundan, kızını Ömere verir. Kitâbda bunu okuyunca, kendi kendime sordum. Bir zâlim, beni sıkışdırıp, kızını bir kâfire vereceksin. Eğer, ona vermezsen seni öldürürüm dese, öldüreceğini iyi bildiğim hâlde ve günâhı çok, yüzü kara bir kimse olduğum hâlde, ölümü göze alır, kızımı kâfire veremem, dedim. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”, Allahın arslanı, Resûlullahın sevgilisi olduğu ve günâhdan, aybdan tertemiz olduğu hâlde, böyle şübheli bir sıkıntı çekmek korkusu ile Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” torunu olan sevgili kızını, islâmiyyetin yasak etdiği, habîs, pis yere atamıyacağını anladım. Aklım başıma gelerek, temiz
bir tevbe etdim. Hurûfîlikden kurtuldum, dedi.
Bağdâd vâlîliğinde bulunmuş vezîrlerden biri, hazret-i Ömerin bu evlenme işini, bir acemden sorar. O da, sıkılmadan, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kerîmesi için, kötü iftirâ ve kirli sözler söyleyip, oradan sıvışıp gider.
Yukarıdaki uzun yazılardan anlaşılıyor ki, büyük velî Abdülkâdir-i Geylânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretlerinin, hurûfîlerin onbeş işde yehûdîlere benzediklerini bildirmesi pek yerindedir. Hurûfîliği Abdüllah bin Sebe’ adında bir yehûdînin, islâmiyyeti parçalamak için ortaya çıkardığı meydândadır. Bu yehûdî, müslimânları birbirlerine düşman etmek için, yüzyirmidörtbin sahâbîye, halîfeliği hazret-i Alînin elinden zor ile aldıklarını söyliyerek, kâfir dedirmişdir.
[Yehûdîler, Ya’kûb “aleyhisselâm”ın oniki oğlundan türemişlerdir. Ya’kûb “aleyhisselâm”ın adı İsrâîl olduğu için, bunlara (Benî İsrâîl), ya’nî İsrâîl oğulları denildi. İsrâîl, Abdüllah demekdir. Mûsâ “aleyhisselâm” Tûr dağına gidince, bunlar dinden çıkdı. Buzağıya tapdı. Sonra pişmân olup tevbe etdikleri için, yehûdî denildi. Yehûdî, hidâyeti, doğru yolu bulucu demekdir. Yehûdîler, Mûsâ “aleyhisselâm”a çok eziyyet etdi. Sonra gelenleri, binPeygamberi şehîd etdi. Îsâ “aleyhisselâm”ı babasız çocuk diye kötülediler. Annesi hazret-i Meryeme kötü kadın dediler. Bunlarıöldürmeğe saldırdılar. Âhır zemân Peygamberi Muhammed “aleyhisselâm”ı zehrlediler. Hazret-i Osmân zemânında, fitne çıkararak, halîfenin şehîd edilmesine sebeb oldular. Hurûfîliği meydâna çıkarıp, müslimânları parçaladılar, birbirine düşman etdiler. Asrlarca, Allahın gönderdiği dinleri, Peygamberleri yok etmeğe uğraşdılar. Dinleri yok etmek için masonluğu kurdular. 1336 [m. 1918] de biten Birinci cihan harbinden sonra, ırz, nâmus ve din düşmanı olan komünist devletler kurdular. Bir yandan da, önce İstanbul, sonra Mısr hahambaşısı olan Hayım Naum, dünyânın biricik İslâm devleti (Osmânlı) imperatorluğunu yıkmak için, kapitalist ve emperyalist devletler arasında fırıldaklar çevirdi. Netîcede, İslâm âleminin liderliğini yapan koca imperatorluk parçalandı. Müslimânlara gerici denildi. İslâmiyyet kuvvetsiz kaldı. Yok olmağa yüz tutdu.]
Din kitâbları ve târîhler söz birliği ile bildiriyor ki, hazret-i Ebû Bekr pazartesi günü halîfe seçildi. Ertesi salı günü, hazret-i Alî, birkaç kişi ile mescide gelip, Ebû Bekre, seve seve bî’at etdi. Halîfe vefât edinciye kadar, her emrini yapdı. Dîn-i islâmı yükseltmek için, elinden gelen yardımı esirgemedi. Böyle olduğu hâlde, hazret-i Alîde, Kur’ân-ı kerîmin yasak etdiği kötü huyların bulundu-
ğunu söylüyorlar. Bu büyük imâma çok büyük iftirâ ediyorlar. Hazret-i Alîye bu yolda iftirâ etmek, îmânı olanların tüylerini ürpertmez mi? Hazret-i Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” halîfe seçilirlerken, kendilerinden dahâ üstün bulunduğunu söyleyip, herbiri kendini, halîfeliğe lâyık görmemişdi. Allahü teâlânın emr etdiği tevâzu’ sıfatını takınmışlardı. Ertesi gün, hazret-i Alînin gelerek, en büyük günâhlardan olan kibr sıfatı ile ortaya çıkması, içinizde benden dahâ üstün, dahâ kahramân, dahâ âlim var mı diye, üstünlük göstermesi, bir müslimânın söyleyeceği söz müdür? Tesavvuf yollarının çoğu hazret-i Alîden gelmekdedir. Tesavvuf büyükleri, talebesini hazret-i Alînin verdiği emre göre yetişdiriyor. Bunun için de, önce tevâzu’ etmeği öğretiyorlar. Din kardeşlerinin kusûrlarını afv ile ihsân etmek, birçok âyet-i kerîme ile bildirildiği hâlde, birşeyi otuz seneye kadar afv etmeyip, bunu yapana kıyâmete kadar la’net edilmesini vasıyyet etmeği, değil hazret-i Alîye, bir fâsıka bile yakışdırmak, hiç câiz olur mu? Tesavvuf büyükleri, herşeyin Hakdan bilinip, kazâya rızâ lâzım geleceğini gösteren âyet-i kerîmeleri okuyarak, talebeyi terbiye ediyorlar. Bunu emr eden zâtın, bir talebesi kadar, kazâya râzı olmadığına hiç inanılır mı? Böyle söylemek, çirkin bir iftirâ değil midir? Belâlara sabr etmeği gösteren âyet-i kerîmeler varken, hazret-i Alînin belâya sabr etmediği, nasıl söylenebilir? Sonu çabuk gelen dünyâ mevkı’ine düşkün olmağı kötüliyen âyet-i kerîmeleri unutarak, hazret-i Alî, mevkı’ düşkünlüğünden geçimsizlik çıkararak, ümmet-i Muhammediyye arasına fesâd, ayrılık tohumu atar mı? Herbir sözü hikmet, fazîlet örneği olarak, müslimânların dilinden düşmiyen o yüksek imâm için böyle şeyler söylemek câiz midir?
Üç halîfe, Resûlullahın Eshâbının sözbirliği etmesi ve halîfeliği kendilerine vermeleri üzerine halîfe olmak kendilerine farz olduğu için, istemiyerek kabûl etdiler. Kendilerinden sonra, oğullarının da halîfe olmasını vasıyyet etmemeleri, bu sözümüzün yerinde olduğunu göstermiyor mu? Hele Eshâb-ı kirâm söz birliği yaparak hilâfeti hazret-i Alîye verince, istemiyerek kabûl buyurduğunu ve hazret-i Mu’âviyenin ictihâdında yanılması üzerine, islâmiyyetin emri ile, hazret-i Mu’âviyeyi itâ’ate getirmek için ne kadar çok sıkıntı çekdiğini bilmiyen yok gibidir. Bunlardan başka, müslimânlara, hattâ yer yüzündeki bütün mahlûklara şefkat ve merhamet olunmasını emr eden nice âyet ve Hadîs-i şerîfler varken ve iyi ahlâkın kaynağı olan hazret-i Alînin “kerremallahü teâlâ vecheh” keremi ve merhameti pek fazla olduğunu gösteren vak’a ve haberler meşhûr iken, hattâ kıyâmet günü mü’minlere
Kevser şerâbı dağıtacağı için, Cenâb-ı Hak, bunun şefkatini ve merhametini orada kullarına göstereceğini müjdelemiş iken, milyonlarca mü’minin, onun yüzünden Cehennemde sonsuz kalacağını söylemek, değil hazret-i Alîye, alçak bir fâsıka bile yakışdırılamaz. Çünki insanlara şefkat, merhamet demek, onların âhıretlerini kurtarmağa çalışmak ve Cehennem ateşinden korumak demekdir. Dünyâ işlerinde yardım etmek, âhıretlerine yardım yanında hiç kalır. Yehûdîlerin yapdığı iftirâlara bakılırsa, milyon, belki milyarlarca mü’minin, hazret-i Alî yüzünden Cehennemde sonsuz yanması lâzım gelmekdedir.
Müslimânları gıybet etmemek, kötülememek ve alay etmemek hakkında bunca âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîfler varken, Eshâb-ı kirâmın hepsini ve hazret-i Peygamberin emrine uyan bütün Ehl-i sünneti “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gece gündüz kötülemek, hattâ kâfir demek, nasıl doğru bir yol olur? Buna sebeb olarak, Eshâb-ı kirâm, hazret-i Alîye hilâfeti uygun görmedikleri için, bu hâlleri kendisine pek ağır gelerek, bu çirkin işi yapmağı emr etdiğini söylemek bir müslimâna yakışır mı? Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” ve bu ümmetin ileride olanları, kendi nefsleri ile uğraşmağı, birinci vazîfe bildikleri hâlde, hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” kendi mubârek nefsine dokunulsa bile, bu kadar büyük bir günâh işlemiyeceği şübhesizdir. Hele mubârek nefslerine dokunulmayınca, bu günâhı işlemiyeceği güneşden dahâ meydândadır.
İnsâf etmelidir ki, sonsuz olarak düşman bildikleri Eshâb-ı kirâmın içinde, hazret-i Alînin teyzesi ve amcası oğlu ve dahâ nice yakın akrabâsı da vardır. Akrabâya iyilik ve ihsânın ve ziyâretin vâcib olduğunu bildiren âyet-i kerîmeler varken, o büyük zâtın, bunlara düşmanlık edilsin diye vasıyyet etmiş olduğunu söylemek, îmânı olanın yapacağı bir iş midir? Resûlullahın zevcelerinin, mü’minlerin anneleri olduğu, âyet-i kerîme ile bildirilmiş iken ve analara, babalara itâ’at ve saygı göstermek emr edilmiş iken, hazret-i Alînin bu mubârek zevcelere, Ebû Bekre bî’at etdikleri için, düşmanlık etdiğini ve kâfir dediğini, kalbinde îmân ışığı parlayan kimse nasıl kabûl edebilir?
Hadîs-i şerîfler, fitne çıkarana la’net etdiğine göre, hazret-i Alînin “kerremallahü teâlâ vecheh” ümmet-i Muhammed içine fitne düşürdüğü söylenebilir mi?
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” (Bana bir belâ gelirse, üç dürlü sevinirim. Birincisi, belâyı Allahü teâlâ göndermişdir. Sevgilinin gönderdiği herşey tatlı olur. İkincisi, Allahü teâlâya, bundandahâ büyük belâ göndermediği için şükr ederim. Üçüncüsü, Alla-
hü teâlâ, insanlara boş yere, fâidesiz birşey göndermez. Belâya karşılık, âhıretde ni’metler ihsân eder. Dünyâ belâları az, âhıretin ni’metleri ise, sonsuz olduğundan, gelen belâlara sevinirim) demişdir. Zemânımızda bile, hazret-i Alînin yolunda bulunarak kalbi temizlenen Ehl-i sünnetden birçoğu, derdlerden, belâlardan lezzet almakda iken, hazret-i Alînin belâdan lezzet almadığına, yıllarca sıkıntısını çekdiğine, ölürken de, bunun için milyonlarca müslimâna ve Eshâb-ı kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” düşmanlık edilmesini vasıyyet etmiş olduğuna, inanılabilir mi?
Hubb-i fillah ve buğd-i fillah için, ya’nî müslimânları, müslimân oldukları için sevmek lâzım geldiğini ve kâfirleri, İslâm düşmanı olanları da sevmemek lâzım geldiğini emr eden çeşidli âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîfler varken ve Eshâb-ı kirâmın hepsi, (Allah Onların hepsinden râzıdır. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar) meâlindeki âyet-i kerîme ile müjdelenmiş iken ve Muhâcirîn-i kirâmı ve Ensâr-ı izâmı “rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecma’în” medh ve senâ eden sayısız Hadîs-i şerîfler var iken ve bunlardan on danesi Cennet ile müjdelendikleri için (Aşere-i mübeşşere) adı ile şereflenmiş iken ve bunlara düşmanlık edilmemesi, çeşidli Hadîs-i şerîfler ile bildirilmiş iken, Ehl-i beytin en üstünü ve ilm şehrinin kapısı olan hazret-i Alînin “radıyallahü anh” beni halîfe yapmadılar diye bunlara düşmanlık etmesi mümkin midir? Böyle çok çirkin bir işi yapdığını söylemek, O koca imâma dostluk mu olur, yoksa düşmanlık mı olur?
Cum’a nemâzına ve beş vakt nemâzın cemâ’atine gitmemenin suç olduğu âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîflerle bildirilmişdir. Medîne-i münevverede farzların, Mescid-i Nebevîde kılındığı ve halîfenin imâm olduğu herkesce bilinmekdedir. Hazret-i Alî, bu üç halîfeye uyarak, nemâzlarını kıldığı için, kâfir dediği kimseye uymuş olur. Küfrünü bildiği kimsenin arkasında nemâz kılan kâfir olur. Bunların arkasında nemâz kılmadı ise, Cum’a ve cemâ’ati terk etmiş olur ki, bu da günâhdır. Hazret-i Alînin böyle suçları yapması imkânsızdır.
Hazret-i Alî, hazret-i Ömere “radıyallahü anhümâ” kerîmesini vermişdir. Kâfir olduğunu bildiği bir adama, kızını veren de kâfir olur. Bu ise, hazret-i Alîye hiç yakışır mı?
Buraya kadar, şî’îlerin ba’zısına yehûdîlerin uydurduğu hurûfî inanç ve yalanlarının bulaşmış olduğunu iyice anlatmış oluyoruz. Biraz da, bunun başlangıcını ve sebebini açıklıyalım. Hurûfîliği ortaya çıkaran, Abdüllah bin Sebe’ adında, Yemenli bir yehûdîdir. Muhammed “aleyhisselâm”ın ümmetini şaşırtmak, sapdırmak ve parçalamak için, bunu yapmışdır. İslâm ışığının kayna-
ğı olan Ehl-i beytden intikâm almak için yapmışdır. Maksadının anlaşılmaması için, hazret-i Alîyi çok seviyor görünmüş, hilâfet bunun elinden alındı diyerek, üç halîfenin ve Eshâb-ı kirâmın kâfir olduklarını söylemişdir. Hazret-i Alîye düşmanlığını, Onu aşırı sevmek perdesi altında gizlemişdir. Yalnız islâmiyyete değil, akla da uymıyan yalanlar, düzmeler ortaya koymuşdur. Îmândan ve ilmden haberi olmıyan, yarasa kuşu gibi ışığı göremiyen düşüncesizler, aklsızlar, bu münâfık yehûdînin kurduğu tuzağa düşerek, hazret-i Alî için, Onun şânına lâyık olmıyan iftirâlara inanmışlar, Onu lekelemeğe uğraşmışlardır. [Ehl-i sünnet âlimlerinin derin ilmlerinden ve kuvvetli kalemlerinden meydâna gelen kıymetli kitâblar, her asrda müslimânları uyandırmış, İbni Sebe’in sapık sözleri unutulmak üzere iken, Fadl-ullahı hurûfî ismindeki bir acem yehûdîsi, bu fitneyi alevlendirmiş, 796 [m. 1393] senesinde ölmüşdür. (Se’âdet-i Ebediyye), ikinci kısm yirmiikinci maddeye bakınız!]
Hurûfîlerin bu yüce imâma bulaşdırdıkları kötülükler, Tevrâtda ve İncîlde de yazılıdır. Bunun içindir ki, yehûdîlerden ve hıristiyanlardan bu hakîkati anlıyanlar, bu iftirâların, hazret-i Alîye dostluk değil, büyük düşmanlık olduğunu bildiriyorlar.
Se’âdete kavuşmak için, üç şey lâzımdır:
1– Müslimân olmak lâzımdır. Bir kerre (LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH) diyen müslimân olur.
2– Müslimân olduğunu tanıdıklara ve meleklere bildirmek için, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) denir.
3– Kalbi temizlemek ve dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmak ve derdlerden, belâlardan, hastalıkdan, düşman şerrinden ve sihr, büyü ve cin çarpmasından kurtulmak, ni’metlere kavuşmak için, her müslimânın, her gün kalb ile tevbe etmesi ve bu tevbeyi söylemesi lâzımdır. Bunu söylemeğe (İstigfâr) denir. Çok istigfâr okumalıdır. İstigfâr, (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) veyâ kısaca (Estagfirullah) demekdir. 400.cü sahîfeye bakınız!
Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâları muhakkak kabûl olur. İstigfârı ve istigfâr düâsını bütün gece okuyup, uykusuz kalmamalıdır. İstigfârı ve bütün düâları, ma’nâsını düşünmeden, temiz kalb ile söylemezse, yalnız ağız ile söylerse, hiç fâidesi olmaz. İstigfârı ağız ile üç kerre söyleyince, temiz kalb ile de söylemeğe başlar. Günâh işlemekle kararmış olan kalbin söylemesi için, ağız ile çok söylemek lâzımdır. Harâm lokma yiyenin ve nemâz kılmayanın kalbi simsiyâh olur. Böyle kalblerin söylemeğe başlaması
için, istigfâr düâsını üç kerre okumak ve sonra 67 kerre istigfâr söylemek, ya’nî (Estagfirullah) demek lâzımdır. Allahü teâlâ, (tevbe ve istigfâr edeni severim ve günâhını afv ederim) buyuruyor. Tevbe, günâhı işlediğine pişmân olmak, günâh işlemekden hemen vaz geçmek ve bir dahâ yapmamağa karâr vermek ve afv etmesi için Allahü teâlâya yalvarmakdır. Bu dört şeyden biri noksan olan tevbe kabûl olmaz ve günâhı afv edilmez. Tevbeden sonra günâhı tekrâr yaparsa, tevbesi bozulmaz, yeniden günâha girer. Bunun için, ayrıca tevbe etmesi lâzım olur. Hakîkî tevbesi yapılan günâh, muhakkak afv olur. Tevbe yapılmıyan günâh için, Allahü teâlâ, dilerse afv eder, dilerse azâb eder.