Kendilerine şî’î diyenler, yirmi fırkadır. İçlerinden birkaç fırkası çok taşkındır. Bu taşkınların bir kısmı, (Allah, Alînin içindedir. Alîye tapmak, Ona tapmakdır) diyor. İkinci kısmı, bunları kötülüyor ve (Alî, Allah olur mu? O, insandır. Fekat insanların en üstünüdür. Allah, Kur’ân-ı kerîmi ona gönderdi. Cebrâîl de, iltimâs edip, Muhammede “aleyhisselâm” getirdi. Muhammed “aleyhisselâm”, Alînin hakkını yedi) diyor. Üçüncü kısmı, bunları kötülüyor ve (Hiç böyle olur mu? Bizim Peygamberimiz, Muhammed “aleyhisselâm”dır. Fekat benden sonra Alî halîfe olsun, dedi. Eshâb-ı kirâm, dinlemeyip diğer üçünü halîfe yapdı. Alîyi dördüncüye bırakdı) diyerek diğer üç halîfeye, Alînin hakkını aldılar, diye düşman oluyorlar. Eshâb-ı kirâmın çoğuna da, onun hakkını vermediler diye, düşman oluyorlar. Kendi hakkını aramadı diye, Alîye de “radıyallahü anh” çok kızıyorlar. Bu üç kısmın hepsi kâfir oluyor. Diğer fırkalar da, nassları inkâr etmeyip, bunları te’vîlde yanıldıkları için, bid’at fırkası oluyor. Allahü teâlâ hepsine, hidâyet versin!Doğru yola gelmek nasîb eylesin! Âmîn.
Bugün, Îrânın birçok köylerinde ve Irâkda ve Süriyede milyonlarca insan, yolu şaşırmışlardır. Müslimânlara (Hüsniyye) ismindeki bir kitâbı okutuyorlar. İstanbulda da basılan bu kitâb, Hârunürreşîdin serâyında, Hüsniyye isminde bir câriyenin, ba’zı kimselerle yapdığı konuşmasını yazmakda imiş. Bunun, Mürtezâ adında, yehûdî dönmesi bir din düşmanı tarafından yazıldığı, roman şeklinde hâzırlandığı anlaşılıyor. Âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere bozuk ma’nâlar vererek, vak’a ve hâdiseleri yanlış anlatarak, Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” ve Ehl-i sünnet âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” saldırmakda, acıklı hikâyeler uydurarak, câhilleri aldatmakdadır.
(Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının ikinci kısmında, Mürtezânın bozuk yazılarına uzun cevâb verilecekdir. Şimdi imâm-ı Rabbânî hazretlerinin fârisî (Redd-i Revâfıd) risâlesinin tercemesini yazıyoruz.
Allahü teâlâya güzel, verimli ve Onun sevdiği, beğendiği gibi çok hamd olsun! Bütün insanların en üstünü, beyâzın, siyâhın, herkesin Peygamberi, efendimiz Muhammed aleyhisselâma, Onun yüksek şânına yakışacak düâlar ve selâmlar olsun! Muhammed aleyhisselâmın doğru yolda giden ve doğru yolu gösteren dört halîfesine ve Onun çocuklarına ve hepsi güzel, hepsi temiz olan Ehl-i beytine ve başka sahâbîlerine; büyük mevkı’lerine, yüksek derecelerine uygun selâmlar olsun!
Her var olana, lâzım olan herşeyi gönderen, Ondan başka sâhib, mâlik bulunmıyan, bir olan, Allahın merhametine çok muhtaç, Ehl-i sünnet âlimlerinin hizmetçisi, zevallı bu kul (Abdülehad oğlu Ahmed) Fârûkî bugünlerde bir risâle gördüm. Bu risâle, şî’îler Meşhed şehrini muhâsara ederken, Mâverâ’ünnehr âlimlerine cevâb olarak yazılmış. Bu âlimler, Eshâb-ı kirâmı kötüliyenlerin kâfir olduğunu, yazmışlardı. Risâleyi okuyunca, ancak ahmakların inanacağı ön sözlerle, üç halîfeye kâfir dediklerini, Âişe-i Sıddîkayı “radıyallahü anhâ” kötülediklerini gördüm. Yakınımızda bulunan talebeden zevallı birkaçının bu risâleyi okuyarak, öğündüklerini ve hükûmet adamlarına, hattâ sultânlara gönderdiklerini işitdim. Bu fakîr, konuşmalarımda ve derslerimde [ve (Mektûbât)daki birçok mektûblarımda] o bozuk yazılara, akla ve ilme dayanarak, cevâb vermekde, onların yanıldıklarına, doğru yoldan ayrıldıklarına herkesi inandırmakda isem de, müslimânlık gayretim ve Hadîs-i şerîfdeki, (Fitneler, bid’atlar meydâna çıkıp eshâbıma dil uzatıldığı zemân, doğruyu bilen, bildiğini herkese bildirsin. Eğer bildirmezse, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların la’neti, onun üzerine olsun! Allahü teâlâ, bu âlimin ne farzlarını, ne de nâfile ibâdetlerini hiç kabûl etmez) emri, bu konuşmalarımı [ve yazılarımı] kâfî göstermedi. Ciğerlerimin yanmasına su serpemedim. İçimin sızlamasını durduramadım. Onların maksadları yazılmadıkça, beklediğim fâidenin hâsıl olamıyacağını, âcizâne düşündüm. Her ihtiyâçlının yalvardığı, iyiliği bol, insanı çirkin, utanç verici şeylerden, ancak kendisi koruyan Allahü teâlâya sığınarak, Onun yardımına güve-
nerek, bu risâleyi yazmağa başladım. Allahü teâlâ sâhibimizdir. Herkesin yardımcısı ancak Odur. Başarı, Onun yardımı ile sağlanır. Doğru yola, Ondan istemekle varılır.
[Muhammed bin Ya’kûb Firûz-âbâdînin 729-816 [m. 1413 Yemende] (Kâmûs) adındaki lügat kitâbını, Ahmed Âsım efendi[1235 (m. 1820) de Üsküdar Nuh Kuyusunda] türkçeye çevirmişdir. Çok kıymetli lügatdır. Burada, (Şî’a ve şî’î, bir insanı kuvvetlendiren yardımcılarına denir. Râfıda ve Râfıdî de, terk eden, ayrılıp bırakan demekdir. Râfızîler Zeyd bin Zeynel’âbidîn Alî,imâmdır, dediler. Bunlar Zeyde, Ebû Bekr ile Ömere düşman ol, dedi. O da büyük dedem olan Resûlullahın sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem, dedi. Bunun üzerine Zeydin yanından ayrıldılar. Bunun için, bunlara Râfızî denildi) diyor. Râfızîler Alîyi “radıyallahü anh” seviyoruz. Onu sevmek için, Eshâb-ı kirâmın hepsine veyâ birkaçına düşman olmak lâzımdır, diyorlar. BugünÎrânda bulunan, ilm adamı, aydın şî’îler, çok şükr böyle değildir. Ehl-i sünnete pek yakındırlar. Alevî kelimesi, üç yerde kullanılmışdır:
1- Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” her asrda bulunan torunlarına denirdi. Eski zemândaki kitâblarda, hazret-i Hasen veyâ Hüseynin çocuklarına Alevî denilmekdedir. Sonraları, hazret-i Hasenin çocuklarına, şerîf, hazret-i Hüseynin “radıyallahü anhümâ” çocuklarından olanlara, seyyid denildi.
2- Hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” sevenlere, Onun yolunu doğru ve iyi öğrenip, bu yol, Muhammed aleyhisselâmın yolu olduğu için, bu yolda gidenlere (Alevî) demek lâzımdır. Bu doğru yolda gidenler, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” hepsini sever. Bu yol, Ehl-i sünnetin gitdiği yoldur. Demek ki, asl, haklı olarak Alevî, Ehl-i sünnetdir.
3- Eshâb-ı kirâma düşman olanlar, yurdumuzdaki, temiz, müslimân Alevîleri aldatmak için kendilerine şimdi (Alevî) diyorlar. Bu güzel ismi maske olarak kullanıyorlar.]
Adı geçen risâlede diyor ki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” âhirete teşrîf etdikden sonra, müslimânların reîsi, imâm-ı Alîdir “radıyallahü anh”. Her asrda da, başkanlık, Onun çocuklarının hakkıdır. Başka kimse hiçbir zemân, müslimânlara imâm [başkan] olamaz. Başkaları ancak zulm ile, bunların hakkına saldırmakla, bunlar da, kuvvetsiz olup, birşey diyemedikleri için, başa geçer. Şî’îler arasında, zemânla çeşidli fırkalar türedi ise de, başlıcası yirmi fırkadır. Ba’zıları birbirine kâfir demekde, kötülemekdedir. Biz, maksada başlamadan önce, meşhûr olan birkaç fırkalarını bildirelim ve inanışlarını, maksadlarını
açıklıyalım. Böylece, iç yüzlerini herkes iyi anlasın ve doğru ile yanlış, hak ile bâtıl ayırd edilsin:
Ahmed Fârûkî diyor ki: Eshâb-ı kirâmı kötüliyenlerin birincisi, Abdüllah bin Sebe’dir.
[Müncid lügat kitâbında ve (Kâmûsül a’lâm)da (Yehûdî olduğu bildirilen bu dönme, Mısrda ayaklanmağa sebeb olup, buradan yürüyen çapulcular, Osmân “radıyallahü anh”ı şehîd etdi) denilmekdedir.]
Alî “radıyallahü anh”, bunu Medayn şehrine sürdü. (İbni Mülcem hazret-i Alîyi öldürmedi. Şeytân Alînin şekline girmişdi. Şeytânı öldürdü. Alî, bulutlar içindedir. Gök gürlemesi, onun sesidir. Şimşek, kamçısıdır) derdi. Abdüllah bin Sebe’ yehûdîsinin sözlerine aldanan (Sebe’ciler), gök gürültüsü işitince, (Ey emîrel-mü’minîn! Sana selâm olsun) derler.
[Îrânda Esterâbâd şehrinde, Fadlullah isminde bir zındık, Sebe’cilik yoluna, birçok hurâfe, yalan katarak (Hurûfîlik) ismini verdi. 796 [m. 1393] de öldürüldü. Hurûfîler, şî’îlerin aralarına karışdı. Hâlbuki, şî’îlikle bir alâkaları yokdur.]
Kâmiliyye fırkası, Eshâb-ı kirâmı kötülüyor. Alîyi “radıyallahü anh” imâm yapmadıkları için, Eshâb-ı kirâma kâfir diyorlar. Alî de “radıyallahü anh”, kendi hakkını aramadığı için, buna da, kâfir diyorlar. Tenâsüha inanıyorlar. [Tenâsüh için bilgi almak isteyen, (Tam ilmihâl-Se’âdet-i Ebediyye) kitâbına mürâce’at buyursun.]
Benâniyye fırkası, Benân bin Cem’an yolunda gidenlerdir. İlâhımız insan şeklindedir. Zemânla helâk oldu. Yalnız yüzü kaldı. Rûhu da, Alîdedir, derler. Ondan sonra, oğlu Muhammed bin Hanefiyyede, sonra bunun oğlu Ebû Hâşimdedir. Bundan sonra Benândadır, derler.
Cenâhiyye fırkası, Reîsleri, Abdüllah bin Mu’âviyedir. Rûhun tenâsüh yolu ile, cesed değişdirdiğine inanırlar. Tanrının rûhu, önce Âdem aleyhisselâma, sonra Şît aleyhisselâma girdi, derler. Böylece bütün Peygamberlerde, dolaşıp, sonra Alîye ve oğullarına girdi. Şimdi Abdüllahdadır, derler. Öldükden sonra dirilmeğe inanmazlar. Şerâb içmek, leş yimek, zinâ yapmak gibi birçok harâmlara, halâl derler.
Mensûriyye fırkası, Ebû Mensûr Aclîmin yolunda gidenlerdir. İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” talebesinden idi. İmâm bunu tard edince, kendinin imâm olduğunu yaydı. (Ebû Mensûr göke çıkdı. Allahü teâlâ, eli ile, bunun başını sığadı ve ey oğlum! Git, kullarıma emrlerimi bildir dedi), derler. Kur’ân-ı
kerîmde, Tûr sûresi kırkdördüncü âyetindeki (kisfen) kelimesi, işte gökden inen Ebû Mensûru bildiriyor, derler. Peygamberlik bitmedi. Dahâ Peygamber gelecek derler. Cennet, sevmemiz lâzım gelen imâm demekdir. Cehennem de, düşmanlık etmemiz îcâbeden kimselerdir. Meselâ Ebû Bekr, Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” demekdir, derler. Farzlar da, sevmemiz emr olunan kimseler demekdir. Harâmlar da düşman olmamız emr edilen kimselerdir, derler.
Hattâbiyye fırkası, Hattâb-ı Esedînin yolunda gidenlerdir. Bu, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın “rahmetullahi aleyh” talebesi idi. İmâm, bunun, kendine karşı taşkınlık etdiğini görünce, gücendi ve yanından koğdu. Fekat, o, imâmın vefâtından sonra kendisinin imâm olduğunu söyledi. Bunun yolunda olanlar, (İmâmlar Peygamberdir. Hattâ, Allahın oğullarıdır. Ca’fer Sâdık, ilâhdır. Fekat, Ebülhattâb, ondan ve Alîden dahâ üstündür) derler. Düşmanlara karşı, dostları korumak için, yalancı şâhidliği halâldir, derler. Cennet, dünyâda, iyi, râhat yaşamakdır. Cehennem de, dünyâ elemleri, sıkıntıları demekdir, derler. Dünyâ böyle gelmiş, böyle gider. Kıyâmet kopmaz. Cenneti, Cehennemi görüp, söyliyen, gidip gelen var mı, derler. Bunun için harâmları işleyip farzları yapmazlar.
Gurâbiyye fırkası, Muhammed “aleyhisselâm” Alîye çok benziyordu. Karganın kargaya, sineğin sineğe benzemesinden dahâ çok benziyordu. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi Alîye götürmek için emr vermişdi. Çok benzediklerinden, Cebrâîl, yanılarak, Muhammed “aleyhisselâm”a götürdü, diyorlar. Bunun için, Cebrâîl “aleyhisselâm”a la’net ediyorlar.
Zemmiyye fırkası, Muhammed aleyhisselâmı kötülüyor. Alî, ilâhdır. Muhammed aleyhisselâmı Peygamber yapmışdı. Muhammed aleyhisselâm insanları Alîye bağlıyacağı yerde, kendisine bağladı, diyorlar. Bunlardan bir kısmı ise, Muhammed aleyhisselâm ilâhdır, diyor. Ya’nî bir kısmı, Muhammed aleyhisselâmı dahâ üstün tutuyor. Bir kısmı, Alîyi “radıyallahü anh” üstün tutuyor. Ba’zısı, ehl-i abâ [palto altında bulunan] Muhammed, Alî, Fâtıma, Hasen, Hüseyn bir bütündür. Aynı bir rûh, beşine birlikde hulûl etmişdir. Birbirlerinden üstünlükleri yokdur. Fâtıma da, erkekdir, derler.
Yûnusiyye fırkası, Yûnus bin Abdürrahmânın yolunda olanlardır. Allah, Arş üstünde oturuyor. Melekler, Onu, Arş üstüne çıkardı ise de O, meleklerden dahâ kuvvetlidir. Turna kuşu iki ayağı yardımı ile gidiyor ise de, kendisi, ayaklarından dahâ büyük ve dahâ kuvvetli olması gibidir, derler.
Müfevvida fırkası, Allahü teâlâ dünyâyı yaratıp, bütün işleri Muhammed aleyhisselâma bırakdı [tefvîd etdi], diyorlar. Ba’zıları da bütün dünyâ işlerini Alîye bırakdı. Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” dilediğini yaratıyor, diyor.
İsmâ’îliyye fırkası, Kur’ânın zâhiri [görünmesi] olduğu gibi, bâtını [görünmiyen içi] de vardır. Bâtın yanında zâhir, cevizin içi, özü yanında kabuğu gibidir. Zâhirde olan emrlere, yasaklara uyan kimse, meşekkatlara, sıkıntılara katlanarak ne kazanırsa, bâtına uyan kimse, bunları zahmetsizce kazanır. İbâdet yaparak sıkıntı çekmesine lüzûm kalmaz, derler. Sözlerine inandırmak için, Cennetdekiler ile Cehennemdekiler arasındaki dıvarı bildiren, Hadîd sûresinin onüçüncü âyetini okurlar. Harâm yokdur. Herşey halâldir, derler. Din sâhibi Peygamberler yedi olup, Âdem, Nûh, İbrâhîm, Îsâ, Mûsâ, Muhammed “aleyhimüsselâm” ve gelecek olan Muhammed Mehdîdir, derler. Maksadları, islâmiyyeti yıkmakdır. Din konusunda hîleli süâller sorarak, müslimânları şübheye düşürmek isterler. Meselâ, hayzlı kadına, orucu kazâ etmesi emr olunuyor da, nemâzını kazâ etmesi neden emr edilmiyor. Menî çıkınca gusl etmek farz oluyor da, dahâ pis olan bevl çıkınca, niçin farz olmuyor. Ba’zı nemâzlar dört rek’at farz oluyor da, ba’zısı neden üç veyâ iki rek’at farz oluyor, gibi sorularla gençlerin îmânını sarsmağa uğraşıyorlar. [Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri, böyle soruların cevâblarını, sebeblerini kitâblarında açık ve geniş bildirmekdedir.] Allahü teâlânın emrlerine uydurma ma’nâlar veriyorlar. Meselâ abdest almak demek, imâmı sevmekdir. Nemâz kılmak, Peygamber demekdir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmde, Ankebût sûresi, kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Nemâz, insânı kötü, çirkin şeylerden alıkor) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, Peygamberi göstermekdedir, diyorlar. Cünüb olmak, gizlemek lâzım olan şeyleri, yabancılara duyurmak demekdir. Gusl, yeniden söz vermekdir. Zekât, din bilgisi ile, nefsi temizlemekdir. Kâ’be Peygamber demek, Kâ’be kapısı Alî, Safâ tepesi, Muhammed “aleyhisselâm”, Merve tepesi Alî, yedi tavâf, yedi imâmı sevmekdir, Cennet ibâdet zahmetlerinden kurtulmak, Cehennem de, harâmlardan kaçınmanın işkence ve ateşidir gibi akla ve dîne sığmıyan saçmalar söylerler. Bunlar gibi, Allah ne vardır, ne yokdur. Ne âlimdir, ne câhildir. Ne kâdirdir, ne âcizdir, derler.
Nizâmülmülk ile şâir Ömer Hayyâmın talebelik arkadaşı olan Hasen bin Muhammed Sabbâh 473 [m. 1081] yılında Rey şehrinde İsmâîliyye devletini kurunca, kendine zemânın imâmı deyip, Ehl-i sünneti, zorla kendi fırkasına sokdu. 518 yılında öldü. Kendisi ve devletinin sonu olan 654 [m. 1255] senesine kadar gelen
adamları, inanışlarını, devrimlerini kabûl etdirmek için, pek çok zulm, işkence yapdılar. Doğru yolu söyliyen hamiyyetli Ehl-i sünnet âlimlerini zindanlarda çürütdüler, şehîd etdiler. Bunlara göre, her zemânda imâm bulunmak lâzımdır. Câhillere kitâb okumağı, kültürlü olanlara da, eski kitâbları okumağı yasak ederler. Böylece bozuk yolda olduklarını, kötülüklerini örtmek isterler. Eski yunan felsefesini severler. Din bilgileri ile alay ederler. [Bunların bir ismi (Karâmita)dır. Çünki, Bağdâd civârında, Vâsıt köyünden çıkan Hamdân Kurmut isminde biri, 278 [m. 891] yılında Karâmita devletini kurdu ve Ehl-i sünnete çok işkence yaparak müslimânları İsmâ’îlî fırkasına sokmağa zorladı. Necdde yerleşdiler. 317 [m. 929] yılında reîsleri olan Ebû Tâhir, Mekkeyi basıp binlerce hâcıyı kesdi. Hazîneyi ve evleri yağma etdi. Hacer-i esvedi yerinden söküp, baş şehrleri olan Basra civârındaki Hecr şehrine götürdüler. Bu mubârek taş, yirmi iki sene Karâmitîlerin elinde kaldı. Hükûmetleri 328 yılında bozularak, müslimânlar büyük bir belâdan kurtuldu.]
Zeydiyye fırkası, Zeyd bin Alî Zeynel’âbidîne bağlıdırlar. [Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn, oniki imâmın dördüncüsüdür. Onbeş yaşında iken Kerbelâ fâci’asından kurtuldu. (46-94 [m. 713]) Medînede vefât etdi. Amcası imâm-ı Hasenin yanındadır “radıyallahü anhüm”.] Zeydiyye fırkası üç kısmdır: Cârûdiyye denilen kısmı, halîfelik Alînin hakkı idi, Eshâb, onun hakkını vermedikleri için, kâfir oldular diyorlar. İkinci kısmı, Süleymâniyyedir. Bunlar, Ebû Bekr ile Ömerin “radıyallahü anhümâ” hak halîfe olduğuna inanıyor. Eshâb yanılarak, Alî dururken bunları halîfe yapdı diyorlar. Fekat, bu yanılmaları, fısk, günâh değildir, diyorlar. Osmân, Talha ve Zübeyr ve Âişe “radıyallahü anhüm”kâfir oldu diyorlar. Üçüncüsü Tebîriyye kısmıdır. Bunlar da, Süleymâniyye gibidir. Yalnız, Osmân “radıyallahü anh” için kötü söylemiyorlar. Zemânımızdaki Zeydîlerin çoğu, bu üç kısmdan ayrı olup, Mu’tezile gibi inanıyor ve Hanefî mezhebi gibi ibâdet ediyorlar.
İmâmiyye fırkası, Alînin “radıyallahü anh” halîfe olması, açıkça emr olunmuşdu. Eshâb, bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu, diyor. Halîfelik imâm-ı Ca’fer Sâdıka kadar, babadan oğula geçdiği muhakkakdır. Ondan sonra kimde olduğu belli olmadı diyorlar. Çoğuna göre, Ca’fer Sâdıkdan sonra, yedinci imâm, oğlu Mûsâ Kâzım [129-186 [m. 799] Bağdâdda, Kâzımiyye mahallesinde medfûndur], bundan sonra, bunun oğlu Alî Rızâ [148-203Îrânın doğusunda Meşhed ya’nî Tus şehrinde], bundan sonra, oğlu Muhammed Takî [194-220 Kâzımiyyede], bundan sonra,
Ebülhasen Alî bin Muhammed Hâdî Nakî [213-254 Sermen Rey şehrinde Asker mahallesinde], bundan sonra, onbirinci imâm Hasen bin Alî Askerî [232-261 [m. 875] Bağdâdda, babası yanındadır], bundan sonra, oniki imâmın sonuncusu, Muhammed bin Hasen Mehdîdir [255 de dünyâya gelip, on veya onyedi yaşında iken, evinde bir mağaraya girip bir dahâ çıkmamışdır]. Kıyâmete yakın geleceği bildirilen Mehdînin bu olduğuna inanırlar.
Bunlardan başka olan fırkalar da, aşağı yukarı, bunlara benzemekdedir. Her biri doğru yoldan ayrılmış olup, zemânla değişmekde, ba’zıları doğru yola yaklaşmakda, bir kısmı da büsbütün azmakdadır.
[Bugün, Îrânda, bu bozuk fırkaların hemen hepsi, câhil halk arasında, vardır. Fekat, münevverler doğru kitâbları okuyarak, günden güne Ehl-i sünnetin hak sözüne yaklaşmakda olduğu da şükrânla görülmekdedir. Meselâ, 1333 hicrî güneş yılında [1954 mîlâdî yılda] Tahranda basılan, doktor Muhammed Mukremî, lugat kitâbında, (Hulefâ-i Râşidîn, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” ve hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”) demekdedir.]
Aklı başında olup, iyiyi kötüden ayırabilen bir kimse, yukarıdaki satırları okuyunca, şî’îler arasına karışmış olan bu fırkaların ne kadar uydurma ve bozuk olduklarını başka bir sened aramadan, hemen anlar. Akla, dîne uymıyan hayâlî inanışlar olduğu, hiçbir esâsa dayanmadığı meydândadır. Bu inanışda olan kimselerin, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin ehl-i beytini ve oniki imâmı seviyoruz demelerinin, ne kadar gülünç olduğu âşikârdır. Hayır, bunların sözü doğru olamaz. Çünki, o büyükler, aşırı taşkınca sevgi istemiyor ve lâf ile uyulmağı beğenmiyorlar. Hurûfîlerin Ehl-i beyti seviyoruz demeleri, Nasârânın [hıristiyanların] Îsâ “aleyhisselâm”ı seviyoruz demesine benzer. Taşkınca severek, Ona, ilâh diye tapınıyorlar. Hâlbuki, Îsâ “aleyhisselâm” böyle sevgi istemiyor. Nitekim, Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana şöyle buyurdu: (Yâ Alî! Senin hâlin Îsâ “aleyhisselâm”a benzer. Yehûdîler, Ona düşman oldu. Anasına çirkin iftirâ etdiler. Nasârâ da, aşırı sevdi. Onu, bulunamıyacağı dereceye çıkardılar).
Şimdi, insanların büyük sâhibi, hâkimi olan Allahü teâlânın yardımına sığınarak, o risâledeki çürük i’tirâzları cevâblandıralım.
1- Mâverâ’ünnehr âlimleri [Allahü teâlâ, onların çalışmasına bol bol mükâfat versin. Aral gölüne dökülen Seyhûn ve Ceyhûn nehrleri arasındaki geniş yerlere Mâverâ’ünnehr denir] diyor ki:
(Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” üç halîfeye çok kıymet verir, çok severdi. Herbirini medh eden sahîh hadîsler çokdur. Onun her sözü vahy ile [Cebrâîl aleyhisselâmın bildirmesi ile] idi. Nitekim, Vennecmi sûresi, üçüncü âyetinde, (O, boş şey söylemez. Yalnız, vahy edileni söyler) buyuruldu. Bu üç halîfeyi kötüleyen kimse, vahye karşı gelmiş oluyor. Vahye uymamak ise küfrdür).
Risâlede, bu yazıya cevâb olarak diyor ki: (Bildirdiğiniz bu sebebler, üç halîfenin sevilmesinin değil, söğülmelerinin lâzım olduğunu bildirmekdedir. Haksız yere halîfe olduklarını göstermekdedir. Çünki, (Şerh-i Mevâkıf) kitâbında, Ehl-i sünnetin büyük âlimlerinden olan Alî bin Muhammed Âmidî [551 de Diyârı BekrdeÂmid kasabasında doğmuş, 631 [m. 1234] de Bağdâdda vefât etmişdir] diyor ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, vefâtı yaklaşınca, müslimânlar arasında ayrılıklar baş gösterdi. Bunlardan birincisi Resûl “aleyhisselâm”, (Bana kâğıd getiriniz? Benden sonra yoldan çıkmamanız için, size birşeyler yazacağım)dedi. Ömer “radıyallahü anh”, bu emri beğenmedi. Bu zâtı, ağrılar, sancılar sardı. Bize Allahü teâlânın Kitâbı yetişir, dedi. Eshâb uyuşamadı. Sesler yükseldi. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu hâlden incinerek, (Gidiniz, yanımda gürültü etmek yakışmaz) buyurdu.
İkinci ayrılık şöyle oldu: Kâğıdı isteme ayrılığından sonra,Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Üsâmenin emri altında bir ordunun, cihâda gitmesini emr etdi. Ba’zıları gitmek istemedi. Bu hâli bildirdiklerinde, tekrâr sıkı emr ederek (Üsâme ordusu, hâzırlansın! Bu orduya katılmayanlara, Allah la’net etsin!) buyurdu. O kimseler, yine ayrıldı. Bu emre uymadı. Yukarda bildirdiğiniz âyet-i kerîmeye göre, vasıyyet yazmak için kâğıd istemesi, vahy ile idi. Ömer “radıyallahü anh” bunu men’ etmekle, vahyi red etmiş oldu. Vahyi red ise, dediğiniz gibi, küfrdür. Bundan başka, Mâide sûresi, 47, 48 ve 50. ci âyetlerinde (Allahü teâlânın indirdiği ahkâma, emrlere uygun hükm vermiyenler kâfirdir) buyuruluyor. Kâfir ise, Peygamber vekîli, halîfe olamaz. Bunun gibi, Üsâme ordusuna katılmayan da, kâfir olur. Üç halîfe de katılmadı. Siz, Resûlullahın her işi vahy iledir, demişdiniz. Burada da, öyle olmuşdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mervânı Medîneden çıkarmışdı. Bu da elbette vahy ile idi. [Mervân bin Hakem bin Ebil’âs bin Ümeyye hicretin ikinci yılı doğdu. Osmânın “radıyallahü anh” amcası oğlu idi. Halîfe iken 65 de vefât etdi.] Halîfe Osmânın “radıyallahü anh” onu tekrâr Medîneye alması ve hilâfet işlerinde yazıcı olarak kullanması, ona kıymet
vermesi de, küfr olur. Hem de iki sebeb ile küfrdür. Birincisi, sizin bildirdiğiniz sebebledir. İkinci sebeb, Mücâdele sûresi, yirmiikinci âyetidir. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe îmân edenler, babaları, kardeşleri ve akrabâsı olsa bile, Allahü teâlânın ve Resûlünün düşmanını sevmez) buyuruldu.)
Allahü teâlânın yardımı ile, bu risâleye cevâb olarak deriz ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü ve her işi vahy ile değil idi. Bu risâleyi yazanın bu âyet-i kerîmeyi şâhid göstermesi yanlışdır. Çünki, o âyet, Kur’ân-ı kerîmin vahy olduğunu haber vermekdedir. Müfessirlerin baştâcı olan Beydâvî [Abdüllah bin Ömer 691 [m. 1291] de Tebrizde vefât etdi] bu âyetin tefsîrinde (Kur’ân-ı kerîmden söyledikleri kendinden değildir. Hepsi vahy iledir) diyor. Her sözü, her işi vahy ile olsaydı, ba’zı sözüne ve işine, Allahü teâlâ i’tiraz etmez, itâb eylemezdi. Meselâ, Tahrîm sûresi, birinci âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem!” Allahü teâlânın halâl etdiğini, neden kendine harâm yapıyorsun?) ve Tevbe sûresi, kırkdördüncü âyetinde meâlen, (Niçin onlara izn verdin? Allahü teâlâ, bu işini afv etdi) ve Enfâl sûresi, altmışyedinci âyetinde meâlen, (Harbde alınan esîrleri mal karşılığı olarak salıvermek, hiçbir Peygambere yakışmaz. Yer yüzünde onların çoğunu öldürmek, za’îflemelerine sebeb olur. Siz dünyâ mâlını istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, sevâb kazanmanızı, Cennete ve ni’metlere kavuşmanızı istiyor) buyurulmuşdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir münâfıkın cenâze nemâzını kılmağa hâzırlandığı zemân, Tevbe sûresi seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Ebedî olarak ölen kâfirlerin hiçbiri için nemâz kılma!) buyuruldu. Bunlar gibi âyet-i kerîmeler, Kur’ân-ı kerîmde çokdur. Bundan anlaşılıyor ki, ba’zı sözleri ve işleri, kendi isteği ve ictihâdı ile idi. Beydâvî tefsîrinde, esîrleri koyuvermeği bildiren âyet-i kerîmenin tefsîrinde deniliyor ki, (Bu âyet-i kerîme, Peygamberlerin ictihâd etdikleri ve ictihâdlarında yanılabileceklerini gösteriyor. Fekat, hatâlarının, kendilerine hemen bildirildiğini, yanlışlarının düzeltildiğini göstermekdedir).
Akla bağlı dünyâ işlerinde ve ictihâd ile anlaşılan işlerde, Eshâb-ı kirâmın Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uymaması, ayrılmaları câizdir. Ba’zan, Eshâbın anladığına uygun vahy gelmişdir. Meselâ, Bedrde alınan esîrlere yapılacak mu’âmele hakkında hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” ictihâdı, Resûlullaha“sallallahü aleyhi ve sellem” uymadı. Vahy, hazret-i Ömerin ictihâdının yapılmasını bildirdi. Çünki, Resûlullah “sallallahü aley-
hi ve sellem” akl ile bulunabilecek şeylere mubârek kalbini bağlamazdı. Beydâvî diyor ki, (Bedr gazâsında yetmiş esîr alındı. İçlerinde, Resûlullahın amcası Abbâs ve Alînin büyük kardeşi Ukayl [hicretin sekizinci yılında müslimân oldu] de vardı. Bunları ne yapalım diye Eshâbına danışdı. Ebû Bekr “radıyallahü anh” (Bunlar, hemşehrîlerin ve akrabândır. Bunlara cezâ yapma! Allahü teâlâ, belki kendilerine tevbe nasîb eder. Bunları para karşılığında salıver. Böylece, Eshâbın da kuvvetlenmiş olur) dedi. Ömer ise, (Bunlar, din düşmanlarının ele başlarıdır. Allahü teâlâ, bizi onların parasına muhtâc bırakmadı. Bunlar, seni ve bizi öldürmek için geldiler. Bana emr et falancayı öldüreyim. Alîye ve Hamzaya emr eyle, kendi kardeşlerini öldürsünler) dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâ, ba’zı kalbleri yumuşak yaratır. O kadar ki, sütden dahâ yumuşak olur. Ba’zı kalbleri de, katı yaratır. Taşdan dahâ katı olur. Yâ Ebâ Bekr! Sen, İbrâhîm “aleyhisselâm”a benziyorsun. O buyurmuşdur ki: Benim yolumda giden, benimle berâber olur. Bana uymayan ise, Allahü teâlâ, gafûrdur, rahîmdir... Yâ Ömer! Sen, Nûh “aleyhisselâm”a benziyorsun. O, buyurmuşdu ki: Yâ Rabbî! Kâfirlerden kimseyi, yeryüzünde diri bırakma!) Eshâb-ı kirâmın çoğu esîrlerin mal karşılığında bırakılmalarını söyledi. Esîrleri bırakdılar. Bunun üzerine yukardakiâyet-i kerîme geldi. Ömer “radıyallahü anh” Resûlullahın yanına geldi. Ebû Bekr ile birlikde ağladıklarını gördü. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Niçin ağlıyorsunuz! Söyleyiniz, ben de ağlıyayım, dedi. (Eshâbım için ağlıyorum. Mal karşılığında esîrleri bırakdıkları için, onlara gelen azâb bana gösterildi. Şu ağaçdan da dahâ yakın oldu) buyurarak, mubârek eli ile, karşıdaki bir ağacı gösterdi.) Beydâvî sonra diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eğer azâb geri çevrilmeseydi, Ömer ile Sa’d bin Mu’âzdan başka kimse kurtulmazdı). Çünki, Sa’d, Ömer gibi öldürülmelerini istemişdi “radıyallahü teâlâ anhümâ”. [Sa’d Evs kabîlesinin reîsi olup, hicretden bir yıl önce îmâna geldi. Emrindekileri îmâna getirdi. Gazâlarda bulunup, Hendekde aldığı yaradan vefât etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzını kıldı ve çok ağladı.]
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kâğıd istemesi ve Üsâme ordusunun hâzırlanmasını emr buyurması ve Mervânı Medîneden çıkarması vahy ile olmıyabilir. Kendi düşünce ve ictihâdı ile idi. Bunları yapmıyanlara kâfir denemez. Çünki, Eshâb-ı kirâmın uymadıkları, başka şeyler de biliyoruz. Bunlardan birini yukarda bildirdik. O zemân, vahy gelmekde, yanlış doğrudan ayrılmakda iken, emre uymıyanlara suçlu denilmemişdi ve azarlanılmadı.
Hâlbuki bir kimseden Resûlullaha karşı ufak bir saygısızlık görülseydi, Allahü teâlâ, hemen bunu bildirir ve vazgeçirirdi ve yapanın cezâ göreceğini haber verirdi. Hucurât sûresi, ikinci âyetindeki,
(Ey îmân etmekle şereflenenler! Sesinizi, Nebiyyullahın sesinden yukarı çıkarmayınız. Ona karşı, birbirinize bağırdığınız gibi seslenmeyiniz! Ona saygısızlık gösterenin ibâdetleri yok olur) meâlindeki emr, bunlardan biridir. (Mevâkıf) kitâbını açıklıyan, Seyyid şerîf Alî bin Muhammed Cürcânî [740-816 [m. 1413] Şîrâzda] diyorki, Âmidî buyurdu ki, (Münâfıklardan, ya’nî kalbi bozuk olduğu hâlde, inanıyor görünenlerden başka, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât etdiği gün, birlik hâlinde idi. Sonra ictihâdlarında ayrılık oldu. Bu ayrılıkları, îmân üzerinde değildi. Hiçbirinin küfrüne sebeb olmadı. Bu ayrılıkları hep, dîni kuvvetlendirmek, islâmiyyetin doğru yolunu korumak için idi. Meselâ, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kâğıd istediği zemân, bunun için ayrılık oldu. Bundan sonra, Üsâme ordusunun hâzırlanmasında, ictihâdlar ayrılarak, bir kısmı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” emrine uymak lâzımdır, dedi. Bir kısmı ise, hastalığın artdığını görerek, şimdilik yormıyalım, sonunu bekliyelim, dedi). Bir kimse, olmıyacak şey söylerse, meselâ (Resûlullahın her ictihâdı vahy ile idi. Bunun için, her sözü ve bütün işleri vahy ile olur) derse, deriz ki, ictihâd ile olmıyan sözleri ve işleri vahy ile idi. Üç halîfeyi medh eden Hadîs-i şerîfler, böyle idi. Bunlar, gaybdan, bilinmiyen şeylerden haber vermekdir. Bu ise, ancak vahy ile bildirilir. İctihâd ile söylenecek şey değildir. En’âm sûresi, ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Gaybları [ya’nî akl ile, hesâb ile, islâmiyyet ile anlaşılmıyan şeyleri], ancak Allahü teâlâ bilir. Ondan başka, kimse bilemez) ve Cin sûresi, yirmialtıncı âyetinde meâlen, (Gizlilikleri bilen yalnız Odur. Bildiği gizli şeylerden dilediği kadarını yalnız Peygamberlerinden, beğendiğine, [ya’nî Muhammed “aleyhisselâm”a] açıklar) buyuruldu. (O, kendiliğinden söylemez) meâlindeki âyet-i kerîme, Kur’ân-ı kerîmi ve gizli vahy edilenleri göstermekdedir. Böyle sözlerine ve işlerineinanmamak, elbet küfr olur. Üç halîfeyi “radıyallahü teâlâ anhüm” öven Hadîs-i şerîflerin de, Allahü teâlâ tarafından vahy edildiğini gösteren hadîsler çokdur. Bu Hadîs-i şerîfleri haber verenler, o kadar çokdur ki, meşhûr olmuşlar, hattâ mütevâtir hadîs hâline gelmişlerdir. Bunlardan birkaçını bildirelim:
I. Ebû Bekre buyurdu ki: (Sen, benim mağarada arkadaşımsın. Kevser havuzu yanında arkadaşımsın!) “Tirmüzî”.
II. Cebrâîl “aleyhisselâm” bana geldi. Elimden tutdu. Ümmetimden birinin, Cennet kapısından içeri girdiğini, bana gösterdi.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Orada, seninle berâber olmak isterim). Yâ Ebâ Bekr! Ümmetim içinden Cennete en önce sen gireceksin, buyurdu “Tirmüzî”.
III. Cennete girdim. Bir köşk gördüm. İçinde bir hûrî [Cennet kızı] gördüm. Sen kimin içinsin dedim. Ömer ibni Hattâb için yaratıldım! dedi. Köşke girip, onu görmek istedim. Fekat, yâ Ömer! Senin gayretini düşündüm, buyurunca, Ömer “radıyallahü anh”, anam, babam, her şeyim sana fedâ olsun yâ Resûlallah! dedi “Buhârî ve Müslim”.
Bu zâtın, Cennetde derecesi, ümmetimin hepsinden yüksekdir, diyerek Ömeri “radıyallahü anh” gösterdi “İbni Mâce”.
Ebû Bekr ile Ömeri sizin önünüze ben geçirmedim. Onları, Allahü teâlâ, hepinizin önüne geçirdi “Ebû Ya’lâ”.
VI. Cebrâîl “aleyhisselâm”a, Ömerin üstünlüklerinden sordum. Onun kıymetini, Nûh “aleyhisselâm”ın Peygamberlik zemânı kadar [dokuzyüzelli yıl] anlatsam, bitiremem. Bununla berâber, Ömerin bütün kıymetleri, Ebû Bekrin kıymetlerinden birisidir, buyurdu “Ebû Ya’lâ”.
VII. Cennetde, Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” sonra, bütün insanların en üstünü Ebû Bekr ile Ömerdir “Tirmüzî ve İbni Mâce”.
VIII. Ebû Mûsel’eş’arî diyor ki, Medînede bir bağçede oturuyorduk. Kapı çalındı. Resûlullah, (Kapıyı aç ve gelene, Cennete gideceğini müjdele!) buyurdu. Kapıyı açdım. Ebû Bekr-i Sıddîk içeri girdi. Kendisine müjdeledim. Hamd eyledi. Sonra, yine kapı çalındı. Yine (Aç ve müjdele!) buyurdu. Açdım. Ömer Fârûk içeri girdi. Müjdeledim. Allahü teâlâya hamd etdi. Yine çalındı. (Aç ve Cennet ile müjdele ve üzerine musîbet geleceğini söyle!) buyurdu. Açdım, Osmân Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Müjdeledim. Hamd eyledi “Buhârî ve Müslim”.
Mervânın Medîneden çıkarılması vahy ile idi desek bile, sonsuz olarak çıkardı denemez. Belli bir zemân için çıkarılması, niçin mümkin olmasın? Osmân “radıyallahü anh” sürgünlük zemânını bilerek, zemânı bitince, tekrâr Medîneye aldı.
(Îmânı olan, Allahü teâlânın ve Resûlünün düşmanlarını sevmez) meâlindeki âyet-i kerîme, kâfirleri sevmekden men’ etmekdedir. Mervân, kâfir değildi ki, onu sevmek, yasak olsun.
Bu risâlede diyor ki, (üç halîfeyi medh eden hadîsler bizim kitâblarımızda yokdur. Hâlbuki, onları kötüleyen, kâğıd ve Üsâme ordusu hadîsleri, sizin kitâblarınızda da yazılı. Bundan başka, Ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçı, fâideli bir söze hadîs demek câ-
iz olur demişdir. Bunun için, şî’î kitâblarında bulunmıyan hadîslere güvenilmez.)
Buna cevâb olarak, Allahü teâlânın yardımı ile, deriz ki: Haksızlıkda, çok aşırı gidenler üç halîfeyi kötülüyor. Hattâ bunlara kâfir diyor. Böyle söylemeği müslimânlık ve ibâdet biliyorlar. Bu yüzden onları medh eden sahîh hadîslere inanmıyorlar. Bu hadîsleri atıyor veyâ değişdiriyorlar. Hattâ İslâmiyyetin temeli olan ve asrlar boyunca, herkesce doğruluğu söylenerek, zemânımıza kadar, el dokunmadan gelen, Allahın kitâbı Kur’ân-ı kerîme el ve dil uzatıp, âyet-i kerîmelerde değişiklik yapıyorlar. Meselâ, Kıyâmet sûresi, yirmialtıncı âyet-i kerîmesindeki (aleynâ cem’a hu ve Kur’âneh) yerine, (Alîyen Ceme’a Kur’âne) dediler ki, (Kur’ânı Alî topladı) demekdir. Sapıklıklarından, aklları giderek, Osmân “radıyallahü anh” Ehl-i beyti öven âyetleri Kur’ândan çıkardı demeğe kalkışıyorlar. Yukarıda çeşidli fırkaları anlatırken bildirildiği gibi ba’zı fırkaları, fâideli gördükleri yerde, yalancı şâhidliği câizdir, diyorlar. Bu yüzden, bunlara ne söylense yeri vardır. Bunlara inanmak, doğru bilmek, saflık olur. Kitâbına güvenilmez. Değişdirilen, bozulan Tevrât ve İncîl gibi olur. Hâlbuki, Ehl-i sünnet kitâbları çelik gibi sağlamdır. Meselâ (Buhârî), Kur’ân-ı kerîmden sonra, din kitâblarının en doğrusudur. Bunda ve (Müslim) kitâbında ve dahâ birçok kıymetli kitâblarda üç halîfeyi medh eden Hadîs-i şerîfler pek çokdur. Bunları lekeleyen, kötüleyen birşey yokdur. Âyet-i kerîmelerden, Hadîs-i şerîflerden, bunları küçültecek ma’nâ çıkarmak, kalblerin bozuk, niyyetlerin kötü olduğundandır. Anladıkları yanlış, zan etdikleri yersiz ve hayâldir. Böyle aldanmaları, safrası bozuk olan hastanın şekerin tadını alamamasına, tatlıyı acı sanmasına benzer. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresi, yedinci âyetinde bunlar için meâlen, (Kalbleri bozuk olanlar, hakkı örtmek, fitne, fesâd çıkarmak için Kur’ân-ı kerîmden yanlış ma’nâ çıkarır, yanlış yola saparlar) buyuruyor. Ehl-i sünnetden, fâideli söze hadîs demeği câiz gören olmuş ise de, hadîs âlimlerimiz bunu red etmiş, kitâblarında, bu hadîslerin yalan ve iftirâ olduğunu bildirmişlerdir. Bunlara kıymet verilmemiş, hadîs diye yapışan olmamışdır. Bunun için, bu sözü koz olarak kullanmak, büsbütün yersiz ve saçma bir delîldir. (Bir kişinin bildirdiği hadîse uymamak, küfr olmaz. Çünki, Ehl-i sünnet müctehidlerinden, böyle hadîslere uymıyanlar vardır) demek de yersizdir. Çünki, üç halîfeyi medh eden, yükselten Hadîs-i şerîflerin birkaçını bir sahâbî bildirmiş ise de, bunları çok kimseler, çeşidli yollardan haber vermiş, bu yüzden, tevâtür derecesini bulmuşdur. Bunlara da inanmamak, elbette küfr olur. Müctehidler arasında, böyle hadîslere uymıyan hiç yokdur. Hattâ Ehl-i sünne-
tin reîsi olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “radıyallahü anh”, bir kişinin bildirdiği Hadîs-i şerîfi ve hattâ, Sahâbe-i kirâmın sözlerini, kendi anladığından üstün tutmuş, bunlara uymamak câiz değildir, buyurmuşdur.
(Üç halîfeyi öven Hadîs-i şerîflerin çokluğunu görerek, buna karşı duramıyacaklarını anlayıp, üç halîfe medh edilmiş ise de, uygunsuz işleri görülmeden önce medh olunmuşdur. Bu övmeler, Onların ölünciye kadar iyi ve îmânlı kalacaklarını göstermez. Çünki, birini, kötülük yapmadan önce, kötülemek doğru olmaz. Bunun için, Emîrülmü’minîn Alî “radıyallahü anh”, İbni Mülcemin işliyeceği cinâyeti biliyordu. Fekat, işlemeden önce, cezâsını vermedi), diyorlar. Hâlbuki, çeşidli Hadîs-i şerîfler, üç halîfenin “radıyallahü teâlâ anhüm” ölünciye kadar, iyi ve üstün kalacaklarını, îmânla gideceklerini açıkça bildiriyor. Bunlardan birkaçını yukarıda bildirdik. Sahîh kitâblarda bunlar gibi, dahâ nice Hadîs-i şerîfler var. Yapılacağı önceden bilinse bile, suç işlemeden, cezâ verilmez sözü doğru olduğu gibi, kötü olacağı bilinen, cezâ göreceği belli olan kimseyi medh etmek de, doğru değildir. O hâlde, Hadîs-i şerîfler ile medh olunan kimse, önce de, sonra da, her zemân iyi ve üstün olur. Bunun için, Emîr “radıyallahü anh”, İbni Mülceme cezâ vermediği gibi onu hiçbir şeklde övmedi. Onu kötülemediği gibi, üstün tutmadı, saymadı. Bu cevâbımızı, Feth sûresinin onsekizinci âyetini açıklarken, dahâ genişleteceğiz.
2- Mâverâ’ünnehr âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” buyuruyor ki: Üç halîfe, Feth sûresi, onsekizinci âyetinin (Sana, ağaç altında ellerini uzatarak söz verenlerden Allahü teâlâ râzı oldu. Hepsini sevdi) meâl-i şerîfi ile şereflenenler arasında idi. Bunları kötülemek, söğmek, bunun için küfr olur.
Eshâb-ı kirâmın düşmanları, buna, şöyle cevâb veriyor: (Bu âyet-i kerîme, Allahü teâlânın, söz verenlerden değil, o sözleşmeden râzı olduğunu göstermekdedir. Buna hepimiz inanıyoruz. Bu üçü de, birkaç iyi, güzel iş yapmışdır. Biz bunların kötü iş de yapdıklarını söyliyoruz. Bu kötülükleri, o zemân verdikleri sözü bozmuşdur. Meselâ, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” Alînin “radıyallahü anh” halîfe olmasını açıkça emr etdiği hâlde, bu emre uymayıp, kendilerini zorla halîfe yapdılar. Buhârîde de bildirildiği gibi, Fâtımayı “radıyallahü anhâ” incitdiler. (Mişkât) kitâbında, Fâtımatüz-Zehrâyı anlatırken yazılı Hadîs-i şerîfde, (Onu inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir) buyurulmuşdur. Ahzâb sûresi, elliyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve Resûlüne eziyyet edenlere, dünyâda da, âhıretde de la’net olsun) buyuruldu. Bu kötü işlerinden ve kâğıd getirin emrini dinlemediklerinden ve
Üsâme ordusunu hâzırlamağa yanaşmadıklarından, üçünü de söğmek, kötülemek lâzım gelmekdedir. Son nefesde îmân ile gitmek için, ömrü sonunda iyi işler yapmak ve Resûlullaha itâ’at lâzımdır.)
Cevâbında deriz ki, Allahü teâlâ, ağaç altında söz verenlerden râzı olduğu zemân, onların kalblerini, niyyetlerini biliyordu.Kalblerine kuvvet ve sükûnet vermişdi. Âyet-i kerîmenin sonu bunu bildiriyor. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, üç halîfenin Cennete gideceğini müjdeledi. Îmân ile öleceklerini açıkça bildirdi. Sözlerinde duracaklarını, va’dlarını bozmıyacaklarını haber verdi. Allahü teâlâ, söz verenlerden değil de, sözleşmeden râzı olduğunu bildirmişdir dersek, Allahü teâlâ, onların verdiği sözü beğenince, îmân ile giderler. Çünki, Allahü teâlâ, kâfirlerin hiçbir işinden râzı olmaz. Son nefesde îmânsız gidecek olanlar, güzel iş yapsa, yapdıkları iş güzel, beğenilir işlerden olsa da, Allahü teâlâ bunların, böyle işlerini de beğenmez. Onların yapdığı güzel işler için, Nûr sûresi, otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Kâfirlerin yapdığı güzel işler, çölde görülen serâba benzer. Susuz olanlar, bunu uzakdan su sanır. Yanına gidince, birşey bulmaz. Aldandığını anlar) ve Bekara sûresi, ikiyüzonyedinci âyetinde meâlen, (Biriniz, îmândan ayrılır ve kâfir olarak ölürse, yapmış olduğu bütün iyi işleri yok olur. Dünyâda ve âhıretde, ona fâidesi olmaz) buyuruldu. Âhıretde işe yaramıyacak olan bir işden, Allahü teâlâ râzı olur demek, ma’nâsız bir söz olur. Çünki, râzı olmak, beğenmek, son derece kabûl etmek demekdir. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” birinci halîfe olmasını, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirmedi. Eğer bildirseydi, tevâtür ile yayılır, belli olurdu. Böyle bir emr, hattâ işâret olsaydı, Emîr “radıyallahü anh” bunu söyler, hakkını isterdi ve Ebû Bekrin halîfeliğini kabûl etmezdi. Nitekim Ebû Bekr “radıyallahü anh”, (Halîfeler Kureyş kabîlesindendir) Hadîs-i şerîfini söyliyerek, Ensârın halîfe olmasını kabûl etmedi. Ensâr da, râzı olup, halîfelik arzûsundan vaz geçdiler. Nasîreddîn-i Tûsînin [allâme Muhammed bin Muhammed Nasîreddîn Tûsî şî’î 672 (m. 1273)] (Tecrîd) kitâbının bir şerhinde diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı, Onun yolunda, kendi akrabâsı ile kavmleri ile harb etdi. Her emrini canla, başla yapdı. Onun yolunda ilerlemek için her zorluğa göğüslerini gerdi. Onun için herşeylerini fedâdan çekinmiyen böyle sâdıkların, dahâ defn edilmeden önce, açıkça bildirdiği emre uymayarak, kendi arzûlarına göre halîfe seçmelerini, hangi akl, hangi düşünce kabûl eder. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” birinci halîfe olması için, değil bir emr, belki ufak bir işâret, bir delâlet olsaydı, hepsi bunu yapmak için yarışırdı. Hâlbu-
ki, hadîs âlimlerinin hiçbiri, ya’nî hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” aşırı derecede sevmekle meşhûr olup, onun üstünlüklerini, kahramanlıklarını, dîne olan hizmetlerini gösteren hadîsleri haber veren âlimler bile, Onun halîfe olması için, ne bir emr, ne bir işâret bildirmedi. Alî “radıyallahü anh” hiçbir sözünde, hiçbir hutbesinde, hiçbir mücâdelesinde ve Ebû Bekrin halîfe seçilmesindeki gecikmesinde ve Ömerden sonra halîfe namzedi seçilen altı kişiden biri olarak, oradaki konuşmalarında, hilâfete hakkı olduğunu gösterecek birşey söylemedi. Altı halîfe adayı toplantısında Abbâs Alîye “radıyallahü anhümâ” elini uzatarak: Elini ver! Herkes, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” amcasının seni halîfe yapdığını görsün de, sana uysun, dedi. O ise, kabûl etmedi).
Fâtımayı “radıyallahü teâlâ anhâ” incitmemek için olan emr, her dürlü incitmeyiniz demek değildir. Çünki, Emîr “radıyallahü teâlâ anh” da, onu, birkaç def’a incitdi. İncitmesi suç olmadı. Bunun gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ba’zı zevcelerine, (Âişeyi üzerek, beni incitmeyiniz! Biliniz ki, onun yatağında iken bana vahy gelmekdedir) buyurmuşdu. Âişeyi incitmenin,kendisini incitmek olduğunu bildirdi. Hâlbuki, hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ”, hazret-i Alîden “radıyallahü anh” elbette incindi. Bunun için diyebiliriz ki, Hadîs-i şerîflerdeki (incitmeyiniz!) emri, nefsin isteklerine ve şeytâna uyarak incitmeyiniz, demekdir. Yoksa, islâmiyyetin, hakîkatin yerine getirilmesi için üzmek yasak olmaz. Fâtımanın “radıyallahü anhâ” Ebû Bekrden “radıyallahü anh” incinmesi, kendisine Fedekden mîras vermediği içindi. [Fedek, Hayber kal’ası yakınında hurması bol bir köy idi. Yehûdîlerle, köyün yarısını Resûlullaha vermek üzere sulh yapılmışdı.] Bir Hadîs-i şerîfde, (Biz Peygamberler, mîrâs bırakmayız. Bırakdıklarımız, fakîrlere sadaka olur) buyurulduğu için halîfe Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Resûlullahın hurmalıklarının gelirini fakîrlere dağıtdı. Bu Hadîs-i şerîfe uyarak, Fâtımaya “radıyallahü anhâ” vermedi. Yoksa, nefsine, şeytâna uyarak yapmadı. Bunun için, suç olmaz. Eğer, sorulursa ki, Hadîs-i şerîfe uyularak yapılan işden, Fâtıma “radıyallahü anhâ” niçin incindi? Cevâbında deriz ki, Onun incinmesi, düşünerek ve istiyerek incinmek olmayıp, insanlığın za’îf tarafı, yaratılış îcâbı idi. Elinde olmıyarak incindi. Böyle incitilmesi ise, yasak olmaz.
3- Mâverâ’ünnehr âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” buyurdu ki: (Allahü teâlâ, Ebû Bekr “radıyallahü anh” için, Tevbe sûresi, kırkıncı âyetinde, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”in sâhibi, ya’nî arkadaşı, dedi. Peygamberin sâhibini kötülemek, söğmek, câiz olmaz).
Risâlede cevâb olarak diyor ki: (Kehf sûresi, otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Sâhibi ile konuşurken dedi ki, seni yaratan Rabbine kâfir oldun...) buyuruldu. Burada kâfire de, Peygamberin sâhibi denilmekdedir. Nitekim, Yûsüf sûresi, otuzdokuzuncu âyetinde, Yûsüf “aleyhisselâm” kâfirlere, (Ey, zindan arkadaşlarım...) sâhib demekdedir. Yûsüf aleyhisselâmın, puta tapan iki kâfire (sâhibim) demesi gösteriyor ki, bir Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kimseye sâhibim demesi, o kimsenin iyi olmasını göstermez.)
Cevâbında deriz ki, sevişerek olan arkadaşlık elbette te’sîrlidir. Sohbetin te’sîrine inanmamağa câhillik alâmetidir denilmişdir. Müslimân ile kâfir sevişmiyeceği için, sohbetlerinin te’sîri, fâidesi olmaz. Şunu da söyliyeyim ki, Yûsüf “aleyhisselâm”ın sohbetinin bereketi, fâidesi sâyesinde, o iki putperest, müslimân olmakla şereflendi. O hâlde, Sıddîk “radıyallahü anh” her zemân herkesden çok berâber bulunduğu ve çok sevdiği hâlde, Resûlullahın sohbeti niçin ona te’sîr etmesin? Onun olgun ma’rifetlerinden neden fâidelenmesin? Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Allahü teâlânın, göğsüme akıtdığı ma’rifetlerin, bilgilerin hepsini, Ebû Bekrin göğsüne akıtdım). Sevgi, bağlılık, çok oldukça, fâidelenmek de o kadar çok olur. Bunun içindir ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” bütün Eshâbın en üstünü oldu. Çünki, Onun Resûlullaha bağlılığı, herkesden çok idi. Bir Hadîs-i şerîfde, (Ebû Bekrin üstünlüğü, çok nemâz kıldığı, çok oruc tutduğu için değildir. Onun kalbinde bulunan bir şey içindir) buyurdu. Âlimlerimiz “rahmetullahi aleyhim ecma’în” diyor ki, kalbinde bulunan o şey, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgisi idi. O hâlde, böyle bir sâhibi kötülemek, söğmek nasıl insâf olur?
4- Mâverâ’ünnehr âlimleri diyor ki: Emîr Alî “radıyallahü anh” çok kuvvetli ve Eshâb arasında çok sevilen olduğu hâlde, üç halîfeyi kabûl etdi. Hiç karşı gelmedi. Bu da, üç halîfenin haklı olduğunu gösteriyor. Haksız idiler denirse, Alî “radıyallahü anh” da kötülenmiş olur.
Risâlede, buna cevâb olarak, diyor ki: (Emîr “radıyallahü anh” cenâze işleri ile uğraşmakda iken, üç halîfe, Benî Sâ’ide çardağı altında, Eshâbın çoğunu topladı. Ebû Bekri halîfe yapdılar. Alî “radıyallahü anh” bunu haber alınca, adamları az olduğu için ve iyilerin ölmesini önlemek için, veyâ bilinmiyen başka sebebler için, harb etmeği yersiz buldu. Bu ise, Ebû Bekrin haklı olduğunu göstermez. Çünki, Alî “radıyallahü anh”, o kadar kuvveti ve cesâreti olduğu hâlde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sel-
lem” ile ve birçok Eshâb ile, Mekkeden Medîneye, harb etmeden hicret etdi. O zemân, harb etmeği uygun görmediler. Hicretin altıncı yılında binbeşyüz Sahâbî ile Mekkeye giderken, Hudeybiye denilen yerde sulh yapıp geri döndüler. Resûlullahın, Alînin ve diğer Eshâbın buralarda harb etmemesi câiz olduğu gibi, Alînin yalnız başına harb etmemesi elbet câiz olur. Oralarda harb edilmemesi, Kureyş kâfirlerinin haklı olduğunu göstermiyeceği gibi, Alînin harb etmemesi de, Ebû Bekrin haklı olduğunu elbette göstermez. Bunun gibi, Fir’avn Mısrda, dörtyüz sene, tanrılık da’vâ etdi. Şeddâd ve Nemrud gibi krallar da, yıllarca bu bozuk da’vâda bulundu. Allahü teâlâ, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi iken, bunları öldürmedi. Allahü teâlâ bile, düşmanından intikam almakda acele etmediğine göre, bir kulun, düşmanına karşı koymaması, niçin câiz olmasın? Emîr, onların hilâfetinde, istemiyerek, ortalığı idâre etmek için susdu. Severek kabûl etmedi.)
Cevâbında deriz ki: Mâverâ’ünnehr âlimlerine göre, Alînin Ebû Bekr “radıyallahü anhümâ” ile harb etmemesi ve Ona uyması, Onun doğru halîfe olduğunu gösteriyor. Bu ise, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kureyş kâfirleri ile harb etmediği için ve Allahü teâlânın Fir’avn, Şeddâd ve Nemrud gibi düşmanlarını öldürmeği gecikdirdiği için red ve inkâr edilemez. Risâlenin bu misâlleri, kendi sözlerini çürütmekdedir. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Allahü teâlâ, bu düşmanlarını hep kötüledi. Hep kötü ve alçak olduklarını bildirdi. Onlar nerede, bu iş nerede? Benzerlik, nerede? Alînin, Ebû Bekri “radıyallahü anhümâ” kabûl edip Ona uyduğunu bildiren haberlerin çokluğu karşısında, bunu inkâr edemedikleri için, işi başka yola çevirmek zorunda kalıyor ve istemiyerek, idâre için kabûl etdi, diyorlar. Ebû Bekrin “radıyallahü anh” hilâfetini haksız göstermek için, başka cevâb bulamıyorlar. Bu işin içinden, başka sözle kurtulamıyorlar. Burada, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” nasıl halîfe seçildiğini, en sağlam kaynaklardan alarak, açıklıyalım. Alîyi “radıyallahü anh” zor ile, ortalığı idâre için, yanlış iş yapmak küçüklüğüne düşürmeğe imkân olmadığını bildirelim.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm ecma’în”, defn işlerinden önce, halîfeseçmeğe başladı. Önce, mü’minlere bir başkan bulmağı, kendilerine vazîfe bildiler. Hattâ bu işi, birinci vazîfe gördüler. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, had cezâlarının verilmesini, vatanı düşmana karşı korumağı, asker hazırlamağı ve benzerlerini emr buyurmuşdur. Bu işler ise, ancak devlet tarafından yapılır. Bunun için, bir devlet reîsi seçmek, müslimânlara vâ-
cib olur. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtını her işiten üzüntüden, ne yapacağını şaşırıyor, çok kimsenin aklı başından gidiyordu. Eshâbın bu büyük yarasını saracak, acılara çâre bulacak biri lâzımdı. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, tam bir olgunlukla, Eshâbı topladı. Yüksek sesle:
Ey Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm ecma’în”! Kim, Muhammed “aleyhisselâm”a tapınıyorsa, bilsin ki, O ölmüşdür. Kim Allahü teâlâya tapınıyorsa biliniz ki, O hep diridir. Hiç ölmez! dedi. Dahâ nice te’sîrli sözler söyledi. Sonra Ensârın toplanarak, aralarından halîfe seçeceklerini işitdi. Ebû Ubeyde ve Ömerle oraya gitdi. Onlara, Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve yapdırmak için, bir baş seçiyormuşsunuz. Düşününüz, araşdırınız! Halîfenin Kureyşden olması lâzımdır. Ebû Ubeyde ile Ömeri göstererek, bunlardan birini seçiniz, dedi. Ömer, söz alıp halîfe sensin yâ Ebâ Bekr, dedi ve elini uzatdı. Ensârın hepsi, söz birliği ile halîfeyi kabûl etdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, ertesi salı günü, mescide geldi. Minbere çıkdı. Cemâ’ate bakdı. Zübeyr bin Avvâmı göremedi. Çağırın gelsin, dedi. Zübeyr gelince, müslimânların sözbirliğinden ayrılmak ister misin? dedi. Zübeyr, ey Resûlün halîfesi! ayrılmam, diye elini uzatdı, kabûl etdi. Halîfe, yine etrâfa bakdı. Alîyi “radıyallahü anh” göremedi. Çağırtdı. Emîr gelince, müslimânların sözbirliğinden ayrılmak ister misin? dedi. Alî de, ey Resûlün halîfesi, ayrılmam, deyip elini uzatdı, kabûl etdi. Zübeyr ve Alî, halîfeyi kabûlde gecikdikleri için özr dilediler. Halîfe seçilirken bize haber verilmediği için üzülmüşdük. İyi biliyoruz ki, halîfe olmağa, içimizde, Ebû Bekrden dahâ haklı kimse yokdur. Çünki O, mağarada arkadaş olmakla şereflenmişdir. Onun şerefini, üstünlüğünü iyi biliyoruz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâz için, imâmlığa aramızdan Onu seçdi, dediler. [Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh”, Cennet ile müjdelenen on kişiden biridir. Hadîce valdemizin erkek kardeşinin ve Resûlullahın halası Safiyyenin oğlu idi. Onbeş yaşında müslimân oldu. İslâmda ilk kılınç çeken, Habeşe ve Medîneye, ilk hicret edendir. Bedr, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke, Huneyn ve Tâif gazvelerinde birçok yerinden yaralandı. Mısrın fethinde de bulundu. Çok zengin idi. Bütün vârını, Allah yolunda verdi. Deve vak’asında hazret-i Alîye karşı bulunmuşdu. Otuzaltı senesinde, altmış yedi yaşında şehîd oldu.]
İmâm-ı Muhammed Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” [150-204 [m. 819] Mısrda] buyuruyor ki: (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm” düşündü, aradı, yer yüzünde Ebû Bekrden “radıyallahü anh” dahâ üstün
kimseyi bulamadı. Onu söz birliği ile halîfe yapdı). Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm” söz birliği ile Ebû Bekr, Alî ve Abbâsdan “radıyallahü anhüm” birinin halîfe olmasını istedi. Alî ile Abbâs, Ebû Bekrin halîfe olmasına karşı birşey söylemedi. İkisi de, Ebû Bekrin halîfeliğini kabûl etdi. Böylece, Ebû Bekr, söz birliği ile halîfe seçilmiş oldu. Ebû Bekrin halîfeliği haklı olmasaydı, Alî ile Abbâs, kabûl etmez, haklarını isterdi. Nitekim, Alî “radıyallahü anh” Muâviyenin “radıyallahü anh” halîfeliğini haklı görmediği için, kabûl etmedi. Muâviyenin askeri ve kuvveti, kendisinden dahâ çok olduğu hâlde, hakkını istedi ve çok kimsenin ölümüne sebeb oldu. Hâlbuki, Ebû Bekrden hak istemesi pek kolay idi ve kolay seçilirdi. Çünki, o zemân, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânına dahâ yakın idi ve hakkı meydâna çıkarmak isteği herkesde çok vardı. Bundan başka Abbâs, Alîden halîfe olmasını istedi. O, kabûl etmedi. Kendini dahâ haklı görseydi kabûl ederdi. Hâlbuki Zübeyr, o büyük şöhreti ve cesâreti ile bütün Hâşim oğulları ve başka birçok Sahâbî, Alî ile “radıyallahü anhüm” berâber idi. Ebû Bekrin hak üzere halîfe olduğunu göstermeğe, bu icmâ’ [sözbirliği] yetişir. Bunu bozacak bir emr, hattâ bir işâret bile bulunmaması, haklı olduğunu dahâ kuvvetlendirmekdedir. Hattâ, âlimlerin çoğuna göre, icmâ’ı ümmet, ya’nî Eshâbın söz birliği, meşhûr olmıyan emrden dahâ kuvvetlidir. Çünki, icmâ’ olunan bir iş, kesin olarak doğrudur. Meşhûr olmıyan emr ise, zan ile doğrudur. Şunu da bildirelim ki, Ebû Bekrin halîfe olması için işâret, hattâ emr de vardır. Tefsîr ve hadîs ilmlerinin derin âlimleri, bunları bildirmekdedir. Evet, Ehl-i sünnetin derin âlimlerinden çoğuna göre, böyle bir emr yokdur. Fekat bu söz, başkasının da hakkı bulunmadığını göstermekdedir. Bundan da, Ebû Bekrin, söz birliği ile, haklı halîfe olduğu ve Alîye, istemiyerek, idâre-i maslahat için kabûl etdi denilemiyeceği meydâna çıkmakdadır. Sahâbe-i kirâm, doğruyu kabûl etmez kimseler olsaydı, o zemân idâre-i maslahat düşünülebilirdi. (Zemânların en iyisi benim zemânımdır) Hadîs-i şerîfi ile şereflenmiş kimseleri idâre etmek için, hakdan vazgeçmek, Alîye “radıyallahü anh” yakışdırılır mı?
Osmân bin Abdürrahmân İbnissalâh [Aks-ül-amel kitâbı Londrada basılmışdır. 577-643 (m. 1245)] ve Abdül’azîm Münzirî [581-656] “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” buyuruyorlar ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi âdildir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, kesin olarak Cennete gidecekdir. Hadîd sûresi, onuncu âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Sizden, Mekkenin fethinden önce Allahü teâlâ için mal veren ve muhârebe edenlere, fethden sonra verenlerden ve harb edenlerden dahâ yüksek derece vardır. Bunların derecele-
ri eşit değildir. Hepsi için Cenneti söz veriyorum) buyuruldu. Demek ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi Cennete girecekdir. Bu âyet-i kerîmede mal ve cân verenlere söz verilmesi, sadaka vermiyen ve cihâd etmiyenlerin Cennete girmiyeceğini göstermez. [Beydâvî ve Hüseynî ve Mevâkıb tefsîrlerinde diyor ki, müfessirlerin çoğuna göre, bu âyet-i kerîme, Ebû Bekr-i Sıddîkın şânının yüksekliğini bildirmek için geldi. Çünki ilk önce îmân etdi ve malını dağıtdı ve kâfirlerle döğüşdü.]
İmâm-ı Alî “radıyallahü anh”, halîfelik hakkı olduğunu bildiği hâlde, hoş geçinmek için, istemiyerek hazret-i Ebû Bekri kabûl etdi demek, O Allahın arslanını küçültmek olur. Çünki, hakkı, doğruyu söylememek günâhdır. İstemiyerek iş yapmak ise, en aşağı bir mü’minin beğenmediği şeydir. Allahın arslanı ve Resûlullahın dâmâdı, cesâretde ve kahramanlıkda eşi bulunmıyan Emir, böyle beğenilmiyen işi yapacak kadar küçülür mü? Câhiller, ne aşırı taşkınlık yapıyor ki, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” yükselteceğiz diye, kötülüyorlar. Onu aşağılamağı, övmek sanıyorlar.
5- Mâverâ’ünnehr âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: Üç halîfeyi ve Resûlullahın temiz olan zevcelerinden birkaçını söğmek, bunlara la’net etmek küfrdür. Buna câiz diyeni cezâlandırmak lâzım olur.
Risâlede, buna cevâb olarak diyor ki: (Akâid-i Nesefî şârihi,Şeyhaynı [Ebû Bekr ile Ömeri] söğmenin küfr olacağını kabûl etmiyor. [(Akâid-i Nesefiyye) kitâbını Ömer ibni Muhammed Nesefî yazmışdır. 461-537, Semerkanddadır. (Zahîre) ismindeki fıkh kitâbı kıymetlidir. (Akâid-i Nesefiyye)yi, çok âlimler şerh etmişdir. En meşhûr şerhi, Mes’ûd bin Ömer Sa’deddîn-i Teftâzânînindir. 722-792 Semerkanddadır.] (Câmi’ul-usûl) sâhibi, Şeyhayni söğenleri İslâm fırkalarından saymışdır. (Mevâkıf) kitâbı da, böyle demekdedir. [Câmi’ul-usûl kitâbını Mubârek bin Muhammed ibni Esîr yazmışdır. 544-606 Mûsuldadır. Mevâkıf kitâbını, kâdı Adûd Abdürrahmân bin Ahmed yazmışdır. Çok kıymetli akâid kitâbıdır. Şerhleri içinde en meşhûru, seyyid şerîf Alî bin Muhammed Cürcânînin [740-816, Şîrâzda] ve Muhammed bin Es’ad Celâleddin Devânîninkidir. Devânînin fârisî (Ahlâk-ı Celâlî) kitâbı meşhûr olup basılmışdır ve İngilizceye terceme edilmişdir. [829908] Abdülhakîm Siyalkütî Hindînin [1068 [m. 1658] Hindistânda] Seyyid şerîf Alî şerhine olan hâşiyesi meşhûr olup basılmışdır.] İmâm-ı Muhammed Gazâlî [450-505 [m. 1111] Tus şehrinde], Şeyhaynı söğmek küfr olmaz, diyor. Ebül-Hasen Eş’arî [Alî bin İsmâ’îl 266-330 (m. 941 Bağdâd)] nemâz kılan kimseye kâfir denemez di-
yor. O hâlde, Şeyhayni söğenleri kâfir bilmek, din âlimlerinin kitâblarına ve Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere uymamakdadır.)
Cevâbında deriz ki, Şeyhayni “radıyallahü teâlâ anhümâ” söğmek küfrdür. Hadîs-i şerîfler, küfr olduğunu göstermekdedirler. Taberânînin [Süleyman bin Ahmed 260-360 [m. 971] İsfehânda] ve Hâkimin [Muhammed bin Abdüllah 321-405 [m. 1014] Nişâpurda] bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ beni seçdi. Benim için, insanlar arasından en iyilerini Eshâb [arkadaş] olarak seçdi. Eshâbım arasından bana, vezîrler, yardımcılar ve akrabâ ayırdı. Onlara söğene, Allahü teâlâ ve melekler ve insanlar la’net eylesin! Onları söğenlerin ne farzlarını, ne de sünnetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez) buyurdu. Hadîs âlimi Alî bin Ömer Dârekutnînin bildirdiği Hadîs-i şerîfde: (Benden sonra, ba’zı kimseler meydâna çıkacak. Onlara rastlarsanız, öldürünüz! Çünki, onlar, müşrikdir [kâfirdir]). Alî “radıyallahü anh”, bunların alâmeti nedir? diye sordu. (Onlar sana aşırı bağlılık gösterecek, sende bulunmıyan şeyleri, sana söyliyeceklerdir. Kendilerinden önce gelen din büyüklerini kötüliyeceklerdir) buyurdu. [Dârekutn, Bağdâdda bir köydür. 306-385 Bağdâdda.] Aynı kitâbda, (Bunlar, Ebû Bekrle Ömeri kötülerler. Bunlara söğerler. Eshâbıma söğenlere, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar la’net etsin) buyurdu. Buna benzeyen Hadîs-i şerîfler, pek çokdur ve çoğu meşhûr olduğundan, burada yazmaya lüzûm yokdur.
Şeyhaynı söğmek, onlara düşmanlık etmek demekdir. Onlara düşmanlık ise, küfrdür. Çünki, Hadîs-i şerîfde, (Onlara düşmanlık bana düşmanlıkdır. Onları incitmek, beni incitmekdir. Beni incitmek de, Allahü teâlâya eziyyet etmekdir) buyuruldu. Alî bin Hasen ibni Asâkirin [499-571 Şâmda] bildirdiği Hadîs-i şerîfde,(Ebû Bekr ile Ömeri “radıyallahü anhümâ” sevmek îmândır. Bunlara düşmanlık küfrdür) buyuruldu. Bir mü’mine kâfir diyen kâfir olur. Bir Hadîs-i şerîfde, (Bir kimse bir mü’mine, onun kâfir olduğunu bildiren bir söz söylerse, [meselâ Ey Allahın düşmanı derse] kendisi kâfir olur) buyuruldu. O hâlde, Şeyhayne kâfir diyen, Onları kâfir bilen, kâfir olur. Biz iyi biliyoruz ki, Ebû Bekrile Ömer “radıyallahü anhümâ” mü’mindirler. Allahü teâlânın düşmanı değildirler. Cennet ile müjdelenmişdirler. O hâlde, bunlara kâfir diyen, kâfir olur. Yukarıdaki son Hadîs-i şerîfi, gerçi bir kişi bildirmişdir. Fekat, mü’mini kâfir yapanın, kâfir olacağı, bundan anlaşılmakdadır. Şu kadar var ki, buna inanmıyan kâfir olmaz. Zemânın büyük âlimi olan Ebû Zür’a Râzî buyuruyor ki: (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbından birisini kötüleyen kimse, zındıkdır. Çünki, Kur’ân-ı kerîm, elbette
doğrudur, Resûlullah elbette doğru söyler. Bizlere bunlardan gelen haberler, elbette doğrudur. Bunların hepsi, Eshâb-ı kirâmı övmekde, yükseltmekdedir. Bunları kötülemek, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere inanmamak olur. Bu ise, zındıklık, dalâlet, sapıklıkdır). Sehl bin Abdüllah Tüsterî [200-283 [m. 896] Basrada] buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâmı büyük bilmeyen kimse, Resûlullaha îmân etmiş olmaz). Abdüllah bin Mubârekden [116-181 [m. 797]Irakda] soruldu ki, Mu’âviye ile Ömer bin Abdül’azîzden hangisi dahâ üstündür? Cevâbında buyurdu ki, Mu’âviye “radıyallahü anh” [79 yaşında iken 60 [m. 680] da Şâmda vefât] Resûlullahın yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîzden katkat dahâ üstündür. Böylece, Resûlullahın sohbetinin ve mubârek yüzünü görmenin sebeb olduğu yüksekliğe, hiçbir yükseklikyetişemeyeceğini bildirdi. [Ömer bin Abdül’azîz, sekizinci Emevî halîfesi olup âlim ve çok dindâr idi. Yüzbir senesinde, 41 yaşında şehîd edildi. Malatyayı Rumlardan, yüz bin esîr karşılığı satın almışdır.] Bu üstünlük, başka bir kıymet karışmadan yalnız sohbetin üstünlüğüdür ve bütün Eshâbda vardır. Buna başka kıymetler de ekliyen, meselâ Resûlullah ile birlikde cihâd eden ve sonra gelen mü’minlere, Ondan işitdiklerini bildiren veyâ Onun uğrunda malını harc eden sahâbî elbet dahâ yüksek, dahâ üstün olur. Hiç şübhe yok ki, iki halîfe, Eshâbın büyüklerindendi. Hattâ, en üstünleri idi. O hâlde, Şeyhayne kâfir demek, hattâ, biraz küçültmek, küfr olur. Zındıklık olur. Doğru yoldan ayrılmak olur. Şemsül’eimme Muhammed bin Ahmed Serahsînin (483 [m. 1090] Türkistanda) (Muhît) kitâbında diyor ki: (Şeyhaynı kötüliyen imâmın arkasında nemâz kılmak câiz değildir. Çünki bu, Ebû Bekrin “radıyallahü anh” halîfe olduğunu kabûl etmiyor. Hâlbuki, Onun hak halîfe seçildiğini bütün Eshâb sözbirliği ile bildirdi). Tâhir bin Ahmed Buhârînin
[542] (Hulâsa) adındaki fetvâ kitâbında diyor ki, (Ebû Bekrin hilâfetine inanmıyan kâfir olur. Bid’at sâhibi olanın arkasında nemâz kılmak mekrûhdur. Bid’atı küfre varırsa ona uyanın nemâzı sahîh olmaz. Küfre sebeb olmazsa, sahîh fekat mekrûh olur. Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” hilâfetine inanmıyanın da kâfir olduğu, dahâ doğrudur). Bunların halîfeliklerine inanmıyan kâfir olunca, yâ bunlara söğenlerin, la’net edenlerin ne olacağını düşünmeli. Görülüyor ki, bu taşkınlıklara küfr demek, Hadîs-i şerîflere ve din âlimlerinin sözlerine tam uygun olmakdadır. Ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçının “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bunlara kâfir denilmez buyurması, taşkınlık yapmıyan kimseler içindir. Böylece sözleri, Hadîs-i şerîflere ve âlimlerin sözbirliğine uydurulmuş olur.
Risâle, (Âişe-i Sıddîkaya “radıyallahü teâlâ anhâ” da söğüyor, la’net ediyor. Âyet-i kerîmeye ve Hadîs-i şerîfe uymadığı için Ona la’net edilir diyorlar. Ona, -hâşâ- kötü diyorlar. Ahzâb sûresi, otuzüçüncü âyetinde: (Evlerinizde oturunuz) buyurulduğu hâlde, bu emri dinlemeyip, Deve vak’asında, Alî “radıyallahü anh” ile harb etdi. Hâlbuki Hadîs-i şerîfde, (Seninle harb eden, benimle harb etmiş gibidir) buyuruldu. Demek ki, Alî ile harb, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile harb etmek demekdir. Peygamber ileharb eden ise, kâfirdir. Onun için, Âişeye söğmek, la’net etmek lâzım olur), dediler.
Buna cevâb olarak deriz ki, (Evlerinizde oturunuz!) emri, her zemân, her hâlde evde oturun, dışarıya hiç çıkmayın demek değildir. Zevcelerinden ba’zısının, Resûlullah ile birlikde sefere gitmesi, böyle olmadığını göstermekdedir. Demek ki, evlerinizde oturunuz emri, belli zemân ve belli hâller içindir. Bir şeyin bütününü söyleyip bir parçasını kasd etmeğe benzer. Böyle sözler ise, kesin olmaz. Müctehidin, bu bütünden, bir başka parçayı anlaması câizolur. Çünki, bütün parçalarda ortak bulunan özellikler vardır. Âişe “radıyallahü anhâ”, şübhe yok ki, âlim idi ve müctehid idi. Tirmüzînin kitâbında Ebû Mûsel-eş’arî [Resûlullahın vâlîlerinden idi. Yazılara târîh konmasına sebeb olmuşdur. 51 de Kûfede vefât etdi.] buyuruyor ki, Eshâb-ı kirâm, birşey öğrenmek isteseydi,hazret-i Âişeye gidip, sorar, öğrenirdi. Yine Tirmüzî kitâbında,Mûsâ bin Talha diyor ki, Âişeden dahâ fasîh, düzgün konuşan görmedim. Âişe “radıyallahü anhâ”, o derin ilmi sebebi ile âyet-i kerîmenin özünü anlamış, ba’zı zemânda, ba’zı işler için çıkmak istisnâsına uyarak çıkmışdır. Âyet-i kerîmeden çıkan ma’nâ, örtüsüz, açık olarak çıkmayınız demekdir. Nitekim âyet-i kerîmenin sonunda meâlen, (Önceki câhillik zemânında, kadınların yapdığı gibi, zînetlerinizi, süslerinizi erkeklere göstermeyiniz!) buyuruldu. Örtülü olarak, evden çıkmanın câiz olacağı buradan anlaşılmakdadır. Âişenin “radıyallahü anhâ” Deve vak’asına çıkması, harb etmek için değildi. İslâh etmek, fitneyi basdırmak içindi. Târîhlerin dediği gibi harb için olsa da, yine zararı yokdur. Çünki, ictihâdı ile hareket etmişdi. Keyfi ile, kendiliğinden çıkmış değildi. Nitekim, Şerh-i mevâkıf, Seyfüddîn Alî Âmidîden “rahmetullahi aleyh” haber veriyor ki, Deve ve Sıffîn vak’aları, ictihâd yüzünden idi. Müctehid yanılırsa, birşey denemez. Enfâl sûresi, altmışsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın önceden kitâbı olmasaydı, yapdıklarınızdan dolayı büyük azâb çekerdiniz) buyuruldu. Beydâvî bunu tefsîr ederken (Allahü teâlâ açıkça yasak etdiği şey yapılmadıkça azâb yapmıyacağını, önceden Lev-
hilmahfûzda yazdı. Hatâ edene, yanılana azâb etmiyeceğini hükm etmeseydi...) diyor. Şunu da bildirelim ki, müctehidin yanılması, Allahü teâlâdan bir rahmetdir, hidâyetdir. Abdüddar bin Kuseyoğullarından Rezin bin Mu’âviye (524)nin kitâbında, Ömer “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benden sonra, Eshâbımın ayrılığını Rabbimden sordum. Rabbim bildirdi ki: Ey sevgili Peygamberim Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm”! Senin Eshâbın, gökdeki yıldızlar gibidir. Ba’zısı, ba’zısından dahâ parlakdır. Hepsi ışık saçmakdadır. Onlardan birinin yolunda giden hidâyete kavuşur). Sonra, şu Hadîs-i şerîfi buyurdu: (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Herhangi birine uyarsanız, hidâyet, selâmet bulursunuz!)
(Ey Alî! Seninle harb, benimle harb demekdir) Hadîs-i şerîfini, Âişe “radıyallahü anhâ” belki işitmemişdir. Yâhud, belli bir harb için buyurulmuşdur. Veyâhud, zemân-ı se’âdetde yapdığı harbler demekdir.
Bu risâlede, bozuk düşüncelerine herkesi inandırmak ve Ehl-i sünneti mağlûb etmek için diyor ki: (Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, iki gözü görmiyen İbni ümm-i Mektûm ile konuşurken, zevcelerinden biri yanlarına gelince, üzülüp (O görmüyorsa da, sen görüyorsun!) buyurdu. Kadınların, erkeklere görünmemesi, bu kadar lâzım olduğu hâlde, Ehl-i sünnet kitâblarında diyor ki: Âişe “radıyallahü anhâ” Peygamberin omuzuna dayanıp sokakda çalgı çalan, oynıyan adamları seyr etdi. (Seyr etmeğe doymadın mı yâ Hümeyrâ?) buyurdu. Biz, en aşağı adamların bile, böyle yapacağını söyliyemeyiz.) Cevâb olarak deriz ki, oyunu seyr etmek, belki örtünmek emri gelmeden önce olmuşdur. İbni ümm-i Mektûma görünmemek ise, bu âyet-i kerîme geldikden sonra olmuşdur. Belki de, seyr olunan oyun, harâm olmıyan, câiz olan oyun idi. Nitekim, sahîh haberlerden anlaşılıyor ki, Mescid-i Nebevî meydânında, süngü oyunu oynanırdı. Bu da, ok atmak gibi, harb oyunu olduğu için, günâh değildir. Zâten mescidde oynanması, câiz olduğunu göstermekdedir. Oyunu seyr etme, örtünme âyeti geldikden sonra olsa bile, o zemânda, Âişe “radıyallahü anhâ” küçük idi. Mükellef değildi. Nitekim, Buhârî ve Müslimde bildirildiğine göre, buyuruyor ki: (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” odanın kapısında duruyordu. Habeşliler, mescidin mihrâbında oynuyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek arkasındaki örtü ile beni örtdü. Mubârek kulağı ile boynu arasından, oyunu seyr etdim.)
İyi bilinmelidir ki, Eshâb-ı kirâmın işlerine karışmak, onlar hakkında, aklına geleni söylemek, bir müslimân için, son dere-
ce edebsizlik ve zevallılıkdır. Müslimân ismini taşıyan kimse, Eshâb-ı kirâm arasındaki ayrılıkları, çekişmeleri, Allahü teâlâya bırakmalı, hepsini iyi bilmelidir. Onları sevmek Muhammed “aleyhisselâm”ı sevmek demek olduğunu bilmelidir. Çünki, (Onları seven, beni sevdiği için sever) buyurdu. Bir müslimân için, kurtuluş yolu, ancak budur. İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: (Eshâb-ı kirâm arasındaki kanlara, ellerimizin bulaşmasından, Allahü teâlâ, bizleri koruduğu gibi, biz de dilimizi karışdırmakdan koruyalım). Ömer bin Abdül’azîz de böyle söylemişdir. [1340 da İstanbulda basılan, türkçe (Ahmed Rıfâî) adındaki kitâbın yetmişsekizinci sahîfesinde, Seyyid Ahmed bin Alî Rıfâî [512-578 [m. 1183] Basra civârında (Ümm-i Ubeyd)dedir] buyuruyor ki: (Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvan” arasında olan olaylar üzerine aşırı konuşmak, fikr yürütmek, hiç câiz değildir. Her müslimân, Eshâb hakkında, dilini tutmalı, o büyüklerin hep iyiliklerini söyleyip, hepsini sevmeli, övmelidir). Fekat, ba’zı kimseler, Eshâb-ı kirâmı kötülüyor. O İslâmın göz bebeklerine sövmeğe, la’net etmeğe cesâret ediyor. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, onlara cevâb vermesi, onları susdurması, yanlış, bozuk düşündüklerini açıklaması lâzımdır. İşte bunun için, bu fakîr de [ya’nî İmâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed Fârûkî “rahmetullahi aleyh” 971-1034 [m. 1624] Hindistânda Serhend şehrindedir], bu yolda birkaç kelime yazdım. Yâ Rabbî! Unutduklarımız ve yanıldıklarımız için bize cezâ yapma! Okuduğum risâleyi yazanı red ve rezîl etmek için, bu fakîre nasîb olan cevâb burada bitdi. Allahü teâlâ, kalblerimize, kendi dîninin sevgisini yerleşdirsin! Sevgili Peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” yolunda ilerlemekle, hepimizi şereflendirsin!Âmîn.
İmâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkînin “rahmetullahi aleyh” (Redd-i Revâfıd) risâlesi, burada temâm oldu.
İlâhî! Fâtıma evlâdı hâtırına,
Son sözüm, kelime-i tevhîd ile ola!
Eğer bu düâmı edersen red yâ kabûl!
Sarıldım, Ehl-i beyt-i Nebî eteğine.
Yâ Rabbî! Sevgili Peygamberinin hürmeti için ve Onun Ehl-i beyti “radıyallahü anhüm” hâtırı için, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkîyi ve anasını, babasını afv ve mağfiret et! Habîbinin ahlâkı hürmetine, onlara iyi, güzel muâmele eyle! “rahmetullahi aleyhim ecma’în”! Sevgili Peygamberine ve Ehl-i beytine bizden düâlar ve selâmlar ulaşdır ve mahlûklarının sayısınca ve Arşının ağır-
lığınca, beğendiğin gibi hayr ve bereket ver. Âmîn. Bu risâlenin temâm olmasını nasîb etdiği için, Allahü teâlâya hamd olsun ve en çok sevdiği, ümmî Peygamber Muhammed aleyhisselâma kıyâmete kadar, düâlar ve selâmlar olsun!
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin (Redd-i revâfıd) risâlesi, Hindistânda ve Pakistânda basılmışdır. Pakistânda, Haydarâbâd üniversitesi profesörlerinden Gulâm Mustafâ hân da, 1385 [m. 1965] senesinde urdu tercemesi ile birlikde, (Te’yîd-i ehl-i sünnet) ismini vererek nefis olarak basdırmışdır. Bu baskısı, 1397 [m. 1977] senesinde, (Mebde’ ve Me’âd) risâlesi ile birlikde, İstanbulda ofset yolu ile tekrâr basdırılmışdır. Bu risâleyi Hind âlimlerinden şâh Veliyyullah Dehlevî arabîye terceme etmiş ve Hindistânda basılmış ve İstanbulda ofset baskısı, (En-Nâhiye) kitâbının sonunda neşr edilmişdir.
Asrların pek az yetişdirdiği büyük âlim kayyûm-i âlem, şeyh Muhammed Ma’sûm bin Ahmed Fârûkî “kuddise sirruhumâ” hazretlerinin [1009-1079 [m. 1667] Serhendde] (Mektûbât) kitâbının ikinci cildinin, otuzaltıncı mektûbu, uzun ve çeşidli süâllere cevâb vermekdedir. Bu mektûbun, yalnız sekizinci süâlinin cevâbını, buraya terceme etmek uygun görüldü.
Süâl: (Şerh-i Dîvân-ı kütüb-i tevârîh)de diyor ki, (Hazret-i Emîr “kerremallahü teâlâ vecheh” bir kısm insanların kendisine düşmanlığını anlayınca, Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” ve Onun gibilerden beş kişiye, beş vakt nemâzdan sonra, la’net etmeğe başladı. Onlar da, bunu duyunca, hazret-i Emîr, hazret-i Hasen, hazret-i Hüseyn, Abdüllah ibni Abbâs ve Mâlik-i Ejderden “radıyallahü anhüm ecma’în” müteşekkil olan beş kişiye beş vakt nemâzdan sonra la’nete başladılar. Hattâ, Benî Ümeyye halîfeleri, bu alçak işi büsbütün ortaya yaydı. Hutbelerde Ehl-i beyte la’net etdiler. Bu hareket, Ömer bin Abdülazîzin, bunu kaldırmasına kadar devâm etdi. Ömer bin Abdülazîz, bu la’neti kaldırıp, yerine, Nahl sûresi, doksanıncı âyet-i kerîmesini okutdu). Acabâ bu çirkin hâdise olmuş mudur, yoksa olmamış mıdır?
Cevâb: Tepeden tırnağa kadar rahmet olan hazret-i Emîr “kerremallahü teâlâ vecheh” hâşâ ve kellâ, herhangi bir müslimâna bile la’net etmemişdir. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” eshâbına ve hele çok kerre hayr düâ etdiği Muâviyeye “radıyallahü anh” la’net etmiş olsun. Hazret-i Emîr, Muâviye ile birlikde olanlar için, (Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler. İctihâdları ile hareket ediyorlar) buyurdu. Bu sözü, bunlardan küfrü ve fıskı uzaklaşdırmakdadır. O hâlde, niçin la’net etsin? İslâm dîninde hiç kimseye,
hattâ frenk kâfirine bile, la’net etmek ibâdet değildir. Beş vakt nemâzdan sonra düâ etmek lâzım iken, kendi düşmanlığı için, düâ yerine, la’neti dile alır mı? Fenâ derecelerinin en yükseğine ve itminânın sonuna ulaşmış ve şahsî arzûlarından geçmiş olan hazret-i Emîrin nefsini kendi nefs-i emmâreleri gibi, kin, inâd ve düşmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek zâta, böyle bir bühtân, böyle alçak bir iftirâda bulunuyorlar. Hazret-i Emîr, fenâ fillâh ve muhabbet-i Resûlillah makâmlarının en son derecesine ulaşmış, cânını, malını, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunda fedâ etmişdir. Niçin bu düâ zemânında, her iki cihânın sultânı, Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” envâ-ı ezâ ve cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” düşmanlarını söyleyip, onlara la’net etmedi de kendi düşmanlarına la’net etdi? Hâlbuki (İctihâdları ile hareket ediyorlar) sözü, onlara düşman olmadığını gösteriyor. İşin esâsı şöyledir ki, bu muhârebeler ve münâze’alar, düşmanlık ve kin gütmek ile olmamışdır. Hep ictihâd ve te’vîl ile olmuşdur. Bunun için, ayblamanın yeri yokdur. Nerde kaldı ki, la’net edilsin. Bir kimseyi kötülemek ve ona la’net etmek, bir iyilik ve ibâdet olsaydı, İblîs-i la’îne, Ebû Cehle, Ebû lehebe ve Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” inciten, Ona cefâ ve ezâ eden ve bu hak dîne, kötülükler, ihânetler yapan Kureyşin azılı kâfirlerine la’net etmek, İslâmın îcâblarından olurdu. Düşmanlara la’net etmek emr edilmeyince, dostlara la’net sevâb olur mu? Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Bir kimse, şeytâna la’net ederse; ben zâten mel’ûn oldum. Bu la’netin bana zararı olmaz der. Yâ Rabbî! Beni şeytândan koru derse, eyvâh belkemiğimi kırdın der). Bir başka Hadîs-i şerîfde, (Şeytâna söğmeyiniz. Şerrinden Allahü teâlâya sığınınız!) buyuruldu. Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler, hazret-i Emîre iftirâdır. Onu kötülemekdir. Bundan başka, Muâviye “radıyallahü anh” hazret-i Emîre, hazret-i Hasen ve Hüseyne ve diğerlerine “radıyallahü anhüm ecma’în” la’net etmeğe başladı demek de, Muâviye “radıyallahü anh” hazretlerine iftirâ olur. (Bu hâdise olmuş mudur, yoksa olmamış mıdır? Eğer olmuş ise, Mu’âviyeye ve diğerlerine niçin la’net edilmesin? Olmadı ise, Keşşâf tefsîrindeki yazının ma’nâsı ne olur?) diyorsunuz. Cevâbında, olmadı deriz. Ehl-i sünnet ve cemâ’at mezhebi şöyledir ki, Muâviyeye “radıyallahü anh” dil uzatmak câiz değildir. Bu söz, ona bir iftirâdır. Hem, bu husûsda doğru bir haber de yokdur. Târîhçiler söyliyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir. Dînin esâsları târîhcilerin sözleri üzerine kurulamaz. Bu mes’elede, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve Onun
eshâbının sözlerine bakılır. Târîhçilerin sözlerine ve Keşşâfda yazılı haberlere bakılmaz. Keşşâfdan alındığını bildirdiğiniz o yazılarda Emîrin ve Muâviyenin ismi geçmiyor. Bu iki din büyüğünün birbirine la’net etdiğini gösteren bir işâret bile yokdur. O yazılar temâmen doğrudur. Bizim bildiğimize uymayan birşey yokdur ki, iyi ma’nâ aransın. Evet, benî Ümeyye halîfeleri senelerceminberlerde Ehl-i beyte la’net etdirdi. Ömer bin Abdülazîz, buna son verdi. Allahü teâlâ, Ona bizim tarafımızdan büyük mükâfatlar versin! Lâkin Muâviye “radıyallahü anh” da, Emevî halîfelerinden ise de, ona dokunulamaz. Eğer Muâviye söğülür, kötülenirse, onunla berâber, bu muhâlefetde ve muhârebelerde bulunan çok sayıda Eshâb-ı kirâm, hattâ aşere-i mübeşşereden [Dünyâda iken Cennet ile müjdelenmiş on kişiden] birkaçı da mel’ûn olur, kötülenmiş olur. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onları kötülemek, onlardan bize gelmiş olan din bilgilerini bozmağa, kötülemeğe sebeb olur. Hiçbir müslimân, bunu lâyık görmez ve kabûl edemez.
Efendim! Bu mes’elede size iki mezhebi bildireyim. Ehl-i sünnet ve cemâ’atin sözü ve başkalarının sözü. Ba’zıları, üç halîfeyi ve Mu’âviyeyi ve ictihâdda Ona uyanları kötülüyor. Bunlara söğüyor. Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra, birkaçı hâric olmak üzere, bütün Eshâb mürted oldu, diyorlar. Ehl-i sünnet ve cemâ’at mezhebine göre, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” eshâbına iyilikden başka birşey söylenmez. Hiçbiri fenâ ve kötü değildir. (Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşman olan, bana düşman olduğu için düşman olur) Hadîs-i şerîfi, hepsini sevmemizi emr ediyor. Onların kavgalarının ve muhârebelerinin, iyi niyyet ile yapıldığını bilmeliyiz. Nefsin kötü ve çirkin arzûlarından ve inâddan onları temâmen uzak görmek ve uzak tutmak lâzımdır. İmâm-ı Yahyâ bin Şeref Nevevî [631-676 [m. 1274] Şâmda] Müslim hadîslerini açıklarken buyuruyor ki, imâm-ı Alî “radıyallahü anh” zemânındaki muharebelerde Eshâb-ı kirâm üçe ayrılmışdı. Bir kısmının ictihâdı, Emîrin “radıyallahü anh” haklı olduğunu göstermişdi. Bunlara, kendi ictihâdlarına uygun yol tutmak vâcib oldu. Hepsi hazret-i Emîre yardım etdi. Eshâbın bir kısmı ictihâdda doğruyu kesdiremedi. Bunların, kimseye karışmaması vâcib oldu.Üçüncü kısmın ictihâdı, Emîre karşı gelenlerin haklı olduğunu göstermişdi. Bu ictihâdda olanların diğer tarafa yardım etmesi lâzım oldu. Demek ki, her biri kendi ictihâdına uygun iş yapdı. Bunun için hiçbirini ayblamak, doğru değildir. Bununla berâber, hazret-i Emîr ve Onun ictihâdında olup, Ona uyanlar, ictihâdda
doğruyu bulmuşlardı. Karşılarındakiler, ictihâdda hatâ etmişlerdi. Fekat, ictihâdda yanılma olduğu için, kötülenemez ve ayblanamaz. Yanılanlar, bir sevâb almışdır. Doğruyu bulanlar ise, on sevâb almışdır. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” (Allahü teâlâ, o kanlara, ellerimizi bulaşdırmakdan koruduğu gibi, biz de, dillerimizi bulaşdırmakdan koruyalım) buyurdu. Bu kıymetli söz, hatâ bile demenin doğru olmadığını ve yapılmış olanları da iyilikle anmamız lâzım geldiğini gösteriyor. Demek ki, Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” sevmiyen, Ona la’net eden bir kimse, bütün Eshâbı iyi bilse de, Ehl-i sünnet ve cemâ’atden olmaz. Bunu, şî’îler de sevmez. Çünki, üç halîfeyi seveni sevmiyorlar. Bunun için, bukimse, ne Ehl-i sünnetdendir, ne de şî’îdir. Üçüncü bir yol tutmuş oluyor.
Eshâb-ı kirâm arasında hâsıl olan ayrılıklar için Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerinde bir şübheniz kalırsa, güvenilen ve herşeyi ayrı ayrı îzâh eden i’tikâd kitâblarını okumalısınız. Sonradan söylenilen, birbirini tutmaz, çürük sözlere inanmamalıdır. Otuzaltıncı mektûbun tercemesi temâm oldu.
Bu yazımızı, güzel sözlerle bitirmek için, Ehl-i beytin “radıyallahü anhüm” şanlı işlerini, medhlerini, üstünlüklerini yazıyoruz:
Ahzâb sûresi, otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Ey Habîbimin Ehl-i beyti! Allahü teâlâ, sizin günâhsız olmanızı istiyor) buyuruldu. Müfessirlerden çoğu, bu âyet-i kerîme, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” için geldi, dedi. Âişe “radıyallahü anhâ” da, böyle olduğunu bildirdi. Zevceleri “radıyallahü anhünne” için geldi diyenler de vardır. Çünki, bundan sonraki âyet-i kerîme açıkca zevcelere hitâb etmekdedir. Ahmed bin Hanbelin [164-241 [m. 855] Bağdâdda], Müsned adındaki kitâbında Ebû Sa’îd-i Hudrî [Uhud gazâsında onüç yaşında idi. 64 de vefât etdi. İstanbulda, Ayvansarayda, Kariye Câmi’i bağçesinde denilmekdedir] diyor ki, bu âyet-i kerîme, Resûlullah, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyn için geldi. Bu beşine (Ehl-i abâ) ya’nî hırka ile örtülü denir. Ahmed bin Muhammed Sa’lebîye göre [427 [m. 1036] Nişâpurda] bu âyet-i kerîmedeki (Ehl-i beyt), Hâşimoğulları demekdir. Âyet-i kerîmedeki (rics), günâh yapmak ve îmân edilecek şeylerde şübhe etmek demekdir. O hâlde bunlar, Cehenneme girmez. Sa’d ibni Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” [Aşere-i mübeşşeredendir, onyedi yaşında, yedinci olarak islâma geldi. Bütün gazâlarda bulundu. İlk ok atandır. Çok nişancı idi.Kadsiyede zafer kazanıp, Îrân mecûsî devletini târîhden silen İslâm ordusunun baş kumandanıdır. 55, Medînede] buyurdu ki, Âl-i
İmrân sûresi, altmışbirinci âyeti, (Geliniz, çocuklarımızı ve çocuklarınızı çağıralım) nâzil olunca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyni “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” çağırıp (Yâ Rabbî! İşte bunlar Ehl-i beytimdir) buyurdu.
Müsevvir bin Mahreme “radıyallahü anh” [Nemâzda iken, mancınık taşı ile şehîd oldu. 2-64, Medînede] buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Fâtıma “radıyallahü anhâ” benden bir parçadır. Onu kızdıran, beni incitir). [Hicretde 13 yaşında idi. 15 yaşında iken Alîye “radıyallahü anh” verildi ki, Alî o zemân 25 yaşında idi. Hicretin onbirinci senesinde Medînede, vefât-ı Nebîden altı ay sonra vefât etdi.]
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” [Hayberde İslâma gelip hemen gazâya başladı. Çok fakîr olup, Resûlullahdan ayrılmazdı. Muâviye bunu Medîneye vâlî yapdı. 59 da 79 yaşında vefât etdi. Medînede] diyor ki, Resûlullahın yanında idim. Hasen geldi. (Yâ Rabbî! Bunu seviyorum. Sen de bunu sev ve bunu sevenleri de sev!) buyurdu. Enes bin Mâlik [Resûlullaha on yıl hizmet etdi. 100 seneden fazla yaşadı] diyor ki, (Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Hasenden dahâ çok benziyen kimse yok idi). Bir kerre de (Hüseyn “radıyallahü anh” Resûlullaha çok benziyordu) dedi. Zeyd bin Erkam “radıyallahü anh” [Uhud gazâsında küçük idi. Diğer onyedi gazâda bulundu. 61, Kûfede] diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Benden sonra, size iki şey bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız, yoldan çıkmazsınız. Birisi, ikincisinden dahâ büyükdür. Biri, Allahü teâlânın kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmdir ki, gökden yere kadar uzanmış, sağlam bir ipdir. İkincisi, Ehl-i beytimdir. Bunların ikisi birbirinden ayrılmaz. Bunlara uymıyan, benim yolumdan ayrılır). Yine Zeyd bin Erkamın bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyn ile harb, bana karşı harb demekdir. Bunlarla sulh ve selâmet üzere olmak, bana teslîm olmakdır) buyurdu. Cemî’ bin Ömer “radıyallahü anh” diyor ki: Amcam ile birlikde Âişe “radıyallahü anhâ” valdemizden sorduk ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” en çok kimi severdi. Cevâbında, Fâtımayı “radıyallahü anhâ” buyurdu. Erkeklerden kimi en çok severdi, dedik. Fâtımanın zevcini dedi. Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” [İlk Hendekde ve bütün gazâlarda bulundu. 84 yaşında 73 de Mekkede vefât etdi] diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Hasen ile Hüseyn, dünyâda, benim güzel kokularımdır). Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: (Hasenin göğsünden yukarısı, Hüseynin göğsünden aşağısı, Resûlullaha çok benziyordu).
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” [Çok âlim idi. 68 de 70 yaşında Tâifde vefât etdi] buyurdu ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek omuzunda Hasen vardı. Birisi, yâ Hasen! Ne iyi yere oturmuşsun deyince (Omuzumdaki, ne iyi insandır) buyuruldu. Âişe “radıyallahü anhâ”dan [Ebû Bekr-i Sıddîkın kızıdır. Resûlullah efendimize, Allahü teâlânın emri ile, altı yaşında nikâh edilip, hicretin ilk yılında, dokuz yaşında düğün yapıldı. Âyet-i kerîme ile medh ve senâ olundu. Âlim, edîb, çok akllı ve üstâd idi. Binden fazla Hadîs-i şerîf bildirdi. Resûlullahın vefâtında onsekiz yaşında idi. Elliyedide, 65 yaşında Medînede vefât etdi. Abdüllah bin Zübeyrin teyzesi idi.] nakledildi ki Eshâbı kirâm, hediyyelerini, Resûlullaha, Âişenin evinde getirip böylece sevgisini kazanmağa yarışırlardı. Zevceler, iki grup idi. Âişetarafında Hafsa, Safiyye, Sevde vardı. İkincisi Ümm-i Seleme ve ötekiler idi. Bunlar, Ümm-i Selemeyi Resûlullaha gönderip (Eshâbına emr buyur. Hediyye getirmek isteyen, hangi zevce yanında iseniz, oraya getirsin!) dediklerinde, Resûlullah buyurdu ki,
(Beni, Âişe hakkında incitmeyiniz! Cebrâîl “aleyhisselâm” banayalnız Âişenin yanında iken geldi.) Ümm-i Seleme, dediğine pişmân olup, tevbe ve afv diledi. Fekat zevceler, Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhünne” ile de haber gönderdi. Cevâbında (Ey kızım! Benim sevdiğimi, sen sevmez misin?) buyurdu. Fâtıma, elbet severim, dedi. Cevâbında (O hâlde, Âişeyi sev!) buyurdu. Âişe “radıyallahü anhâ” buyurdu ki: Resûlullahın zevceleri arasında, Hadîceye “radıyallahü anhâ” gayret etdiğim gibi, başkasına gıbta etmedim. Hâlbuki, onu görmemişdim. Çünki, ölmüş olduğu hâlde, Onun adını çok söylüyordu. Ne vakt bir koyun kesip dağıtsa mutlaka bir parçasını da Hadîcenin akrabâsına yollardı. Bunu görünce, bir def’a (Allahü teâlâ, sana, sanki, Hadîceden başka kadın vermedi mi, hep onu söylüyorsun) dedim. (Evet, başka kadınlarım oldu. Fekat, o şöyle idi, böyle idi ve ondan çocuklarım oldu) buyurdu. Abdüllah ibni Abbâs buyurdu ki, Resûlullah (Abbâs bendendir ve ben Abbâsdanım) buyurdu. [Abbâs “radıyallahü anh” Bedr gazâsında esîr oldu. Sonra müslimân oldu. Mekke ve Hüneyn gazâlarında bulundu. Uzun boylu, beyâz, güzel idi. 32 de 88 yaşında vefât etdi. Medînede, Bakîdedir.] Yine Abdüllahın haber verdiği Hadîs-i şerîfde (Ni’metlerini size bol bol gönderen Allahü teâlâyı seviniz. Allahü teâlâyı sevdiğiniz için, beni de seviniz. Beni sevdiğiniz için, Ehl-i beytimi seviniz!) buyurdu. Ebû Zer Gıfârî [Beşinci islâma gelendir. 32 de Medînenin Rebde köyünde vefât etdi] buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Biliniz ki, içinizde, Ehl-i beytim, Nûh
“aleyhisselâm”ın gemisi gibidir. Gemiye binen kurtulduğu gibi, Ehl-i beytimi seven kurtulur. Bunlara uymıyan helâk olur).
---------------------------------
Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime,
titrerim mücrim gibi, bakdıkca istikbâlime!
Âşkın aldı benden beni,
seviyorum Rabbim seni!
Senin sevgin, pek tatlıymış,
seviyorum Rabbim seni!
Ne varlığa sevinirim,
ne yokluğa yerinirim.
Aşkın ile zevklenirim,
seviyorum Rabbim seni!
Emretdin ibâdetleri,
medhetdin iyi hâlleri,
verdin sonsuz ni’metleri,
seviyorum Rabbim seni!
Ne nankör nefsim var aceb,
zevk için, bana kıyar hep!
Ben hakîkî zevki buldum,
seviyorum Rabbim seni!
İbâdeti güzel yapmak,
dünyâ için de çalışmak,
gece gündüz işim, çünki,
seviyorum Rabbim seni!
Sevmek lâfla olmaz Hilmi,
Rabbin, çalışınız dedi.
Hâlinden de anlaşılsın;
seviyorum Rabbim seni!
İslâm düşmanları nice,
çatıyor dîne sinsice.
Durursan, doğru mu olur,
seviyorum Rabbim seni!
Âşık tenbel oturur mu?
Ma’şûka toz kondurur mu?
Düşmanı susdur da, söyle:
Seviyorum Rabbim seni!