45– İCTİHÂD: Kıyâmet alâmetlerinin, şimdi çoğu çıkmış, her yere yayılmışdır. Bu alâmetlerden biri, câhiller çoğalacak, ilm adamları azalacakdır. Câhiller, dinde söz sâhibi olup, herkese yanlış yol göstereceklerdir. Bu alâmetler, (Tezkire-i Kurtubî) muhtasarındaki Hadîs-i şerîflerde ve (Birgivî) vasıyyetnâmesinde uzun yazılıdır. O hâlde müslimânlar uyanık olmalıdır. Her söze güvenmemelidir. Hutbelerde, kitâblarda ve gazetelerde, (Ehl-i sünnet) âlimlerini ve bunların kitâblarını bildirmeyip, âyet-i kerîmelerden ve Hadîs-i şerîflerden, kendi kafalarına göre ma’nâ çıkaranlara inanmamalıdır. Mezhebsizler, yâ bid’at sâhibi sapıkdır, yâhud kâfirdir. Bunların her ikisi de, her zemân din adamı kılığına girerek müslimânları aldatmışlar, doğru yoldan çıkarmışlardır. Mezhebsizlerin bildirdikleri âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasıl ma’nâ verdiklerini aramalı, işin doğrusunu öğrenmelidir. Bunun için de, güvenilen (İlm-i hâl) kitâblarını okumalıdır. (Ehl-i sünnet) âlimleri, âyet-i kerîmelerin ve Hadîs-i şerîflerin hepsini incelemiş, kılı kırk yararak doğru ma’nâlarını bulmuşlar. Kitâblara yazmışlardır. Şimdi biraz arabî bilen din câhilleri, kendilerini müctehid sanıyorlar. Biz fakülteyi de bitirdik, diploma aldık diyerek islâm âlimlerini küçük görüyorlar. Hâlbuki, bir zemânda yaşamış olan müctehidlerin (İcmâ’), ya’nî sözbirliği ile bildirmiş oldukları birşey, dinde zarûrî olan şeylerden ise, ya’nî câhillerin bile işitdiği, heryere yayılmış bilgilerden ise, bu şeye inanmak da, uymak da farzdır. Böyle icmâ’a inanmıyan kâfir olur. İnanıp da uymıyan, fâsık olur. İcmâ’ ile bildirilmiş olan şey, zarûrî bilinen şeylerden değil ise, buna inanmıyan kâfir olmaz. (Bid’at sâhibi) sapık olur. Uymıyan yine fâsık olur. Günâh işlemiş olur.
İbni Melek, (Usûl-i fıkh) kitâbında, icmâ’ bahsinde diyor ki, (Bir zemânda yaşamış olan müctehidler, birşeyin nasıl yapılacağında, sözbirliğine varamamış, başka başka söylemişler ise, bunlardan sonra gelen âlimlerin bunların sözlerinden birine uyması lâzımdır. Başka dürlü söylemeleri câiz değildir, bâtıldır. Böyle olduğunu bütün âlimler sözbirliği ile beyân buyurmuşlar, icmâ’ hâsıl olmuşdur). Şimdi dünyânın hiçbir yerinde bir müctehid yokdur. Müctehid, ictihâd derecesine yükselmiş derin islâm âlimi demekdir. Şimdi yeryüzünde hiç müctehid bulunmadığını kendiliğimizden söylemiyoruz. Bunu bütün âlimler, Mevdûdînin yalancı şâhid yapmağa kalkışdığı şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri de bildiriyor. Meselâ, İbni Âbidîn, Dürr-ül-muhtârdaki, (müezzinlerin çok bağırmaları, nemâzlarını bozar) yazısını açıklarken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından dörtyüz sene sonra (Kıyâs) kalmadı. Ya’nî kıyâs yapan derin âlim kalmadı. Bir işi, başka işe benzeterek hükm çıkarabilecek (Mutlak müctehid) kalmadı buyuruyor. Evet her yüz senede bir ictihâd derecesine yükselmiş olan derin âlimler, ya’nî müceddidler geleceği Hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Bu müceddidler, (Mezhebde müctehid)dir. Bunlar kıyâslar yapmak, yeni ictihâdlarda bulunmak vazîfesini üzerine almamışlar, bulundukları mezhebin imâmlarının ictihâdlarını tâzelendirmeğe, halkı irşâd etmeğe çalışmışlardır. Yeni ictihâdlara ihtiyâç olmadığını görmüşler, Ehl-i sünnet bilgilerini kuvvetlendirmeğe ehemmiyyet vermişlerdir. Müctehid olmıyan her müslimâna (mukallid) denir. Şimdi yeryüzündeki bütün müslimânlar, mukallidiz. Bir mukallid, ne kadar âlim olursa olsun bunun bir iş üzerinde, önce gelmiş müctehidlerin bildirdiklerinin dışında ayrı bir ictihâdda bulunamıyacağı, İbni Melekin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği, yukarıda yazılı sözbirliğinden anlaşılmakdadır. (Ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez) Hadîs-i şerîfi, âlimlerin bu sözbirliğinin hidâyet olduğunu, doğru olduğunu göstermekdedir.
46 - Mevdûdî, Çeştiyye tarîkatının büyüklerinden olan hoca Kutbüddîn Mevdûdî Çeştînin torunlarındandır. Ecmîrde medfûn olan Mu’înüddîn-i Çeştî, Kutbüddînin halîfelerinden Osmân Hârûnînin halîfesidir. Kutbüddîn Mevdûdî 527 [m. 1132] de Çeştde vefât etdi. Çeşt, Hirât kariyyelerindendir. Mevdûdî, 1321 [m. 1903] senesinde Haydarâbâdda doğdu. 1399 [m. 1979] Eylül ayında Amerikada öldü. Pâkistânda defn edildi. Gazeteci olarak hayâta atıldı. İlk olarak 1927 de (İslâmda Cihâd) kitâbını yazdı. Bu kitâbında ihtilâl fikrlerini yayıyordu. Arabcaya terceme edilince, Hasen-el-Bennânın düşüncelerine te’sîr ederek Mısrda devlete karşı gelmesine ve öldürülmesine sebeb oldu. Mevdûdînin ilmî ki-
fâyetsizliği, böyle sayısız müslimânları, maddî ve ma’nevî ölüme sürüklemişdir. Çünki, hiçbir islâm âlimi, siyâsete karışmamış, ihtilâli hâtırından bile geçirmemişdir. Milleti ilm ile, nasîhat ile irşâd etmişlerdir. İslâmiyyetin ihtilâl ile değil, ilm ile, adâlet, ahlâk ile yayılacağını bildirmişlerdir. Mevdûdî, islâmın bütün ana prensiblerini kendi mantığı ile çözmeğe kalkışmış, islâm âlimlerinden ve islâm bilgilerinden hep ayrılmışdır. Kitâbları incelenirse, kendi mantığını, kendi düşüncelerini, islâmiyyet olarak yaymak çabasında olduğu kolayca sezilir. İslâmiyyeti, modern hükûmet şekllerine uydurmak için çeşidli kılıklara sokmakdadır. İslâmın hilâfet müessesesine de, kendi hayâline göre şekl vermekde, halîfelerin hemen hepsine hücûm etmekdedir. İngilizler ve onların uşakları tarafından, islâm âlimlerinin ve dolayısıyle, islâm bilgilerinin yok edilmesi, bunun sapık fikrlerinin yayılmasını kolaylaşdırdı. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını okuyup anlıyacak seviyede olmıyan câhiller, onu bir âlim ve mücâhid sanıverdi. Onun siyâsî düşüncelerine geniş islâmî bilgi denildi.
Mevdûdî, müslimânların bu fetret hâlinden fâidelenmesini de becerdi. Dîni siyâsete âlet ederek, siyâsî kimselere yanaşdı. Hind müslimânlarının millî hareketlerine karışdı. Uyanık müslimânların ve islâm mücâhidlerinin başarılarını kendisine mâl etmek için, çok yazılar neşr etdi. Bu yazılarında, kendisine millî önderlik ve telkin edicilik süsü verdi. Çok kurnaz davranarak, partinin başına geçdi. Hâlbuki, Pâkistânın kurulması fikrini ortaya koyanlar ve bu yolda çalışanlar başkalarıydı ve sayıları çokdu. Başlarında Alî Cinnah bulunuyordu. (Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 313.cü sahîfesinde şî’î olduğu bildirilen Alî Cinnah, Hind müslimânlarına istiklâl fikrini aşılarken ve onları birleşmeğe çağırırken Mevdûdî, kendi çıkarına isteklerde bulundu. Fitneyi önlemek için habs edilmesine fetvâ verildi. Fitne basdırılıp, 1366 [m. 1947] senesinde Pâkistân devleti teşekkül edince, 1950 yılında serbest bırakıldı. Ehl-i sünnetin temiz müslimânları, yeni devlet içinde islâm da’vâsını güderken, Mevdûdî, (Kâdıyânî) denilen bozuk bir din ile fikrleri meşgûl etmeğe başladığından,1953 de mahkeme olunarak 26 ay dahâ habs edildi. O, habsde iken, müslimânları koruyan anayasa hâzırlanmışdı ve 1956 da kabûl edildi. Fekat habsden çıkar çıkmaz, ihtilâl fikri aşılayan yazıları, ortalığı hemen karışdırdı. Anayasanın yasak edilmesine ve örfî idârenin i’lânına sebeb oldu. 1962 de yeni anayasa yürürlüğe kondu. Fekat Mevdûdî râhat durmadı. İslâm cemâ’ati teşkilâtının kapatılmasına da sebeb oldu. 1964 başında tekrar habs olundu. Fekat genel afvdan istifâde ederek az zemân sonra kurtuldu. İnsan hakları ve adâlet diye bağırarak ihtilâl çıkarmak sevdâsı-
na düşdü. Kişmirde karışıklıklara yol açdı. Hindliler bundan fâidelenerek Kişmire saldırdı. Hükûmet korkunç ve güç durumlarla karşılaşdı. Bütün bu çılgınlıklarıyle kanâat edemiyen Mevdûdî, el altından Süûdî Arabistân ile de iş birliği yapdı. Mezhebsizliği her islâm ülkesine yaymak için kurulmuş olan Medînedeki Vehhâbî istişâre hey’etine a’za oldu. Fekat (Bir zâlime yardım edene, Allahü teâlâ o zâlimi musallat eder) Hadîs-i şerîfi tecellî ederek, yanaşmak istediği kimseler tarafından yine habs olundu.
Karaşi medresesinin müdîri ve (Pâkistân medreseleri vifâkı)nın reîsi Muhammed Yûsüf Benûrî, 1397 [m. 1977] senesinde vefât etdi. (El-üstâd-ül mevdûdî) kitâbında, Ebül’ulâ Mevdûdînin ehliyyetsiz ve mezhebsiz olduğunu uzun anlatmakdadır. Bu kitâb arabî olup, İstanbulda ofset ile basdırılmışdır. Yedinci sahîfeden başlıyarak diyor ki: Mevdûdî, uğursuz bir tesâdüf olarak, çocukluğunda, Niyâz Fethpûrî isminde bir mülhidi kâtib yapdı. Bunun sapık fikrleri ile bozuldu. Bunun yardımı ile, çeşidli mecmû’alara yazı vererek geçimini sağladı. Sonra, (Cem’ıyyet-ü ulemâ’il-Hind) idâresini ele aldı. Müfti Muhammed Kifâyetullah ve şeyh Ahmed Sa’îd-i Dehlevînin yardımları ile (Müslim) mecmû’asını çıkardı. 1352 [m. 1933] de (Tercümân-ül-Kur’ân) mecmû’asını çıkardı. Sonra dört arkadaşı ile birlikde, (Dâr-ül-islâm) idâresini kurdular. Bu arkadaşları, Muhammed Manzûr Nu’mânî, Ebül Hasen Alî Nedvî Lüknevî, Emîn Ahsen-ü-İslâhî ve Mes’ûd Âlim-ül-Nedvî idi. Nihâyet, 1360 [m. 1941] de (El-cemâ’at-ül-islâmiyye) idâresini te’sis etdi. Akıcı kalemi ile yazılar neşr etdi. Şeyh Münâzır Ahsen-ül-Geylânî, Seyyid Süleymân-ün-Nedvî, Abdülmâcid Deryâbâdî gibi meşhûr kimselerin medh ve senâlarına kavuşdu. Fekat fikrlerini yaymağa başlayınca, ileriyi gören ilm adamlarında tereddüdler hâsıl oldu. Kitâblarına karşı ilk reddiyye yazan şeyh Münâzır Ahsen-ül-Geylânî oldu. Abdülmâcid Deryâbâdînin çıkardığı (Sıdk-ul-cedîd) mecmû’asında, (Yeni bir hâricî) başlığı ile ilk reddiyyesini yazdı. Sonra, Süleymân-ün-Nedvî ve Hüseyn Ahmed-ül Medenî, Mevdûdîye reddiyyeler yazdılar.
Mevdûdînin sapıtmasına sebeb, din bilgilerini ehlinden öğrenmedi. Arabî ilmlerde mehâret kazanamadı. Hakîkî din âlimlerinin sohbetlerine kavuşamadı.İngilizce ve arabî lisanlarını, okumakda ve yazmakda ve konuşmakda başarılı olmadı. Arabî olarak neşr etdiği kitâblarının hepsini urdu dili ile yazmış ve şeyh Mes’ûd âlimün-Nedvî ve talebesi tarafından arabîye terceme edilmişdir. Üzerlerinde Mevdûdî ismi yazılı olduğundan, okuyanlar, Mevdûdînin arabî olarak yazdığını zan etmekdedirler.
Mevdûdî bir din adamı değildir. Bir siyâset adamıdır. Urdu dilinde akıcı bir kalemi vardır. Fekat, kitâblarının zararı, fâidelerinden büyükdür. Şerleri, hayrlarına gâlibdir. Bilhâssa urdu dilinde neşr etdiği kitâblarında, Eshâb-ı kirâma dil uzatmakdadır. Halîfe-i râşidînden olan hazret-i Osmânı lekelemekdedir. İslâmiyyetin ıstılâhlarını ve âyet-i kerîmeleri değişdirmekdedir. Selef-i sâlihîne hakâret etmekdedir. Bütün yazıları, mevkı’ ve koltuk kapmak arzûsunu açıkca göstermekdedir. Vehhâbîlerin kurmuş olduğu (Râbıtat-ül-âlem-il-islâmî) teşkilâtının a’zâları ve Necddeki, Riyâddaki mezhebsizler, Mevdûdîyi seviyorlar. Arabî kitâblarını dünyâya yayıyorlar. (Sarrâ’) sâhibi Kusaymî ve (Câmi’at-ül-Medîne) müderrislerinden Nâsır Albânî bunlardandır. Pâkistândaki din adamlarından Muhammed Zekeriyyâ da, önce Mevdûdînin yazılarını beğeniyordu. Sonra sapıklığını, dalâletini anlayınca, kendisine nasîhat mektûbu yazdı. Sonra, onun bozuk fikrlerini bildiren bir risâle neşr etdi. Doktor Abdürrazzâk Hezârevî Pâkistânî, bunu urdu dilinden arabîye terceme ve şerh ederek neşr eyledi. Bunu okuyanlar, Mevdûdînin fikrlerini iyi anlar. Fikrlerinin bir kısmı fıskdır. Bir kısmı bid’atdir. Bir kısmı ilhâddır. Bir kısmı dinde câhil olduğunu gösteriyor. Bir kısmı, din bilgilerini iyi kavrıyamadığını bildiriyor. Çeşidli yazıları birbirlerini nakz etmekdedir.
Hindistânda, her fırkadan, her mezhebden âlimler, 27 Şevvâl 1370 ve 1 Ağustos 1951 günü, toplanarak, Mevdûdînin ve kurmuş olduğu (El-Cemâ’at-ül-İslâmiyye)nin müslimânları helâke ve dalâlete sürüklediğine karâr verip bu fetvâyı kitâb ve gazetelerle neşr etdiler. (El-Üstâzül-Mevdûdî) kitâbından terceme temâm oldu. Pâkistân âlimleri de, Mevdûdînin dâl ve mudil olduğuna karâr vermiş, bu karâr, Ravalpindi şehrinde (Ahbâr-ül-cem’ıyye)de 22 Şubat 1396 [m. 1976] târîhinde yeniden neşr edilmişdir.
(El-meclis-ül’âlemî li-sıyânet-il-islâm) cem’iyyetinin 1409 [m. 1988] de Pâkistânın Keraçı şehrinde çıkardığı (Eş-şakîkân) kitâbında, Mevdûdînin ve Humeynînin sakalsız, başı açık resmleri var. Humeynînin Kur’ân-ı kerîme hakâret eden ve Peygamberleri küçülten ve Ehl-i sünnet olan müslimânların, yehûdîden ve hıristiyandan dahâ kötü olduklarını bildiren yazıları ve Mevdûdînin ve bunun kurduğu (Cemâ’at-i islâmiyye)nin mecmû’alarında Humeynîye medhiyeleri var. Bütün bunlar, Mevdûdînin de, râfızî olduğunu gösteriyor demekdedir. Mezhebsizler, Muhammed Abduhun, Mevdûdînin, Seyyid Kutbun ve râfızî babalarından Humeynînin propagandalarını yapıyor. Onların islâmiyyete aykırı yazılarını bir kahramanlık ve mücâdele olarak tanıtıyorlar.
47 - Seyyid Kutbun tutduğu yolu açıklamadan önce, onun akl hocası (Abduh) üzerinde de bilgi vermek fâideli olacakdır. Muhammed Abduh, 1265 [m. 1849] da Mısrda tevellüd ve 1323 [m. 1905] de orada vefât etmişdir. O zemân Mısrda çıkan (Vakâyı’-ulMısriyye) gazetesindeki ve El-Menâr mecmû’asındaki ve El-Ahrâm gazetesindeki yazıları, bozuk düşüncelerini ortaya koymakdadır. Bir müddet Beyrutda da fe’âliyyetde bulundu. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun kötü maksadlarını anladığı için, yüz bulamayınca, Pârise gitdi. Orada, islâma karşı mason plânlarını uygulamayı hâzırlayan Cemâleddîn-i Efgânînin çalışmalarına katıldı. (El-Urvetül-vüskâ) mecmû’asını çıkardılar. Sonra Beyruta ve Mısra gelerek, Pârisde varılan karârları uygulamağa, gençleri aşılamağa başladı ise de, hidiv Tevfîk Pâşa hükûmeti, derslerinin ve yazılarının zararlı olduğunu anlıyarak, onu mahkeme me’mûrluklarında kullandı. Fekat o, bütün yazılarında islâmiyyeti yıkmağa, masonların plânlarını uygulamağa uğraşdı. Masonların yardımı ile, Kâhire müftîsi oldu. Ehl-i sünnete saldırmağa başladı. İlk iş olarak, Câmi’-ül ezher medresesi ders programlarını bozmağa, gençlere kıymetli bilgilerin okutulmasını önlemeğe başladı. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırdı. Lise ve orta kısmdaki kitâblar, yüksek sınıflarda okutuldu. Masonlar, dahâ önce Osmânlılarda da böyle yapmış , tanzîmatda medreselerden fen dersleri kaldırılmış, din dersleri de, yüksek bilgilerden mahrûm edilmişdi. Çünki, islâm dîni ilm üzerine kurulmuşdur. İlm olmayınca, hakîkî din adamı kalmayınca, islâmiyyet bozulur. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mu’cize istemek olur. Allahü teâlâ bunu yapabilir. Fekat, âdeti böyle değildir. İslâm âlimi yetişebilmesi için, islâm ilmleri meydâna çıkıp, yayılıp, böyle yüz sene geçmesi lâzımdır. Düşmanlar, islâm güneşini söndürdü. Bunların önderliğini, ingilizler yapdı. Hazret-i Mehdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında yeniden doğacak. Beyrutdaki mason locasının başkanı Hannâ Ebî Râşid, 1381 [m. 1961] de yayınladığı (Dâire-tül-me’ârif-ül-masoniyye) kitâbının yüzdoksanyedinci (197) sahîfesinde diyor ki, (Cemâleddîn-i Efgânî, Mısrda mason locası reîsi idi. Âlimlerden ve devlet adamlarından üçyüze yakın üyesi vardı. Ondan sonra, imâm üstâd Muhammed Abduh reîs oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk rûhunu arab memleketlerine yaydığını kimse inkâr edemez).
Muhammed Abduhun yapdığı reformları, değişiklikleri görerek onu islâm âlimi sananlar az değildir. Ehl-i sünnet âlimleri, onun yazılarına cevâb yazmış, maskesini yırtmışlardır. Ayrıca, Elmalılı Hamdi efendi, (Fil) sûresinin tefsîrinde, bunun bozuk yazı-
larından bir kısmını ortaya koymakdadır. Bozuk düşünceleri, şöyle sıralanabilir:
1: Akl ile dîni, birbirinden ayrı sanarak, bunları ilk birleşdiren ben olacağım demekdedir.
2: Kendinden önce, islâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mantık, matematik, târîh, coğrafya okumadıklarını, fen dersleri öğrenmenin günâh sanıldığını, bu bilgileri islâma sokacağını bildirmekdedir. Bunların, asrlardan beri, her medresede okutulduğunu ve bu konularda binlerce kitâb yazılmış olduğunu inkâr etmekdedir. Böylece, Ehl-i sünnet kitâblarının okutulmasına son verip, islâm düşmanlarının felsefe adı altında yazdıkları, dinsizlik propagandalarının, islâm memleketlerine yayılmasına çalışmakdadır. Bu düşman propagandalarına karşı koyan Câmi’ul-ezher profesörlerine, ilm, fen, mantık düşmanı, gerici damgasını basmakdadır.
3: 1297 [m. 1880] de resmî gazetede, dört evlenmeğe saldırmakdadır.
4: Kendinden önce gelen binlerle islâm âliminin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, dîne, islâmlıkla ilgisi bulunmıyan şeyler sokduklarını, nassları anlarken yanıldıklarını söylemekde, bunları düzeltmekde olduğunu bildirmekdedir.
5: (İslâmiyyet ve nasrâniyyet) kitâbında, (Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişikdir) demekde, yehûdî, hıristiyan ve müslimânların, birbirlerini desteklemelerini dilemekdedir. Londrada, bir papasa yazdığı mektûbda, (İslâmiyyet ve hıristiyanlık gibi iki büyük dînin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zemân, Tevrât ve İncîl ve Kur’ân birbirlerini destekleyen kitâblar olarak her yerde okunur ve her milletçe saygı görür) diyor. Hıristiyanlığı, hak din sanmakda, müslimânların Tevrât ve İncîl okuyacakları zemânı beklemekdedir.
6: Mü’minler doğru yoldan ayrılmış, bugünkü hâle gelmiş. Din ilmle el ele verecek, o zemân Cenâb-ı Hak nûrunu bütünlemiş olacak demekdedir. Allahü teâlâ nûrunu, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz zemânında temâmlamamış, islâm âlimleri ilm ile el ele vermemiş sanmakdadır.
7: (İslâmiyyet ve nasrâniyyet) kitâbında, (Bir kimseden, yüz bakımdan kâfirliği, bir bakımdan îmânı bildiren bir söz işitilse, o kimse îmânlı kabûl edilir. Herhangi bir felesofun, fikr adamının yüz bakımdan kâfirliği gösterdiği hâlde, bir bakımdan îmânı gös-
termiyen söz söylemesini düşünmek, ahmaklıkdır. O hâlde, herkes îmânlı bilinmelidir. İslâmiyyetde zındık kelimesi yokdur. Sonradan meydâna çıkmışdır) demekdedir. Küfrü açıkca görülmiyen bir müslimânın sözündeki bir îmân, onu küfrden kurtarır, kâidesini yanlış anlatarak, bütün kâfirlere, felesoflara mü’min demekdedir. Kendi de zındık olduğu için, bu kelimenin söylenmesini istememekdedir. (Künûz-üd-dekâik)da ve Deylemîde yazılı (Ümmetim arasında zındıklar çoğalacakdır) Hadîs-i şerîfini inkâr etmekdedir.
8: Zilzâl sûresindeki, (Zerre ağırlığında hayr işliyen, karşılığına elbet kavuşur) meâlinde olan âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Müslim olsun, kâfir olsun, sâlih amel işliyen herkes Cennete girecekdir) diyor. En câhillerin, en kalın kafalı olanların bile güleceği bu yanlış ve haksız savunmasını, onun hayranları, hattâ izinde yuvarlanan çömezleri bile kabûl etmemişdir. Bunlardan, Abduhcu Seyyid Kutb, Nisâ sûresinin yüzyirmidördüncü âyet-i kerîmesini tefsîr ederken, (Üstâd Muhammed Abduh, düşünüşünü nakz eden âyet-i kerîmelerin sarâhatini hiç hâtırlamıyor. Bu âyetler Abduhun görüşünü nakz etmekdedir) demek zorunda kalmışdır. Evet, Abduha Pârisde yutdurulan masonluk afyonunun dozu, o kadar çokdu ki, aklı ve şu’ûru, âyet-i kerîmeler arasındaki bağlantıları göremiyecek kadar altüst olmuşdu.
9: (Asr sûresi) tefsîrinde, (Îmân; akl ve vicdânın elde edemiyeceği şeylere, taklîd ile inanmak değildir. Anadan, babadan işitilen birtakım sözleri ezberlemek, söylemek, îmân olmaz. İslâmiyyet taklîd düşmanıdır. Önceden gelmiş olmak, bir değer sağlamaz. Herşey akl ile araşdırarak çözülür) demekdedir. (Tevhîd) risâlesinde ise, (Dinde bulunan birşeyi akl kavrıyamazsa, ona inanması lâzımdır) demekde, sözleri birbirini tutmamakdadır.
10: Mısrdaki Hilâl neşriyyâtının sâhibi ve (Medeniyyet-i islâmiyye) târîhinin müellifi Curci Zeydân, Abduh için diyor ki, (Muhammed Abduh, eskilerin sözlerine bağlanmamış, onların koyduğu kâidelere değer vermemişdir.)
11: (Fâtiha) sûresinin tefsîrinde, (Kur’ân-ı kerîm, o zemân yaşayan kimselere hitâb etmiş, bunlara bir üstünlükden değil, onlar da insan olduğu için, hitâb etmişdir) demekde, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kavuşdukları üstünlüğü bildiren Hadîs-i şerîfleri inkâr etmekdedir.
12: (Fâcirlerin amel defteri Siccîndedir) meâlindeki âyet-i kerîmeyi kendisi tefsîr etmeğe kalkışarak, (Ba’zı kimselerin kitâbında
(Sencum) Habeş dilinde çamur demek olduğunu gördüm. Bu kelime Habeşden Yemene gelmiş olabilir. Âyetin ma’nâsı, fâcirlerin amelleri çamur gibidir, oluyor) diyor. Resûlullahın, Eshâb-ı kirâmın, derin islâm âlimlerinin tefsîrini beğenmeyip, âyet-i kerîmelere, tesâdüf ve ihtimâl ile ma’nâlar veriyor.
13: (Fil sûresi) tefsîrinde, (Ebâbîl kuşları, sivri sinek olabilir. Asker de çiçek veyâ kızamıkdan ölmüş olabilir) diyor. Yüzyıl dahâ sonra gelseydi, kimbilir nasıl ma’nâ verecekdi. Hâlbuki, bunların ma’nâlarını Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” açıkça bildirdi. Tefsîr âlimleri, o ma’nâları bulup, kitâblarına yazdı.
14: (Vennâs) sûresini tefsîr ederken, (Her insanın içinde bir şeytân vardır. Fekat bu, insanın içinde kötülük arzûlarını doğuran bir kuvvet demekdir. Cinne benzetilen bir te’sîrdir) diyor.
İslâm âlimlerinin kitâblarından, bilgilerinden haberi olmıyan bu zevallı adam, akla, ilme, fenne uymalı diyerek ortaya çıkmakda, mezheb imâmlarını taklîd etmeği inkâr etmekde, bütün din bilgilerini, zemânının fen buluşlarına, felsefecilerin o günkü düşünüşlerine uydurmağa kalkışmakdadır. İslâm âlimlerinin kitâblarını okumak istemediği, fen tahsîli de olmadığı için; kısa görüşlerine ve işitdiklerine göre din kitâbları yazmakda, din bilgisi yaymakdadır. Bu davranışları, kelâm, fıkh ve tesavvuf bilgilerinden haberi olmadığını, islâmın zevkini tatmamış olduğunu göstermekdedir. İslâm âlimlerinin yüksekliklerini sezmiş olsaydı ve nefsinin pençesinden kurtulsaydı ve maddenin, rûhun hakîkatini anlasaydı, böyle saçmalamazdı.
15: Bir yehûdi dönmesi olan Alî Mürtedânın kardeşi Radînin yazdığı (Nehc-ül-belâga) adındaki kitâbı şerh etdi. Müslimânlar arasında bölücülük yapan bu kitâbı dahâ önce, İbni Ebilhadîd Abdülhamîd Medâinî şî’î ve sonra Meysüm Bahrânî şî’î şerh etmişlerdir. Abduhun şerhi 1301 [m. 1885] de Beyrutda basılmışdır.
[m. 1885] de Beyrutda Medrese-tüs-sultâniyye talebesine yapdığı propagandalarını bir araya toplıyarak (Risâlet-üt-tevhîd) kitâbını meydâna getirdi. Bu kitâbı, ölümünden bir sene sonra basıldı.
48 - Son senelerin reformcularından, Seyyid Kutb da, İbni Teymiyye ve Muhammed Abduha hayranlığını, hemen her kitâbında i’lân ediyor. (İstikbâl islâmındır) kitâbında, yalnız (islâmiyyet) kelimesini övmekde, bu kelimeyi nasıl anladığını, hangi mezhebde olduğunu açıklamamakdadır. Doksandördüncü sahîfesinde:
(İslâm ülkelerini tatar istilâlarından koruyanların ön safında çalışan ma’nevî önder, imâm-ı İbni Teymiyye idi) diyor.
Tatar sözü ile, Cengiz imperatorluğunu kasd ediyorsa, altıyüz ellialtı (656) senesinde Hülâgü kâfirinin ordusundaki gürcü, acem ve tatarlar Bağdâdı yakıp yıkarken ve yüzbinlerce müslimânı kılınçdan geçirirken, ibni Teymiyye dahâ dünyâda yokdu. Altıyüzaltmışbir (661) hicrî senesinde Harrânda doğmuşdu. (İslâm Ansiklopedisi) beşinci cildinde (ibni Teymiyye, Moğollara karşı cihâd için va’z etmeğe me’mûr edildi. Altıyüzdoksandokuzda, va’z etmek için, Şâm civârında Şakhabda Moğollara karşı kazanılan zaferde bulundu) denilmekdedir. (Mir’ât-i Kâinât) kitâbının yüzotuzyedinci sahîfesinde (Hülâgünün torunlarından sultân Mahmûd Gâzân hân, altıyüzdoksandörtde Moğol devleti reîsi oldu. Bu sene, vezîri emîr Nevruzun nasîhatleri üzerine müslimân oldu. Kur’ân-ı kerîm okudu. O sene oruç tutdu. O gün, kumandanlarından, vezîrlerinden, askerinden dörtyüzbin kişi müslimân oldu) diyor. (Kısas-ı Enbiyâ)nın dokuzyüzotuzuncu sahîfesinde, (Gâzân Mahmûd hân, islâmiyyetin kuvvetlenmesi için elbirliği ederek kardeşçe çalışmasını, Mısr sultânı Nâsıra yazdı. Türkmâniyye sultânlarının dokuzuncusu olan Nâsır, bunu dinlemedi. Nâsırın askeri Mardin taraflarını yağma eyledi. Gâzân hân buna karşılık, altıyüzdoksandokuzda Halebe geldi. Humusda Nâsır bozguna uğradı. Gâzân hân, Kapçak adındaki kumandanla bir mikdâr askeri Şâmı almak için bırakıp kendisi memleketine gitdi. Nâsır, Mısrda asker toplayıp Şâma gönderdi. Kapçak bunu işitince, Şâmı muhâsaradan vaz geçip geri döndüler) demekdedir. Görülüyor ki, ön safda bulunan ma’nevî önder gibi yaldızlı kelimelerle övülen ibni Teymiyye, iki islâm askerinin harb etmesini kızışdırmış, kardeş kanı dökülmesine, binlerce müslimânın ölmesine sebeb olmuşdur. Seyyid Kutbun, ibni Teymiyyeyi bir islâm mücâhidi olarak gösterebilmek için kötülediği Gâzân hân ise, Tebrizde, pek kıymetli bir san’at eseri olan, eşi görülmemiş büyük bir câmi yapdırmış; oniki büyük medrese, sayısız tekkeler, hanlar, hayr işleri meydâna getirmişdi. Mekke ve Medîneye çok hediyyeler göndermiş, köyler vakf etmişdi. Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Şemseddin Sâmi beğ, Gâzân hân için, (Adâleti, hakkı yerine getirmeği pek severdi. Çok fazîletleri, üstünlükleri vardı. Seyyidlere, âlimlere saygılı idi) demekdedir. İbni Teymiyye, Ehl-i sünnet âlimlerinin yapdıkları gibi bu iki islâm sultânına nasîhatlar verip, din kardeşi olduklarını söyleyip, (Kardeşlerinizin arasını bulunuz!) meâlindeki âyet-i kerîmeye uysaydı, zâten iyi niyyetli olan Gâzân hân ile, sultân Nâsır “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” birleşirler, yardımlaşırlar, büyük bir islâm
imperatorluğu meydâna gelmesine sebeb olabilirdi. Târîhin gidişi, dünyânın yüzü bile değişebilirdi. Fekat, o bu hayrlı işi yapmadı. İlm adamlarını ve devlet başkanlarını birbirlerine düşürdü.
İbni Teymiyyeden önce, tatar kâfirleri islâm memleketlerini yakıp yıkarken ve milyonlarca müslimânı şehîd ederken müslimânların dinlerini, îmânlarını koruyan, ibni Teymiyye gibi, bid’at sâhibleri değildi. Burhaneddîn-i şehîd, Fahreddîn Râzi, Ömer Nesefî, Sadreddîn Konevî, şeyh Sa’dî Şirâzî ve dahâ nice Ehl-i sünnet âlimlerinin va’zları ve kitâbları ile Ahmed Rıfâî, imâm-ı Gazâlî, Necmeddîn Kübrâ, Ahmed Nâmıkî Câmî ve Abdülkâdir-i Geylânî gibi mürşidlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yetişdirdikleri binlerce Evliyâ idi. Bu büyük âlimler, Velîler, milletleri, memleketleri hem irşâd etdiler, hem de cihâd edip, er olarak kâfirlerle döğüşdüler. Çoğu şehîd oldu. Târîh meydândadır.
49 - İbni Teymiyyenin doğru yoldan sapmış olduğunu kırkikinci maddede bildirmişdik. Onun hayranlarının da, doğru yol ile ne kadar bağlılığı olabileceğini düşünmeğe bile lüzûm yokdur. Seyyid Kutb, (Cihân Sulhü ve İslâm) kitâbında da ona bağlılığını göstermekden geri kalmamışdır:
(Devletçilik sâhasında çalışmalar henüz pek azdır. İslâmın bu tarafı gereği kadar açıklanmamışdır) diyor. Bu bilgilerin, kendi kitâblarından öğrenilmesini istiyor. Altıyüz senelik Osmânlı devletinin kanûnları, anayasaları, fetvâları, arşivlerdeki vesîkaları, sayılmıyacak kadar çokdur. İslâmda devletciliği anlatan binlerce kitâbı incelemek için, ömr harc etmek lâzımdır. Avrupalı müsteşrikler ve İsrâil profesörleri, şimdi İstanbulda bunları inceliyor. Hayran kalıyorlar.
(İslâm ve medeniyyetin problemleri) kitâbında da, islâm islâm diye yanıp yakılıp, islâm toplumu ve ilâhî yol ateşi ile tutuşduğunu anlatıp, talebe iken işitdiği garblı felsefecilerin yaldızlı sözlerini ve keskin zekâlı diplomatların geniş fikrlerini uzun uzun yazarak gençlere, bir kurtarıcı, bir mücâhid gibi görünüyor. Sapık düşüncelerini çok kurnazca aşılamağa çalışırken:
(İslâm toplumunu inşâ ederken, bağlı olduğumuz şey, islâm fıkhı değildir. Bu fıkha yabancı kalmıyor isek de, bağlı olduğumuz şey, islâm yolu, islâm düstûru, islâm anlayışıdır) diyor.
Fıkh kitâbları ve asrlar boyunca yazılmış olan devletçilik kitâbları, islâm yolu değil imiş de, o kendi görüşü, anlayışı ile islâm düstûru yapıyormuş. İslâm âlimlerinin, mezheb imâmlarının, Kur’ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden çıkararak yazdıkları fıkh
kitâbları bırakılacak, felsefeci Kutbun düşünceleri, bunların yerine konacakmış. Seyyid Kutb yine (Cihân Sulhu) kitâbında:
(İslâma göre, bütün insanlar, birbirlerine yakın bağlarla bağlı bir âiledir. Irk ve din ayırımı yapmadan bütün beşeriyyete mutlak adâleti emr eder) diyor.
Gazâlînin, (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında bildirdiği Hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslimânları sevmek, kâfirleri sevmemekdir). Cenâb-ı Hak, Îsâ aleyhisselâma buyurdu ki, (Eğer, yerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç fâidesi olmaz). Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe îmân edenler, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmezler) buyuruldu. Allahü teâlâ ve onun Peygamberi; mü’minlerle kâfirleri ayırmamızı emr ediyor. Yalnız mü’minlerin kardeş olduklarını bildiriyor. Seyyid Kutb ise, bütün insanların, din ayırımı olmadan, bir âileyi kuran kardeşler olduklarını yazmakdadır.
50 - Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhü) kitâbında, (İslâmiyyet, diğer dinlere nefret ma’nâsını taşıyan dînî teassubu kabûl etmez) diyor. Kâfirleri sevmemeğe teassub damgasını vuruyor. Muhammed Ma’sûm hazretleri, yirmidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek ve Dârül-harbde bulunanlarına sert davranmak ve onlarla muhârebe etmek, Kur’ân-ı kerîmde açık olarak emr edilmişdir. Bunda şübheye yer yokdur. [Bekara sûresi 256.cı âyetinde, kimsenin ikrâh ile, ölüm ile tehdîd edilemiyeceği yazılıdır. Cihâd etmek, bu âyet-i kerîmeye muhâlif değil midir? Bunun cevâbı (Tâm İlmihâl) yirmi ve kırkbirinci maddelerinde yazılıdır.] Kur’ân-ı kerîme uymamız farzdır). Zimmîlere karşı âdil olmak, onlara hiç kötülük yapmamak lâzımdır. Seyyid Kutb, Dâr-ül-harbdeki kâfirleri de zimmîler gibi sanıyor. Yine bu kitâbında:
(İslâm insanlara zorla kabûl etdirilmesi lâzım gelen bir din değildir. Hiç kimseye zorla dîni kabûlü emr etmez) diyor. Hâlbuki, cihâd demek, Allahü teâlânın kullarının müslimân olmalarına mâni’ olan, zâlim diktatörleri yok ederek, onları müslimân yapmak demekdir. Îmân edenler, hakîkî müslimân olur. Îmân etmeyip teslîm olanlar, zimmî olur. Allahü teâlâ, bütün kullarını zor ile müslimân yapmak, zor ile Cehennemden kurtarmak için cihâdı emr etdi. Nisâ sûresinin doksandördüncü âyetinde meâlen, (Mallarını, canlarını fedâ ederek, din düşmanları ile Allahın dînini yaymak
için cihâd edenler, oturup ibâdet edenlerden dahâ üstündür) buyuruldu. Cihâd, gazâ, kâfirlere güç kullanarak (emr-i ma’rûf) yapmakdır. Cihâdı ferdler değil, devlet yapar. Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhu) kitâbında:
(İslâmın hiçbir zemânında harbden gâyesi, zor ile müslimânlığı insanlara kabûl etdirmek değildir. Böyle bir zorlamaya islâmın ne nazarî prensiblerinde, ne de târihî inkişâfında rastlamak mümkindir. İslâm, islâmı bilmeyen câhillerin ve islâm düşmanlarının zan etdiği gibi, aslâ kılınç ile intişar etmiş değildir. Dînin tabî’atinde olmıyan harb, hiçbir zemânda dîne da’vet vesîlesi olarak kullanılmamışdır) diyor.
Seyyid Kutbun, âyet-i kerîmelerde ve Hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen ve milyonlarca kitâbda sözbirliği ile yazılmış olan ve her milletin târîhlerinde sürülerce misâlleri bulunan islâm cihâdını tersine çevirmesi, beyâza kara demek gibi, şaşılacak birşeydir. Yukarıdaki yazılar, hiçbir müslimânın, hattâ hiçbir okumuş insanın inanacağı birşey değildir. Bunları yâ hiç okumamış bir câhil veyâ bir ahmak, yâhud da islâmiyyetle ilişiği olmıyan, Kâdıyânî (Ahmediyye) adındaki Hindistânda İngilizlerin ortaya koyduğu uydurma dindeki kimseler söyler.
Kendisi de Nisâ sûresinin yetmişüçüncü ve sonraki âyetlerini açıklarken, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi hakîkati yazmak zorunda kalmışdır. Fekat, bir yandan (Müslimân harbe, Allah yolunda döğüşmek, Allahın kelâmını yüceltmek için, Allahın nizâmını beşerî hayâta hâkim kılmak için çıkar. Sonra bu yolda öldürülür ve şehîd olur. Cihâd her zemân lâzımdır. İlâhî da’vet ile birlikde yürüyen bir unsurdur) derken ve cihâda teşvîk eden Hadîs-i şerîfleri yazarken, bir yandan da, (Tevhîd ve hicretden yüz çevirirlerse, onları yakalayıp bulduğunuz yerde öldürün!) meâlindeki âyetin tefsîrinde, yine kendi fikrlerini aşılamakda ve (Kâfirler islâmı kabûle zorlanmaz. Kat’iyyen dinlerine ta’n edilmez. İslâm, kendisine inanmıyanları saflarına zorla da’vet etmez. Bu din, başkalarını, kendisini kabûle zorlamaz) diyerek islâmiyyete iftirâ etmekde, bir sahîfe önce yazdıklarını inkâr etmekdedir. Yüzüncü âyet-i kerîmeyi, (Her kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde bereket ve vüs’at bulur. Yolda ölürse, Allahü teâlâ ecrini verir) güzel tefsîr ederek, kâfir memleketinde kalan müslimânların, Dâr-ül-islâma hicret etmelerinin vâcib olduğunu doğru anlatıyor. Görülüyor ki, kâfir memleketinde bulunanlar islâm memleketine hicret edecekdir. Hükûmete karşı çıkarak, fitne uyandırmıyacakdır. Seyyid Kutb, bu fitneye, cihâd demekdedir. Hâlbuki, cihâd, is-
lâm devletinin, ordusu ile ve bütün yeni silâhları ile, modern harb üsûlleri ile, kâfir hükûmetlerle savaşarak, insanları, küfrden, zulmden kurtarmak demekdir. Kâfir memleketlerinde bulunan müslimânların cihâdı, ferdlerin devlet kuvvetlerine karşı durmaları demek değildir. Kanûnlar çerçevesinde islâm bilgilerini yaymakla, islâmın kıymetini, fâidelerini herkese bildirmeğe çalışmakla ve islâmın güzel ahlâkını göstermekle olur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, (Mektûbât)ının ikinci cildi, altmışdokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Kâfirlere karşı muhârebeye giderken, Allahü teâlânın ismini ve dînini yaymağa ve din düşmanlarını za’îfletmeğe niyyet etmelidir. Müslimânlara böyle emr edilmişdir. Cihâd da bu demekdir).
Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmıyan ve Allahü teâlânın ve Resûlünün harâm etdiklerine harâm demiyen ve hak olan islâm dînini kabûl etmiyen kâfirlerle, cizyeyi kabûl etdiklerini veyâ müslimân olduklarını bildirinceye kadar harb ediniz) buyuruldu. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe olunca bir hutbe okuyup, (Ey Resûlün Eshâbı! Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine yeryüzünün her tarafında memleketler vereceğini söz verdi. Hani, bu va’d edilen yerleri zabt ederek, dünyâda ganîmete, âhıretde gâzîlik ve şehîdlik rütbesine kavuşmak isteyen kahramanlar nerede? Dîni Allahın kullarına ulaşdırmak için can ve baş fedâ edecek, vatanlarını bırakıp, din düşmanı diktatörler üzerine gidecek gâzîler nerede?) diyerek Eshâb-ı kirâmı “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” cihâda, gazâya teşvik buyurdu. Bu nutk üzerine, Eshâb-ı kirâm, kâfirlerle, zâlimlerle cihâd etmeğe söz verdiler. Yerlerini, yurdlarını bırakıp, yeryüzüne yayıldılar. Ölünciye kadar cihâd etdiler. Bu cihâd her asrda devâm ederek, müslimânlar kılınc gücü ile üç kıt’a üzerinde ilerledi. Aldıkları yerlerin ehâlîsi yâ müslimân oldu, yâhud, cizye denilen vergiyi vermeği kabûl ederek, islâmın adâletine sığınanları, kendi ibâdetlerinde serbest bırakıldı. Fekat, bunlar da mu’âmelâtda ve ukûbâtda islâmiyyete uymağa mecbûr tutuldu. Böylece, hükmen müslimân sayıldılar. Râhat ve huzûr içinde yaşadılar.
İslâmiyyet, dünyâda iki dürlü memleket, vatan tanımakdadır: (Dâr-ül-islâm) denilen islâm vatanı ve (Dâr-ül-harb) denilen kâfir vatanı. Dâr-ül-islâmda, müslimânlar ve cizye vermeği kabûl eden kâfirler yaşar. Bu kâfirlere, (Ehl-i zimmet) veyâ (Zimmî) denir. Bunlar, müslimânların hak ve hürriyyetlerine tam mâlik olarak, râhat ve huzûr içinde yaşarlar. Kendi ibâdetlerini serbestce yapar-
lar. İslâmın adâletine, kanûnlarına uyarlar. (Dâr-ül-harb) denilen kâfir memleketlerine gelince, islâmiyyet bunların adâletine, emniyyetine, râhatına, huzûruna hiç karışmaz. İslâmiyyet yalnız bunların îmân ederek hakîkaten müslimân olmalarını veyâ cizyeyi kabûl ederek hükmen müslimân sayılmalarını ister. Bu ikisinden birine kavuşmaları için bunlara zulm eden diktatörlerle cihâd yapılmasını müslimânlara emr eder. Güç kullanarak cihâd yapmak devlet başkanının veyâ onun ta’yîn edeceği kumandanın emri ile olur. Herkesin kendi kendine kâfirlere saldırması, cihâd olmaz. Fitne çıkarmak olur. Şaşılacak şeydir ki, kendisi de Mâide sûresinin tefsîrine başlarken, bu iki memleketi doğru olarak açıklamakda kendi görüşlerini saklamakdadır.
İmâm-ı Muhammedin (Siyer-i kebîr) kitâbının tercemesi, seksenikinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Cihâd emri yavaş yavaş geldi. İslâmiyyetin başlangıcında müşriklerle karşılaşmamak, onlardan uzak kalmak, onlara yumuşak davranmak emr olundu. Sonra, ikinci emr gelerek, kâfirlere yumuşak ve güzel sözlerle islâmiyyeti bildir! (Ehl-i kitâb) denilen yehûdîlerle hıristiyanlara yumuşak, güzel karşılık ver denildi. Üçüncü emr ile harb etmeğe yalnız izn verildi. Dördüncü emr ile kâfirler size eziyyet verince, onlarla harb ediniz, diyerek, karşı koymak farz oldu. Medînede islâm devleti teşekkül edince, beşinci olarak, dört aydan başka zemânlarda harb ediniz emri geldi. Altıncı olarak gelen âyet-i kerîmede devletin, ordunun kâfirlerle her zemân harb etmesi emr olundu. Böylece, cihâd etmek, farz-ı kifâye oldu. Devlet cihâda hâzırlanmaz, cihâd etmezse, bütün müslimânlar Cehennem azâbı çeker. Devletin her zemân cihâda hâzırlanması lâzımdır. Böylece bütün millet azâbdan kurtulur. Sulh hâlinde ve arada anlaşma varsa, ansızın saldırılmaz. Önce, anlaşmanın bozulduğu haber verilir. Kâfirler Dâr-ül-islâma saldırınca, bu zâlimlere karşı, kadın, erkek, bütün müslimânların ordunun emrinde harb etmeleri farz-ı ayn olur).
Seyyid Kutb (Yoldaki İşâretler) kitâbında, cihâdı bizim bildirdiğimiz gibi, doğru olarak yazmış ise de, yukarıdaki düşüncelerini, orada da, tekrarlamakdan kendini alamamışdır. İslâmiyyeti, bir kitâbında başka dürlü, başka kitâbında ise başka dürlü anlatması münâfıklık alâmetidir. Komünistler de, başka memleketlerde başka başka propaganda yapıyorlar. Kendilerini gizliyorlar. Yine (Cihân Sulhu) kitâbında:
(İslâmda huzûr ve barış, bütün insanlar arasında adâlet ve emniyyeti gerçekleşdirmek ma’nâsına olan Allahın kelimesini (= irâdesini) gerçekleşdirmekden ibâretdir) diyor.
İslâmiyyet, huzûru ve barışı, Dâr-ül-islâmda te’mîn eder. Bunun için de, Dâr-ül-islâmdaki müslimânların ve zimmîlerin, islâmın emrlerine ve yasaklarına uymaları yetişir. Çünki, huzûr ve barış, ancak Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla sağlanır. Bunlara uymıyanlar, yine islâmın gösterdiği cezâlarla doğru yola getirilir. Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin râhatları, huzûrları ve barış içinde yaşamaları için, müslimânlar harb etmez. Zâten harb ile kâfirler huzûra ve barışa kavuşamaz. Kâfirlerin huzûra, barışa kavuşmaları, ancak müslimân olmaları veyâ cizyeyi kabûl etmeleri ile olabilir. Kur’ân-ı kerîme uyulan yerlerde huzûr, barış ve adâlet kendiliğinden hâsıl olur. Allahü teâlâ, zâten bunun için islâmiyyeti kullarına lutf etmiş, ihsân etmiş, göndermişdir. Muhammed aleyhisselâmın gönderilmesi, bütün insanlara rahmet olmuşdur. İşte müslimânlar, kâfirleri bu tek yoldan huzûra, barışa kavuşdurmak için cihâd eder. Yeryüzündeki bütün insanların müslimân olmakla şereflenmeleri için canlarını, mallarını fedâ ederler. Allahü teâlâ, bütün insanları müslimân olmaları için yaratdığını bildiriyor. Bütün insanlara, müslimân olmalarını emr ediyor. Kullarını bu se’âdete kavuşdurmak için cihâd edenlere çok sevâb vereceğini söz veriyor. Allahın kelimesini yaymak demek, (Kelime-i tevhîd)i yaymak demekdir. Cihâd demek, Kelime-i tevhîdi, ya’nî îmânı yaymak demekdir. İnsanlar arasında adâleti, huzûru, barışı ve emniyyeti gerçekleşdirmek için, biricik çıkar yol, dünyânın her yerine Kelime-i tevhîdi yaymakdır. Dünyâ barışı, ancak böyle sağlanabilir. (Siyer-i kebîr) tercemesindeki Hadîs-i şerîfde, (İnsanlar ile harb etmeğe emr olundum. Lâilâhe illallah kelimesini söyletinceye kadar, onlarla döğüşürüm) buyuruldu. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Cihâd, bütün insanları, îmân etmeğe çağırmak, bu çağrıyı işitmelerine ve kabûl etmelerine mâni’ olan diktatörleri ile devletin harb etmesidir. Ferdlerin cihâdı ise, mal ile, fikr ile ve her lâzım olanı yapmakla ve düâ etmekle islâm ordusuna yardım etmekdir. Cihâd etmek farz-ı kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, kadın, çocuk bütün milletin devlete yardım etmeleri farz-ı ayn olur. Devlet hazînesinde para varsa, milletden, para, mal toplamak, tahrîmen mekrûhdur. Devlet malı yetişmezse, milletden yardım istemesi câiz olur. Zor ile aldığı yardımları, sonra ödemesi lâzımdır.)
Cihâd yapabilmek için, müslimânların kâfirlerde bulunan harb vâsıtalarının hepsini yapmaları ve kullanabilmeleri ve sulh zemânında buna hâzırlanmaları farz-ı kifâyedir. Yirminci asrın sonlarında kâfirler her dürlü neşr ve propaganda yolu ile soğuk harb yapıyor. İslâmiyyete durmadan saldırıyorlar. Gençleri aldatmağa uğraşıyorlar. Müslimân devletleri bir yandan atom gücü, füzeler,
jetler, elektronik âletler yapmalı, öte yandan da kâfirlerin soğuk harbine karşı koymalıdır. Kitâb, mecmû’a, gazete, radyo, televizyon ve filmler ile islâmiyyetin üstünlüğünü, fâidelerini, hem müslimânlara, müslimân yavrularına öğretmeli, hem de bütün dünyâya yaymalıdır. Bunu yapabilmek için, islâm bilgilerinin hem din, hem de fen kollarını iyi öğrenmelidir. Millet de devletin bu çalışmalarına yardım etmelidir. İslâm medreselerinde eskiden fen bilgileri de okutuluyordu. İslâma hizmet etmek ve din düşmanlarının yalanlarını, iftirâlarını yüzlerine çarpabilmek istiyenlerin, bugün de, en az lise bilgilerini ve Ehl-i sünnetin temel bilgilerini iyi kavramaları lâzımdır. Bu ikisinden birinde eksiği olanların islâmiyyete fâideleri değil, zararları dokunur. Yarım âlim insanın dînini alır sözü meşhûrdur. Bunları erkekler yapmalıdır. Erkekler çalışınca, kadınlara yapacak hiçbir ağır iş kalmaz. Devlet her köyde Kur’ân kursları açmalı, kız, oğlan her çocuğa Kur’ân ve ilm-i hâl öğretmelidir. Bu vazîfeyi ihtiyârlar ve hanımlar yapmalıdır. Her müslimânın, din bilgilerini öğretdikden sonra, oğlunu liseye ve üniversiteye göndermesi lâzımdır. Müslimânlar çocuklarını okutmazsa, devlet işleri, idâre ve kumanda makâmları, propaganda vâsıtaları, teşrî’ ve icrâ organları kâfirlerin, mürtedlerin elinde kalır. Küfrü yayarlar. Müslimânlara işkence yaparlar. İslâmiyyete hizmet etmek için, erkeklerin üniversiteyi bitirmeleri ve dahâ da çalışmaları lâzımdır. İslâm ile küfr, hergün çarpışıyor. Birisi, elbette ötekini yenecekdir. Bu ölüm kalım savaşına katılmıyan, bu korkunç savaşdan haberi bile olmıyan ahmaklar, dünyâda da, âhıretde de cezâ, azâb göreceklerdir. İslâm düşmanları ile savaşan hükûmete elinden geldiği kadar yardım edenler, cihâd, gazâ sevâbına kavuşacaklardır. İslâm bilgilerinin yayılmasına mâni’ olan ve gazeteleri, radyoları ve televizyonları ile islâm dînine saldıran, milletlerini sömürerek, bütün gelirlerini kendi zevk ve eğlenceleri için insanları köle yapmak için kullanan azgın, zâlim kâfirlere karşı cihâd yaparak, ma’sûm insanları bunların pençelerinden kurtarmamız ve se’âdete kavuşdurmamız emr olundu. Bu emr, bu ibâdet, devlete, cihâd ordusuna yardım etmekle olur. Devletden iznsiz yapılırsa, cihâd değil, fitne çıkarmak ve anarşi olur. Allahü teâlâ çalışana yardım eder. Boş oturanı sevmez ve yardım etmez.
Müslimân ismini taşıyanların yetmişüç fırka olacağı, Hadîs-i şerîfde bildirildi. Bu Hadîs-i şerîf, (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında açıklanmakda ve (Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında bulunduğu bildirilmekdedir. Îmânları başka başka olan bu fırkalar birbirleri ile birleşemez. Önce, inançlarının birleşdirilmesi lâzımdır. Müslimânların çeşidli fırkalarını birleşdirelim diyenler, hak üzerinde
birleşmelerini istemelidirler. Çünki, bunların içinde yalnız (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdikleri doğrudur. Geri kalan yetmişiki fırkanın, bozuk îmânlarından dolayı Cehenneme gidecekleri Hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Müslimânların hak üzerinde birleşebilmeleri için, hepsinin Ehl-i sünnet i’tikâdında, aynı inançda olmaları lâzımdır. Bunun için de, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerini yazan, kitâb, mecmû’a ve gazeteleri okumalı, bunları tanıdıklara göndermelidir. Bu bilgilerin yayılmasına çok çalışmalıdır. Mektebe giden çocuğunu her akşam kontrol etmeli, ahlâkını bozan, dînini ve îmânını çalmağa çalışan soysuz öğretmeni varsa, bunu meârif vekâletine bildirmeli, çocuğu vicdanlı, şerefli, ilm ve Hak adamı öğretmenleri bulunan okula nakl etmelidir. Evlâdının sonsuz felâkete sürüklenmesini önlemeli, din düşmanlarının tuzaklarına düşmemesi için çok uyanık olmalıdır. Çocuklarını, Kur’ân-ı kerîm hocasına göndermelidir. Onların körpe dimağlarının, temiz rûhlarının, Kur’ân-ı kerîmin nûru ile aydınlanmasına çalışmalıdır. Çocuklar ancak böylece müslimân yetişebilir. Bir memleket, çocukların müslimân yetişmesi ile müslimân kalabilir. Bu yazılanlar fikrle olan cihâddır. Bu cihâd da, savaşla olan cihâd gibi farzdır.
51 - Seyyid Kutb (Cihan Sulhu ve İslam) kitâbında diyor ki: (Zekât, her sene esâs servetden yüzde iki buçuk mikdârında tahsîl edilir. Bu vergiyi her vergiyi tahsîl etdiği gibi, ancak devlet tahsîl eder. Sarf edilmesi ile vazîfeli olan da, devletdir. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydâna gelen bir mu’âmele değildir. İşte zekât bir vergidir. Bunu devlet tahsîl eder ve belirli yerlere sarf eder. Zekât, elden ele geçen ferdî bir ihsân ve sadaka değildir.
Eğer bugün, ba’zı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleri ile ayırıp yine kendi elleri ile dağıtıyorlarsa, bu, islâmın farz kıldığı bir şekl ve nizâm değildir) diyor.
Seyyid Kutb, zekât üzerinde de, İbni Teymiyyenin sözlerini tekrar etmekden kendini kurtaramamış, burada da, Ehl-i sünnet âlimlerinden ayrılmışdır. Mevdûdî ile Hamîdullah da, böyle yazıyorlar. Ehl-i sünnetin dört mezhebi, sözbirliği ile bildiriyor ki, (Zekât) demek, (Bir müslimânın tam mülkü olan Zekât malı)nın ya’nî halâl yoldan mâlik olduğu, elindeki zekât malının belli bir kısmını, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen sekiz sınıf müslimândan yedisine temlîk, teslîm etmesi, vermesi demekdir. Hanefî mezhebinde, bunlardan yalnız birine de verilebilir. Bu yedi kimse, fakîr, miskin, âmil, ya’nî hayvan zekâtını ve uşr denilen toprak mahsûlleri zekâtını toplayan kimse, hac ve gazâda olan kimse, evinden ve malın-
dan uzak kalmış olan ve borclu olan kimse ve âzâd olacak köledir. Sekizinci sınıf, (Müellefe-i kulûb) denilen kimseler olup, kalblerine îmân yerleşdirilmesi istenilen veyâ kötülükleri önlenmek istenilen ba’zı kâfirler ve yeni îmân etmiş olan ba’zı za’îf müslimânlar idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunların üçüne de zekât verirdi. Fekat, hazret-i Ebû Bekr zemânında, Beyt-ül-mâl emîni olan hazret-i Ömer, İbni Âbidînde yazılı âyet-i kerîmeyi ve (Kütüb-i sitte)nin hepsinde bulunduğunu haber verdiği, Mu’âz hadîsini okuyarak, Müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh eylemişdir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi, bunu kabûl ederek, nesh edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ’ hâsıl oldu. (Nesh), Resûlullah hayâtda iken olur. (İcmâ’) ise, vefâtından sonra olur. Bu inceliği anlamıyanlar, bunu hazret-i Ömerin nesh etdiğini sanıyorlar. Eshâb-ı kirâma ve fıkh âlimlerine dil uzatıyorlar. (Bedâyı’) ve diğer kitâblarda bildirildiği gibi, islâmiyyete yardım için, düşmanın zararını önlemek için, onlara mal, para her zemân ödenir. Fekat bu Beyt-ül-mâlın zekât bölümünden değil, başka bölümünden ödenir. Görülüyor ki, Müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması yasak edilmemiş, onlara zekât verilmesi yasak edilmişdir.
Dört dürlü (Zekât malı) vardır: Altın ve gümüş, ticâret eşyâsı, dört ayaklı kasab hayvanları, toprak mahsûlleri. Toprakda yetişen maddelerin zekâtına (Uşr) denir. (Mecma’ul-enhür)de ve (İbni Âbidîn)de buyuruyor ki, (Zenginlerden her çeşid zekâtı devlet topluyordu. Halîfe Osmân “radıyallahü anh” (Altın ile gümüş ve ticâret eşyâsı) zekâtlarının verilmesini sâhiblerine bırakdı. Zekât toplayan me’mûrların millete zulm etmemeleri ve kul borcu olanın malından zekât almamaları için böyle yapdı. Borcluları da hapse girmekden kurtardı. Eshâb-ı kirâmın hepsi böyle yaparak, icmâ’ hâsıl oldu. Bu malların zekâtını sâhibi verince, hükûmet istiyemez. İsterse, icmâ’a karşı gelmiş olur). Mal sâhibi, zekâtını kendi veremez demek, hazret-i Osmân zemânındaki Eshâb-ı kirâmın sözbirliğini hiçe saymak olur. (Ehl-i sünnet) âlimleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü anlamış, kendi görüşlerine, anladıklarına uymayıp, Eshâb-ı kirâmın icmâ’ına uymuşlardır.
(Ehl-i sünnet) âlimleri bildiriyor ki, (Zenginin, zekâtını fakîrin eline vermesi lâzımdır. Zengin olan bir kimse velîsi olduğu yetimi zekât niyyeti ile doyurursa, zekât vermiş olmaz. Yemeği çocuğa vermeli, çocuk kendi malını yimelidir. Zengin, altını masa üstüne koysa, bir fakîr de gelip, masadan alsa, kabûl olmaz. Fakîr veyâ vekîli alırken, zenginin görmesi lâzımdır. Zekât niyyeti ile fakîri
evinde parasız oturtsa, kirâ almasa, kabûl olmaz. Çünki, fakîre mal vermesi lâzımdır.
Dört çeşid zekât malından, zekât hayvanlarının ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını ve şehre dışardan gelen ticâret eşyâsının zekâtını, hükûmet alır. Fekat, hükûmet de aldığını yalnız müslimân fakîrlere dağıtır. Ya’nî hükûmet, fakîrlerin vekîli olarak almakdadır.
Zekât parası ile câmi’, köprü, çeşme, yol, baraj, hac, cihâd gibi hayr işlerinin ve âmme hizmetlerinin hiçbiri yapılmaz. Her çeşid zekâtı, yedi kimseden birine veyâ vekîline teslîm etmek lâzımdır. Devlet topladığı zekâtı başka işlerde kullanamaz. Yedi sınıfdan bir kimseye verir. Zenginin, zekâtını, fakîr olan akrabâya, sâlihlere, ilm öğrenen fakîrlere vermesi dahâ sevâbdır.) Hadîs-i şerîfde, (Ey ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, fakîr akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı, Allahü teâlâ kabûl etmez) buyuruldu. Ya’nî sevâbı olmaz. Müşebbihe gibi kâfir olan bid’at sâhiblerine (Mülhid) denir. Mülhidlere zekât verilmez.
Devleti devirip yok etmeğe ihtilâl denir. Meşrû’ devletin emrlerine uymıyan müslimânlara âsî, bâgî denir. (İbni Âbidîn)de diyor ki, (Bâgîlerin veyâ zâlim hükûmetlerin baskısı altında veyâ Dâr-ül-harbde bulunan müslimân, hayvan zekâtını ve uşru onlara vermeyip, fakîrlere kendisi dağıtmış ise veyâ verdiğinin, onlar tarafından yedi belli kimseden birine verilmiş olduğunu biliyor ise, bu zekâtları ve uşru meşrû’ hükûmet tekrar alamaz. Fekat altın ile gümüşün ve ticâret eşyâsının zekâtını almış iseler, zenginin bunları tekrâr fakîrlere vermesi lâzım olur. Ba’zı kitâblar, bâgîlerin ve zâlimlerin, eğer müslimân iseler, her zekâtı almaları ve başka yerlere de sarf etmeleri câiz olur demişlerdir. Bunları, fakîr saymışlardır). Buradan da, zekâtın fakîrlere verilmesi lâzım olduğu anlaşılmakdadır.
Türkçe ilmihâl kitâblarının en kıymetlilerinden olan (Dürri yektâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Dört çeşid zekât mallarından ikisine, ya’nî altın ile gümüşe ve ticâret eşyâsına, (Emvâl-i bâtına) gizli mallar denir. Bir kimsenin gizli mallarını araşdırmak ve zekâtlarını istemek câiz değildir. Böyle malların mikdârını hesâb etmek ve zekâtını vermek işi, bunların sâhiblerine bırakılmışdır. Sâhibi, zekâtını dilediği fakîre vermekde serbestdir. Zekât hayvanlarına ve toprakdan yetişen maddelere (Emvâl-i zâhire) denir. Emvâl-i zâhirenin mikdârını anlamak ve fakîrlere dağıtmak, bunların sâhiblerine bırakılmamışdır. Bu işleri müsli-
mânların imâmı tarafından gönderilen me’mûr yapar. Bu me’mûra (Âmil) denir.)
Mal demek, insanlara, lâzım olan ve kullanmak için saklanabilen şey demekdir. Birkaç buğday dânesi, bir kaşık toprak, bir içim su, mal değildirler. Çünki, insanların hepsi veyâ birkaçı, bunları saklamaz.
Kâğıd paralar, üzerinde yazılı kıymet ile kullanılmazsa, kendileri kıymetsiz olur. Çünki para olarak kullanılması yasak edilen, çarşıda, pazarda geçmiyen bu kâğıd parçaları bir işe yaramaz ve kullanmak için saklanılmaz. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh”, sarf ya’nî sarraflık satışını anlatırken, (Fülûs ya’nî bakır paralar, geçer akçe ise, üzerindeki değere göre para olur. Üzerindeki değeri kaldırılırsa, kıymetsiz mal olur) diyor. Kâğıd liralar da böyledir. Onüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Ödenecek senedlerin iki ma’nâsı vardır: Üzerinde yazılı olan değeri ve kâğıdın kendi değeri. Üzerindeki değer (Deyn) olan, ya’nî insanın kendinde bulunmıyan malını göstermekdedir. Kâğıdın kendi değeri ise pek azdır.) Hükûmetden alınacak aylıkların senedleri, çekleri üzerinde yazılı değerlerin, deyn olan malı gösterdiği, İbni Âbidînin ondördüncü sahîfesi başında yazılıdır. Kâğıd liraların üzerindeki değerler de böyledir.
İnsanın tam mülkü olan, ya’nî tesarrufu, istifâdesi câiz ve mümkin olan malın zekâtı verilir. İnsanın tam mülkü değilse, zekâtı verilmez. Zekât malı insanın kendinde bulunuyorsa, (Ayn) denir. Başkasında bulunuyorsa (Deyn) denir. Alışverişde, malın ayn ve deyn olması başkadır. (Mebi’) ya’nî satın alınan mal, akd ya’nî sözleşme yapılınca müşterinin mülkü olur ise de teslîm alınmadan önce, kullanılması câiz değildir. Bunun için teslîm almadan önce tam mülkü değildir. Teslîm almadan, zekât hesâbına katılmaz. Satılan bir malın (Semen)i, ya’nî karşılığı, teslîm alınmadan önce, alışverişde ayn ise, ya’nî satış peşin ise, herkese verilebilir. Semen söz kesilirken deyn ise, ya’nî satış veresiye ise yalnız borcluya, ya’nî satıcıya verilebilir. Bunun için semen, teslîm alınmadan önce de zekât hesâbına katılır.
İster ayn olsun, ister deyn olsun, tam mülk olan (Emvâl-i bâtına), nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra, elde bulunanın kırkda birini ayırıp, zekât olarak vermek farz olur. Bunların zekâtlarının beş şeklde verilebileceği, (Dürr-ül-muhtâr) kitâbında şöyle yazılıdır:
1 - Deyn olan mal, fakîrde ise, hepsi veyâ bir kısmı, bu fakîre bağışlanırsa, bağışlanan malın zekâtı da deyn olarak verilmiş olur.
Zengindeki mal, zengine bağışlanırsa, bunun zekâtını, ayrıca fakîre ayn olarak vermek lâzımdır.
2 - Ayn olan malın zekâtını, ayn olarak vermek lâzımdır. Ya’nî hâzır olan malın zekâtını vermek için kendinde olan bu malın kırkda birini ayırıp fakîre verir.
3 - Deyn olan malın zekâtı deyn olarak verilemez. Ayn olarak vermek lâzımdır. Ya’nî başkasında bulunan malının zekâtını, hâzır olan malından vermek lâzımdır. Hâzır malı yoksa, başkasındaki malından zekât mikdârını isteyip teslîm alıp, sonra bunu fakîre verir.
4 - Ayn olan malın zekâtını deyn olarak vermek câiz değildir. Ya’nî hâzır bulunan malın zekâtı olarak, fakîrdeki alacağını bu fakîre bağışlamak câiz değildir. Fekat, yanındaki malın zekâtı olarak, başka birisindeki alacağını alması için fakîre emr etmesi câiz olur. Çünki fakîr, o kimsedeki malı, altını eline alınca, ayn olur. Ayn olan malın zekâtı, ayn olarak verilmiş olur. Fakîrde deyn olan malın zekâtı, o deyn maldan verilemez. Çünki, geri kalanı fakîrden aldığı zemân, ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.
5 - Fakîrden alacağı olan deynin bir kısmını bu fakîre bağışlarsa, bu kısmın zekâtı da verilmiş olur. Geri kalan kısmın zekâtını, ayn olarak ayrıca vermek lâzım olur. Bağışlamış olduğunu, bu zekât yerine sayamaz. Çünki, geri kalanı teslîm alınca, ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.
Fıkh bilgilerini dört mezhebe göre ayrı ayrı bildiren (Kitâb-ül fıkh alel-mezâhib-il erbe’a) kitâbını hâzırlıyan hey’etin reîsi Abdürrahmân Cezîrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” [1365 [m. 1946] da Mısrda vefât etdi.] diyor ki, (Kâğıd paraların zekâtını vermek üç mezhebde de lâzımdır. Hanbelî mezhebinde ise, karşılıkları olan altın veyâ gümüş ele geçince zekâtları verilir).
Kâğıd liraların kendi değerlerinin değil, üzerlerinde yazılı değerlerin zekâtı verilmekdedir. Çünki, kendi değerleri pek az olup nisâba erişemez. Üzerlerindeki değerlerin de, deyn olan malı göstermekde olduğu yukarıda bildirilmişdir. Deynin zekâtı, deyn olarak verilemiyeceği için kâğıd liraların zekâtı, kâğıd lira olarak verilemez. Ayn olarak vermek, ya’nî deyn olan malı teslîm alıp da, fakîre vermek lâzımdır. Bundan başka, her dürlü borc, önce zekât malından ödenir. (Zekât malı) ya’nî altın ve gümüş ve ticâret malı varken, başka mal, meselâ evde kullanılan halı, inci gibi zekâtı verilmiyen malı vererek borc ödemek câiz değildir. Kâğıd liraların zekâtı da, fakîre olan borcudur. Bu borcu, zekât malından öde-
mek lâzımdır. Tüccâr olmayıp yalnız kâğıd parası ile zengin olanın zekât malı altındır. Çünki kâğıd liralar, altın karşılığıdır. Gümüş karşılığı değildir. (Dürr-ül-muhtar)da ve (İbni Âbidîn)de, sekizinci sahîfe başında diyor ki, (Bir kimsede altın, gümüş ve ticâret eşyâsı ve zekât hayvanları gibi çeşidli zekât malları varsa, borcunu önce altın ve gümüşden ödemesi lâzım olur). Tüccâr olmıyan kimsenin satın alacağı mal, ticâret eşyâsı olmaz. Bu kimsenin herhangi birşeyi satın alıp, bunu zekât olarak fakîre vermesi câiz olmaz. Çünki, ticâret eşyâsı olmıyan mal, zekât olarak verilemez. Altın alıp vermesi lâzım olur.
Ticâret eşyâsının zekâtını vermek için, alış fiyâtı, altın veyâ gümüş para üzerinden nisâb mikdârı ise, eşyânın kendisinin veyâ kıymetinin kırkda biri verilir. Şernblâlî, (Dürer) hâşiyesinde diyor ki, (Fülus denilen metal paralar geçer akça iseler veyâ ticâret malı iseler, bunların kıymetlerinden zekât vermek vâcib olur.) (Hidâye) kitâbındaki Hadîs-i şerîfde, (Kıymet hesâb edilip, ikiyüz dirhem için, beş dirhem gümüş verilir) buyuruldu. Görülüyor ki, fülûs veyâ kâğıd paraların zekâtı olarak kendileri değil, kıymetleri kadar altın verilir. Tüccâr olmıyanlar, kâğıd paralarının zekâtını yalnız altın olarak vermelidir. Zekâtı kâğıd para olarak vermek câiz değildir. Tüccârlar ise, kâğıd paralarının zekâtını, altın olarak da, ticâret yapdıkları maldan da verebilirler. Fekat, başka maldan veremezler. Dahâ çok bilgi almak için, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbına bakınız!
DİKKAT: Bir kimse çıkıp da, (Zekâtı altın olarak vermek, eski zemânda imiş. Şimdi, altın kullanılmıyor. Her yerde kâğıd para kullanılıyor. Şimdi, zekâtı altın olarak vermek lâzım demek, müslimânlara güçlük çıkarmakdır. Allahü teâlâ, güçlük çıkarmayınız! Kolaylık gösteriniz buyuruyor. Kâğıd para kullanmak, umûm-i belvâ olmuşdur. Âlimler, umûm-i belvâ olan şeye izn vermişdir. Bunun için, bugün zekât, kâğıd para ile niçin verilmesinmiş?) derse, bu söz doğru değildir, hem yanlışdır, hem de islâm âlimlerine iftirâdır. Çünki:
Dinde güçlük göstermeyiniz demek, kolayınıza geleni yapınız demek değildir. İslâmiyyetin izn verdiği, câiz olan kolaylığı yapabilirsiniz demekdir. Meselâ, hasta olduğu için veyâ çok soğuk olduğu için ayakları yıkamak güç olunca, mest üzerine mesh edilir. Çünki, islâmiyyet buna izn vermişdir. Fekat kolaylık olsun diye ayakları yıkamadan mest giyilmez. Çünki islâmiyyet bu kolaylığa izn vermemişdir. Hasta olan kimse, başkasının yardımı ile yıkar. Soğuk ise, suyu ısıtıp da yıkar. Mestlerini bundan sonra giyer. İslâ-
miyyet, bu kolaylığa da izn vermişdir. Din âlimlerinin sözlerine ehemmiyyet vermeyip de, fıkh kitâblarının gösterdiği kolaylıkların dışına çıkmak câiz değildir. İslâmiyyeti, kendi aklına, kendi görüşüne göre çevirmek isteyenlere (Dinde reformcu) veyâ (Zındık) denir. Şimdi Mısrda ve Hicâzda böyle zındıklar çoğaldı. İslâmiyyeti istedikleri tarafa çekip çeviriyorlar. Bu zındıklara, bu sapıklara, asrımızın derin âlimi, müctehid, müceddid ve şehîd gibi parlak ismler takarak ve zehrli kitâblarını terceme ederek satan, böylece milletin dînini, îmânını yıkarak, para kazanan din tüccarları da memleketimizde çoğalmakdadır.
Âlimlerimizin, umûm-i belvâ olan, ya’nî, her yere yayılan ve sakınılması güç olan şeylere izn vermesi de böyledir. Ya’nî, kitâbları karışdırarak, çeşidli ictihâdlar arasında, çok za’îf olsa bile, en kolayını arayıp bulmuşlar ve millete bildirmişlerdir. Umûm-i belvâ olunca, müctehidlerin en za’îf sözleri ile fetvâ vermek câiz olur. Fekat, hiç bir âlim, hiçbir zemânda hiçbir müctehidin câiz demediği bir şeye câiz dememişdir ve diyemez. Dinde reformcular, ya’nî mezhebsizler ise, akllarına gelen herşeyi yazarlar. Bunlara uyanların ibâdetleri de, dinleri de bozulur.
Zekâtı altın olarak vermek, çok kolaydır. Hiç de güç değildir. Sarrafa gitmeğe, altın satın almağa lüzûm da yokdur. Zekâtını fakîrlere kâğıd para olarak dağıtmakda ısrâr eden bir zengin, (Eşbâh) ve (Redd-ül-muhtâr) kitâblarının sâhiblerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, fakîrdeki alacağını, ona zekât olarak bırakmak istiyen bir zengin için bildirdikleri gibi yapar: Dağıtmak istediği nisâbdan az kâğıd paranın değerinde altını zevcesinden veyâ başkasından ödünç alır. Sâlih bir fakîre (Birkaç tanıdığıma ve sana zekât vereceğim. Dînimiz zekâtın altın olarak verilmesini emr ediyor. Altınları kâğıd paraya çevirmekde size kolaylık olmak için senin zekâtını almak ve dilediği kimseye hediyye etmek üzere şunu vekîl yapmanı istiyorum. Böylece benim islâmiyyete uymamı sağlamış olacaksın. Bunun için de, ayrıca sevâb kazanacaksın!) der. Zenginin güvendiği bir kimse vekîl yapılır. Altınları fakîrin yanında olmıyarak, bu vekîle zekât niyyeti ile verir. Fakîrin bu vekîli, altınları teslîm alıp, birkaç dakîka sonra bu altınları zengine hediyye eder. Zengin de kâğıd paralarını o fakîre ve başka fakîrlere, Kur’ân-ı kerîm kurslarına ve dîne hizmet eden müslimânlara dağıtır. Câiz olmayan kimselere ve nemâz kılmıyanlara verirse, zekât vermemek azâbından kurtulursa da sevâblarına kavuşamaz. Altınları ödünç almış olduğu kimseye geri verir. Dahâ çok zekât vermesi îcâb ediyorsa, bu işi tekrâr eder.
Îmânı kuvvetli olana, ibâdetler güç gelmez. Kolay ve tatlı gelir.
52 - Yine (Cihân Sulhu) kitâbında Seyyid Kutb diyor ki: (Ba’zı kimseler, din nâmına şöyle derler: Zekâtı verilmiş olan mal [herhangi bir mal veyâ para], birikdirilmiş mal sayılmazlar. Çünki malın hakkı zekâtdır. Zekâtı verdikden sonra malın tedâvülden çekilmesinde [Ya’nî hiçbir yerde kullanmamakda] bir suç yokdur derler. Bu, doğru değildir. Şahsî mülkiyyetin sâhibi, malı tedâvülden çekip saklayamaz. Beyt-ül-mâlın ihtiyâcını kapatmak için, devlet ona el koyabilir. Fazlasını alıp fakîrlere taksim edebilir) diyor.
Bu sözü de, bir bilgi, bir anlayışın ifâdesi değil, kendi görüşü ve düşüncesidir. İslâmiyyeti, kendi görüşüne, siyâsî düşüncesine uydurmak istemekdedir. Mevdûdînin de övmek zorunda kaldığı imâm-ı Rabbânî hazretleri, (Mektûbât) kitâbının birinci cild, yüzaltmışbeşinci mektûbunda buyuruyor ki:
(Ebedî se’âdete kavuşmak istiyen, Muhammed aleyhisselâma uymalıdır. Ona uymakla şereflenmek için, dünyâyı büsbütün bırakmak lâzım değildir. Farz olan zekât verilince dünyâ terk edilmiş sayılır. Mal zarardan kurtulur. Çünki, zekâtı verilen mal zarardan kurtulur. Dünyâ malını zarardan kurtarmanın ilâcı, bunun zekâtını vermekdir. Malın hepsini vermek dahâ iyi ise de, zekâtını ayırıp vermek de, hepsini vermek gibi olur).
Zekâtı
verilmiş olan mal, ne kadar zemân saklanırsa saklansın, sâhibine zarar vermez.
Zekâtı verilmiş olan malı tedâvülden çekmek suç olmaz. Devlet bu mala el korsa,
zulm etmiş olur. Suç olmaz demek, âhıretde bunun için, süâle çekilmez ve azâb
olunmaz demekdir. Fekat, bu mal ile hayrlı işler yapmanın, ticâretde ve
san’atda kullanmanın, islâmiyyete ve müslimânlara yardım etmenin sevâblarına
kavuşulamaz. Âhıretdeki yüksek derecelere erişilemez. Büyük âlim Abdülganî
Nablüsî hazretleri (Hadîka) kitâbında
diyor ki, (Zekât, malı zarardan korur.) Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” (Zekâtını vermekle
mallarınızı zarardan koruyunuz) buyurdu. Bu Hadîs-i
şerîf, Münâvîde de senedi ile yazılıdır. (Altınlarını,
gümüşlerini saklayıp Allah yolunda dağıtmıyanlara çok acı azâb vardır) meâlindeki âyet gelince,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Zekât müslimânların mallarını temizlemek için emr olundu.
Zekâtı verilen mal kenz olmaz. Ya’nî saklanan mal
sayılmaz) buyurdu. Bir Hadîs-i şerîfde,
(Zekâtı verilmiyen mal için kıyâmetde çok acı azâb
vardır) buyuruldu. Seyyid Kutb, bu Hadîs-i
şerîflere inanmıyormuş gibi davranıyor. Taberânînin bildirdiği ve
Münâvîde yazılı Hadîs-i şerîfde, (Zekâtı verilen mal
kenz değildir) buyuruldu. Resûlullah, zekâtı verilen mal birikdirilmiş mal sayılmaz diyor. Seyyid Kutb da, bu söz doğru değildir diyor. Seyyid Kutbun nasıl bir adam olduğu, bu sözünden de anlaşılmakdadır.
53 - Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhu) kitâbında: (Devlet yalnız vergi yolu ile değil, şahsî mülkiyyetden ihtiyâcın gerekdirdiği mikdârı karşılıksız ve iâde etmemek üzere alır. Toplumun umûmî ihtiyâclarına harcar) diyor.
Allahü teâlânın emrlerini, kanûn şekline koymuş olan Cevdet pâşa, (Mecelle)nin doksanbeşinci maddesinde diyor ki, (Başkasının mülkünü kullanmak için emr olunamaz). Meselâ, filânın şu malını, falanca kimseye ver diye birisine emr olunamaz. Doksanaltıncı maddesinde ve (Dürr-ül-muhtâr)da, (Bir kimsenin mülkü onun izni olmaksızın kullanılamaz) denilmekdedir. Mülk, insanın mâlik olduğu şeydir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bir mü’minin malı, onun gönlü rızâsı olmadan alınırsa halâl olmaz) buyurdu. Bu Hadîs-i şerîf imâm-ı Münâvînin (Künûzüddekâık) kitâbında ve imâm-ı Ahmedin (Müsned)inde ve Ebû Dâvüdda yazılıdır. Buradan da anlaşılıyor ki, devlet milletden meşrû’ olmıyan ve meşrû’ mikdârı aşan birşey alamaz. Meşrû’ olmıyan vergileri de millete yüklemez. Alırsa, gasb etmiş, zulm etmiş olur. Gönül rızâsı olmadan, zorla aldığı bu malları sâhiblerine geri vermesi lâzım olur. Devletin millet malına el koyması, gasb etmesi, sosyalist memleketlerde olur. İslâmiyyetde sosyalist devlet olamaz. Hâcı Reşîd pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mecellenin doksansekizinci maddesini açıklarken (İştirâk-i emvâl) ya’nî komünistlik, islâmiyyetde aslâ câiz olmadığını bildirmekdedir. İslâmiyyetde kapitalist bir ekonomi sistemi de yokdur. Milleti kemiren bu iki zulm ocağını, zekât farîzası, kökünden temizlemekdedir. İslâmiyyetde sosyal adâlet vardır. Herkes çalışmasının, alın terinin karşılığına kavuşur. Kimsenin, başkasının malında gözü olmaz. Devlet de, milleti sömürmez. Devlet hazînesi olan (Beyt-ül-mâl)ın parasını da kendi keyflerinde kullanamazlar.
İslâmiyyetin emr etdiği vazîfeleri ve millete lâzım olan hizmetleri devlet yapar. Bunların parasını (Beyt-ül-mâl) denilen devlet hazînesinden öder. Milletden zorla alması câiz olmaz. İslâm devletinin büdcesi, Beyt-ül-mâldır. Devletin gelirleri, Beyt-ül-mâlın gelirleridir. Devlet, Beyt-ül-mâlın kaynaklarını kurutmamalı ve isrâf etmemeli, gayr-i meşrû’ yerlere harc etmemelidir. Cihâd için ve hizmetler için, Beyt-ül-mâlın gelirleri yetişmezse, adâlet üzere milletden ödünç istemesi câiz olur. Fekat, sonra bunları ödemesi
veyâ vermiş olanların bağışlamaları lâzımdır. Beyt-ül-mâlın kaynaklarını işletmezse ve Beyt-ül-mâlı gayr-i meşrû yerlere harc ederse, zulm etmiş olur. (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cildde, bu konuda geniş bilgi vermekdedir. Devlet, Beyt-ül-mâlın gelirlerini sağlar ve kullanırsa, bütün işlerini yapmağa yetişir. Milletden yardım istemek zorunda kalmaz.
Hâcı Reşîd pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mecellenin otuzüçüncü maddesini açıklarken diyor ki, kimsenin mülküne dokunmağa islâmiyyet izn vermemişdir. Zarûret hâlinde olan, ya’nî bunalan kimse bile, başkasının hakkına dokunamaz. Aç kalan kimsenin, başkasının ekmeğini, izni olmaksızın yimesine izn verilmiş ise de, sonra kıymetini ödemesi lâzım olur. Onun aç olması, ölüm tehlükesinde bulunması, bir kimsenin kendi mülkündeki hakkının yok olmasına sebeb olamaz. Zarûret hâlinde bile başkasından alınan malın ödenmesi lâzım olur. Zarûretlerin, yasak olan şeylerin yapılmasına sebeb olmaları, kimsenin hakkının gitmesine sebeb olamaz.
(Müslimânların iyi gördüğü şeyi, Allahü teâlâ da iyi kabûl eder) Hadîs-i şerîfindeki müslimân, derin âlim, ya’nî müctehid olan müslimân demek olduğu, (Berîka)da yazılıdır. Bu âlimlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun olmıyan şeyler, hiçbir zemân kabûl edilmez.
Ellisekizinci maddenin şerhinde diyor ki, hükûmetin emri ile birinin mülkü, kıymeti ile satın alınıp, yola katılabilir. Fekat, değeri ödenmedikçe, elinden zorla alınamaz. Hükûmet emr edince, zorla satın alınır. Fekat, parası verilmeden alınamaz.
Komünistlik yeni birşey değildir. (Burhân-ı kâtı’) lügat kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” Zerdüştün mîlâddan yedi asr evvel kurduğu ve Sâsânîler devrinde (Mejdek) adındaki birinin neşr etdiği (Mecûsî) ya’nî ateşe tapma dînini anlatırken diyor ki, Mejdek, acem şâhı Kubad zemânında idi. Buna göre:
(Ateşe tapılacakdır. Herşey, herkesin malıdır. Zevceleri değişdirmek halâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşitdir. Herkes birlikdedir. Şahsî tasarruf yokdur. Bütün insanlar müsâvî ve herşeyde ortakdırlar. Biri, birinin zevcelerini isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler, malları fakîrlere vermeli, onların ihtiyâclarını gidermelidir) derdi. Bu din, tenbellerin, serserilerin ve hele kadına düşkün olan aşağı kimselerin işine geldiğinden çabuk yayıldı. Kubad şâh da, böyle zevkine düşkün biri idi. Bu da komünizmi kabûl etdi. Oğlu Nûşirvân, hükûmeti ele alınca, Mejdek alçağını, seksenbin adamı ile birlikde kılınçdan geçirerek komünizm belâsı-
nı ortadan kaldırdı. Nûşirvân şâhın adâleti Hadîs-i şerîfde övülmekdedir. 1917 de Rusyada komünist ihtilâlini hâzırlıyarak binlerle vatandaşın birbirini öldürmesine ve koca bir milletin küçük bir azılı azınlık elinde köle olmasına sebeb olanların, Nûşirvân şâhın yok etdiği ahmakların yolunda oldukları anlaşılmakdadır.
İslâm devletinin vazîfesi, milletin mallarını, canlarını ve ırzlarını korumakdır. Mazlûmların haklarını zâlimlerden almakdır. Milletin mâlına, cânına, nâmûsuna [ya’nî karısına] dokunmağa, devletin hiçbir zemân hakkı yokdur.
54 - Yine (Cihân Sulhu) kitâbında: (Yağma, soygunculuk, gasb, hırsızlık, rüşvet, hîle ve fâiz, ihtikâr ve bunlara vesîle olan yollardan şahsî mülkiyyet meydâna gelmez. Devlet istediği zemân bunu temâmen veyâ kısmen hazîneye alabilir. Târîhi örnekler, bu hakkın temâmen devlete verildiğini göstermekdedir) diyor.
Bu sözü de pek yanlışdır. Evet bu haksız kazançlar halâl olmaz. Devletin bunları geri alması lâzımdır. Hem de, istediği zemân değil, hemen alması lâzımdır. Fekat geriye aldığı, devletin olmaz. Bunları sâhiblerine ulaşdırması lâzımdır. Devletin vazîfesi, âcizin hakkını zâlimden alıp, ona yardımcı olmakdır. Bunları mazlûma ulaşdırmayıp, hazîneye alırsa, devlet de zâlim olur. (İbni Âbidîn) beşinci cildde kadınlara Beyt-ül-mâldan aylık verilmesini anlatırken, (Harâmdan elde edilen, meselâ gasb edilen mallar, sâhiblerine geri verilir. Böyle mallar, Beyt-ül-mâlın olmaz. Bütün müslimânların ortak malı da olmaz) buyurmakdadır. Milletden gayr-ı meşrû’ toplanan, meselâ gasb edilen mallar da devletin olmaz. Sâhiblerine, sâhibleri ölmüş ise vârislerine geri verilir. Sâhibleri bilinmiyorsa, fakîrlere dağıtılır. Bunu bilenlerin de almaları, kullanmaları harâm olur.
Harâm malı, sâhibini bildiği hâlde, geri vermeyip, bununla bir ibâdet yapan, meselâ câmi’ yapdıran, sadaka veren kimse, bundan sevâb beklerse, kâfir olur. Başkaları da, bunun harâm mal olduğunu bilerek, sevâb kazandığını söylerse, kâfir olurlar. Çünki, bu malı, eğer bozulmuş ise benzerini, benzeri yoksa değerini sâhibine veyâ vârislerine geri vermesi, bunları bulamıyorsa, sevâbın onlara olmasını niyyet ederek, fakîrlere dağıtması farzdır. Başka yerde kullanılması, harâmdır. Başkalarının da, bu malı, harâm olduğunu bilerek, almaları ve kullanmaları harâm olur.
Harâm olarak gelen malı, harâmdan veyâ halâldan gelmiş olan başka mal ile karışdırıp, bu karışımdan sadaka vererek sevâb beklerse, kâfir olmaz. Çünki, karışınca, kendi habîs mülkü olur. Sâhi-
bine borçlu olur. Mislini veyâ kıymetini ödemeden önce, kendi kullanması harâm ise de, başkasının bundan alması ve kullanması harâm olmaz.
55 - Seyyid Kutb, (Cihân Sulhu) kitâbında: (Müslimânlar ihtilâlci olur. Zulm, haksızlık yapan hükûmete karşı ihtilâl yapar) diyor.
Bu sözü de, islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymamakdadır. Müslimânlar ihtilâl yapmaz. Fitne ve fesâd çıkarmaz. Zâlim olan hükûmete de isyân etmek günâhdır. Kanûnlara, emrlere karşı gelmek, cihâd olmaz. Fitne çıkarmak olur. Seyyid Kutb ve Mevdûdî ve bunlara aldananlar, Hac sûresinin otuzdokuzuncu âyetine yanlış ma’nâ verdikleri için, bu felâkete düşmüşlerdir. Bu âyetde meâlen, (Mü’minlere saldıran zâlimlerle cihâd etmeğe izn verildi) buyuruldu. Mekkede kâfirler, müslimânlara zulm edip, yaralayınca, öldürünce, bunlarla döğüşmek için, tekrâr tekrâr izn istediler. İzn verilmedi. Medîneye hicret edilince, bu âyet gelerek, yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki zâlimlerle cihâd yapmasına izn verildi. Bu âyet-i kerîme, müslimânların, zâlim hükûmete isyân etmeleri için değil, insanların islâm dînini işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan zâlim diktatör orduları ile cihâd yapması için, islâm devletine izn vermekdedir. (Siyer-i kebîr) tercemesi, kırkbirinci sahîfedeki Hadîs-i şerîfde, (Emîre isyân eden kimseye Cennet harâmdır) buyuruldu. Yetmişbirinci sahîfesindeki Hadîs-i şerîfde, (Âdil ve zâlim, her emîrin emri altında cihâd ediniz!) buyuruldu. Kitâblarda yazılı olan cihâd, başka memleketlerdeki kâfirlerle harb etmek demekdir.
İbni Adînin (Kâmil) kitâbında ve Beyhekînin (Şüa-bül-îmân) kitâbında bildirdikleri Hadîs-i şerîfde, (Bozuk bir işi düzeltemediğiniz zemân, sabr ediniz! Allahü teâlâ onu düzeltir) buyurulduğunu yazmakdadır. Bu Hadîs-i şerîf, kanûnlara karşı gelmeği, ihtilâl yapmağı değil, meşrû’ yollardan nasîhat verip sabr etmeği emr buyurmakdadır. (Künûzüddekâık) kitâbında ve Tirmüzîde ve Taberânîde bildirilen Hadîs-i şerîfde, (Cihâdın en kıymetlisi, zâlim sultân yanında, doğru yolu gösteren bir söz söylemekdir) buyuruldu. Âlimlerin gücü yetdiği kadar hükûmet me’mûrlarına, emr-i ma’rûf yapması lâzımdır. Fekat emr-i ma’rûf yaparken, fitne çıkmamasına çok dikkat etmelidir. Görülüyor ki, müslimânlar ihtilâl yapmaz. Fekat, zulme, haksızlığa da teslîm olmaz. Meşrû’ yollardan hakkını arar. Hükûmetin meşrû’ emrlerine uymak, her müslimâna vâcibdir. Hiç kimsenin harâm olan emrleri yapılmaz. Fekat, buna isyân edilmez. Fitne çıkarılmaz. Zâlimlere karşı gelmemeli, onlarla münâkaşa etmemelidir. Meselâ, nemâz kılmamak, en bü-
yük günâhlardandır. Âmir, kumandan, kâfir ve zâlim olup, emri altında olana nemâz kılma derse, baş üstüne kılmam demeli, senin yanında kılmam demeği düşünmelidir. Çünki fitne çıkarmak, ya’nî müslimânların ezilmelerine sebeb olmak harâmdır. O zâlimin yanından ayrılınca, nemâzı hemen kılmalıdır.
Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhak-ı Dehlevî, 1052 [m. 1642] de vefât etmişdir. Çok kıymetli hadîs kitâbı olan (Mişkât-ül-mesâbîh)i fârisî olarak şerh etmişdir. (Eşi’at-ülleme’ât) ismindeki bu şerhde, (Kitâb-ül fiten) kısmında diyor ki: Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfe “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ilerde hâsıl olacak fitnelerden sordum. Çünki, bunların şerrine yakalanmakdan korkuyordum). Zararlı şeyden sakınmak, fâideli şeye kavuşmakdan dahâ mühimdir. Buradaki fitne, insanlar arasında karışıklık, döğüş demekdir. Harâm işlemenin yayılması da fitne ise de, bunu sormağa lüzûm yokdur. Çünki, harâmlar bellidir. (Yâ Resûlallah, biz, müslimân olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, Senin şerefli vücûdün ile, islâm ni’metini, iyilikleri bizlere ihsân etdi. Bu se’âdet günlerinden sonra, yine kötü zemân gelecek mi dedim. (Evet gelecek!) buyurdu. Bu şerden sonra, hayrlı günler yine gelir mi dedim. Yine (Evet gelir. Fekat, o zemân bulanık olur) buyurdu). Ya’nî, bu zemânda, iyilik kötülükle karışık olur. Kalbler, ilk zemânlarda olduğu kadar sâf ve tertemiz olmaz. İ’tikâdların sahîh, amellerin sâlih ve idârecilerin adâletleri, birinci asrdaki gibi olmaz. Kötülükler, bid’atler, her tarafa yayılır. İyiler arasına kötüler, sünnetler arasına bid’atler karışır. (Bulanıklık ne demekdir) dedim. (Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmıyan kimselerdir. İbâdet de yaparlar. Günâh da işlerler) buyurdu. Hayr da yaparlar, şer de yaparlar. Bid’at işlerler. (Bu hayrlı zemândan sonra, yine şer olur mu) dedim. (Evet. Cehennemin kapılarına çağıranlar olacakdır. Onları dinliyenleri Cehenneme atacaklardır) buyurdu. (Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir,) dedim. (Onlar da, bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar) buyurdu. Ya’nî, arabî konuşurlar. Âyet ve hadîs okuyarak, va’z ve nasîhat ederler. Fekat, kalblerinde hayr ve iyilik yokdur. (Onların zemânlarına yetişirsek, ne yapmamızı emr edersin) dedim. (Müslimânların cemâ’atine ve hükûmetine tâbi’ ol) buyurdu. (Müslimân cemâ’ati ve müslimân hükûmeti yoksa, ne yapalım,) dedim. (Bir kenâra çekil. Aralarına hiç karışma. Ölünceye kadar, yalnız yaşa!) buyurdu. Bir Hadîs-i şerîfde, (Benden sonra öyle hükûmetler olur ki, benim yolumdan ayrılırlar. Kalbleri şeytân yuvasıdır. Bunlara da itâ’at ediniz! Karşı gelmeyiniz! Sizi döğse de, mallarınızı alsa da karşı gelmeyiniz!)
Ya’nî, zâlim olan, malınıza, canınıza saldıran hükûmete de isyân etmeyiniz. Fitne çıkarmayınız. Sabr edip, ibâdetiniz ile meşgûl olunuz. Şehr içinde fitneden kurtulamazsanız, ormana sığınınız. Fitnecilere karışmamak için, ormana gidip, ot, yaprak yimek zorunda kalırsanız, ormanda kalınız da, fitnecilere karışmayınız! (İyi dinleyin ve bana itâ’at edin) buyurdu. Bu son emr, hükûmete karşı gelmemek, fitne çıkarmamak için, çok dikkatli olunuz demekdir. (Eşi’at-ül-leme’ât)dan terceme temâm oldu. Bu Hadîs-i şerîflerden ve islâm âlimlerinin açıklamalarından anlaşılıyor ki, din adamları, devlete şekl vermek, kanûn yapmak işlerine karışmaz. Siyâset ile uğraşmaz. Politikacılara âlet olmaz. Şu veyâ bu devlet şeklinin savunuculuğunu yapmaz. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yasağa titizlikle uymuşlar, din adamlarının siyâsete karışmasının, yakıcı ateşi tutmak gibi olduğunu bildirmişlerdir.
Kuvvete karşı gelmek, devlete karşı isyân etmek ahmaklıkdır. Kendini tehlükeye atmak olur. Bu ise, harâmdır. Kâfir memleketlerinde müsâfir olan müslimânın da, kâfirlerin mallarına, canlarına ve ırzlarına dokunması ve hükûmetlerine isyân etmesi câiz değildir. Kâfirlerin gönüllerini hoş ederek, onlardan fâidelenebilir. Dâr-ülislâmda yaşayan zimmî kâfirlerin ve müsâfir gelen harbî kâfirlerin, ya’nî turistlerin ve tüccarların haklarını gözetmek, müslimânların haklarını gözetmekden dahâ mühimdir. Bunlara saldırmak, hattâ bunları gîbet etmek, çekişdirmek bile müslimânlara saldırmakdan dahâ kötüdür. Müslimânlar, boş yere hiç vakt geçirmez. Din bilgilerine ve fen bilgilerine çok çalışarak kuvvetlenir. Böylece, gâlib ve hâkim olurlar. Bir müslimânın cihâd yapması demek, ihtilâl, isyân yapması değil, din bilgilerini yayması demekdir.
İbni Âbidîn buyuruyor ki, (Sultân veyâ başka zâlimler, ikrâh ederek, zorlıyarak, ölümle, habs ile, işkence ile korkutarak emr edince, belli günâhları işlemek mubâh, hattâ farz olur. Emrini yapmamak günâh olur). (Berîka)da, doksanbirinci [91. ci] sahîfede diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Emîrlerinize itâ’at ediniz!) buyuruldu. Emîr, en aşağınız olsa dahî, islâmiyyete uygun olan emrlerine uymak vâcibdir. Hiç kimsenin günâh olan emrine itâ’at edilmez. Fekat, isyân etmek fesâda sebeb olursa, bu emrine de itâ’at olunur. Çünki, büyük zarar işlememek için, küçük zararı irtikâb etmenin câiz olacağı (Eşbâh)da yazılıdır. Sultânın emr etdiği mubâh birşeyi yapmak vâcib olur). Abdülganî Nablüsî, (Hadîka)da, 143. cü sahîfede diyor ki, (Sultânın, kendi aklı ile, arzûsu ile verdiği emrlerine itâ’at etmek vâcib olmaz. Fekat sultân zâlim ise, eziyyet ve işkence ediyorsa, onun Allahü teâlânın hükmlerine uymıyan
emr ve yasaklarına da uymak lâzım olur. Hele, itâ’at etmiyenleri öldürüyorsa, kendini tehlükeye atmak, kimseye câiz olmaz. (Hediyyet-ü ibn-il-imâd) kitâbına yazdığım şerhde ve (El-metâlib-ülvefiyye) kitâbında bu konuda geniş bilgi vardır.)
İbni Âbidîn, bâgîleri anlatırken diyor ki, müslimânlar, bir memleketde emîn ve râhat ibâdet eder ve huzûr içinde yaşarlarsa, hükûmete karşı isyân etmeleri câiz olmaz. Hükûmet zulm yaparsa, zulme karşı gelmeleri fitneye sebeb olursa, yine câiz olmaz. Böyle sultâna yardım etmek, zulme yardım etmek olur. Karşı gelenlere de yardım edilmez. Çünki, câiz olmıyan şeye yardım edilmez. [Müslimânların ibâdet yapmalarına, çocuklarına din bilgisi öğretmelerine mâni’ olmak ve harâm işlemelerine, îmânlarının bozulmasına sebeb olmak, en büyük zulmdür.] Hükûmet zulm yapmıyor ise iktidârı ele geçirmek için isyân edenlere (Bâgî) denir. Müslimânların bu hükûmete yardım etmeleri lâzım olur. Çünki Hadîs-i şerîfde, (Fitneyi uyandırana la’net olsun!) buyuruldu. İsyân edenler, hükûmete ve müslimânlara kâfir der ve mallarına, canlarına saldırırlarsa, bunlara (Hâricî) denir. Bu inanışları, şer’î delîli te’vîl sebebi ile ise, bunlar kâfir olmaz. Şimdi ba’zı kimseler de, kendileri gibi inanmıyan müslimânlara kâfir diyor, saldırıyorlar. Bu işleri delîlleri te’vîl ile olduğu için, kendilerine kâfir denilemez ise de, te’vîlden haberi olmıyanları kâfir oluyorlar. Sultân âdil olsun, zâlim olsun islâmiyyete uygun olan emrlerine itâ’at etmek vâcibdir. Devlet reîsi, mürted veyâ mecnûn yâhud islâmiyyeti tatbîkden âciz olursa, azl ya’nî hal’ olunur. Azli fitneye sebeb olursa, zararı az olana tehammül edilir. Bir müslimân, kahr ve zor ile halîfenin yerine iktidârı eline alırsa buna itâ’at olunur. Kâfir hükûmetin ta’yîn etdiği müslimân vâlî, ahkâm-ı islâmiyyeyi tatbîk ederse, buna itâ’at olunur. Tatbîk edemezse veyâ vâlî de kâfir ise, müslimânlar, içlerinden birini müftî, emîr ta’yîn ederler. Bu müftî, ahkâm-ı islâmiyyeyi icrâ eder. Buna da imkân olmazsa, esâret hayâtı olur. Fitneye sebeb olmamak lâzım olur. İbni Âbidînden terceme temâm oldu. Buradan anlaşılıyor ki, sultân Abdül’azîz hânın “rahmetullahi teâlâ aleyh” hal’i için şeyh-ul-islâm Hasen Hayrullah efendinin ve ikinci Abdülhamîd hânın “rahmetullahi teâlâ aleyh” hal’i için fetvâ emîni hâcı Nûri efendi imtinâ’ edince, yerine bir yobazın, silâh tehdîdi ile ve ölüm korkusu ile imzâladıkları fetvâlar meşrû’ değildi. Bu iki fetvânın sahîh olmadıkları, uydurma sebeblere dayandıkları (Türkiye târîhi)nde yazılıdır. Bunun için, bu iki sultân, ölünciye kadar meşrû’ halîfe idi. Yine bunun için, meşhûr 93 harbinde ve Balkan ve Birinci cihân harblerinde Osmânlılar mağlûb oldu. Çünki, bu üç harbi, islâm hükûmeti değil, İslâm-
dan nasîbi olmayan komüteciler çıkarmış ve idâre etmişlerdi.
56 - Bir hürriyyet kahramanı şekline sokulmuş olan Seyyid Kutbun, (İslâmî etüdler) kitâbının tercemesinde, otuzikinci sahîfede: (Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak, haykırmayanlar, yâ büyük bir günâh işliyorlar, yâ münâfık oldukları için böyle davranıyorlar. Yâ da bunlar hakîkî islâmı bilmeyen kara câhillerdir) diyor. Böylece, müslimânlar arasında fitne ve ihtilâl çıkarmağı körüklüyor. Hâlbuki, Hadîs-i şerîfde, (Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana, Allah la’net etsin!) buyuruldu. Bir Hadîs-i şerîfde, (Bir münker gördüğünüzde, bunu değişdiremezseniz, sabr edin! Allahü teâlâ onu değişdirir) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, emr-i ma’rûfu yumuşak olarak yapmalıdır buyuruyor. Bir Hadîs-i şerîfde, (Zâlimin zulmünü değişdiremiyen, oradan hicret etmelidir) buyuruldu.
Seyyid Kutb, otuzüçüncü sahîfede: (İslâmiyyet, bir mücâdele, sonsuz bir savaşdır. Düâlar mırıldanmak, tesbîh dânelerini şıkırdatmak, aman Allahım sen koru sözlerine dayanarak, gökden hayr yağacağına güvenmek, islâmiyyet değildir) diyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri üçüncü cildin kırkyedinci mektûbunda Seyyid Kutbun da yazısına çok güzel cevâb vermekdedir. Bu mektûb, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının ikinci kısmında vardır. Okununca, Seyyid Kutbun nasıl bir yolda olduğu hemen anlaşılır. Allahü teâlâ düâ ve tevekkül etmeği emr ediyor. Düâ edenleri, tevekkül edenleri severim diyor. Seyyid Kutb ise, düâ edenlerle, tevekkül edenlerle alay ediyor. Âyet-i kerîmeler ve Hadîs-i şerîfler tesbîh söylemeği emr ediyor. Tesbîh okuyanları övüyor. O ise, bunu red ediyor. Savaşa hâzırlanmak, sebeblere yapışmak, en modern korunma vâsıtalarını yapmak, elbet lâzımdır. Dînimiz bunu emr etmekdedir. Fekat bu, müslimânlarda ve kâfirlerde ortak olan bir işdir. Müslimânlarda ayrıca tevekkül ve düâ silâhı da vardır.
İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının yüzkırkdokuzuncu sahîfesinde buyuruyor ki, islâm âlimlerinin çoğuna göre, düâyı inkâr eden kâfir olur. Kur’ân-ı kerîme inanmamış olur. Düâ ile istenilen şey, yâ kabûl olup verilir. Yâhud âhiretde verilir. Yâhud, günâhın afv edilmesine sebeb olur. Allahü teâlâ, kulunun düâ etmesini, yalvarmasını sever. Düânın kabûl olması için şartlar vardır. Bunlardan biri, halâl yimek, halâl giymekdir. Biri de, kalb ile, ya’nî gönülden istemekdir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ, çok düâ edenleri sever. Düâ edip, ümmîdini kesmeyen, va’d olunan üç şeyden birine elbette kavuşur). Tesbîh kullanmanın sünnet olduğu, aynı kitâbın yüzelliikinci sahîfesinde yazılıdır. Hadîs-i şerîflerle bildirilen ibâdetlerin
islâmiyyet olmadığını söylemesi, Seyyid Kutbun nasıl bir reformcu olduğunu açıkça göstermekdedir.
Otuzüçüncü sahîfede: (İslâm, kimsenin dîne zorla girmesi için bir harbin yapılmasını aslâ göz önünde bulundurmaz) diyor.
Kırkbirinci sahîfede: (İslâm Peygamberinden ve onun yolunda gidenlerden istenilen şey, insanları bu dîne sokmak için yumuşak da’vetlerde cehd ve gayret göstermekdir) diyor.
Bu yazıların yanlış ve iftirâ olduğunu ellinci maddede uzun bildirmişdik. Müslimânlar herkese yumuşak davranır. Birbirlerine yumuşak olarak (emr-i ma’rûf) yaparlar. Dâr-ül-harbdeki kâfirler ile de iyi geçinmemiz emr olundu. Müslimânların düşmanlara karşı en kuvvetli silâhı, güler yüzlü ve tatlı dilli olmakdır.
Kırküçüncü sahîfede yine: (İlk fethlerin hepsi, islâmı, bütün beşerin tek dîni hâline zor kullanarak değil de, serbest da’vet yoluyla getirmekdi) diyor.
Bunun yanlış olduğunu bildiren Hadîs-i şerîfler yukarıda bildirilmişdir.
Kırkbeşinci sahîfede: (İslâmiyyet herkese, yeryüzünde adâletin tehakkukunu emr eder) diyor.
(Müslimânların arasını bulun!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi, bütün insanlar arasına yaymağa çalışmakdadır. İslâmiyyet, yeryüzündeki kâfir memleketlerinde adâletin tehakkukunu emr etmez. Buralara îmânın, islâm adâletinin ulaşdırılmasını, yerleşdirilmesini emr etmekdedir.
Ellidokuzuncu sahîfede: (Arab ülkelerinde ictimâî tesânüdü tehakkuk etdirmek için dînî inançları, ahlâkî eğitimin esâsı olarak alırsak, bu ülkelerde revacda olan yalnız islâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını göreceğiz) diyor.
Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Doğru olarak yalnız islâm dîni vardır) buyuruldu. Bu Mısrlı yazar ise, bütün bozuk, kötü dinleri, islâm dîni derecesine çıkarmakdadır. İslâm dîni varken, bozuk dinlere, düşüncelere, lüzûm olmadığını anlıyamamışdır.
Altmışdokuzuncu sahîfede: (Mal cem’iyyetin mülkiyyetinde olduğundan, ferd, malını ihtiyâcı olanlara fâizsiz ödünç vermekle mükellefdir) diyor. Mal, yalnız sosyalist ve komünist memleketlerde cem’iyyetin mülküdür. İslâmiyyetde mal, ferdin mülküdür. Bunu elliüçüncü maddede uzun bildirmişdik. İslâmiyyetde ferdin malına başkaları karışamaz. Cem’iyyet, ya’nî devlet, kimsenin ma-
lına el koyamaz. Karışırsa zulm etmiş, gasb etmiş olur. Kimse, kimseye ödünç vermeğe zorlanamaz.
Yetmişinci sahîfede: (Zekât, ferdlerin vicdânlarına bırakılmayan bir ödemedir. Devlet onu alır. Zekât, elden ele verilen ferdî bir bağış değildir) diyor.
Bu düşüncesinin de çok yanlış ve saçma olduğunu ellibirinci maddede bildirdik.
Yetmişbeşinci sahîfede: (İslâm, cem’iyyet nizâmını kurmuş, dünyâ nizâmlarını silâh zoru ile değil, fikr gücü ile yenmişdir) diyor. Bu düşüncelerin de islâmiyyete uygun olmadığını ellinci maddede vesîkalarla isbât etdik. (Cihân Sulhu) kitâbında, (Devletcilik sâhasında çalışmalar henüz pek azdır. İslâmın bu tarafı gereği kadar açıklanmamışdır) dediğini kırkdokuzuncu maddede bildirmişdik. Burada ise, (islâm cem’iyyet nizâmını kurmuş...) diyor. Sözleri birbirini bozmakdadır. Her ilm kolunda da, böyle yeteri kadar bilgisi olmıyanların, derme çatma yazdıkları sıksık görülmekdedir.
Yetmişyedinci sahîfede: (Bugün onları, Peygamberin zemânında yapmış olduğu şeklde, kısa ve mufassal bilgilerle islâma da’vet etmemiz aslâ kifâyet etmez. O devrelerde, bugünkü gibi, islâm nazariyyesi karşısında duran teferruatlı ictimâî nazariyyeler yokdu) diyor. İslâmiyyeti nazariyye, insan düşüncesi sanmakdadır. Bu yazıları, islâmiyyetden hiç haberi olmadığını gösteriyor. İslâmiyyet, nazariyye değildir. İslâmiyyet, Allahü teâlânın ve Onun yüce Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” emrleri ve teblîgleridir. Bu emrler, bu beyânlar karşısında, insanların kısa akllarından, düşüncelerinden doğan nazariyyeler, hiçbir zemân dayanamaz. Çürür, erir, söner. Dâimâ mağlûb olur. Seyyid Kutb denilen kimse, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını okuyup, biraz anlamış olsaydı, haddini bilir, edebini takınırdı. Kendi bozuk düşüncelerini, islâmın rûhuna uymıyan saçma sözlerini islâmiyyet olarak gençliğe sunmakdan belki çekinirdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin, âyet-i kerîmelerden ve Hadîs-i şerîflerden çıkararak yazdıkları kıymetli kitâblarındaki bilgilere uymıyan böyle saçma yazıları, islâmiyyet olarak yazmak ve yaymak, islâmiyyeti bozmağa, içerden yıkmağa kalkışmak demekdir.
Yetmişdokuzuncu sahîfede: (Bütün inançları eşidlikle ve aynı hürriyyete da’vet ederiz. İnanç hürriyyetini korumak, müslimân devletin vazîfesidir. Bütün vatandaşlar gelir kaynaklarından müsâvî hakka sâhibdirler. Ferdî mülkiyyet sınırlıdır. Fazla malları alma hakkı cem’iyyetindir) diyor. Bu düşünceleri de islâmiyyetle ta-
ban tabana zıddır. Yukarıda islâmiyyeti yaymalıdır, diyordu. Burada ise, her dîne hürriyyet verilmesini istiyor. Sözleri birbirini tutmuyor. Bir tarafdan da, islâmiyyeti, sosyalizme ve komünizme çevirmeğe çalışmakdadır. Bunların cevâbı birkaç sahîfe önce uzun bildirildi.
Seksenyedinci sahîfede: (Devlet, lüzûmu hâlinde cem’iyyetini korumak için ihtiyâcı kadar parayı varlıklı ferdlerden kaydsız şartsız alabilir) diyor. Bu yanlış düşüncesinin cevâbını da elliüçüncü maddede uzun bildirdik.
Doksanikinci sahîfede: (Bu işler için zekât kâfî gelmez ise, hükûmet zenginlerin elindeki fazla malları alıp fakîrlere iâde eder) diyor.
Seyyid Kutb, bu sosyalist düşüncelerini islâmiyyete yüklemeyip de, kendi malı olarak ortaya koysaydı çeşidli akıntılara kapılarak, şaşkına dönmüş olan gençler arasında, belki kendisine bir yer bulabilirdi. Fekat, bir din adamı kılığına girerek, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırması ve kendi sosyalist düşüncelerini, islâmiyyet olarak tanıtmağa kalkışması, kendisini dünyâda da, âhiretde de rezîl etmekde, Allahü teâlânın intikâmına hedef olmakdadır. Elliüçüncü maddeyi okuyunuz!
İkiyüzüçüncü sahîfede, maskesini temâmen kaldırıyor. İğrenç fikrlerini açığa çıkararak:
(İslâm, yeryüzündeki bütün insanları, dînî inançların değişikliğine bakmaksızın hürriyyete kavuşdurmak için koşan bir kuvvetdir. Bu kuvvet, sapık kuvvetlerle karşılaşınca, mücâdele ederek, onları imhâ etmesi vazîfesidir) diyor. Müslimânları Dâr-ül-harbdeki kâfirlerle bir tutmakda, Allahü teâlânın necs, pis dediği küfrün yayılması, hürriyyete kavuşması için savaşmağı, vazîfe bilmekdedir. Fîsebîlillâh olan cihâdı böyle anlamakdadır. (Her çömlek, içinde olan şeyi sızdırır). Gülistândan gelen, gül kokar. Çöplükde yetişen Ebû Cehl karpuzu, elbet fenâ koku saçar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, (Çöplükde biten gülleri koklamayınız!) buyurdu. Dünyâda ve âhiretde se’âdete kavuşmak istiyenler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumalıdır. Bu âlimler, ferdlere, âilelere ve cem’iyyetlere lâzım olan her bilgiyi kitâblarına yazmışlardır. Akllı olan, bu bilgileri arar, bulur. Câhil ve sapık olanlar, bulamaz, yok sanırlar. Ehl-i sünnetden ayrılanların Cehenneme gidecekleri, Hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Allahü teâlâ, gençleri, sahte din adamlarının zararlarından, kitâblarından korusun! Âmîn.
57 - Seyyid Kutbun (İslâmda Sosyal Adâlet) kitâbı, arabcadan türkçeye terceme edilerek gençliğin önüne sürülmüşdür. Mütercimlerin çok övdükleri Seyyid Kutb, bu kitâbında, maskesini yüzünden büsbütün sıyırmakda, mezhebsiz, sapık olduğunu açıkça bildirmekdedir. Kitâbından aşağıda sunulan parçalar, bunun, islâm âlimlerinin yazılarından birşey anlıyamamış olduğunu göstermekdedir. Yirmiyedinci sahîfede diyor ki:
(İslâmın bir asrda getirmiş olduğu nizâmın, o asra nisbetle değişen birçok şartları karşısında, dahâ sonraki asrların hepsinde aslını gayb etmeden kâbil-i tatbîk olduğuna bizleri kim te’mîn edebilir?)
İslâmiyyetin aslının her asrda değişmesini istiyor. Bizim gibi câhillerin, islâmiyyeti, dilediğimiz gibi değişdirebileceğimizi sanıyor. Müctehid olmıyan bizim gibi mukallidlerin islâm ilmlerine el ve dil uzatamıyacağımızı anlıyamıyor. İslâm bilgileri, din bilgisi ve fen bilgisi olarak ikiye ayrılır. Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilen din bilgilerini, müctehid olan büyük âlimler de değişdiremez. Zâten bugün, ictihâd derecesinde büyük âlim yokdur. Din bilgilerinin alışveriş, nikâh ve cezâ kısmlarını örf ve âdetlere göre değişdirmek câiz ise de, bunun da şartları vardır. İslâmiyyetin bildirdiği şartların dışında değişdirmek câiz değildir. Seyyid Kutb, islâmiyyeti değişdirmekle, Allahü teâlânın emrlerinin yerine, fransız ve sosyalist kanûnlarını getirmek istemekdedir. Nitekim, yukarıdaki maddelerde bu istekleri yazıldı. Cevâbları da verildi.
Otuzbeşinci sahîfesinde: (İslâmiyyet bir bütündür. Ayrılan parçaları birleşmeli, ihtilâflar ortadan kalkmalıdır) diyor. Cevâb:
İslâmiyyetin din bilgileri ikiye ayrılır:
1 - Kalb ile inanılacak şeyler.
2 - Kalb ve bedenle yapılacak şeyler.
Kalb ile inanılacak bilgiler, elbet bir bütündür. Bu da, Resûlullahın bildirdiği ve Eshâb-ı kirâmın haber verdiği îmân bilgileridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri Eshâb-ı kirâmdan öğrenip, kitâblarına yazdılar. Bütün müslimânların, bu kitâblardan okuyup, inanmaları hep bir îmânda birleşmeleri lâzımdır. Müslimânlar birleşmeli, ayrılık, bölücülük olmamalıdır. Bunun için, bütün müslimânların, tek doğru yol olan (Ehl-i sünnet) inanışında birleşmeleri, Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiği sapık fırkalara bölünmemeleri lâzımdır. Başka dürlü birleşmek olmaz. Seyyid Kutbun da bu îmân bilgilerini öğrenmesi, kendi kafasından ve
hocası olan meşhûr mason Muhammed Abduhun kafasından çıkan saçma ve sapık düşünceleri din bilgisi olarak yaymaması, bölücülük yapmaması lâzımdı. Fekat, Seyyid Kutb, yukarıdaki yazısı ile hak olan dört mezhebe saldırıyor. Mezheblerin ortadan kaldırılarak, uydurma bir müslimânlık yapılmasını istiyor. Cemâleddîn-i Efgânî, Abduh ve Mevdûdî gibi mezhebsizler ve Kâdıyânî [Ahmedî], Behâî ve Teblîg-ı Cemâ’at gibi sapıklar da hep bu yoldadır. Peygamberimiz, Ehl-i sünnetin içinde bulunan dört mezhebin, ibâdetlerde birbirinden ayrılığının rahmet olduğunu bildiriyor. Müctehidlerin ictihâd etmelerini emr ediyor. Bu beğler ise, mezheblerin yok edilmelerini, hıristiyan, yehûdî ve komünist kanûnlarından toplama, yeni bir din yapılmasını istiyorlar. Müslimânları aldatmak için, bu yeni dîne, şimdilik müslimânlık adını vermekdedirler.
Allahü teâlâ, ibâdetler ile ve evlenme, alış-veriş ve kul hakları ile ilgili bilgilerin hepsini açık ve kesin olarak bildirmedi. Kısa ve kapalı bırakdığı bilgileri Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” açıklamasını diledi. Peygamberi de, bunların hepsini tam açıklamadı. Kapalı bırakdığı bilgilerin açıklanmasını ve bunların günlük hâdiselere tatbîk edilmesini müctehid âlimlere bırakdı. Bu âlimler, bu vazîfeleri yaparlarken, aralarında ayrılıklar oldu. Böylece mezhebler meydâna geldi. Müslimânlar ibâdetlerini yaparken, memleketlerinin örf ve âdetlerine, iklim şartlarına ve kendi fizik yapılarına uygun ve dahâ kolay olan mezhebi seçerek, bu mezhebi taklîd eder. Mezhebler müslimânlar için rahmetdir, kolaylıkdır.
Yüzellialtıncı sahîfesinde: (Mülkiyyet, ancak şâri’in [ya’nî islâmiyyeti koyanın] isbâtı ve takdîri ile tesbît edilir. Bu hak, cem’iyyetin nâibi [mümessili] durumunda olan şâri’in husûsî olarak ferde temlîk etdiği birşeydir) diyor. Cevâb:
Mülk, elbet şâri’in izn vermesi ile mülk olur. Fekat, şâri’, ya’nî islâmiyyeti, emrlerini ve yasaklarını koyan, Allahü teâlâdır. (Mübellig), ya’nî islâmiyyeti bildiren, Allahın Peygamberidir “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”. Yalnız mülk değil, her hak, Allahü teâlâ izn verdiği için hak olmuşdur. Herkesin malı, mülkü, hakları, Allahü teâlâ izn verdiği, emr etdiği için mülk ve hak olmuşlardır. İşte bunun için, bir insan, rızâsı ile vermedikçe, kimse onun mülkünü elinden alamaz.
Yüzseksenbeşinci sahîfesinde: (Milyonlarca insanın basit bir meskene ve elbiseye muhtâç bulunduğu bir memleketde, milyonlarca lira sarf ederek muhteşem köşkler yapdırmak isrâf ve harâmdır) diyor.
Zekâtını fakîrlere veren ve alın teri ile halâlinden kazanan kimsenin köşkler yapdırması, hiç harâm değildir. Halâl ve mubârekdir. Tenbel oturup, çalışmayıp, fakîr kalmak, yâhud kazandıklarını harâm şeylere verip, basît meskende kalmak, uygun değildir. Böyle tenbellerin ve malını harâmlara isrâf edenlerin yüzünden, çalışkanlar niçin suçlu olsun? Zekâtını verenlerin köşklerde oturmaları, şık giyinmeleri, fennin bulduğu bütün kolaylıklardan fâidelenmeleri halâldir. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Verdiğim ni’metleri kullanmalarını severim) buyuruldu. Allahü teâlâ, (Çalışana veririm) buyuruyor. Çalışıp kazanmak ibâdetdir. Zenginlik günâh değildir. Allahü teâlâ şükr eden zenginleri sever. Zengin olduğu için, kendini beğenmek, kendini başkalarından üstün görmek harâmdır. (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki:
(Aşere-i mübeşşereden ya’nî Cennete gidecekleri müjdelenen on kişiden Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” tüccâr idi. Medînede, Basrada, Kûfede ve Mısrda mülkleri ve geniş erâzîsi vardı. Bin hizmetçisi vardı. Fekat bütün gelirini fakîrlere dağıtırdı. Cennetle müjdelenenlerden Talha “radıyallahü teâlâ anh” da zengindi. Şık giyinir, süslü gezerdi. Yüzüğünde kıymetli yâkut taşı vardı. Cennet ile müjdelenenlerden Osmân “radıyallahü teâlâ anh” da zengin tüccârdı. Tebük gazâsında onbin altın ve mal yüklü bin deve verip Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düâsını aldı.
Zenginlik kusûr değildir. (Âhır zemânda zengin olmak se’âdetdir) Hadîs-i şerîfi (Râmûz-ül ehâdîs)de yazılıdır. İbrâhîm, Dâvüd ve Süleymân “aleyhimüsselâm” çok zengindiler. Eshâb-ı kirâmın fakîrlerinden çoğu, zenginler bizim gibi ibâdet etdikden başka, malları ile hayrlı işler yaparak çok sevâb kazanıyorlar diyerek, agniyâ-yı şâkirîne imrenirlerdi).
İkiyüzkırkyedinci sahîfesinde: (Hilâfet müessesesi, dört halîfeden sonra, babadan oğula verâset yolu ile intikâl eden bir nev’ krallığa döndü. Milletin malı, bu şahsların akrabâsına, dalkavuklarına mubâh, islâmiyyete bağlı istihkâk sâhiblerine harâm kılınmış idi. Benî Ümeyyenin iktidâra gelişi, zararlı oldu. Hazret-i Ömer birkaç sene dahâ hilâfetde kalsa idi veyâ hazret-i Alî, üçüncü halîfe olsa idi, yâhud hazret-i Osmân iktidâra geldiğinde yirmi yaş dahâ genç bulunsaydı, islâm târîhinin çehresi dahâ başka olurdu. Hazret-i Ömer, zenginlerin artan mallarını alıp, fakîrlere eşid tevzi’ ederdi) diyor.
Bu yazılarında, hazret-i Osmânın, idâresiz, beceriksiz olduğunu gösteriyor. Hazret-i Osmânın din ve dünyâ bilgilerindeki, idâre
ve siyâsetdeki yüksekliğini bildiren Hadîs-i şerîfler sayısız denecek kadar çokdur. Bunlardan en meşhûrunu burada da bildirelim: (Eshâbımın en üstünü Ebû Bekrdir. Sonra Ömerdir. Sonra Osmândır. Sonra Alîdir) Hadîs-i şerîfindeki üstünlük, her bakımdan üstünlükdür. Hudeybiyede düşman, harb hâzırlığı yaparken, o tehlükeli zemânda, Peygamberimiz, düşmanlarla, konuşup anlaşmak için, hazret-i Osmânı sefîr olarak seçdi. Hazret-i Ömer vefât edeceği zemân, kendinden sonra halîfe olmağa lâyık ve muktedir gördüğü altı kişi arasında hazret-i Osmân da vardı. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ, doğru sözü Ömerin dili üstüne koymuşdur) buyurdu. İşte, hep doğru, isâbetli konuşan bu Ömer “radıyallahü anh, (Osmân halîfe olmağa lâyıkdır, muktedirdir) diyerek tavsiye ediyor. Seyyid Kutb ise, hayır, lâyık değildi. İslâmiyyetin gelişmesi onun yüzünden durakladı diyor. Hazret-i Osmânın, halîfe iken idârî, siyâsî ve askerî başarıları (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının beşinci kısm, beşinci maddesinde uzun bildirilmişdir. Lütfen oradan okuyunuz!
Seyyid Kutbun, islâm halîfelerini kâfirlerin krallarına benzetmesi ve milletin malını islâmiyyete bağlı olan istihkak sâhiblerine harâm etdiler demesi de, islâm halîfelerine iftirâdır. Bunun cevâbını kırkdördüncü maddede uzun bildirmişdik. İnsâflı yazılmış olan târîhlerin ve din âlimlerinin kitâblarının sahîfeleri, onun, bu iftirâlarını çürüten yazılarla doludur.
Seyyid Kutb, yine (İslâmda Sosyal Adâlet) kitâbının ikiyüzdoksansekizinci sahîfesinde: (Hazret-i Ömerin müellefetülkulübe zekât verilmesini yasak eden tasarrufuna benzeterek, zekât giderlerinden ba’zı farklı tasarruflarda bulunabiliriz. Fakîrlere nakd veyâ ayn olarak vermiyebilir, onlar için fabrika ve sanâyi te’sîsleri kurabiliriz. Ba’zı te’sîs ve teşekküllerde, onlar için hisse senedleri alabiliriz. Onlara, bugünün medenî îcâbları ile bağdaşmıyan ve hebâ olup giden muvakkat ihsân ma’nâsından uzak dâimî bir rızk ve gelir kaynağı te’mîn edilmiş olur) diyor.
Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim, müctehid idi. Hele dört halîfe, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtında müşâvirleri, vefâtından sonra da vekîlleri idi. Hadîs-i şerîfde, (Benim ve benden sonra, dört halîfemin yoluna sarılınız! Onların yolu doğru yoldur) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın sözbirliğine uymamız lâzımdır. Sözbirliği ile bildirdikleri bilgilerden, müslimânlar arasına yayılmış olanlarına inanmıyan kâfir olur.
Seyyid Kutb, kendisini hazret-i Ömer gibi müctehid sanıyor. Zekâtın verileceği yerleri değişdirmeğe kalkışıyor. Zekâtın kimle-
re verileceğini ve nasıl verileceğini dînimiz açıkça bildirmişdir. Bin seneden beri, hiçbir âlim bunu değişdirmeğe kalkışmamışdır. Dînimiz zekâtla, fakîrlere gelir kaynağı nasıl yapılacağını da çok güzel bildirmekdedir. İslâmiyyeti iyi anlamış olan bir müslimân, zekât parası ile islâmiyyete uygun olarak, fabrika ve sanâyi’ müesseseleri nasıl kurulabileceğini ve cihâd için, hayr cem’iyyetleri için nasıl yardım edileceğini hemen anlar. Bunların nasıl yapılacağı (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında yazılıdır. İslâmiyyet, her asrda müslimânların nasıl çalışacağını ve çağın buluşlarından fâidelenme yollarını göstermişdir. Seyyid Kutb gibi mezhebsizlerin islâmiyyeti değişdirmeğe kalkışmalarına sebeb ve lüzûm kalmamışdır.
Dört çeşid zekât malından, toprak mahsûlleri ile hayvan zekâtını ve (Âşir) denilen zekât me’mûrunun idhâlâtcı tüccârdan topladığı zekâtı, müslimânların devlet başkanı alır ve yerlerine sarf eder. Şahsların ve kurumların ve müslimân olmıyan hükûmetlerin bu zekâtları toplamağa ve sarf etmeğe hakları yokdur. Bunlar, zekât toplama merkezleri, zekât bakanlığı kuramazlar. Bunlara verilen zekâtlar kabûl olmaz. Müslimân olmıyan hükûmetin idâresinde yaşıyan müslimânın, her çeşid zekâtı, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen kimselerden birine veyâ vekîl etdikleri bir kimseye, kendisinin veyâ vekîlinin vermesi lâzımdır. İbâdetleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarına göre yapmalıdır.
Üçyüzbeşinci sahîfesinde, Nisâ sûresinin sekizinci âyetinin meâli olan (Mîrâs taksîm olunurken, [mîrâscı olmıyan] akrabâ, yetîmler, yoksullar da hâzır bulunurlarsa, kendilerini [ondan birşey vererek] rızklandırın!) hükmünü yazıyor. (Bu âyet-i kerîme, akrabâ, yetîmler ve fakîrlerin mîrâsda hisse alacağını açıkça ifâde etmekdedir. Tabî’î olarak, mîrâsda değişiklikler ve tahsîsler yapılabilir. Ba’zı hisseler vârislerin ve toplumun hâline göre ta’yîn edilebilir. Âyet-i kerîmede hâzır bulunursa diyor. Bu, mevcûd olmak ma’nâsındadır) diyor.
İslâm âlimleri, bu âyet-i kerîme için, bir emr olmayıp, sevâb ve ihsân olduğunu bildiriyor dediler. Emrdir diyenler varsa da, bu âlimler de, sonra gelen mîrâs âyetleri ile, bu âyetin hükmü nesh oldu, kalmadı buyurdular. Tefsîr-i Hüseynîde diyor ki, (Bu âyet-i kerîme, mîrâs dağılırken orada hâzır bulunanlar içindir. O meclisde hâzır bulunan yetîmlere, fakîrlere göz hakkı olarak birşey sadaka verilmesi iyi olur.) Senâüllâh-ı Dehlevî hazretleri, (Tefsîr-i Mazherî)de buyuruyor ki, (Mîrâs taksîm olunurken hâzır bulunan akrabâya, yetîmlere ve fakîrlere sadaka olarak birşey verilir. Sa’îd
bin Cübeyr ve Dahhâk, bu âyet-i kerîmenin (Yûsîkümullah) âyeti gelince, nesh edildiğini bildirdiler. Nesh edilmedi diyen âlimler de vardır. İbni Abbâs buyurdu ki, âkıl ve bâliğ olan vârisler, mîrâsdan az birşey ayırıp verirler. Vârisler küçük ise, vasî ve velîleri verir veyâ yetîm malıdır diyerek özr dilerler. Muhammed ibni Sîrin diyor ki, Ubeydet-ül Selmânî yetîmlere mîrâs taksîm etdi. Sonra bir koyun kesmelerini emr etdi. Pişirilip, bu âyetde bildirilenlere yidirildi ve bu âyet olmasaydı, koyunun parasını ben verirdim dedi. Bunlara birşey verilmesi farz olmayıp, müstehab olması sahîhdir). Görülüyor ki, vârisler diledikleri kadar verirler. Kendilerinden zorla birşey alınamaz. Seyyid Kutb, âyet-i kerîmedeki (hâzır bulunmak) kelimesini (herhangi yerde mevcûd olmak) şeklinde değişdirmekdedir. Şimdiye kadar hiçbir islâm âlimi, böyle değişiklik yapmamışdır. Kitâbı arabçadan türkçeye terceme eden de Seyyid Kutbun hatâsını anlamış olacak ki, vârislerden verâset vergisi alıp, vâris olmıyanlara verilmesi mümkindir, diyerek, âyet-i kerîmeyi büsbütün değişdirmekdedir. Câhillerin dinde söz sâhibi olduğu yerlerde, şeytâna iş kalmadığını, din âlimleri, çok önceden bildirmişlerdir.
(Fî-zılâl-il Kur’ân) adındaki kitâbında, Mâide sûresinin otuzüçüncü âyetini tefsîre kalkışırken, dört mezhebin ictihâdlarını bildirip, (Biz bu husûsda, imâm-ı Mâlikin fikrini tercîhe şâyân görüyoruz. Onun fikrine tarafdârız) demekdedir. Bu yazısı da, onun mezhebsiz olduğunu, kendisini mezheb imâmlarının üstünde gördüğünü ve (Usûl-i fıkh) ilminden haberi olmadığını göstermekdedir. Birkaç sahîfe sonra, hırsızın cezâsı verilmesinde, dört mezhebin ictihâdlarını bildirirken, (fekat, imâm-ı Ebû Yûsüf, İmâm-ı a’zama karşı çıkar. Her iki görüşden farklı üçüncü bir fikr ortaya atar) diyerek, mezheb imâmlarına ve ictihâdlara karşı, terbiyesiz kelimeler kullanmakdadır. İctihâdları, fikr, düşünce zan etmekdedir. İslâm dîni, edeb ve güzel ahlâk dînidir. İslâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, terbiyede ve güzel ahlâkda, islâm dîninin mümessili olmuşlardı. Onu dünyâya böyle tanıtmışlardı. Seyyid Kutb, bu bakımdan da, islâm âlimlerinden ayrılmakdadır.
Mâide sûresinin doksanüçüncü âyetini tefsîr ederken, (Kur’ân-ı azîmüşşânda vârid olan bu ifâdenin geliş tarzı üzerinde insanın içini râhatlatacak bir tefsîr tarzını, müfessirlerin zikr etdikleri arasında bulamadım. Okuduklarım içerisinde en fazla hoşuma giden her ne kadar hissen beni râhatlatacak durumda değilse de, ibni Cerîr Taberînin zikr etdiğidir) diyor. Hâlbuki, meselâ müfessirlerin baştâcı Beydâvînin tefsîri ve bunun Şeyhzâde hâşi-
yesi, bu âyet-i kerîmeyi dahâ geniş ve râhatlatıcı olarak açıklamakdadır. Büyük islâm âlimi, râsih ilmli ve tesavvuf mütehassısı seyyid Abdülhakîm Efendi, bu âyet-i kerîmeyi, İstanbulda Bâyezîd câmi’inde, hem Beydâvî hâşiyesinden, hem de Ebüssü’ûd ve Ni’metullah tefsîrlerinden günlerce açıklıyarak, dinleyen kültürlü gençleri hayrân etmiş, gönüllere ferâhlık vermişdi. Seyyid Kutb da, böyle zülcenâhayn bir derin islâm âliminin derslerinde ve sohbetlerinde senelerle bulunmakla şereflenip, ilm ve ma’rifet deryâsından birkaç damlaya kavuşsaydı, âyet-i kerîmelerin, sarâhatinden, ifâdesinden, işâretlerinden, delâletlerinden, iktizâsından ve tezammunlarından birşeyler anlıyabilirdi. Tefsîr ve müfessir ne demek olduğunu, belki sezerdi. O derslerin feyzleri, taş gibi katı, zift gibi kara olan kalbleri yumuşatıp, tezkiye edip, hakkı bâtıldan ayırabilecek, islâm âlimlerinin, Selef-i sâlihînin büyüklüğü karşısında titreyebilecek bir hâle getirir. Evet, Ehl-i sünnet âlimlerinin yüksekliklerini öyle anlar ki, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak için, onlara uymakdan başka çâre olmadığına tam inanır. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, (Mektûbât) kitâbında, (Peygamberlerin vârisleridir) ve (Mürekkebleri, şehîdlerin kanından dahâ ağır gelecekdir) Hadîs-i şerîfleri ile medh olunan âlimlerin, (Ehl-i sünnet) âlimleri olduğunu muhtelîf mektûblarında tekrâr tekrâr bildirmekdedir.
Seyyid Kutbun, Mâide sûresindeki âyet-i kerîmeyi ileri sürerek, yüzlerce tefsîr âlimini küçümsemesi, yalnız İbni Cerîri ayırarak onu övmesi, kendisinin mezhebsiz olduğunu ortaya koymakdadır. (Feth-ul-mecîd) ismindeki meşhûr vehhâbî kitâbının ikiyüzkırkdokuzuncu sahîfesinde de, İbni Cerîr bakınız nasıl övülmekdedir. (Yer yüzünde, Muhammed bin Cerîr bin Yezîd Taberîden dahâ âlim kimse yokdur. Müctehidlerden idi. Kimseyi taklîd etmezdi. Kendi mezhebinde yetişdirdiği çok talebesi vardı. Üçyüzon senesinde vefât etdi). Bunların ibni Cerîri medh etmeleri doğrudur. Fekat, bunu ileri sürerek, başka tefsîrleri ve müctehidleri küçümsemeleri, mezhebsiz olduklarını göstermekdedir.
(Hadîka)nın dörtyüzaltmışıncı sahîfesinde buyuruyor ki: (İ’tikâdda, taklîd ederek, işitdiğine îmân etmek câiz ise de, nazar ve istidlâl etmediği için, ya’nî inceleyip araşdırmadığı için, günâh işlemiş olur. Amelde, ibâdetlerde, araşdırmadan, bir mezheb imâmına tâbi’ olmak, sözbirliği ile câizdir. Uzun zemândan beri, müctehid olmak için lâzım olan şartları kendinde toplıyacak kimse kalmadığı için, her müslimânın dört mezhebden birini öğrenmesi lâzımdır. Bu da ancak, güvenilen bir kitâbı okumakla veyâ sâlih
olan âlimden sorup anlamakla mümkin olabilir. Mutlak müctehid kalmadı. Bir mezheb içindeki mes’elelerde ictihâd ederek fetvâ verebilecek, mezheb içi müctehidler, kıyâmete kadar bulunacakdır. Herhangi bir din kitâbını okuyarak ve din adamı geçinen herkese sorup anlıyarak, din bilgisi öğrenmek câiz değildir. Din adamı denilenler arasında câhiller, din bilgisi olarak kendi düşüncelerini yazan zındıklar, fâsıklar, münâfıklar, islâmiyyeti içerden yıkmak istiyenler ve bunlara âlet olarak geçinenler her zemân vardır. Hakîkî din adamı olmak için, hem ilm, hem amel, hem de ihlâs, ya’nî takvâ lâzımdır. Din adamının, insanı se’âdete kavuşdurabilmesi için, en önce Ehl-i sünnet i’tikâdında olması lâzımdır. Ya’nî, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” izinde bulunması ve icmâ-i ümmete uyması lâzımdır).
Seyyid Kutba gelince, dikkat edilirse o, bir gazetecinin ve bir politikacının tabî’î san’atı olan, yaldızlı, heyecanlı yazıları ile, okuyucularını vecde getiren bir hatîbdir. O, kapalı bir hazîneyi satışa çıkaran dellâl gibi, islâmiyyeti yalnız övmekde, içini açıp, cevherleri teşhîr etmeyip, islâm âlimlerini ve onların kitâblarını, sanki gençlerden saklayıp, kendi görüşlerini, din bilgisi olarak teşhîr etmekdedir. Bir artist rolü ile, okuyucularını teshîre çalışırken, çok yerde tezadlara düşdüğünü, kendi kendini yalanladığını anlıyamamışdır. Bir talebenin getirip gösterdiği şu yazısının okuyucularını küfre kadar götürmesinden çok korkulur: Mâide sûresinin yüzonbeşinci âyetini tefsîr ederken, (Semâdan sofra inme kıssası, hıristiyan kitâblarında, Kur’ân-ı kerîmde vârid olduğu gibi zikr edilmez. Hazret-i Îsânın vefâtından çok sonra kaleme alınmış olan bu İncîllerde..) demekdedir. Hâlbuki, (Hazret-İ Îsâyı öldürmediler. Onu asmadılar) âyet-i kerîmesini, dahâ önce kendisi uzun açıklamışdı. Âyet-i kerîmeler, Îsâ aleyhisselâmın öldürüldüğünü aslâ bildirmiyor. Nisâ sûresi 157.ci âyetinde (Îsâyı öldürmediler ve asmadılar) buyuruluyor. Diğer âyet-i kerîmede, (Teveffî) edildiğini, ya’nî göğe çıkarılma işinin tâm olduğunu haber veriyor. Seyyid Kutbun, tefsîr âlimi, din adamı değil, arabcası kuvvetli ve keskin zekâlı, geniş hayâlli, becerikli bir yazar olduğunu bütün kitâbları haykırarak haber veriyor. Politikacılar, emellerine kavuşmak için, sevilen ve sayılan şeyleri ele alarak, öyle canlandırırlar ki, yazılarında samîmî olup olmadıklarını, ancak o şeyi yakından tanıyanlar anlıyabilir. Anlıyamıyanlar da, vesîle edilen o şeyin hayrânı olduklarından, yazarın emellerine âlet olup, peşine takılır, onunla birlikde felâkete sürüklenirler. Nitekim, Seyyid Kutbun yazılarına mest olan binlerle Mısrlı gencin dünyâ ve âhıret azâblarına sürüklendiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Şimdi de, dînini anlamağa su-
samış olan gençlerin, bu mezhebsiz ve sapık yazılara ve bunları türkçeye yanlış ve bozuk terceme eden sahte din adamlarına aldanacaklarını düşünerek, bunlara çok acıyor ve üzülüyoruz.
Câhil ve âciz kimselerde yayılmış bir hastalık var: Geçmişleri kötülemek, ecdâdı kusûrlu göstermek. Bu hâstalık, vehhâbînin kitâbında ve Seyyid Kutbda hâd (taşkın) hâle gelmişdir: (Eshâb-ı kirâmdan sonra, nice yıllar, müslimânlar, Kur’ânla hayât arasına yıkılmaz sedler çekmişler. Kur’ân, mihrâb nağmeleri, mezâr düâları olmuş. İşte Seyyid Kutb, islâmın bu büyük derdine parmak basmak için Fî-zılâl-il-Kur’ânı yazdı) diyorlar. Bunlara sorarız ki, Kur’ân-ı kerîmin bilgilerini, nûrlarını üç kıt’aya yayan, bugünkü medeniyyetin beşiğini kuran islâm üniversitelerini kimler açdı? Ecdâdımız, ilmde, cihâdda, fende ve ahlâkda, hayâtlarını Kur’ân-ı kerîme tâm uydurmuşlardı. Yazdıkları binlerle kitâb ve kurdukları çeşidli islâm medeniyyetleri, dünyâ târîhlerinde öğülmekdedir. Ecdâdımızın ölülere Kur’ân okumaları ile alay eden Seyyid Kutbcular şunu iyi bilsinler ki, kabr ziyâretini, ölülere Kur’ân okumağı, Resûlullah emr etmiş ve kendileri de yapmışdır. Ecdâdımız, bu emre, bu sünnete uymak için, ölüleri ziyâret etmiş ve rûhlarına Kur’ân-ı kerîm okumuşlardır. Böylece her işlerinde Kur’âna ve sünnete sarılmışlardır. (Seyyid Kutbun kitâbı rivâyetler silsilesi değildir) diyenler, onu övdüklerini sanarak, yüzkarasını ortaya çıkarmakdadırlar. Çünki, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” rivâyet edilmiyen din bilgilerine bid’at denir. Hadîs-i şerîfde, (Bizden rivâyet edilmiyen, sonradan meydâna çıkarılan din bilgileri bid’atdir, hepsi sapıklıkdır) buyuruldu. Başka bir Hadîs-i şerîfde, (Bid’at ortaya çıkaranların hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz. Onlar, Cehenneme gideceklerdir) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîfler, Seyyid Kutbcuların çok aldandıklarını, yalnız Ehl-i sünnetin kurtulacağını açıkça göstermekdedir. Çünki, Seyyid Kutb, Selef-i sâlihînden gelen rivâyetleri kabûl etmiyor. Ehl-i sünnet ise Selef-i sâlihînin Resûlullahdan getirdikleri rivâyetlere sarılıyor. (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde buyuruyor ki, (Ehl-i sünnet mezhebini ve bu âlimlerin bildirdiği i’tikâdı öğrenip, i’tikâdını buna göre düzeltmek her müslimâna farzdır. Bunu herkes öğrenmelidir. Câhil kalmamalıdır. Zîrâ, islâmiyyete uymıyan i’tikâdın büyük zararı vardır. Zemânımızda bid’atler her tarafa yayıldı. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdını bilen az kaldı. Bu câhillik bütün dünyâyı kapladı. İlmi ile amel eden âlimlerin sözlerine güvenilir. Çok kimseler vardır ki, ilmden mahrûmdur. Fekat, âlim şekline girmiş, şöhret sâhibi olmuşlardır. Bunların şekllerine ve şöhretlerine aldanmamalı-
dır. Yarım din adamı, din yıkar. Yarım dokdor, beden yıkar, sözü meşhûrdur. Zemânımızda, birçok câhil, şeyh ve mürşid adı ile ve büyük din âlimi adı ile, müslimânları aldatıyor. Allahü teâlâ, müslimânları bunlara aldanmakdan korusun! Bu sapıklardan çok sakınmalıdır. Din adamı geçinen herkesin sözüne ve kitâbına uymamalıdır. Fıkh kitâbından alınmamış, modaya göre verilmiş olan fetvâlara, kararlara uymamalı, ehlini arayıp bulup, ondan sormalı, doğrusunu öğrenmelidir). İslâm âlimlerinin bu nasîhatlerini her müslimân, kulağına küpe yapmalı, aklını başına toplayıp, sapık kitâbların yaldızlı reklâmlarına, şaşırtıcı propagandalarına aldanmamalıdır.
Seyyid Kutbun sapık fikrlerine (Dirâyet tefsîri) diyenlere ne kadar şaşılır. Kur’ân-ı kerîmden Seyyid Kutbun çıkardığı bozuk fikr kırıntılarına değil, Kur’ân-ı kerîmden Allahın Resûlünün anlayıp bildirdiği ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bu bilgileri toplıyarak meydâna getirmiş oldukları hakîkî tefsîr kitâblarına sarılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmin gölgesine sığınmak, böylece se’âdete kavuşmak istiyenler, şunun bunun yazdığı tefsîrlere değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru tefsîrlerine inanmalıdırlar. İnsanı se’âdete kavuşduracak, Seyyid Kutbun vârisleri değil, Resûlullahın vârisleri olan Ehl-i sünnet âlimleridir.
Seyyid Kutbcular, ona Şâfi’î diyorlar. Hâlbuki, dört mezhebden birinde olmak için, önce Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinden “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, ayrılan ve hele Ehl-i sünneti beğenmiyen kimsenin, dört mezhebden birinde olduğunu söylemesi, müslimânları aldatmak olur.
Seyyid Kutbun tefsîrinin tercemesine bakan bir müslimân, âyet-i kerîmelerin meâllerini okuyunca cidden zevk alıyor. Rûhu ferâhlıyor. Çünki, bu meâller, Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsîrlerinden alınmışdır. Fekat, Seyyid Kutbun yazılarını, onun islâmın ana kaynaklarına uymıyan sapık yazılarının tercemelerini okuyunca, müslimâna sıkıntı basıyor. Kalbi kararıyor. Seviyesinin düşüklüğü hemen duyuluyor. Îmânı, islâmı, felsefî düşüncelerle açıklamağa özendiği görülüyor. Bunun içindir ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, rûhlara hayât veren kitâblarını okuyup, bu yüce âlimlerin, büyüklüğünü sezebilen insaflı mü’minler, bugün de hakîkî tefsîr kitâblarını okumakda, o ma’rifet deryâlarından feyz almağa uğraşmakda, Seyyid Kutbun kitâblarını övmek şöyle dursun, bunları okumakdan gençleri korumağa çalışmakdadırlar.
Sapık fikrlerini tefsîrinin her yerine serpmiş ise de, okuyucularımızı tatmîn etmek için birkaçını kısaca bildirmeği fâideli gördük:
1 - Bekara sûresinin tefsîrine başlarken, (Her sûrenin kendine hâs bir mûsikî te’sîri ve âhengi vardır) diyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Gınâ, ya’nî mûsikî, kalbde münâfıklığı artdırır) buyuruyor. Kur’ân-ı kerîm hiç böyle te’sîr eder mi? O, mûsikînin hâsıl etdiği zulmetleri temizler. Kalbi, rûhu nûrlandırır. (Birgivî vasiyyetnâmesi) şerhinde buyuruyor ki, (Mûsikî ile okunan şeyleri dinlememelidir. Zemânımızdaki tarîkatçılar çok câhil ve inâdcıdırlar. Tegannî ederek şi’r okuyorlar. Mûsikîden hâsıl olan şehvet lezzetlerine, ibâdetde lezzet hâsıl oldu diyorlar. Feyz hâsıl oldu diyorlar. Böyle kitâbsız, mezhebsiz sapıklar, Deccâl askerinin başlangıcıdırlar. Mü’minlere vasıyyet ederim ki, bunlara aldanmayınız! Dinden çıkarsınız! Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılmayınız! Kur’ân-ı kerîmi, ezânı, zikri ve düâyı tegannî ile okuyanları dinlemeyiniz! Bunları susdurunuz! (Tâtârhâniyye) fetvâ kitâbı, bunları tegannî ile okumanın harâm olduğunda sözbirliği bulunduğunu yazmakdadır. Harâm olduğuna, fıkh âlimleri çok sened, vesîka ortaya koymuşlardır.)
2 - (Medîneye hicret bir mecbûriyyet altında yapıldı) diyor. Hâlbuki islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hicretin korku, sıkıntı ve mecbûriyyetle değil, Allahü teâlânın takdîri ve izn vermesi ile yapıldığını bildiriyorlar. (Mevâhib-i ledünniyye) de diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına Mekkeden Medîneye gitmelerini emr buyurdu. Kendisi Mekkede kalıp Allahü teâlâdan izn gelmesini bekledi. Birgün Cebrâîl “aleyhisselâm” gelip, Kureyş kâfirleri seni öldürecek. Bu gece yatağında yatma dedi. Ertesi gün hicret etmesine izn verilen âyet-i kerîmeyi getirdi). İslâm âlimleri, Resûlullah için, böyle edebli söyler ve yazarlardı.
3 - (Kur’ân sûrelerinin ba’zılarının başında bulunan harflerin tefsîrinde çeşidli görüşler ileri sürülmüşdür. Biz bu görüşlerden birini alıyoruz ki, o da Kur’ân-ı kerîmin bu harflerden meydâna gelmiş olduğuna işâret sayılmasıdır) diyor. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, (Bu harfler, müteşâbihâtdandır. Ma’nâlarını Allahü teâlâ gizlemişdir. Ma’nâları çokdur. Bir kısmını yalnız sevgili Peygamberine ve Onun vârisleri olan ulemâ-i râsihîne bildirmişdir). Kur’ân-ı kerîmin arabî harflerle indirildiği, başka âyetlerde açıkca bildirilmekdedir. Bu harflere böyle ma’nâ vererek, hazret-i Ebû Bekrin ve hazret-i Ömerin ve tefsîr âlimlerinin bildirdiklerini yazmakdan kaçınması, küçümsenecek birşey değildir. Kur’ân-ı kerî-
min esrârından ve tesavvuf büyüklerine ilhâm olunan me’ârif-i ilâhiyyeden haberi olmadığı buradan da anlaşılmakdadır.
4 - (Tefsîr ve tevhîd âlimleri yer ve gökden hangisinin önce yaratıldığını uzun anlatmışlardır. Fekat bunların bilmesi gerekirdi ki, öncelik ve sonralık, beşerî ıstılâhdır. Yine unutulmamalıdır ki, bu gibi istilâhlar, ancak hudûdsuz tasvîrlerin, mahdûd beşer havsalası tarafından kavranabilmesi için kullanılmışdır. İslâm mütefekkirlerinin Kur’ân-ı kerîmdeki bu ta’bîrler üzerinde girişdikleri münâkaşa, yunan felsefesi ile yehûdî ve hıristiyanlardaki dîni tartışmaların berrâk arab aklı ile, parlak islâm zekâsına karışmasının korkunç felâketinden başka birşey değildir) diyor. Seyyid Kutbun islâm âlimlerine, Selef-i sâlihîne karşı kullandığı kelimelere bakınız! Tefsîr ve kelâm âlimlerine karşı yapdığı bu hakâretleri ve edebsizlikleri, hangi müslimânın kalbini sızlatmaz? (Bunların bilmesi gerekir ki) diyerek, o yüce âlimlere ders vermeğe kalkışıyor. (Unutulmamalıdır ki) diyerek, Resûlullahın övdüğü hayrlı asrın en üstünlerine câhil damgasını basıyor. İslâm âlimlerinin zemân, mekân üzerinde yazdıkları kitâblardaki ince bilgileri işitmemiş olduğu buradan anlaşılmakdadır. İslâm âlimlerinin kitâblarını okumuş ve anlamış olsaydı, islâmın gözbebeklerine dil uzatamaz, haddini bilir, edebini takınırdı. Evet o, (Dikenler), (Köyden bir çocuk) ve (Sihrli şehr) romanlarındaki gibi, akıcı bir ifâde ve yaldızlı kelimelerle yazdığı tefsîrinde, gençlere bir âlim te’sîri yapmakda, körpe dimâgları kendine bağlamakda ise de, islâm âlimlerinin mubârek yazılarını okuyup, gafletden uyanmış olanlar, onun bu câzibeli yazıları arasına yerleşdirdiği zehrli fikrlerini, sapık tutumunu hemen anlamakdadırlar.
5 - (Bana göre, bu tecribe, yeryüzünde halîfe olacak şahsı yetişdirmek için yapılmışdır) sözünde olduğu gibi, tefsîrinin birçok yerinde, (Bana göre) diyerek, kendisini dev aynasında görmekdedir. Câhil değil, echel olduğu buradan da anlaşılmakdadır. (Beydâvî) tefsîrini ve hâşiyesini ve (Tefsîr-i kebîr)i okuyup, Kur’ân-ı kerîmin zâhirî bilgilerini ve (Ni’metullah) tefsîrini veyâ Bursalı İsmâ’îl Hakkı hazretlerinin (Rûh-ül-beyân) tefsîrini okuyup, Kur’ân-ı kerîmin esrârından birşey anlamış olsaydı, kendi haddini bilir, belki edebli olurdu.
6 - Bekara sûresinin yüzonyedinci (117) âyetini tefsîr ederken, (Yaratanın hiç benzeri yokdur. İşte burada Vahdet-i vücûd felsefesi temâmen islâmî tesavvurun dışında kalır ve islâm, gayr-i müslimlerin vahdet-i vücûd anlayışını temâmen red eder) diyerek, tesavvufdan hiç haberi olmadığını bildiriyor. Tesavvuf büyükleri-
nin ilhâm ve keşflerini felsefe sanıyor. Ulemâ-i râsıhîne gayr-i müslim diyecek kadar küstahlaşıyor. Çünki, islâmiyyetden önce mevcûd olan vahdet-i vücûd bilgilerini de, hak olan eski semâvî dinlerin tesavvufcuları ortaya koymuşdu. Yunan felsefecileri ve İskenderiyye mektebi kâfirleri, bu bilgileri din tesavvufcularından çalarak benimsemişlerdi. Vahdet-i vücûd bilgileri felsefecilerin buluşu değil, dinde yükselmiş mü’minlerin ma’rifetleri ve keşfleridir. Vahdet-i vücûd, (Se’âdet-i Ebediyye)nin çeşidli yerlerinde açıklanmışdır. Lutfen, kitâbın fihristinden yerlerini bularak okuyunuz!
7 - Zümer sûresinin üçüncü âyetini tefsîr ederken, (Tevhîd ve ihlâs sâhibi, Allahdan başka kimseden birşey istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez. İnsanlar, İslâmiyyetin bildirdiği tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün memleketlerde Evliyâya ibâdet ediliyor. İslâmiyyetden evvelki arabların meleklere, heykellere tapındıkları gibi, onlardan şefâ’at istiyorlar. Allahın bildirdiği tevhîdde, ihlâsda, Allah ile kul arasında vâsıta ve şefâ’at etmek yokdur) diyor. Bu yazıları ile, vehhâbî olduğunu i’lân ediyor.
8 - Bu sosyalist yazar, kendisini tefsîr âlimi sanmakda, çeşidli âyet-i kerîmelere yanlış ma’nâ vermekdedir. Meselâ Nisâ sûresinin yedinci âyet-i kerîmesine, (Ana-babanın ve yakınlarının bırakdıklarında, erkeklere bir pay vardır. Ana babanın ve yakınların bırakdıklarında kadınlara da bir pay vardır. Bunlar az veyâ çok farz kılındığı şeklde bir paydır..) demekdedir. Hâlbuki islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bu âyet-i kerîmeye, (Anababa ve yakınların bırakdıklarında erkeklere pay vardır. Ana-babanın ve yakınlarının bırakdıklarında, kadınlara da pay vardır. Bırakılan mallar az olsun çok olsun, farz kılınan mikdârdaki payları onlara verilir) demişlerdir. Beydâvîde sebebi de açıklanmışdır. Hele bundan sonraki âyet-i kerîmeye, (Biz burada nesh husûsunda bir delîl göremiyoruz. Bizim görüşümüze göre bu âyet muhkemdir. Gereği şeklde amel etmek de farzdır) diyerek, kendi görüşüne göre tefsîr yapdığını yazmakdan da sıkılmamakdadır. Hâlbuki tefsîr âlimleri, bu âyet-i celîleye vâcib diyenler oldu ise de nedbdir. Ya’nî müstehabdır demişlerdir. Bütün islâm memleketlerinde de, böyle yapılagelmişdir.
Bundan önceki âyet-i kerîmeyi bildirdikden sonra, (Allahü teâlâ, mal ve mülkü cem’iyyete tevdî etmişdir. Cem’iyyet, bu malları güzel kullanmakla mükellefdir. Cem’iyyet başlangıçda bütün malların sâhibidir. Vârisler (vasîler) sâdece cem’iyyetin izni ile- bu malları kullanma hakkına sâhibdirler) diyerek, islâm dînine iftirâ
etmekde, reform yapmağa kalkışmakdadır. Tefsîr ismi altında, sosyalist fikrlerini gençlere aşılama çabasındadır.
9 - (Cihân Sulhu) ve (İslâmî Etüdler) kitâblarında, (Zekât, bir vergidir. Bu vergiyi ancak devlet tahsîl eder. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydâna gelen bir mu’âmele değildir. Elden ele geçen ferdî bir ihsân ve sadaka değildir. Malların zekâtını kendi elleri ile ayırıp yine kendi elleri ile dağıtmak, islâmın farz etdiği bir şekl ve nizâm değildir. Zekâtı verilmiş mal, birikdirilmiş mal [ya’nî kenz] sayılmaz sözü doğru değildir. Devlet ona el koyabilir) diyor. Seyyid Kutbun bu sözlerinin doğru olmadığı, islâmiyyete uymadığı, kendi yanlış düşünceleri olduğu (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında uzun ve vesîkalarla isbât edilmişdir. Zekâtı verilmiş malın kenz olmadığı, hükûmetin bu mala hiçbir sebeble el koyamayacağı, bütün kitâblarda yazılıdır. (Ahkâm-üs-sultâniyye)de ve birçok kıymetli kitâblarda diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmde zekât ve sadaka aynı ma’nâda kullanılmakdadır. Müslimânın malında, zekâtdan başka, kimsenin hiçbir hakkı yokdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Malda zekâtdan başka hak yokdur) buyurdu. Zekâtını vermek lâzım olan mallar ikiye ayrılır. Emvâl-i zâhire ve emvâl-i bâtına. Emvâl-i zâhire, saklanamıyan mallardır. Ekin, meyve ve çayırda otlıyan dört ayaklı kasâb hayvânları böyledir. Emvâl-i bâtına, saklanabilen mallardır. Altın ile gümüş ve ticâret eşyâsı böyledir. Hükûmet, emvâl-i bâtınanın zekâtını istiyemez. Bunların zekâtını vermek, sâhibinin hakkıdır. Sâhibleri, kendi istekleri ile, hükûmete verirlerse, o zemân hükûmet alıp, islâmiyyetin emr etdiği yerlere vermekde, sâhiblerine yardımcı olur. Hükûmetin vazîfesi, yalnız emvâl-i zâhirenin zekâtlarını istemek ve yerlerine dağıtmakdır. Hükûmetin bu hakka mâlik olabilmesi için de, hür, müslimân, âdil olması ve zekât üzerindeki din bilgilerine sâhib olması şartdır. Hükûmet zekâtı toplamakda zâlim olup, yerlerine dağıtmakda âdil ise, buna zekât verilmesi de, vermeyip, mal sâhibinin kendisinin dağıtması da câiz olur. Zekâtı toplamakda âdil olup, dağıtmakda zâlim ise, bu hükûmete zekât vermemek vâcib olur. Vermek câiz değildir. İstekle veyâ zorla alırsa, zekât verilmiş olmaz. Mal sâhiblerinin ayırıp, hakkı olanlara kendilerinin tekrâr dağıtmaları lâzım olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” toplanan zekâtları, uygun gördüğü yerlere dağıtırdı. Sonra, Allahü teâlâ, zekât verilecek yerleri birer birer bildirip başka yerlere sarf edilmemesini emr eyledi. Kâfire zekât verilmiyeceği sözbirliği ile bildirildi). (Ahkâm)dan terceme temâm oldu.
(Dürr-ül-muhtâr), kefâlet bahsinin sonunda buyuruyor ki,
(Tarsûsî dedi ki, sultânın, [ya’nî hükûmetin], kimsenin malına el koyması câiz değildir. Yalnız, Beyt-ül-mâl âmilleri, ya’nî zekât toplıyan me’mûrlar, vâlîler ve Beyt-ül-mâl kâtibleri müslimânların mallarını kendi zimmetlerine geçirirlerse, millete hıyânet ederlerse, hükûmet bunların haksız edindikleri mallarına el koyabilir. Evkâf kâtibleri, me’mûrları da böyledir. Bunlar da aşırı harcamalar yapar, çalgılı, oyunlu sefâhet hayâtı yaşarlarsa, apartmanlar yaparlarsa, hükûmet bunların mallarına el koyar ve vazîfeden azl eder. Haksız ele geçirdikleri mallarını vakfa i’âde eder. Hangi vakfdan aldıkları belli olmazsa, Beyt-ül-mâla verir. Halîfe Ömer “radıyallahü anh” Ebû Hüreyreyi “radıyallahü anh” zekât toplamak için, Bahreyne vâlî göndermişdi. Sonra, onu bu işden azl etdi. Mallarına el koydu. Onikibin lirasını aldı. Bir zemân sonra, ona yine bu vazîfeyi vermek istedi ise de, kabûl etmedi. Böyle olduğunu, Hâkim ve başkaları haber vermekdedirler). İbni Âbidîn bu satırları açıklarken buyuruyor ki, (Hükûmetin Beyt-ül-mâl me’mûrlarının mallarına el koyması demek, onların kendi zimmetlerine geçirdikleri zekât mallarını, ellerinden geri alarak, Beyt-ül-mâla vermesi, ya’nî yerine koymasıdır. Yoksa, hükûmet bu malları başka yerlere harc edemez. Ebû Hüreyre buyuruyor ki, Ömer “radıyallahü anhümâ”’ zekât toplamak için, beni Bahreyne gönderdi. Sonra, vazîfemden azl etdi ve onikibin liramı aldı. Bir zemân sonra, yine bu vazîfeyi vermek istedi. Kabûl etmedim. Ebû Hâtem, bunu işitince, Yûsüf “aleyhisselâm” senden çok üstün, yüce bir Peygamber olduğu hâlde, bu vazîfeyi yapmağı dilemişdi. Sen niçin kabûl etmedin? dedi. Cevâbında, O, Yûsüf “aleyhisselâm” idi. Peygamber idi. Peygamber oğlu idi. Peygamber torunu idi. Peygamber torununun oğlu idi. Ben ise, Ümeyye oğluyum. Bilmediğim şeyi söylemekden, bilmediğim işi yapmakdan, böylece Rabbime ve Onun kullarına karşı rezîl olmakdan ve malıma el konmasından korkarım buyurdu. Ebû Hüreyre hazretlerinin mezhebine göre, zekât me’mûrlarının hediyye kabûl etmesi câiz idi. Hazret-i Ömerin mezhebinde ise, câiz olmadığı anlaşılmakdadır. Hazret-i Ömer, kendi mezhebine göre hareket ederek, hediyye olarak topladığı malları, elinden aldı.) Görülüyor ki, hazret-i Ömer, zenginlerin mallarına el koymadı. Bil’akis, zenginlerin mallarına el uzatan me’mûrların haksız kazançlarını geri alıp, sâhiblerine vermişdir. İslâmiyyetde, hiçkimse, hiçkimsenin malına, mülküne elkoyamaz. İslâmiyyet bu bakımdan da, komünistlikden, sosyalistlikden ayrılmakdadır.
10 - Seyyid Kutb, tefsîrinin çeşidli yerlerinde, (Zekâtdan başka malda da fakîrlerin hakları vardır) hadîsini yazıyor ve zekâtı
hükûmetin zorla alacağını, ayrıca sadaka vermiyenlerin fazla mallarına hükûmetin el koyabileceğini bildiriyor. İşi komünistliğe kadar götürüyor. Bu fikrlerine sened yapabilmek için âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâ veriyor. Kaş yaparken göz çıkarıyor. Yukarıdaki Hadîs-i şerîf, sadakanın, zekât gibi farz olduğunu değil, nâfile ibâdetler arasında çok sevâb olduğunu göstermekdedir. Çünki, zekât hakkını fakîrlere vermeyenlere Cehennemde azâb yapılacağı bildirildi. Sadaka hakkını vermiyenlere ise, hiç azâb bildirilmedi. Sevâbının çok olduğu bildirildi. Bunun gibi, (Müslimânın müslimân üzerinde beş hakkı vardır) Hadîs-i şerîfinde bildirilen, (Selâm vermek, hasta ziyâret etmek ve da’vet olunan yemeğe gitmek) haklarının da farz olmadıklarını islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Hâlbuki, (Zevâcir)den aldığımız aşağıdaki Hadîs-i şerîfler, zekâtın böyle olmadığını açıkça gösteriyor:
(Mallarınızı zekât vermekle koruyunuz. Hastalarınızı sadaka vererek tedâvî ediniz! Düâ ile belâdan korununuz!) ve (Zekâtı verilen mal, yer altına gömülse de, kenz ya’nî Allahü teâlânın kötülediği defîne sayılmaz. Zekâtı verilmiyen mal açıkda bırakılsa da, kenz olur) ve (Mü’minin kalbinde buhl ya’nî cimrilik ile îmân bir arada hiç bulunamaz!). İbni Hacer-i Mekkî hazretleri bu Hadîs-i şerîfleri açıklarken, Hadîs-i şerîflerde kötülenen buhl, ya’nî hasîslik zekât vermemek demekdir diyor.
11 - (Biz, onlara aşağılık maymunlar olunuz dedik) meâlindeki âyet-i kerîmede, cumartesi günü balık tutmuş olan yehûdîlerin maymun yapıldıkları açıkça bildirildiği hâlde, bu âyeti de değişdirmeğe kalkışmış, (Maymun derekesine düşdüler. Vücûdları ile maymun olmaları îcâb etmez) demiş, kendisini imâm-ı Mücâhid gibi bir müctehid bilmişdir. Büyük âlim Abdül’azîz Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tefsîr-i Azîzî)de bunların şekl ve sûretlerinin maymun şekline döndüklerini ve üç gün yaşayıp öldüklerini uzun yazmakda ve seyyid Kutb gibi söyliyenlere cevâb vermekdedir.
12 - Yine bu tefsîrinde, (Kur’ânda esîrleri köle yapmak mevzû’unda hiçbir hükm vârid olmamışdır. İslâm, köleliğin menba’ını kurutmuşdur) diyor. Bu görüşünün bozuk olduğunu kendi de anlıyarak, lâfı değişdiriyor ve (İslâm, meşrû’ harb esîrlerinden ma’da, kölelik kaynaklarını kurutdu. Çünki, örflere muhâlif olan bir hükmü o gün cem’iyyetlere zorla kabûl etdirecek kudretde değildi) diyor. Bu saçma mantığı ile, hatâsını örtmeğe çalışıyor. Hicretin yedinci senesinde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber gazâsında aldığı esîrleri, Eshâbına köle ve câriye olarak
dağıtdığını ve bu işin islâm devletlerinde asrlarca tatbîk edildiğini inkâr edemiyor. Fekat, islâmiyyetin kâfir cem’ıyyetlerine ahkâm getirdiğini sanarak, çok feci’ bir fikr de yürütüyor. (İslâm, hükmünü kabûl etdirecek kudretde değildi) diyor. Bu kudretsizliğin Allahü teâlâya varacağını, küfre sebeb olacağını düşünemiyor. Hâlbuki, islâm, kâfirlere hiçbir hükm ya’nî emr ve yasak getirmemişdir. İslâm ahkâmı, müslimânlara ve müslimân olan cem’iyyetlere mahsûsdur. İslâm, kâfirlerden tek birşey istemekdedir. O da îmân etmeleridir. Zimmî kâfirlerin mu’âmelât ile mükellef olmaları, hükmen müslimân sayıldıkları içindir.
13 - Seyyid Kutb, kitâblı kâfir kadınları ile evlenmekde de kendi görüşlerini ileri sürmekde, müctehidlerle boy ölçüşmeğe kalkışmakdadır. Tefsîr yapmakda ve din kitâbları yazmakda tek sermâyesi, memleketi îcâbı arabî bilmesidir. Tek hüneri, iyi bir tercümân olabilen bu yazarın en büyük hatâsı, din bilgilerinde mukallid olduğunu anlıyamamış olmasıdır. Hâlbuki, nassları açıklamakda ve nass bulunmıyan bilgilerde, yalnız müctehidlerin görüşlerine değer verilir. Müctehid olmıyanların, ya’nî bizim gibi mukallidlerin görüşleri din bilgisi olamaz. Müctehidlerin görüşlerine uymıyan görüşler ileri süren din câhillerine (Dinde reformcu) veyâ (Zındık) denir. Bunlar, din adamı görünerek, perde arkasından dîni yıkmak istiyen kimselerdir. Hakîkî din adamı demek, uzun seneler dirsek çürütüp, müctehidlerin açıklamalarını, görüşlerini öğrenerek, bunları zemânındaki insanların anlayışlarına göre, aktaran, bildiren hâlis müslimân demekdir.
Seyyid Kutb, memleketi îcâbı arabcayı iyi bildiği için, kırk seneden beri incelediği ve hayrân olarak savunduğu sosyalist bilgilerini Kur’ân-ı kerîm ile karşılaşdırmağa kalkışdı. İslâm âlimlerinin kitâblarını okumadığı için ve Mısr mason locası başkanı Mehmed Abduhun te’sîri altında kalarak, ömrünün son yıllarında, mezhebsizliği ve vehhâbîliği tervîc eden kitâblar yazmağa başladı. [m. 1948] de çıkardığı (İslâmda Sosyâl Adâlet) kitâbı, bu yıkıcı, sapık fikrleri ile doludur. Kur’ân-ı kerîme sarılmalı diyerek, gençleri, kendi sapık fikrleri arkasında sürükledi. Keşki, kendi zemânında bulunan Abdülkâdir Udeh gibi ve Ahmed-i Advî Ezherî gibi, islâmiyyeti iyi incelemiş ve anlamış mücâhidlerin yazılarını okumuş olsaydı, Ehl-i sünnet âlimlerinin yüksekliklerini öğrenir, bunların biricik kurtuluş yoluna sarılmak se’âdetine kavuşabilirdi. Fekat, ona dîni bütün islâm âlimi diyenler de, (İlmî ve felsefî araşdırmaları, kendisine sarsılmaz bir îmân bahş etdi) sözünü gizliyememişler, onun îmânının, islâm bilgilerine değil, felsefî düşünceler üzeri-
ne kurulmuş, sapık bir yol olduğunu bildirmişlerdir.
Din adamı geçinen ba’zı kimseler, Seyyid Kutbun reformcu, sapık fikrlerine aldanmakla kalmıyor. Onun islâmiyyete uymıyan fikrlerini gençler arasına yaymağa uğraşıyorlar. Bu çalışmalardan kazanc sağlamağı düşünen ba’zı kimseler de, onun tefsîrini ve kitâblarının ba’zı yerlerini yanlış terceme edip, yüksek fiyâtla satıyorlar. Kazançlarına engel olduğu için, hakîkati ortaya koyan, gençleri uyandıran kitâblarımıza saldırıyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından terceme etdiğimiz kitâblarımıza, ilm ile, vesîka ile karşı çıkamadıklarından, yalan ve iftirâdan başka çâre bulamıyorlar. Böyle yalan söyliyenlere, (bu sözünüz, kitâblarımızın neresinde yazılıdır?) deyince, bir yer gösteremiyorlar. İftirâları, yalanları ortaya çıkıyor. Seyyid Kutbun (Fî-zilâl-il Kur’ân) tefsîrinin bozuk ve zararlı olduğunu göstermek için, islâm âlimlerinin büyüklerinden Ahmed ibni Hacer-i Mekkî hazretlerinin fetvâsını okumak yetişir. Fetvâ şudur:
(İslâm âlimlerinin tefsîrlerinden almayıp da, kendi anladığını ve kendi görüşlerini tefsîr olarak yazan ehliyyetsiz kimselerin tefsîrlerini milletin önüne sürenlere mahkemeler mâni’ olmalıdır. Böyle tefsîrler bâtıldır, bozukdur. Bu tefsîrleri milletin önüne süren din adamları sapıkdır. Başkalarını da doğru yoldan sapdırmağa çalışmakdadırlar). (Fetâvâ-yı hadîsiyye)deki bu fetvâyı okuyan bir müslimân, câhil, sapık din adamlarının sözlerine aldanmamalı, onların kötüledikleri Ehl-i sünnet kitâblarına sarılmalı, yaldızlı sözlerle, plânlı üsûllerle övdükleri sapıkların bozuk, zehrli kitâblarını almamalı, okumamalıdır.
58 - (Teblîg-i cemâ’at) adı ile islâm memleketlerini dolaşıp, müslimânlara va’z ve nasîhat eden kimseler görülüyor. Bunlar, Hindistândan, Pâkistândan üçer beşer kişilik kâfileler hâlinde çıkarak dünyânın her yerine gidiyor. İslâmiyyeti yaymağa çalışıyoruz diyorlar. Eshâb-ı kirâmın yolunda olduklarını söylüyorlar. Hanefî mezhebinde olduğunu, ibni Teymiyyeyi çok beğendiğini söyliyenleri de var. Fâideli ve doğru konuşuyorlar ise de, islâm âlimlerinin ismlerini ve sözlerini ağızlarına almamaları ve Ehl-i sünnet bilgilerinden bir kısmını ört-bas eder görünmeleri şübhe ve üzüntü uyandırdığından, Hindistânda ve Pâkistândaki ba’zı din adamları bunların sapık olduklarını yazmakdadırlar.
Kendilerine (Cemâ’atüt-teblîg) diyorlar. Merkezleri Delhîdedir. [Pâkistânın Karaşi ve Lahor şehrlerinde de büyük şu’beleri vardır.] Her gitdikleri yerde nemâz kılmak üzerinde çok duruyorlar. Fâideli ve lüzûmlu din bilgileri söylüyorlar. Bu çalışmalarına
Urdu lisânında (Kest) diyorlar. Bunların teşkilâtını kuran, Mevlânâ Muhammed İlyâs isminde bir Hindli olduğunu söylüyorlar. Bu adam hicretin 1303 ve mîlâdın 1886 senesinde Kandla şehrinde doğmuşdur. Reşîd Ahmed Kenkühînin talebesi idi. Onun yanında on sene kaldığı (Mevlânâ İlyâs uranki dînî da’vet) kitâbının 43 ve 49 ncu sahîfelerinde bildirilmekdedir. Bu kitâbı İlyâsın yakın talebesinden biri yazmışdır. Reşîd Ahmed 1323 [m. 1905] de ölünce, Halîl Ahmed Sehârenpûrîden okudu. Halîl Ahmed 1346 [m. 1928] de Medîne-i münevverede öldü. Urdu lisânında yazdığı kitâbda İblîsin, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” dahâ âlim olduğunu bildiriyor. Reşîd Ahmed, (Berâhîn-i kâtı’a) kitâbında, ellibirinci sahîfesinde, Halîl Ahmedin bu kitâbı için, mubârek bir kitâbdır diyor ve (Beyt-i ayn-ı islâm) denilen yerde saklıyor. Reşîd Ahmed, hâcı İmdâd-ullah-ı Medenînin halîfesi idi. Hâcı İmdâdullah, 1317 [m. 1899] da Mekkede öldü. Reşîd Ahmed, önce İsmâ’îl-i Dehlevîden okudu. Bu İsmâ’îl, Abdülvehhab oğlunun (Kitâb-üttevhîd)ini urdu diline terceme ederek, (Takviyet-ül-îmân) ismini vermişdir. Otuzsekizinci sahîfesinde, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” öldü, çürüdü. Toprak oldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kıyâmetde şefâ’at edeceğine inanan kafir olur, müşrik olur) diyor. İlyâsın bir hocası da, Eşref Alî Tehânevîdir. Bu da Çeştiyye tarîkatinden hâcı İmdâd-ullahın halîfelerindendir. Urdu dili ile yazdığı (Behiştî Zîver) adındaki kitâbında, birinci kısmında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yüksek derecesini çocuk, deli ve hayvanlar derekesine düşüren çok çirkin şeyler yazmakdadır. İlyâsın üç hocası da, kitâblarındaki böyle yazıları ile müslimânları hayrete düşürmüşlerdir. İlyâs, bunları övmekde, büyültmekde ve aşırı saygı göstermekdedir. Onlar için, zemânın evliyâsı, kutbları demekdedir. (Melfûzât-ı hazret-i mevlânâ İlyâs rahmetullahi aleyh) ismindeki kitâbın yüzondördüncü sahîfesi bu medhiyyelerle doludur. Şeyhi Reşîd Ahmed için, eğer onu görmeseydim kalbim itmînâna kavuşmıyacakdı. Gece uyanınca, onun yatak odasına gider, onun yüzüne bakar, gelir uyurdum. Onun sevgisi, damarlarımdaki kan gibi her yerime işlemişdir demekdedir. Bu sözleri (Mevlânâ İlyâs urankî) kitâbının 44. cü ve 49. cu sâhifelerinde yazılıdır. (Mücâdele sûresi)nin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve Kıyâmet gününe îmân edenler, Allaha ve Resûlüne uymıyanları [ya’nî kâfirleri] sevmezler. Babaları, oğulları, kardeşleri, akrabâları olsalar da, kâfirleri sevmiyenlerin kalblerini Allahü teâlâ îmânla doldurur) buyuruldu. Teblîg-i cemâ’atcıların hepsi, İlyâsı ve hocalarını çok büyültüyorlar, çok övüyorlar. İsmlerini söyleyince ve işitince “rahmetullahi aleyh” diyorlar. Yukarıda bildirdiği-
miz kitâblarını her yere yayıyorlar.
Ehl-i sünnet âlimleri, Teblîg-i cemâ’atcıları red etmek, sapık olduklarını ortaya koymak için çok kitâb yazdılar. Onlar, bu kitâblara hiç cevâb veremedi. Abdül’Alîm Sıddîkî, İlyâsın ve hocalarının islâmiyyeti içerden yıkmakda olduklarını yazmakdadır. (El-müstened) ve (El-mütenebbî-ül-Kadyânî) ve (El-üstâz-ül-Mevdûdî) ve (Ed-devlet-ül-Mekkiyye) ve (Hediyyet-ül mehdiyyîn) kitâbının sonunda da uzun yazılıdır. Bu beş kitâb arabîdir. 1395 [m. 1975] senesinde İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset yolu ile tekrâr basdırılmışdırlar.
İlyâs 1363 [m. 1944] de öldü. Yerine oğlu Muhammed Yûsüf geçdi. Yûsüf, 1335 [m. 1917] de Delhîde tevellüd ve 1394 de Lahorda vefât etdi. Delhîde defn edildi. (Hayât-üs-Sahâbe) ismindeki üç cild kitâbı 1395 [m. 1975] de türkçeye terceme ve neşr edilmişdir. Bu kitâbında Eshâb-ı kirâmı çok övmüş olduğundan, okuyanların takdîrlerini çekmekdedir. Fekat, (âyinesi işidir kişinin, lâfa bakılmaz) sözü meşhûrdur. Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerine inanan ve onları seven kimsenin, onların yolunda bulunması lâzımdır. Onların yolu, Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdikleri yoldur. Eshâb-ı kirâmı sevmenin alâmeti, (Ehl-i sünnet)in dört mezhebinden birinin (Fıkh kitâbları)nı öğrenmek ve bu bilgilerin yayılmasına çalışmak ve bunlara uygun yaşamakdır. Muhammed Yûsüfün yerine Hindistânda Sehârenpur şehrindeki Mezâhir-i ulûm medresesinde hadîs muallimi olan şeyh İn’âm-ül-Hasen geçdi. Hindistânda Lucknow şehrinde 1310 [m. 1891] de kurulmuş olan (Nedvet-ül-ulemâ)nın emîri [reîsi] olan Ebül-Hasen Alî Nedvî, 1395 [m. 1975] de Lucknowda basılmış (Ed-da’vet-ül islâmiyye) kitâbında, imâm-ı Rabbânî Ahmed Serhendîyi ve hizmetlerini övdükden sonra, 1246 da öldürülmüş olan İsmâ’îl-i Dehlevîyi ve 1320 de ölen Nezir Hüseyn Dehlevîyi ve hâcı İmdâd-ullahın halîfelerinden Muhammed Kâsım Nanawtavî tarafından 1288 [m. 1871] de kurulmuş olan Diyobend medresesini ve 1362 de ölen Eşref Alî Tehânevîyi ve teblig-i cemâ’ati ve kurucusu Muhammed İlyâsı çok medh ve senâ etmekdedir. Muhammed Kâsım Nanawtavî 1317 [m. 1899] da öldü. İsmâ’îl-i Dehlevînin (Takviyet-ül-îmân) kitâbının 1396 [m. 1976] senesinde Pâkistânda basılmış olan (Takvîm-ül-beyân) adındaki fârisî tercemesini okuduk. İsmâ’îlin câhil olduğu kadar ahmak da olduğunu öğrendik. Hakkı bâtıla karışdırarak kötülemeğe uğraşan bir mezhebsiz olduğunu iyi anladık. Allahü teâlâ, müslimânları böyle sapık yazıları okumakdan, bunlara aldanarak, sonsuz felâkete sürüklenmekden muhâfaza buyursun! Âmîn.
Hindistânın cenûbunda bulunan Kerala eyâletinin Malappuram şehrinde, Samasta denilen (Cem’ıyyet-ül-ülemâ)nın neşr etdiği aylık (El-muallim) mecmû’asının 1399 [m. 1979] Şevval ayı, dokuzuncu ve dahâ sonraki birkaç sayılarında, Ehl-i sünnet âlimlerinden Mevlevî Ebû Ahmed, (Cemâ’at üt-teblîga)daki şübhenin keşfi başlığı altında diyor ki: Hindistânın şimâl kısmlarında, çeşidli fırkalar ortaya çıkmış, dîni tecdîd edeceklerini, her yere yayacaklarını söylüyorlar. Çok kimse, bunların yaldızlı sözlerine bakarak, kendilerinin ve kurucularının i’tikâdlarını incelemeksizin onlara tâbi’ oluyorlar. İçyüzleri ortaya çıkınca, tekrâr ayrılanları, onların yalanlarını, hiylelerini anlatanları çok oluyor. Târîhe bakılırsa, böyle sapık kimseler çok görülür. Bunlar nefslerine, bozuk düşüncelerine kapılmış zevallılardır. İslâmiyyetin delîllerine istedikleri gibi yanlış ma’nâlar veriyorlar. İbni Teymiyyenin ve Abdülvehhâb oğlu Muhammed Necdînin çürük ilkelerine kayıyorlar. Din bilgilerinden haberi olmıyanlar, bunları doğru yolda sanıyor. Dîne hizmet etdiklerine inanıyorlar. Bu sapık fırkalardan biri mevlânâ İlyâsın ortaya atdığı yoldur. Kendilerine (Cemâ’at-üt teblîgiyye) diyorlar. Dünyâyı dolaşıyorlar. İbâdetleri ile, câzibeli sözleri ile ve giyinişleri ile dînine bağlı, sâlih kimseler olarak görünüyorlar. İnanışlarını, tutdukları yolu hiç bildirmiyorlar. Tohumlarını Kerala topraklarına da saçmağa başladılar. (Samasta Kerala) âlimleri, bunların kitâblarını, inanışlarını, ortaya çıkışlarını, kurucularının hayâtını, yolunu ortaya koyarak, kendileri ile cihâda başladılar. Bunları inceliyenler, hiylelerini, bid’at ehli olduklarını anlıyorlar. Bunların Ehl-i sünnet ve cemâ’atin hak yolundan sapmış, bid’at ve dalâlet yolunda olduklarına fetvâ verdiler. Hindistânın şimâlindeki ve cenûbundaki ve Seylan adasındaki Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bu fetvâları icmâ’ hâlini aldı. Biz de, Allahü teâlânın tevfîki ile ve selef-i sâlihînin izlerine sarılarak, bozuk inanışlarını ve sapık yollarını aşağıda bildireceğiz.
(Cemâ’at-üt-teblîgıyye) sapık yolunun kurucusu, İsmâ’îl oğlu Muhammed İlyâsdır. 1303 [m. 1886] senesinde doğmuş, 1363 [m. 1944] de ölmüşdür. Önceleri (Mezâhir-ül-ulûm) medresesinde ders verdi. Bu işde muvaffak olamayınca, şeyhlik yapmağa başladı. Câhil halka muska ve düâlar yaparak geçimini sağladı. Bu arada (Teblîg) tarîkatini kurdu. Medâris şehrindeki (Külliyyet-i kaid-i millet) medresesi amîdi [reîsi] Cemâl Muhammed sâhib, Cenderke gazetesinin 24 Temmuz 1976 nüshasında, bu tarîkat hakkında uzun bilgi vermekdedir.
Delhîde bulunan (Cemâ’at-üt-teblîgiyye) reîsi ve arkadaşı Mu-
hammed İdris Ensârî, Delhîde Cemâl matba’asında basılmış olan (Teblîg-i Düstûrül’amel) risâlesinde, bu tarîkatin kuruluş sebebini şöyle bildiriyorlar: (İyi düşünülür ve târîh incelenirse, dört temel üsûl ile insanlar huzûra ve se’âdete kavuşdurulamamışdır. Bu da, Âl-i İmrân sûresinin 139. cu âyeti olan (Siz onlardan şerefli, yükseksiniz. Çünki îmânınız var)dan anlaşılmakdadır. Birincisi, islâm dîninin maksadı, bâtıl nizâmını, ya’nî sapık inanışları ve huyları değişdirmekdir. İkincisi, bunları değişdirmek, ancak Peygamberlerin “aleyhimüssalâtü vesselâm” seçdikleri yol ile olur. Üçüncüsü, müslimânların, gerek birer birer, gerekse toplu olarak bugüne kadar yapdıkları çalışmalar, bu maksad için değildi ve Peygamberlerin yolunda olmadılar. Dördüncüsü, bunun için sâlih olan bir cemâ’at, ya’nî (Cemâ’at-i islâmiyye) kurmak ve bunun, islâmın gösterdiği yolda çalışması lâzımdır. İşte bu işi, Allahın sâlih kullarından Muhammed İlyâs yapdı. İslâm yolunda çalışmak istiyenleri toplayarak, (Cemâ’at-üt-teblîgiyye) denilen yeni bir topluluk meydâna getirdi) diyorlar.
Şu laflara bakınız! Ümmet-i Muhammediyyenin bindörtyüz seneden beri, gerek birer birer, gerekse toplu olarak yapdıkları çalışmalar, Peygamberlerin “aleyhimüssalâtü vesselâm” yolu değilmiş ve insanlar arasına yayılmış olan bâtıl inanışları değişdirmek için değilmiş. Bunun için, yeni bir cemâ’at kurmak lâzım olmuş. Bunu Cemâ’at-i teblîgiyyenin emîri bildiriyor! Ümmet-i Muhammediyyeyi parçalamak, Ehl-i sünnetin dışında yeni sapık bir çığır açmak istiyenler, hep böyle söyliyerek ortaya çıkdılar. Ümmet-i islâmiyyenin hepsi, doğru yoldan ayrıldı, hidâyet yolundan sapdılar diyerek, yeni bir tarîkat kurdular. Uydurdukları, bozuk, kötü ilkeleri, böylece ortaya koydular.
Yine bunun gibi son zemânlarda Ebül-a’lâ Mevdûdî ismindeki kimse Pâkistânda, (Cemâ’at-i islâmî) denilen bir teşkîlât kurdu. Bunu kurmasının sebebini urdu dilinde çıkardığı (Min Müslimân ur mevcûdühû siyâsî) risâlesinin onbeşinci sahîfesinde, şöyle anlatıyor: (Çok araşdırmış, incelemiş. Bugünkü islâm halkasını boynundan çıkarmağa karar vermiş. Eğer böyle yapmasaymış, o da ilhâd ve dehriyye denilen dinsizlerin yolunda kalırmış. Ecdâdından, dedelerinden gelen din, ilhâd ve dehrîlik imiş. Bunun için, kelime-i tevhîdin ma’nâsına tam uygun olarak yeni bir din ortaya koymuş. Bulunduğu zemânın ilk hakîkî müslimânı kendisi imiş. Müslimân olsun, olmasın, herkesi bu yeni dîne çağırıyormuş).
Muhammed İlyâs da böyle söylüyor. Bu ümmet-i Muhammediyyenin, asrlardan beri yapdıkları herşey Peygamberlerin yoluna
uygun değilmiş. Muhammed Manzûr-i Nu’mânî, İlyâsın (Ümmet-i Muhammediyyenin şimdi yapdıkları ibâdetler, hep rüsûm ve âdetlerdir. Din öğretenler, din idârecileri, rüsûm ve âdetlere bağlı kalmışlardır) dediğini (Melfûzât) risâlesinin onikinci sahîfesinde bildirmekdedir. (Teblîg-i cemâ’at) önderlerinden Muhammed Hasen hân, (Miftâh-ut-teblîg) önsözünde diyor ki, (Zemânımızda din işleri başı boş kaldığı için, çok kimse şirk, küfr ve ilhâd akıntısına kapılmışdır. Allahü teâlâ insanların bu hâline acıyıp, mu’cize olarak, müslimânları gafletden uyandırmak ve onlara din rûhunu aşılamak için Şeyh Muhammed İlyâsı gönderdi. Bu mücâhid, Delhî şehrinin cenûbundaki Mivat kasabasında, zemânın şartları izn verdiği kadar, insanları uyandırmağa çalışdı) diyor. Bütün ümmet küfrde, dalâletde olunca, İlyâs doğru yolu acabâ nereden buldu denirse, buna cevâb vermeleri kolay olmıyacakdır sanırız.
Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, (Teblîg-i cemâ’at) fırkası, diğer eşkiyâ arkadaşlarının söyledikleri gibi, (Bu ümmet-i Muhammediyye dalâlete düşdü. Doğru yoldan ayrıldı) diyorlar. Bu sözleri, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiğine taban tabana zıddır. Çünki Tirmüzînin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez) buyurdu. Bu Hadîs-i şerîf müctehidlerin ya’nî islâm âlimlerinin sözbirliği yapdıkları bilgilerin hep doğru olacağını kesin olarak bildirmekdedir. Yalnız âlimler değil, aklı başında olan herkes, böyle olduğunu hemen anlar.
Şimdi, bu (Cemâ’at-üt-teblîgiyye) fırkasının nasıl teessüs etdiğini bildirelim: Hindistânın meşhûr din ve târîh adamlarından Ebül-Hasen Alî Nedvî, Cemâ’at-üt-teblîgiyyenin kurucusu İlyâsın sözlerini şöyle bildiriyor: 1345 [m. 1926] senesinde, Medîne-i münevverede iken, bu işe başladım. (Bu hareketi, senin elinde gerçekleşdireceğiz) diye rü’yâda müjdelendim. Bunlar, (Muhammed İlyâsın dîne da’veti) kitâbının yetmişyedinci sahîfesinde urdu dili ile yazılıdır. Bir sahîfe sonra da, Medîneden Hindistâna döndükden sonra, insanları dîne da’vet etmeğe başladı. Bu iki satır yazıdan anlaşılıyor ki, bu da’vet Allahü teâlânın emri ile başlamış ve Allah tarafından kendisine rü’yâda müjdelenmiş. Bu yolun iç yüzü, (İlyâsın melfûzâtı) kitâbında geniş açıklanmakdadır. Bu kitâbda, talebesinden, Muhammed Manzûr Nu’mânî, arkadaşlarına, hocasının şu müjdesini vermekdedir: (Rü’yâ, Peygamberliğin kırkaltı parçasından biridir. Riyâzetler çekmekle, mücâhedeler yapmakla hâsıl olmıyan terakkîler, ba’zı seçilmişlere rü’yâda hâsıl olmakdadır. Bunlara rü’yâda hâsıl olan bilgiler, Peygamberliğin
parçalarıdır. Bunlarla terakkî hâsıl olmaz mı? İlm ma’rifeti artdırır. Ma’rifet de, insanı Allaha yaklaşdırır. Bunun için, Allahü teâlâ, (Yâ Rabbî ilmimi artdır) demeği emr etdi. Rü’yâda insana sahîh ilmler verilir. Bundan dolayı, bu emîrinizin çok uyuması için düâ ediniz! A’sâbım bozularak, uykum azaldığı zemânlar, uykumu artdırmak için tabîbe mürâceat ediyor, verdiği ilâcları kullanıyorum. Bu teblîg ile da’vet etmek yolu bana rü’yâda gösterildi.
(Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız. İyilik yapılmasını emr eder, kötülükden nehy edersiniz) meâlindeki âyetin tefsîri bana rü’yâda bildirildi. Ben, Peygamberler gibi, insanları da’vet için yaratıldım. Âyetdeki (yaratıldınız) sözü, bu da’vetin yalnız bir yerde yapılması ile, bir şehrde kalmakla temâm olmıyacağını, bulunduğu yerden çıkarak, şehrleri, evleri dolaşmak lâzım olduğunu gösteriyor). Bunlar, kitâbın ellinci sahîfesinde yazılıdır. Şu sözlere bakınız! Kur’ân-ı kerîm rü’yâda tefsîr ediliyor. Rü’yâda kendisine sahîh ilmler verildiğini, bunların mücâhede ve riyâzet ile elde edilemiyeceğini iddiâ etmekdedir. Âyet-i kerîmedeki (Uhricet) kelimesinden, hiçbir müfessirin bildirmediği yeni bir ma’nâ çıkarmakdadır. Talebesinden, kendisinin çok uyuması için çalışmalarını istemekde ve yazısından anlaşılacak dahâ nice şeyler bildirmekdedir. Bunlar, Kur’ânı kendi re’yi, görüşü ile tefsîr etmek değil midir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kur’ânı kendi re’yi ile tefsîr edenin yeri Cehennem ateşi olsun!) Hadîs-i şerîfi ile, müslimânları böyle tefsîr etmekden men’ etmekde, korkutmakdadır. Bu Hadîs-i şerîfi Tirmüzî bildiriyor. Sağını solundan ayıramıyan, farzı sünneti tanıyamıyan kimselerin teblîg için seyâhate çıkmaları, hep bu rü’yâdaki tefsîrden ileri gelmekdedir. İslâmiyyet, şarkdan garba kadar her yere yayıldıkdan sonra, bunların emr-i ma’rûfu temâmlamak için, ev ev dolaşmaları da, hep rü’yâda emr olunmuşdur. Allâme ibni Cerîr Taberî ve Selef-i sâlihînden birçok müfessirler, bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmişler ve allâme imâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh” bunları (Dürr-ül-mensûr) kitâbında bildirmişdir. Bu kitâbın ikinci cüz altmışdördüncü sahîfesinde buyuruyor ki, Abd ibni Hamîd ve İbni Cerîr ve İbn-ül-Münzir, imâm-ı Mücâhidden alarak, (Siz hayrlı ümmetsiniz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız) meâlinde olan âyetdeki insan, arabdan başkalarıdır. Hayrlı ümmet de arabdır. Görülüyor ki, tefsîr âlimlerinin hiçbiri bu âyete İlyâs gibi ma’nâ vermemişdir. Demek ki, onun teblîg hareketi, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere ve Selef-i sâlihînin yoluna uygun değildir. Uykuda, rü’yâda yapılan bir tefsîre dayanmakdadır. Bu ise, dinde ibtidâ’dir. Bid’at çıkarmakdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Bu dînimizde dinde bulunmıyan birşey meydâna çıkınca red ediniz!) buyurdu. Bu Hadîs-i şerîf (Buhârî) ve (Müslim)de yazılıdır.
[Nablüsî de “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Hadîka)nın 128. ci sahîfesinde geniş açıklamakdadır. Yüzaltmışsekizinci sahîfesinde diyor ki, (Uyurken görülen rü’yâlar, rûhânî ilhâmlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren sebeblerden değildirler). Yüzyetmişinci sahîfesinde diyor ki, (Allahü teâlânın, hiç kitâb okumamış birinin kalbini açması, ma’rifetlerle, hakîkatlerle doldurması câizdir. Kur’ân-ı kerîm, Hadîs-i şerîf işitince, bunların tefsîrlerini yaparak âlimleri hayretde bırakır. Fekat, bu zât iktidâya sâlih olmaz. Velîdir. Fekat imâm ve mürşid değildir. İslâm âlimi olmak için, Kur’ân-ı kerîmin ve Hadîs-i şerîflerin ahkâmına vâkıf olmak lâzımdır). Yüzseksenyedinci sahîfesinde diyor ki, (Dînin unutulması, ya’nî islâmiyyetin âdet hâline gelmesi, ya’nî islâmiyyete değil, akla ve kendi görüşüne uyulması, dört şeyden ileri gelmekdedir: Birincisi, öğrendiklerini yapmamak. İkincisi, bilmeden yapmak. Ya’nî, Allahü teâlânın emrlerini öğrenmeyip, kendi aklına, görüşüne uymak ve herkesin de böyle olması için çalışmak. Bunların doğru ve fâideli olduklarına inanıp, bunları beğenmiyenlere düşman olmak. Üçüncüsü, yapacağı şeylerin ahkâmını önceden öğrenmemek. Dördüncüsü, insanların din bilgilerini öğrenmelerine mâni’ olmak. Öğrenmek ve gençlere öğretmek istiyenlere, gerici, çağ dışı diye iftirâ etmek.
Tesavvuf büyükleri, Velîler, mürşidler “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, hep islâmiyyete uymuşlardır. Yüksek derecelere böyle kavuşmuşlardır. İslâmiyyete uymak, islâmiyyetin dört delîline uymak demekdir. Bu dört delîl, Kur’ân-ı kerîm ve Sünnet ve İcmâ’ı ümmet ve Kıyâs-ı fükahâdır. Bu dört kaynakdan başka şeylere tâbi’ olanlar Cehennem azâbına gideceklerdir. Bunlar, se’âdet-i ebediyye yolunu kesiciler, bâtılı hak şeklinde gösteren yalancılardır.) (Hadîka) kitâbının birinci cildi hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.]
İbni Hacer-i Askalânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” başkasının rü’yâsı, islâmiyyetin hükmlerini bildirmez. İslâmiyyetin hükmleri, vahy ile ve ictihâd ile anlaşılır) dedi. O hâlde, rü’yâ ile âyet-i kerîme nasıl tefsîr olunabilir? İnsanlara, rü’yâ ile nasıl hükm edilebilir? Rü’yâya uyarak, bunlar dünyânın heryerine nasıl gönderilebilir? Böyle yapmakla, ahkâm-ı islâmiyye değişdirilmiş olmuyor mu?
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi, insanlara beyân edilmesi, anlatılması için gönderdiğini bildiriyor. Cemâ’at-üt-teblîgiyyenin reîsi ise, kendisine Kur’ânın rü’yâda tefsîr edildiğini söyliyor. Buna gö-
re ve bu görüşde olan Ebül’alâ Mevdûdînin (Tenbîhât)ında iddiâ etdiğine göre, Kur’ân-ı kerîmin, bilinen tefsîr kitâbları ile açıklanması, lüzûmsuz olmakda, rü’yâda gösterilenleri anlıyacak kadar, arabî lügat kitâbları kifâyet etmekdedir. Dinde reformcu olan bu iki kişi, her bid’at sâhibi gibi, hem Kur’ân-ı kerîme kendi görüşlerine göre ma’nâ veriyorlar, hem de, Kitâb ve sünnet yolunda olduklarını söyliyorlar. Bu ise açık bir yalancılıkdır.
(Düstûr-ül-amel) dedikleri, beyânlarında diyor ki, (Teblîg-i cemâ’atcıların maksadları, akîdeleri üçdür:
1 - İ’lâ-i kelimetüllah,
2 - İslâmiyyeti yaymak,
3 - Bu akîdede olanları birleşdirmek. Mezhebde, ahlâkda ve eğitimde islâhât yapmak.) Bunların akîdelerini, inançlarını iyi anlamak için, kitâblarını incelemek lâzımdır. İnançlarının birkaçını bildirelim:
Teblîgcilerin emîrleri olan Muhammed İlyâsın (Gâyemiz, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâbına bildirdiklerini öğretmekdir. Her memleketi dolaşarak, nemâzı anlatmak ve nasîhat vermemiz, bu hareketimizin başlangıcıdır, [Melfûzât s. 31]) sözünden anlaşılıyor ki, bunlar Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiklerini, kendi anladıklarına, mesleklerine göre anlatmakdadırlar. Arkadaşlarından Zahîr Hasena diyor ki, (Bizim yolumuzu, yalnız nemâz kılmağı öğretmek zan ediyorlar. Allaha yemîn ederim ki, hareketimiz nemâzı bildirmek değildir. Yeni bir kavm yetişdiriyoruz) [Dînî da’vet s. 205]. Bu sözü, maksadını açıkca ortaya koymakdadır. İlyâsa tâbi’ olanların, biz herkesin nemâz kılması için çalışıyoruz demelerinin doğru olmadığı açıkca anlaşılmakdadır. Böyle davranmaları, herkesi aralarına alabilmek için bir başlangıç, bir tuzak olmakdadır. Nitekim, (Mekâtîb)in 66. cı sahîfesinde, (Bu fakîre göre, Teblîgimiz, islâmiyyete, tarîkate ve hakîkate şâmildir). Bu söz, İlyâsın, bir rü’yâsı üzerine kurulmuş olan bu cemâ’atin, yeni bir islâmiyyeti ve tarîkati câmi’ olduğunu gösteriyor. Çünki, din demek bu üç esâs demekdir. İslâm ismi altında maskelenen yeni bir din, rü’yâ üzerine kurulmuş bir din getirmekdedirler. Yukarıdaki sözlerinin, bid’at ve dalâlet olduğu meydândadır.
İlyâsın tâbi’lerinden Muhammed İdrîs Ensârî diyor ki, (Bu cemâ’atin akîdesi, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullahdır) [Düstûr s. 4]. Bu akîde, müslimânlığın temel akîdesidir. Fekat, bunu müslimân olmadıkları sözbirliği ile bildirilmiş olan Kâdıyânîler
[ya’nî Ahmedîler] ve Behâîler de söylemekdedir. Bunlar da, böyle söyliyerek, yeni bir bid’at fırkası meydâna getirdiler. (Bir işi, bir ibâdeti yapmak, birşeyi yasak etmek için, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirmiş olması lâzımdır. Başka delîl lâzım değildir) dediler. [Düstûr s. 5]. Böylece [Edille-i şer’ıyyeden olan] İcmâ’ ve Kıyâsı inkâr etdiler. Bununla berâber, kendisinin mutlak müctehid olduğunu söylemedi. Çünki söylemiş olsaydı, geçmişini ve bilgisinin derecesini bilenler arasında, buna inanacak kimse olmazdı.
Bir kimsenin bu cemâ’ate dâhil olmasını (Düstûr-ül-amel) şöyle bildirmekdedir: (Kelime-i şehâdet)i söyliyen ve ma’nâsına inanan herkes, bu cemâ’atin a’zâsından olur. Bu cemâ’ate girecek olanın bağlı olduğu fırka, kavm ve bulunduğu memleket ne olursa olsun bir te’sîri yokdur. [S. 5]. Bu yazı gösteriyor ki, müslimân olduğunu söyliyen herkes, ister Kâdıyânî olsun, ister başka bid’at fırkalarının birinde bulunsun, ya’nî hâricî, kaderiyye, mu’tezile, mevdûdiyye ve vehhâbiyye gibi sapıklardan olduğuna bakılmadan, bu fırkaya ortak olabilmekdedir. Ortak olanlar yalnız Hadîs-i şerîf ile amel ederler. Selef-i sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yapdıklarına ve icmâ’a ve kıyâsa kıymet vermezler. Dört mezhebden birine tâbi’ olmazlar. Bununla berâber, islâmiyyete ve tesavvufa ve hakîkate tâbi’ olduklarını söylerler. Bu ise, açık bir dalâlet, şaşkınca bir sapıklıkdır. Teblîg-i cemâ’at denilen bu yol, Cemâ’atül-islâmiyye denilen Ebül’alâ Mevdûdînin sapık fırkasına benzemekdedir.
Kendi emîrlerinin seçilmesinde de diyor ki, (İslâm nizâmında Emîrlik çok mühimdir. Cemâ’at-üt-teblîg içinden seçilen Emîr, islâmiyyetin bildirdiği ulül-emr demekdir. Bunun ma’rûf olan emrlerine her ferdin itâ’at etmesi, Allahın ve Resûlünün emrlerine itâ’at etmek gibi farzdır.) [S. 6] (Emîrin, islâmiyyete uygun olan emrlerine, i’tirâz etmeden itâ’at etmek vâcibdir. Emrlerinin senedlerini, delîllerini araşdırmak câiz değildir. Emrlerini yapmamak, yâhud rızâsına uygun olmıyanı yapmak büyük günâhdır. Allahü teâlânın müâhazesine, azâbına sebeb olur). [S. 7] Görülüyor ki, Emîrlerini Peygamber derecesine yükseltmekdedirler. Sekizinci sahîfesinde diyor ki, (Emîrin, mühim bir emr vereceği zemân, cemâ’atin ileri gelenleri ile müşâvere etmesi, sonra Şûrâ meclisi a’zâları ile müşâvere etmesi, ya’nî bunlara danışması vâcibdir. Reyleri dağılırsa, bunlardan, dilediğini tercîh ederek, bunu emr eder). Görülüyor ki, bunlar yalnız Hadîs-i şerîflere ve emîrlerine itâ’at etmekdedirler. Sanki, Kur’ân-ı kerîmde, yalnız emîrlerine
itâ’at olunması emr edilmiş, ona itâ’at farz olmuşdur. Ona uymıyandan Allahü teâlâ intikâm alacakdır. Şûrâ üyelerinin ve idârecilerinin söylediklerine uymasa dahî, emîre itâ’at lâzım olmakdadır. Bu şûrâ üyeleri ve idârecileri ve emîrleri, kendilerinden olmakda, ya’nî hangi fırkadan olduğu ve ne kadar ilm sâhibi olduğu ve başka hiçbir şart araşdırılmadan, yalnız Kelime-i şehâdet söylemekle biraraya toplanmış bulunan kimselerdendir. Hâlbuki, Selef-i sâlihîn [ya’nî Ehl-i sünnet âlimleri] Ülül-emr olacak zâtın nasıl olacağını bildirdiler. Allâme Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Ülül-emr, hak yolda olan âmirler ve âdil olan hâkimlerdir. Hulefâ-i râşidîn denilen dört halîfe ve bunların izinde olanlar böyledir.) İmâm-ı Kerhî, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında ve dahâ sonra olan âmirlerdir. Hâkimler, askerî âmirler böyledir) dedi. Ba’zılarına göre ise, Ülül-emr, islâm âlimleri demekdir. Teblîg-i cemâ’atçıların kendi aralarında seçdikleri emîrlerin böyle olmadıkları meydândadır. Bu emîrlerine itâ’at etmenin vâcib olduğunu, itâ’at etmiyenin büyük günâh işlemiş olacağını söylemeleri de, hiçbir temele dayanmamakdadır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmetinin başına gelecekleri bildirirken, (Benî İsrâil yetmişiki millete ayrıldı. Ümmetim de, yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan yalnız bir fırka kurtulacak, diğerlerinin hepsi Cehenneme gidecekdir) buyurdu. Eshâb-ı kirâm, bunu işitince, (O hangisidir, yâ Resûlallah) dediler. (Benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır) buyurdu. Bu Hadîs-i şerîfi, Tirmüzî yazıyor ve Abdüllah bin Ömerin haber verdiğini bildiriyor. İmâm-ı Ahmedin ve Ebû Dâvüdün yazdıklarına ve hazret-i Mu’âviyeden haber aldıklarına göre de, (Bunlardan yetmişikisi Cehennemde, geri kalan biri Cennetdedir. Bu da, bir cemâ’atdir) buyurdu. Bu Hadîs-i şerîf (Mişkât) kitâbının (İ’tisâm) bâbında da yazılıdır. Ey müslimânlar! Bu Hadîs-i şerîfde bildirilen tek kurtuluş fırkasını ve bunların Cennete girmeğe sebeb olan i’tikâdlarını arayıp bulmalıyız ve bunların i’tikâdına uymıyan sapık fırkalardan sakınmalıyız! Bu sûretle Cehennemin ateşinden, alevlerinden kurtulmağa çalışmalıyız! Gavs-ul-a’zam Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, ikinci hadîsde bildirilen (Cemâ’at)i ve birinci Hadîs-i şerîfi şöyle açıklamakdadır: (Mü’minin Sünnete ve Cemâ’ate tâbi’ olması lâzımdır: Sünnet Resûlullahın gösterdiği yoldur. Cemâ’at da, (Hulefâ-i râşidîn) denilen dört halîfe zemânlarındaki Eshâb-ı kirâmın sözbirliği yapdığı şeylerdir. Müslimânın, bid’at sâhiblerinin çoğalmalarına mâni’ olması, onlara yaklaşmaması, selâm vermemesi lâzımdır. Mezheb imâmı Ahmed bin Hanbel, bid’at sâhibine selâm veren, onu sevmiş demekdir buyurdu. Çünki, hadîs-i
şerîfde, (Selâm vermeği yaygın hâle getiriniz! Böylece sevişiniz) buyuruldu). Bunlar (Gunyet-üt-tâlibin) kitâbının 90. cı sahîfesinde yazılıdır. Muhakkiklerin sonuncusu olan büyük âlim Ahmed ibni Hacer-ül-Heytemî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, (Savâık-ul-muhrika) kitâbının 149. cu sahîfesinde, bunları geniş bildirmekde, bu arada, (Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılanlara (Mübtedi’) denir. Bunlar, birinci asrda ortaya çıkmağa başladılar) demekdedir.
İbni Hacer-i Heytemî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Feth-ul-cevâd) kitâbında diyor ki, (Mübtedi’, Ehl-i sünnetin sözbirliği ile bildirmiş olduğu i’tikâda uymıyan kimsedir. Bu sözbirliğini Ebül’Hasen Eş’arî ve Ebû Mansûr Ma’türîdî “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” ile bunların yolunda olan âlimler bildirdiler). (Fetâvâyı hadîsiyye) kitâbının 205. ci sahîfesinde diyor ki, (Bid’at sâhibi demek, inanışları Ehl-i sünnet inanışından ayrı olan kimse demekdir. Ehl-i sünnet inanışı, Ebül’Hasen Eş’arî ve Ebû Mansûr Ma’türîdînin ve bunlara tâbi’ olanların inanışıdır. İslâmiyyetin beğenmediği birşeyi meydâna çıkaran herkes bid’at sâhibi olur). Şâfi’î âlimlerinden Ahmed Şihâbüddîn Kalyûbî Mısrî (Kenz-ür-râgıbîn) hâşiyesinin dördüncü cildinde diyor ki, (Ebül-Hasen Eş’arînin ve Ebû Mansûr Ma’türîdînin bildirdiklerinden ayrılan kimse (Sünnî) değildir. Bu iki imâm Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâbının yolundadırlar).
Yukarda yazılanlardan anlaşılıyor ki, bu ümmet yetmişüç millete ayrılacak, bunlardan yalnız birisi Cehennemden kurtulacakdır. Her mü’minin bu bir fırkayı arayıp bulması ve bunlara tâbi’ olması vâcibdir. Bunlar, Ebül-Hasen Eş’arî ve Ebû Mansûr Mâ’türîdînin yolunda olanlardır. Zemânımızda ortaya çıkıp yeni bir islâm fırkası kuranın, yalnız (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) demekle kalıp, Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdında olması nasıl doğru olabilir? (Cemâ’at-üt-teblîgiyye) isminde yeni türeyen bu fırkanın sözleri ve yazıları gösteriyor ki, bu fırkaya girmek için yalnız (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) demek şartdır. Bunu söyliyen kimse, hangi sapık fırkadan olursa olsun ve Resûlullahdan başka kimseye hattâ Eshâb-ı kirâma ve müctehid imâmlara itâ’at etmese de, bu fırkaya girmekdedir. Kâdıyânî, Nîcerî, Vehhâbî, (Cemâ’at-i islâmiyye)ci ya’nî Mevdûdîci ve müslimân olmıyan başka yollardaki kimselerin, bu cemâ’atden olduklarını görüyoruz. Bu hâlleri ümmet içinde fesâd çıkarmak, bölücülük yapmak değil de, ne olabilir?
Acabâ içlerine aldıkları böyle sapık kimseleri, sonra islâh etmiyorlar mı? Kitâblarından anlaşılan ve yapdıklarından görülen,
bunun tersidir. Mezhebler üzerinde konuşmağı men’ ediyorlar. Herkesi kendi akîdesinde serbest bırakıyorlar. (Düstûr-ül-amel)’in 16. cı sahîfesinde, (Bölücü ve lüzûmsuz mes’ele üzerinde durulmaz. Tevhîdin aslı ve islâmın esâsı incelenir) diyor. (Miftâh-ut-teblîg) kitâblarının 218. ci sahîfesinde de, aynı şeyler yazılıdır. Kurucuları olan Muhammed İlyâs, (Melfûzât)ının 116. cı sahîfesinde, (Yolumuzun aslı, îmânı kuvvetlendirmekdir. Akâid bilgilerini genişletmek doğru değildir. Yoksa, kalblerde fitne, zihnlerde şübheler hâsıl olur) diyor. (Mekâtîb)inin 142. ci sahîfesinde, (Ara sıra, bid’at kelimesini kullanıyorsunuz. Böyle sözleri söylemeyiniz! Böyle sözler, insanlar arasında fitne çıkmasına sebeb olur) demekdedir.
Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, bunlarda Ehl-i sünnet i’tikâdı yokdur. Yetmişüç fırkadan herbiri aralarına serbestçe karışabilir. Hattâ müslimân olmıyanlar da, dâhil olur. İ’tikâd bilgileri üzerinde durmazlar. Hattâ bunların öğrenilmesini men’ etmekdedirler. Yalnız Peygamberlerin yolunda olduklarını söylerler. Hadîs-i şerîfde bildirilmiş olan, i’tikâdı doğru tek fırkayı araşdırmazlar. Bunu taleb etmenin fitneye sebeb olacağını söylerler. Bid’at ve benzeri kelimeleri kullanmazlar. Böyle sözler, fitne çıkarır derler. Bütün bu sapık davranışları ile birlikde, kendilerinin Ehl-i sünnet velcemâ’at mezhebinde olduklarını söylerler. Hâlbuki, bu hak mezhebdekilere göre, bunların dalâletde olduklarında hiç şübhe yokdur.
İslâm âlimleri, müslimânların bid’at sâhibleri ile görüşmelerini, onlara yaklaşmalarını, konuşmalarını yasak etdiler. Abdülkâdir Geylânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, bid’at ehlinin mezheblerinin bozuk olduklarına inanmak, onlara uymamak lâzım geldiğini, onları sevmemenin çok sevâb olduğunu bildirdi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bid’at sâhibine düşman gözü ile bakan kimsenin kalbini Allahü teâlâ emân ve îmân ile doldurur. Bid’at sâhibini kötü bileni Allahü teâlâ, Kıyâmet gününün korkularından korur. Bid’at sâhibine hakâret edene, Allahü teâlâ, Cennetde yüz derece ihsân eder. Bid’at sâhibini güler yüzle karşılıyan veyâ ona iyilik eden, Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma göndermiş olduğu islâmiyyeti beğenmemiş olur) buyurdu. Mugîrenin Abdüllah ibni Abbâsdan haber verdiği Hadîs-i şerîfde de, (Bid’at sâhibi, bid’atinden vazgeçmedikçe, Allahü teâlâ, onun hiçbir ibâdetini kabûl etmez!) buyuruldu. Fudayl bin İyâd “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyurdu ki, (Bid’at sâhibini seven kimsenin ibâdetlerini Allahü teâlâ yok eder ve kalbinden îmân
nûrunu çıkarır.) Bid’at sâhibini sevmiyenin ibâdetleri az olsa bile günâhlarının afv olunması umulur. (Yolda, bir bid’at sâhibi ile karşılaşmamak için yolunu değişdir!) Bu Hadîs-i şerîfler ve nasîhatler, (Gunye) kitâbının doksanıncı sahîfesinde yazılıdır. Kendilerinin müslimân olduklarını söyliyen ve Ehl-i sünnet olarak tanıtan (Cemâ’at-üt-teblîgiyye)ciler, her fırkadan olan sapıkları aralarına alıyorlar. Ehl-i sünnet olsun, ehl-i bid’at olsun, her müslimân bunların fırkasına girebiliyor. Böyle oldukları hâlde, hak yolda bulunduklarını iddi’â ediyorlar. Bu gidişleri, iki zıd şeyi [meselâ ateşle barutu] birlikde bulundurmak gibi olmakdadır. Bu ise muhâldir, olacak şey değildir.
Cemâ’at-üt-teblîgıyyenin kurucusu olan Muhammed İlyâs rü’yâda gördüklerini yeni bir din olarak ortaya koyarken mezhebsizlerden kendisine bulaşan mikropları da aşılamakdadır. (Mekâtîb)in doksanıncı sahîfesinde diyor ki, (Hatm-i Kur’ân ve zikr cem’iyyetlerinde bulunmak, elbet iyidir. Din büyükleri bunu bildirmişlerdir. Fekat bu işde bid’at sâhiblerine benzemek tehlükesi olduğu için, böyle yerlerde bulunmamak ihtiyâtlı olur. Peygamberimize (Sana salât ve selâm olsun) derken, Onun hâzır olduğunu ve gördüğünü düşünmek veyâ bid’at sâhibleri (?) gibi söylemek tehlükesi de böyledir. Evet, aşırı muhabbet ile şu’ûru gayb ederek söylemek câiz ise de, şeytân karışıp îmânını bozabilir. Bu ise, dahâ büyük tehlükedir).
Şu söze bakınız! Resûlullahın hâzır olduğunu ve gördüğünü düşünerek, O yüce Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” salât ve selâm söylemek, aşırı muhabbet sebebi ile, istemiyerek olsa bile, câiz değil imiş. Îmânın bozulmasına sebeb olacağı için, bundan sakınmak lâzım imiş. Bu sözler, vehhâbîlik inancıdır. Hattâ, aşırı muhabbet ile söylemeği yasak etmesi, vehhâbîliği de aşan bir sapıklıkdır. Müslimân olan, bunu yasak etmez. Bu adam, acabâ nemâz kılarken, bütün müslimânların (Esselâmü aleyke Eyyühen-Nebiyyü!) demelerini nasıl karşılamakdadır? Bakınız! Huccet-ül-islâm İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” (İhyâ-ül’ulûm) kitâbında ne buyuruyor! (Önce, kalbine Resûlullahın mubârek şeklini getir. Sonra, Esselâmüaleyke eyyühen-Nebiyyü oku ve bu sözünü işiteceğine ve sana cevâb vereceğine inan) (Birinci cild, s. 129). Osmânlı âlimlerinden Muhammed Hakkı efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1301 [m. 1884] de Mekkede vefât etmişdir. (Hazînet-ül-esrâr) kitâbının 166. cı sahîfesinin birinci makâmında, (Müslimân, kendisinin Resûlullahın karşısında olduğunu düşünmeli, Onu kendisi ile Allahü teâlâ arasında şefâ’atçı, vesîle ve im-
dâda yetişici bilerek, ta’zîm, saygı ve edeb ile salât ve selâm söylemelidir. Bu makâmda, en uygunu, esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü demekdir...) diyor.
Ârif-ü billah Seyyid Muhammed Osmân Mirgânî Mekkî Hanefî, 1268 [m. 1852] de Mekkede vefât etmişdir. (Akreb-üt-turuk-ı ilelhak) kitâbının ondördüncü sahîfesinde diyor ki, (Resûlullahın karşısında olduğunu, seni gördüğünü ve sesini işitdiğini düşün! Uzakda isen de, Allahü teâlâ sesini işitdirir ve seni gösterir. Burada, yakın ile uzak arasında fark yokdur). Bütün bu yazılar, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendilerinin karşısında düşünenleri gördüğünü, seslerini işitdiğini göstermekdedir. Cemâ’at-ütteblîgıyyeyi kurmuş olanın buna inanmadığı anlaşılmakdadır. O, aşırı muhabbet ile olsa bile, bunu yasaklamakda, kendisini düşünenleri görmez ve seslerini işitmez demekdedir. Bu sözü ise, vehhâbîlik inançlarının temeli olan (Ölü işitmez) demekdir. Bu konuda sözün en doğrusu, derin âlimlerin sonuncusu olan Ahmed ibni Hacer-i Heytemînin (Fetâvelkübrâ) kitâbının, ikinci cild, dokuzuncu sahîfesinde yazılı olan fetvâsı olup şöyledir:
Süâl - İnsanın rûhu çıkacağı zemân, Resûlullahı görür mü? Görünce, Ona, bu zât için ne dersin denirmiş. (Bu zât) kelimesi, yanında bulunan kimse için kullanılır. Aynı zemânda pekçok kimse ölmekdedir. Bunların herbirine (Bu zât) denildiğine göre, Resûlullahın, bir anda çeşidli yerlerde görüldüğü anlaşılmakdadır. Bu nasıl oluyor?
Cevâb - (Evet Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ölmek üzere olan herkese görünmekde ve (Bu zât için ne dersin?) denilmekdedir. Böyle olması, Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü göstermekdedir. (Bu) kelimesi, yanında bulunan kimseyi göstermekde kullanılır. Bu söz, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” çeşidli yerlerde, çeşidli şekllerde bir anda görülebileceğine inanmayana cevâbdır. Hâlbuki, akl yolu ile de buna inanılır. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zât-i şerîfi bir ayna gibi olmakda, herkes bu aynada kendi güzelliğinin, çirkinliğinin sûretini görmekdedir. Aynanın güzelliğinde hiç değişiklik olmaz. Kabr hayâtı ve âhıret hayâtı, dünyâ hayâtına benzemez. Dünyâda, her insanın tek bir şekli vardır. Evliyânın, dünyâda da, çeşidli şekller aldığı çok görülmüşdür. Kadîb-ül-ban Hasen Mûsulînin ve başkalarının böyle göründükleri meşhûrdur). 570 de Mûsulda vefât etmişdir.
Yirmidokuzuncu sahîfedeki iki fetvâsından birincisinde diyor ki, (Ölüler, kendilerini ziyâret edenleri tanırlar. İbni Ebiddünyâ-
nın haber verdiği Hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyâret edip oturunca, meyyit onu tanır ve selâmına cevâb verir) buyuruldu. Diğer Hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, tanıdığı bir mü’min kardeşinin kabri yanından geçip, selâm verince, onu tanır ve selâmına cevâb verir) buyuruldu. İkinci fetvâsında diyor ki, (Ölü, dirilerin seslerini işitir. İmâm-ı Ahmedin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Meyyit, kendini yıkayanı, taşıyanı ve kabre koyanı tanır) buyuruldu). 1362 [m. 1943] senesinde, Ankarada vefât etmiş olan derin âlim, büyük Velî, Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri, İbni Hacer-i Mekkî için, (İslâm âlimlerinin en büyüklerindendir. Her sözü sağlam ve huccetdir) buyurdu.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâzır olmasında, görmesinde nasıl şübhe edilebilir? Peygamberlerin, hattâ Velîlerin temiz rûhları, bedenlerinden ayrılınca, mertebeleri artar. Melekler gibi tam tasarruf sâhibi olurlar. Böyle olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirdi. Bunu yalnız, Muhammed bin Abdülvehhâb inkâr ediyor. Allahü teâlâ onu dalâletde bırakdı. Cemâ’at-ütteblîgıyyenin başı İlyâs da, onun sapık akıntısına kapıldı. Buna inananların gözlerini aydınlatmak ve mülhidlerin yüzlerini kızartmak için, âlimlerin sözlerinden bir misâl dahâ verelim:
Hindistândaki âlimlerin büyüklerinden şâh Veliyyullah-i Dehlevî, (Huccet-üllahil-bâliga) kitâbında C. 1, Sh. 35 de diyor ki, (İnsan ölünce, rûhunun madde âlemi ile ilgisi kalmaz. Kendi aslına döner. Melekler gibi olur. Onlar gibi, insanlara ilhâm eder, yardım yapar. Allahü teâlânın dîninin yayılmasına, kuvvetlenmesine yardımcı olur. Bu yolda çalışanlara imdâd eder. Takım takım yardıma geldikleri görülür). Bu söz, mubârek rûhların melekler gibi iş yapdıklarını gösteriyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâzır olduğuna ve işitdiğine inanmıyanı iknâ’ etmek için, bu söz yetişmez mi? Bütün varlıkların aslı ve Allahü teâlâya yaklaşdıran biricik sebebin O olduğunu islâm âlimleri sözbirliği ile bildirdiler.
Allâme Abdürraûf Münâvî, (Er-ravd-un-nadîr) kitâbında diyor ki, (Temiz rûhlar, bedenlerinden ayrılıp, makâmlarına yükselince, hiçbirşey kendilerine perde olmaz. Herşeyi görür veyâ meleklerden öğrenirler. Bu, öyle bir sırdır ki, çok az kimseye bildirilmişdir. Mubârek rûhlar böyle olunca, hepsinin en üstününün nasıl olacağını düşünmeli ve iyi anlamalıdır!)
Ahmed Zeynî Dahlân hazretleri, (Takrîb-ül-üsûl)de diyor ki, (Âriflerden çoğu bildirdi ki, Velî ölünce, rûhunun mürîdlerine olan bağlılığı devâm eder. Bunun bereketi ile, nûrlar, feyzler hâsıl olur. Böyle olduğunu, Kutbül-irşâd Abdüllah-ul-Haddâd hazretle-
ri uzun açıklamış, bu arada şöyle demişdir: Velî öldükden sonra, kendine yakın olanlarla ilgilenir. Diri iken olan ilgisinden dahâ çok ilgilenir. Çünki, diri iken, kulluk vazîfelerini yapmakla da meşgûldür. Ba’zan bu meşgûliyyetleri ağır basar. Hele bu zemânda, çoğunlukla böyle olmakdadır. Seçilmişler ölünce, şeklleri, bedenleri gayb oluyor. Fekat, hakîkatleri mevcûd kalır. Kabrlerinde diridirler. Velî, kabrinde diri olduğu için ilmi, aklî ve rûhânî kuvvetleri hiç değişmez. Hattâ öldükden sonra, hepsi dahâ artar). Sahîfe 58. Bütün Velîler için böyle olunca, Peygamberler için ve hele hepsinin en üstünü olanı için nasıl olduğunu anlamalıdır. Bu açık hakîkati, ancak mezhebsizlik zehri ile bozulmuş olan ve dinden çıkmış mülhidlerin tuzaklarına düşmüş olan inkâr eder. Allahü teâlâ, bu büyük belâdan bütün müslimânları korusun! Âmîn. (El-muallim) mecmû’asından terceme temâm oldu. Bunların arabî aslları, (Elüstâz Mevdûdî) kitâbı ile birlikde, İstanbulda ofset yolu ile basdırılmışdır.
59 - Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ hân Berilevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fetâvel-Haremeyn) ismindeki fetvâ kitâbında, yirmisekiz süâle cevâb vermekdedir. Bu fetvâları, Ehl-i sünnet âlimlerinin beyânlarına tam uygundur. Bunlardan on adedi, teberrüken aşağıda bildirilmişdir:
Süâl 1: Hindistândaki ingiliz câsûsları, kendilerine (Neyâşire) diyorlar. Cebrâîl aleyhisselâmın ve meleklerin ve cinnin ve şeytânların ve göklerin ve mi’râc mu’cizesinin ve Cennetin ve Cehennemin var oldukları ve bedenlerin müslimânların inandığı şeklde, tekrâr dirilecekleri doğrudur diyorlar. Fekat, bunları bildiren âyet-i kerîmelere, (Bâtıniyye) denilen kimselerin bir kısmının yapdıkları gibi, uydurma ma’nâlar veriyorlar. Bu söylenen şeyler, maddeden yapılmış değildir. Ma’nâ ve hayâlî şeylerdir, diyorlar. Âdetlerin ve fizik kanûnlarının dışında birşey var olamaz diyorlar. Böylece, Allahü teâlânın, tabî’at kanûnları dışında birçok şeyler yaratacağını inkâr ediyorlar. Mu’cizelere inanmıyorlar. Bunlara, tabî’atda gördükleri, öğrendikleri şeylere göre, ma’nâ veriyorlar. Allahın dînini yaymak için yapılan cihâdda, kâfirlerden alınan esîrlerin köle olarak kullanılması harâmdır, zulmdür. Vahşîlerin yapdığı şeydir, diyorlar. Bütün dinlerde bildirilmiş olan bu işi, Allah emr etmemişdir, diyorlar. Tefsîr kitâblarının ve hadîs kitâblarının hiçbirine inanmıyorlar. Bunların içindekilerin hepsini âlimler uydurmuşdur, diyorlar. Elimizde doğru olarak yalnız Kur’ân var. Biz Kur’âna yeni bilgilerimize göre ma’nâ veririz. İlk müslimânların anladıklarına ve onlardan bize ulaşanlara inanmayız diyorlar.
Böyle söyliyenlere (Müslimân) ve (Ehl-i kıble) denir mi? Çünki bu câsûslar, müslimân olduklarını bildiriyor ve (Kelime-i şehâdet) söyliyorlar ve kıbleye karşı nemâz kılıyorlar. Hattâ, hakîkî müslimân kendilerinin olduğunu ve hâlis islâm dîninin de onların söyledikleri gibi olduğunu iddiâ ediyorlar. Bunlara müslimân mı diyeceğiz, kâfir mi diyeceğiz? Söylediklerine yanlış, bozuk mu diyeceğiz?
Cevâb 1: Hiç öyle değildir. Vallâhi, bunların müslimânlıkla hiç ilgileri yokdur. Bunlar, ingilizlerin beslediği islâm düşmanlarıdır. Kâfirlerin, mürtedlerin en kötüleridirler. Çünki bunlar, dinde zarûrî olarak bilinen şeyleri inkâr ediyorlar. Bunların kelime-i şehâdet söylemeleri ve Kâ’benin kıble olduğunu söylemeleri, (Mü’min) olduklarını ve Ehl-i kıble olduklarını göstermez. Zarûrî olan, açık, meydânda olan din bilgilerini değişdirmeğe, âlimlerin hiç biri ve i’tikâd ve fıkh kitâblarının hiç biri izn vermemişdir.
Süâl 2: Bunların ingiliz câsûsu oldukları anlaşıldı. Bunlardan işitdiklerini, anlayıp da, bunlara müslimân diyenler, hattâ islâm âlimi, dinde söz sâhibleri olduklarını söyliyenler, din büyükleri için söylenmiş olan kelimelerle bunları övenler, ismlerini söyliyerek, bunlar zemânımızın bir dâneleridir. Kitâbları, gençler için bulunmaz ni’metdir. Yazıları, kemâl sâhibi olduklarına şâhiddir. Dînimizin direğidirler. İslâm dîninin bekçisidirler, diyenler için ne buyurursunuz? Böyle övenler, onların kitâblarını basanlar, yazanlar ve din büyüklerinin kitâblarıdır diye reklâmlarını yapanlar için ne dersiniz?
Cevâb 2: Dinde zarûrî olan şeylerden birine inanmayan kâfir olur. Bunun kâfir olduğunda ve Cehennemde sonsuz azâb çekeceğinde şübhe eden de kâfir olur. Bunun kâfir olacağı, (Bezzâziyye) ve (Dürr-ül-muhtâr) ve Kâdı İyâdın (Şifâ) ve İmâm-ı Nevevînin (Ravda) ve İbn-i Hacer-i Mekkînin (el-A’lâm) kitâblarında açıkca bildirilmişdir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bir hıristiyanı, bir yehûdîyi ve dîn-i islâmdan ayrılanlardan birini kâfir kabûl etmeyen kimsenin kâfir olacağında şübhe eden kimsenin de kâfir olacağını, islâm âlimleri söz birliği ile bildirdiler. Bu söz birliği adı geçen kitâblarda yazılıdır. Kâfir olmasında şübhe eden de kâfir olunca, onu müslimân bilenin nasıl olacağını ve hele, onu islâm âlimlerini öven kelimelerle medh edenin nasıl olacağını düşünmelidir. Bu sözümüzden, böyle kimseleri islâm âlimi sananların ve bunların küfr saçan sözlerini, yazılarını övenlerin, yayanların, kâfir olacaklarını iyi anlamalıdır. Övmek, yaymağa çalışmak ve reklâmını yapmak, râzı olmağı, beğenmeği gösterir. Küfre rızâ, küfr
olur. Küfre rızâ demek, kâfirin küfr üzere kalmasını istemek değildir. Onun küfrünü beğenmek demekdir.
Süâl 3: (Bid’at ehli) ne demekdir?
Cevâb 3: Bid’at sâhibinin Ehl-i sünnetden ayrılmasına sebeb, eğer hazret-i Alînin hazret-i Ebû Bekrden ve hazret-i Ömerden dahâ üstün olduğuna inanması ise, böyle inananın (Bid’at sâhibi) olacağı (Hulâsa) ve (Hindiyye) ve başka birçok kıymetli kitâbda yazılıdır. Bu iki halîfenin veyâ ikisinden birisinin halîfe olmasına inanmayan için fıkh âlimleri kâfir olur, dedi. Kelâm âlimleri ise, yine bid’at sâhibi olur, dediler. İhtiyâtlı davranarak, bid’at sâhibi olur demelidir. Eğer, Allahü teâlâ mahlûkdur derse veyâ şimdi mevcûd olan Kur’ân-ı kerîm noksandır ve Eshâb tarafından ve dahâ sonraları değişdirilmiş yerleri vardır derse yâhud hazret-i Alî veyâ oniki imâmdan biri, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dahâ üstündür derse, kesinlikle kâfir olur. Buna, mürtedlere yapılan gibi yapılacağı, (Hindiyye), (Zahîriyye), (Ha-dîkat-ün-nediyye)de ve fıkh kitâblarında yazılıdır. (Makâlet-ülmüfessire an-ahkâm-il-bid’at-il-mükeffire) kitâbında bu husûsda geniş bilgi vardır.
[İbni Âbidîn, nikâhı câiz olmıyanları anlatırken diyor ki, bir kimse, eğer hazret-i Alîye tapınıyorsa veyâ Cebrâîl aleyhisselâm Kur’ân-ı kerîmi Alîye getirmeğe emr olundu. Şaşırıp Muhammed aleyhisselâma getirdi derse veyâ hazret-i Ebû Bekr Eshâbdan değildir derse yâhud hazret-i Âişeye kazf ederse, ya’nî zinâ etdi derse kâfir olur. Hazret-i Alî, iki halîfeden dahâ üstündür derse veyâ Eshâbdan herhangi birini seb, şetm eder, söğerse, ya’nî kötülerse, kâfir olmaz, bid’at ehli olur.
Üçüncü cildde diyor ki, bir kimse, iki halîfeyi seb ederse, bu ikisine la’net ederse, kâfir olur. Dürzî ve mülhid ve İsmâ’ilî denilen kimseler, islâmın beş şartını yapıyorlar ise de, tenâsüha inandıkları ve şerâba, zinâya halâl dedikleri ve âyet-i kerîmelere bozuk ma’nâlar verdikleri için kâfir oluyorlar.
İbni Âbidîn, (Ukûd-üd-dürriyye) kitâbında, şeyh-ul-islâm Abdüllah Efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” şî’îler hakkındaki fetvâsını uzun yazmakda, küfre varanlarını bildirmekdedir.]
Süâl 4: Bâtıniyye denilen kimseleri övenler, bunlar için ilmin yıldızları ve âlimlerin güneşleri ve zemânımızın büyük âlimi ve asrımızın önderi gibi sözlerle övenler için ve bu sözlere inananlar için ne dersiniz?
Cevâb 4: Bu övülenler, mürted oldukları bildirilenlerden ise ve övenleri böyle olduğunu biliyorlarsa, bunlar da, mürted olur. Övülenler mürted değil iseler, bunları da övmenin çok çirkin, çok kötü olduğu meydândadır. İbni Ebiddünyâ ve Ebû Ya’lâ ve Beyhekînin Enes bin Mâlikden ve İbni Adînin Ebû Hüreyreden haber verdikleri Hadîs-i şerîfde, (Fâsık medh olunduğu zemân, Rabbimiz gadaba gelir) buyuruldu. Böyle medhlere izn vermek, neşr etmek, reklâmını yapmak, bunlardan râzı olmağı gösterir. Kötülükden râzı olmak da kötüdür. [Eshâb-ı kirâmın ve bütün Ehl-i sünnetin düşmanı olduğu anlaşılan ahund Humeynîyi medh edenleri, onun dînî ve siyâsî yolunu beğenenleri işitiyoruz. Bunların, bu Hadîs-i şerîfi ve fetvâyı dikkat ile okumaları ve ibret almaları, gafletden uyanmaları lâzımdır.]
Süâl 5: Allahü teâlâ ve Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yalan söyleyebilir demeği nasıl karşılıyorsunuz?
Cevâb 5: Yalan söylemek, noksanlıkdır, çirkindir. Allahü teâlâda ve Resûlünde çirkin şeylerin bulunmadığı sözbirliği ile bildirilmişdir. (Sübhânessübbûhan ayb-i kezbin makbûh) kitâbımda bunu uzun bildirdim. Kelâm ve tefsîr âlimlerinden vesîkalar yazdım. Böyle söyliyenlerin doğru yoldan sapmış, bozuk kimseler olduklarını arab ve acem âlimleri çeşidli kitâblarında bildirmişlerdir. Hadîsde üstâdımdan allâme Ahmed bin Zeyn bin Dahlân-i Mekkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitâbında bunların dalâletleri geniş anlatılmış ve Medîne-i münevvere müftîsi mevlânâ Ebüssü’ûdun “rahmetullahi teâlâ aleyh” bunları red eden yazıları bildirilmişdir. Bunlar şeytânın yoluna kapılmışlar, şeytân askeri olmuşlardır. Şeytânın askerleri, elbette perişân olacaklardır demekdedir.
Süâl 6: Zemânımızda (Gayr-ül-mukallidîn) ya’nî mezhebsiz denilen kimseler türedi. Bunlar, dört mezhebden hiçbirine uymuyorlar ve başkalarının uymalarını da istemiyorlar. Kendilerine (Ehl-ül-hadîs) adını vermişler. Biz yalnız hadîse uyarız, diyorlar. Câhil, din tahsîlinden mahrûm, hakkı bâtıldan ayıramıyan, doğruyu eğriyi seçemiyen kimselerin, Mısrda, Hicâzda ve Irakda, Şâmda biraz arabî öğrenerek kendilerini din adamı tanıtanların, din kitâbı yazdıklarını görüyoruz. Bunlar için ve kitâbları için ne dersiniz?
Cevâb 6: Hanefî mezhebi âlimlerinden allâme seyyid Ahmed Tahtâvî, (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde, zebâyıh bahsinde diyor ki, (Fıkh âlimlerinin yolundan, sivâd-i a’zamdan ayrılan, Cehenneme götüren yola sapmış olur. Bunun için, ey mü’minler! (Ehl-üs-sün-
ne vel-cemâ’a) denilen (Fırka-i nâciyye)nin, ya’nî Cehennemden kurtulmuş olduğu Peygamberimiz tarafından bildirilmiş olan tek fırkanın yoluna sarılınız! Çünki, Allahü teâlânın yardımı ve koruması ve se’âdete ulaşdırması, yalnız bu yolda bulunanlar içindir. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlar içindir. Bu fırka-i nâciyye, bugün, dört mezhebin içinde toplanmışdır. Bu dört mezheb, Hanefî, Şâfi’î, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir. Bu dört mezhebden birinde bulunmayan kimse, bid’at ehli ve Cehennem ehli olur). [Ya’nî, sapık veyâ kâfir olur.] Büyük imâm Süfyân-ı Sevrî “radıyallahü anh” (fıkh âlimi olmayan, Hadîs-i şerîflere uyarsa, dalâlete sürüklenir) buyurdu. Büyük imâm İbnülhacerül Mekkî (El-Medhal) kitâbında da bunu haber vermekdedir. (El-bârîkatuş-şârika alâ mârîkat-ül-müşârika) kitâbımda mezhebsizlere karşı fetvâlarım ve risâlelerim mevcûddur.
Süâl 7: Ba’zıları, mezhebsizlerin Ehl-i sünnet olduklarını, hattâ diplomalı din adamı olduklarını söylüyorlar. Ehl-i sünnetden yalnız ufak tefek bilgilerde ayrıldıklarını, bu ayrılığın da, Hanefî, Şâfi’î, Mâlikî mezheblerinin birbirlerinden ayrılıkları gibi fâideli olduğunu, böylece, islâm dînine yardım etdiklerini söylüyorlar. Bunun için, mezhebsizlerin de, Hanefî ve Şâfi’î mezhebinde olanlar gibi olması ve onları din kardeşi bilmemiz, gönülden sevmemiz ve saymamız lâzım gelmez mi? Müctehid olmadığı hâlde, hadîse uyarak iş yapmak, muhabbet serhoşlarının, Allah âşıklarının yolu değil midir? Eshâb-ı kirâmdan Ebû Zer-i Gaffârî “radıyallahü anh” de, (Mallarınızı yığarak kenz, defîne yapmayınız!) Hadîs-i şerîfi ile amel etmedi mi? Mezhebsizler için, böyle söyliyenlere karşı ne dersiniz?
Cevâb 7: Böyle sözler, hiç doğru değildir. Böyle söyleyenler de, onlardan olur. Hattâ onlardan dahâ kötüdürler. Bid’at sâhibine nasıl hurmet olunabilir? Taberânînin Abdüllah bin Beşîrden haber verdiği Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibine hurmet eden, islâm dîninin yıkılmasına yardım etmiş olur) buyuruldu. Taberânînin (Kebîr)inde ve Ebû Nu’aymın (Hilye)sinde, Mu’âzdan “radıyallahü anh” haber verilen Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibine hurmet etmek için yürüyen kimse, islâmı yıkmağa yardım etmişdir) buyuruldu. Böyle Hadîs-i şerîfler çok vardır. İctihâd derecesine yükselmemiş olanın, ibâdetlerini, işlerini Hadîs-i şerîflere uyarak yapması ve dört mezhebden birine uymaması, dalâletdir, sapıklıkdır. Mü’minlerin yolundan ayrılmakdır. Nahl sûresinin kırküçüncü âyetinde meâlen, (Bilmediklerinizi zikr ehlinden sorunuz!) buyuruldu. Ebû Dâvüdün Câbir bin Abdüllahdan haber verdiği hadîs-i
şerîfde, (Bilmediklerinizi sorunuz. Cehâletin ilâcı süâldir) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîf, bilmiyenlerin bilenlerden sorup öğrenmelerini emr etmekdedirler. Buradan anlaşılıyor ki, mezhebsizler için, yukarıda yazıldığı gibi konuşanlar ve bunları kabûl edenler ve inananlar da onlardan olur. Dalâletde, sapıklıkda ortakdırlar.
Süâl 8: İki seneden beri Hindistânda bu çeşid insanlar türedi. (Nedvet-ül-ulemâ) dedikleri bir cem’iyyet kurmuşlar. Bunu, islâmiyyete hizmet ve müslimânları uyandırmak için yapdık diyorlar. Burada her çeşid insan, i’tikâdları bozuk kimseler toplanmış. Mezhebsiz kimseler ve Ehl-i sünnet mezhebinden birkaç kişi, yüksek kürsîlere oturmuşlar, nutk söylüyorlar. Buna ne dersiniz!
Cevâb 8: Bu yapdıkları harâmdır. Dalâletdir. İlmi az olan müslimânları, mezheblerine karşı soğutmakdır. Müslimânlar, sapık din adamlarının Ehl-i sünnet âlimi olarak tanınanlar ile işbirliği yapdıklarını, hepsinin kürsîlerde oturduklarını görünce, onları da büyük ve kıymetli sanırlar. Onlara da hürmet ederler. Bu ise, büyük günâhdır. İslâm dîni, bid’at sâhiblerine hakâret edilmesini, sert davranılmasını emr ediyor. Onlara saygı gösterilmesini men’ ediyor. İslâm âlimleri, akâid kitâblarında, meselâ (Şerh-ul-mekâsıd) kitâbında, (Bid’at sâhiblerine sert davranmak, onları aşağı görmek, red ve tard etmek lâzımdır) dediler. Müslimânlar, onları yüksek yerlerde görünce, kalbleri meyl eder. Sözlerini dinlerler. Şeytânın aldatması ile, onları sevmeğe başlarlar. Bunların doğru yoldan kaymalarına sebeb, onlarla işbirliği yapanlardır. Ayrı inanışlı kimselerin biraraya gelmeleri, dînin yıkılmasına sebeb olur. Müslimânları uyandıracağız diyenler, bunları zehrlemekde, felâkete sürüklemekdedirler.
Süâl 9: Nedveyi kurmakdan maksadları, sünnî ve diğer bid’at fırkaları arasındaki ayrılığı yok etmek imiş. Birbirlerinin sözlerini, inanışlarını red etmemeleri, kardeşce geçinmeleri lâzım imiş. Âlimler, birbirlerine uymayan inanışlarını, düşüncelerini söylememeli ve yazmamalı imiş. Bütün müslimânların ve talebelerinin de böyle yapmalarına örnek oluyorlarmış. Ayrılık, münâkaşa, helâk olmaya sebeb olur. Nefsin arzûlarından, kendini beğenmekden ileri gelir, diyorlar. Bu sözleri doğru mudur? Yoksa, bozuk ve azgınlık mıdır?
Cevâb 9: Bid’at yayıldığı zemân, bunu red etmek ve zararlarını, kötülüğünü yaymağa çalışmak, farzdır. Bunun farz olduğunu islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Selef-i sâlihîn ve bugüne kadar gelen âlimler, hep böyle yapdılar. Bid’at sâhiblerini red
etmeyen, onları kendi hâline bırakan kimse, müslimânların sözbirliğinden ayrılmış olur. İslâm cemâ’atinden uzaklaşmış olur. Bid’atleri ve bid’at işleyenleri sevmiş olur. Bu ise, Ehl-i sünnet mezhebini ve bu doğru yolda olan müslimânları kötülemekdir. Ma’rûfu nehy etmek ve münkeri emr etmekdir. Müslimânları, Allahü teâlânın la’netine sürüklemekdir. Büyük âlim, müslimânların imâmı Ahmed ibnü Hacer-il-Mekkî hazretleri (Es-Savâ’ık-ul-muhrika) kitâbının önsözünde diyor ki, (Bu kitâbdaki yazıların hakîkatlarını, özlerini kavrayacak kadar derin ilme mâlik olmadığım hâlde, bu yazıları yazmağa beni sürükleyen sebeb, Hatîb-ül-Bağdâdînin (El-Câmi’) kitâbında bildirdiği şu Hadîs-i şerîf olmuşdur: (Fitneler, bid’atler yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zemân, hakîkati bilen, bildiğini bildirsin! Bildiğini bildirmeyenlere, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar la’net eylesin! Allahü teâlâ, bunların ibâdetlerini ve hiç bir iyiliklerini kabûl etmez).) (Böyle davranmak, fesâd çıkarmak olur, günâhdır. Bunlar kendilerini yok etmekdedirler) sözü, Allahü teâlâya iftirâdır. İslâm âlimlerini kötülemekdir. Ehl-i sünnet mezhebinden ayrılmakdır. Mühim bir farzı inkâr etmek, buna harâm demekdir.
Süâl 10: Bu Nedvenin en büyük maksadı, Ehl-i kıble arasındaki ayrılıkları yok etmek, Ehl-i sünnet ve ehl-i bid’at olan çeşidli inanışdaki müslimânları birleşdirmek, ayrılıkları kaldırmak, hepsini süt ve şeker gibi fâideli ve tatlı hâle getirmek imiş. Kalblerinin birlikde atmasını, birisinin zararına, acısına hepsinin ortak olmasını sağlamak imiş. İnanışları ayrı ise de, Kelime-i şehâdet getiren herkesin kardeş olduklarını bildirmek imiş. Bunu, (Ey müslimânlar! Birbirinizle kardeş olunuz!) Hadîs-i şerîfindeki emre uymak için yapıyorlarmış. Hiçbir şeyde ayrılık yapmamak, birbirini kötülememek lâzım imiş. Böyle birleşmek, Allahü teâlânın emri, farzı imiş. Yalnız böyle birleşenlerin nemâzı, orucu, tâ’atları kabûl olur imiş. Böyle birleşmiyenler dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşmazmış. Hattâ, Ehl-i kıble birbirlerini sevmedikce, îmân sâhibi olamaz. Cennete giremezmiş. İnsanların her günâhının afv edilmeleri mümkin ise de, birbirleri ile geçimsizlikleri ve düşmanlıkları afv edilmez imiş.
Cevâb 10: Yukarıdaki yazıların hepsi islâmiyyete uygun değildir. Müslimânlara zararlıdır. İnsanları dalâlete sürüklemekdir. Böyle olduğunu, çeşidli Hadîs-i şerîfler ve din imâmlarının sözleri göstermekdedir. Bid’at sâhibleri ile görüşmeği yasaklayan ve onlardan uzaklaşmayı emr eden Hadîs-i şerîflerden birkaçını bildirelim: (Sahîh-i Müslim)de Ebû Hüreyreden haber verilen hadîs-i şe-
rîfde, (Onlardan kaçınız! Sizi dalâlete götürmesinler. Fitneye düşürmesinler) buyuruldu. Ebû Dâvüdün Abdüllah ibni Ömerden haber verdiği Hadîs-i şerîfde, (Hasta olurlarsa, ziyâretlerine gitmeyiniz!) buyuruldu. İbni Mâcenin Câbirden haber verdiği Hadîs-i şerîfde, (Karşılaşınca, onlara selâm vermeyiniz!) buyuruldu. Ukaylînin Enes bin Mâlikden “radıyallahü teâlâ anh” haber verdiği Hadîs-i şerîfde, (Onlarla birlikde bulunmayınız! Onlarla birlikde yiyip içmeyiniz. Onlardan kız alıp vermeyiniz!) buyuruldu.
[Bu Hadîs-i şerîf, bid’at sâhibleri ile arkadaşlık etmeği, onlarla birlikde yiyip içmeği, onlardan kız alıp vermeği yasaklamakdadır. (Hindiyye) ve (Bahr-ür-râık) kitâblarının sâhibleri “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” diyor ki, (Zındıklar, bâtınîler, ibâhîler ve inanışları küfre sebeb olan bütün mezhebsizler, putlara, ya’nî heykellere ve yıldızlara tapınanlar gibi müşrikdirler. Bu müşriklerle evlenmek ve câriye olarak vaty etmek harâmdır.)
Yukarıda yazılanlardan anlaşılıyor ki, dört mezhebden birinde bulunmıyanın, ya’nî Ehl-i sünnet olmıyanın inanışı küfre sebeb olursa, müşrik olur. Bunlarla nikâhlanmak ve kesdiklerini yimek harâm olur. Küfre sebeb olmıyanı, bid’at ehli olup, bunlarla nikâhlanmak harâm olmuyor. Nikâhları sahîh oluyor ise de, bunlarla birlikde yaşamak, hattâ selâmlaşmak, Hadîs-i şerîflerle yasak edildiği için, bunlarla evlenmemelidir. Ehl-i sünnet ile evlenmelidir.]
İbni Hibbânın bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Onların cenâzelerinin nemâzını kılmayınız! Onlarla birlikde nemâz kılmayınız!) buyuruldu. Deylemînin Mu’azdan haber verdiği Hadîs-i şerîflerde, (Ben onlardan değilim. Onlar da benden değildirler. Onlara karşı cihâd etmek, kâfirlerle cihâd etmek gibidir) buyuruldu. İmâm-ı Ca’fer-us-Sâdık, babası Muhammed Bâkırdan, bu da babası Zeynel’âbidîn Alîden, bu da babası Hüseynden, bu da imâm-ı Alîden “radıyallahü anhüm” haber verdiler ki, Ebû Ümâmeye söylenilen Hadîs-i şerîfde, (Kaderî ve mürci’î ve hâricî fırkasında bulunanlarla görüşme! Bunlar, (bid’at sâhibleridir) dînini bozarlar. Yehûdîlerin ve hıristiyanların yapdıkları gibi, hıyânet ederler) buyuruldu. İbni Asâkirin Enes bin Mâlikden haber verdiği Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibini gördüğünüz zemân, ona karşı sert davranın! Allahü teâlâ, bid’at sâhiblerinin hepsine düşmandır. Onlardan hiçbiri sırat köprüsünden geçemiyecek, Cehennem ateşine düşeceklerdir) buyuruldu. Ebû Dâvüdün ve Hâkimin hazret-i Ömerden haber verdikleri Hadîs-i şerîfde, (Kaderiyye fırkasında olanlarla birlikde bulunmayınız! İşlerinizi onlara danışmayınız!) buyuruldu.
Ahmed ibni Hanbelin ve Ebû Dâvüdün ve Tirmüzînin ve İbni Mâcenin Abdüllah ibni Mes’ûdden ve Taberânînin Ebû Mûsel-Eş’arîden “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haber verdikleri Hadîs-i şerîfde, (İsrâil oğulları [ya’nî yehûdîler] günâh işlediler. Âlimleri,bunlara nasîhat verdi; dinlemediler. Âlimleri, sonra bunlarla görüşdüler. Berâberce yiyip içdiler. Allahü teâlâ aralarına düşmanlıksokdu. Dâvüd aleyhisselâmın ve Îsâ aleyhisselâmın ağızlarından bunlara la’net etdi) buyurdu.
Tirmüzî ve Ebû Dâvüd ve İbni Mâce, Nâfiden alarak bildiriyorlar ki, Abdüllah ibni Ömere bir adam gelerek bir kimseden selâm getirdi. Abdüllah, buna, (O kimsenin bid’at sâhibi olduğunu işitdim. Bid’at sâhibi ise, benden ona selâm götürme) dedi. Hasen-i Basrî ve Muhammed ibni Sîrîn (Bid’at sâhibleri ile birlikde bulunmayınız!) dediler. Eyyûb-i Sahtiyânî diyor ki, Talak bin Habîb ile oturuyordum. Sa’îd bin Cübeyr yanımızdan geçdi. Bana dönerek, (Onunla oturma! O, bid’at sâhibidir) dedi. Esmâ bin Ubeyd diyor ki, Alî ibni Sîrînin yanına bid’at sâhibi olan iki kişi gelerek, sana bir hadîs soracağız dediklerinde, hayır, sormayınız, dedi. Bir âyet soracağız dediklerinde, hayır, buradan gidiniz, yoksa ben giderim, dedi. Gitdiler. Orada bulunanlar, Kur’ân-ı kerîmden bir âyet üzerinde konuşsaydın ne olurdu, dediler. Onların âyet-i kerîmeyi değişdirerek okumalarından ve bu değişikliğin kalbimde yer etmesinden korkdum, dedi. Selâm bin Ebî Muti’ diyor ki, bid’at sâhibi bir kimse Eyyûba gelip, sana bir kelime soracağım dedikde, senden yarım kelime bile dinlemem, dedi. Bir kimse Sa’îd bin Cübeyre birşey sordu. Cevâb vermedi. Sebebi soruldukda, bid’at sâhibidir, onunla konuşulmaz, dedi. Ebû Ca’fer Muhammed Bâkır “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki, (Münâkaşa edenlerin yanında oturmayınız! Bunlar âyet-i kerîmelere diledikleri gibi ma’nâ verirler). İmâm-ı Ahmed ibni Hacer-i Mekkî, (Mişkât) kitâbının şerhinde, Abdüllah ibni Ömerin “radıyallahü teâlâ anh”, benden selâm söylemeyiniz dediğini bildirirken, çünki, bid’at ehlinden kaçınmakla emr olunduk demekdedir. (Mirkat) kitâbında, (Kaderiyye fırkasında olanlarla birlikde bulunmayınız!) Hadîs-i şerîfini bildirirken, çünki, agyâr ile görüşmek, insanı helâke, felâkete sürükler, demekdedir. (Şir’at-ül-islâm) kitâbında diyor ki, selef-i sâlihîn “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, bid’at ehli ile birlikde bulunmazdı. Çünki, Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibleri ile birlikde bulunmayınız! Onların kötülükleri, uyuz hastalığı gibi bulaşıcıdır) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Kaderiyye fırkasında olanlara selâm vermeyiniz! Hastalarını ziyâret etmeyiniz! Cenâzesinde bulunmayınız! Onların sözlerini dinlemeyiniz! Onla-
ra sert cevâb veriniz! Hakâret ediniz!) buyuruldu. Bir Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ bid’at sâhibine sert cevâb verenin kalbini îmânla doldurur. Korkulu şeylerden korur. Bid’at sâhibine kıymet vermiyen kimseyi Allahü teâlâ kıyâmetin korkularından korur) buyuruldu. (İrşâd-üs-sâri şerhu sahîh-il-Buhârî) kitâbında diyor ki, bid’at ehli olan kimsenin tevbe etdiği anlaşılmadıkça, ondan uzaklaşmak lâzımdır. Bu za’îf kul [ya’nî Ahmed Rıdâ Hân], bu konuda bir risâle hâzırlamakdayım. Bid’at ehlinden kaçmak, onlara sert davranmak lâzım olduğunu Kur’ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden vesîkalar yazarak açıklamakdayım. Ayrıca âlimlerin sözlerini de bildirmekdeyim. Bu kitâbım, gözlerin nûru ve gönüllerin şifâsı olacakdır.
Bid’at sâhibleri ile berâber bulunmanın zararları bu kadar çok olunca, onları sevmenin ve övmenin zararlarının ne kadar olacağını düşünmelidir. Hadîs-i şerîfde, (Kişi, sevdiği ile berâberdir) buyuruldu. İmâm-ı Alînin ve başkalarının bildirdikleri Hadîs-i şerîfde, (Yemîn ederim ki, Allahü teâlâ, insanı sevdikleri ile berâber haşr edecekdir) buyuruldu. Taberânînin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, insanı sevdiklerinin arasında haşr edecekdir) buyuruldu. Ebû Dâvüdün ve Tirmüzînin, Ebû Hüreyreden bildirdikleri Hadîs-i şerîfde, (İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir. Herkes, kiminle arkadaşlık etdiğine baksın!) buyuruldu. (Fih-un-Nesrîn bi-cevâbil-es’ilet-il-ışrîn) kitâbımda yukarıdaki Hadîs-i şerîfler üzerinde geniş açıklamalar vardır.
Nedvet-ül-ulemânın maksadı, mel’ûn şeytânın maksadıdır. Bilgisi az olan müslimânları doğru yoldan kaydırmağa uğraşmakdadırlar. Müslimânları birleşdirmek farzdır, sözleri ile yeni bir din ortaya koymakdadırlar. (İbâdetler kabûl olmaz. Böyle olmayanlar, berekete ve se’âdete kavuşamaz) sözleri de, Allahü teâlâya iftirâdır. Bid’at ehli ile çekişmeğe ve onları düşman bilmeğe günâh demeleri ve bu günâhı afv olmaz bilmeleri ve afvı imkânsızdır demeleri de, kendilerinin Ehl-i sünnet vel-cemâ’atin hak yolundan ayrıldıklarını ve âyet-i kerîmeleri inkâr etdiklerini gösteriyor. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, şirkden başka dilediği kimselerin bütün günâhlarını afv eder) ve (Allahü teâlâ, bütün günâhları elbette afv eder) buyuruldu. Onların, bu günâhın afvı imkânsızdır demeleri, bu âyet-i kerîmeleri inkâr olmakdadır. (Allahın kulları, kardeşler olunuz!) Hadîs-i şerîfine de yanlış ma’nâ vermekdedirler. Bu Hadîs-i şerîfin ma’nâsı, (Umdet-ül-Kâri) ve başka kitâblarda da bildirildiği gibi, (Kardeşler olmanızı sağlayacak şeyleri yapınız!) demekdir. Buna göre, bid’at sâhiblerinin, hak yolda
bulunan müslimânlarla kardeş olabilmeleri için, bid’atlerini terk etmeleri ve sünnet-i seniyyeyi kabûl etmeleri lâzımdır. Bid’atlerinde devâm edip de, Ehl-i sünnet olan müslimânları kendileri ile kardeş olmağa çağırmaları, açık bir dalâlet, sapıklık ve çirkin bir hîledir. (Fetâvelharemeyn)den terceme burada temâm oldu. Bu kitâb arabî olup, İstanbulda ofset yolu ile basdırılmışdır. Kitâbın yazarı Ahmed Rızâ hân Berilevî “rahmetullahi aleyh”, 1340 [m. 1921] de Hindistânda vefât etmişdir.
60 - Dinde reformcular, islâmiyyetin bir emrini yok etmek isteyince, son koz olarak Hadîs-i şerîflere saldırıyorlar. Bu emrin dayandığı hadîs mevdû’dur diyorlar. Bu sözlerine de inandıramıyacaklarını anlayınca, mevdû’ olmasa bile, za’îf hadîsdir, za’îf hadîsle hükm verilmez diyorlar. Meselâ, erkeklerin altın yüzük takması, harâmdır. Dinde reformcular, bunu bildiren hadîs za’îfdir. Altın yüzük harâm değildir diyorlar. Bu sözleri, kendilerini yalanlamakdadır. Çünki, za’îf hadîs ile hükm verilemiyeceğine göre, (Altın yüzük harâmdır) hükmü çıkarılmış olan hadîsin sahîh olması lâzım gelir. Doğrusu da budur. Ehl-i sünnet âlimleri, Hadîs-i şerîfleri incelerken, kılı kırk yarmışlar, mevdû’ hadîslerin hepsini elemişlerdir. Farzları, halâl ve harâmları, yalnız sahîh ve meşhûr hadîslerden çıkarmışlardır. İbni Melek “rahmetullahi aleyh”, (Menâr şerhi) kitâbında, (Za’îf olan hadîs ile vücûb sâbit olmaz. Hadîs ve fıkh âlimlerince, sahîh olduğu anlaşılamıyan bir hadîs ile amel olunmaz) diyerek, bu hakîkati anlatmakdadır. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde abdesti anlatırken buyuruyor ki, (Müctehidin bildirdiği hükmlerin delîllerini, senedlerini aramak, mukallide lâzım değildir).
Ehl-i sünnet âlimlerine saldıran ve fıkh kitâblarına saygısız olan kimsenin mezhebsiz olduğu anlaşılır. Abdüllah bin Îsâ San’ânî “rahmetullahi aleyh” (Seyfülhindî fî ibâneti tarîkat-iş-şeyh-in-Necdî) kitâbında, sahîh hadîslere mevdû’ diyenlerin mezhebsiz olduklarını, Ehl-i sünneti yıkmağa uğraşdıklarını vesîkalarla isbât etmekdedir. Bu kitâbını 1218 [m. 1803] senesinde yazmışdır. Müderris seyyid Abdüllah efendi “rahmetullahi aleyh” (İrsalülmekal) kitâbında, Hadîs-i şerîflere za’îfdir, mevdû’dur gibi iftirâ edenlere cevâb vermekde, bu yoldakilerin önderliğini yapan ibni Teymiyyeyi ve Şevkânîyi red etmekdedir.
(Usûl-i hadîs) denilen ayrı bir ilm vardır. Bu ilmde, (Mevdû’ hadîs) demek, uydurma hadîs demek değildir. Şimdi, bu ilmden haberi olmıyanlar, mevdû’ hadîsi, lügat ma’nâsı ile düşünerek, uydurma hadîs demek sanıyorlar. Bu ilm üzerinde ve mevdû’ hadîs-
ler üzerinde geniş bilgi edinmek istiyenlere, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının ikinci kısmında beşinci maddeyi okumalarını tavsiye ederiz.
İmâm-ı Muhammed Birgivînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Usûl-i hadîs) kitâbını Dâvüd-i Karsî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, şerh etmişdir. Bunu da, Harputlu Yûsüf efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, şerh etmiş, İstanbulda basılmışdır. Bunun doksanbirinci sahîfesinden başlıyarak, arabîden terceme etmeği fâideli gördük:
(Herhangi bir hadîsi haber verirken, bilerek yalan söylemiş olduğu bilinen bir kimsenin haber verdiği Hadîs-i şerîflerin hepsine (Mevdû’) veyâ (Müfterî) hadîs denir. Çünki, haber verdiği hadîslerin hepsinin de, uydurma, iftirâ olmak ihtimâli vardır. Görülüyor ki, Usûl-i hadîsde yalanı yakalanan kimse, tevbe etse ve sâlih olsa da, bunun bildirdiği bütün hadîslere mevdû’ denilir. Böyle olduğunu, imâm-ı Süyûtînin (Tedrîb) kitâbı da bildirmekde ve hadîs âlimlerinin çoğu da söylemekdedir. Bid’at fırkalarında olanlar, müslimânları doğru yoldan ayırmak için, zındıklar da, müslimânları aldatmak için, hadîs uydurdular. Tekke şeyhlerinden de, ibâdete tergîb ve günâhlardan terhîb için hadîs uyduranlar oldu. Böyle iyi niyyetli hadîs uydurmak harâmdır. Müslimânları aldatmak için olursa, küfrdür. Sa’lebî, Vâhidî, Zimâhşerî, Beydâvî ve Ebüssü’ûd tefsîrlerinde, sûrelerin kıymetlerini anlatan, öven hadîslerin mevdû’ oldukları söyleniliyor. Fâtiha, En’âm, Kehf, Yasîn, Duhân, Mülk, Zilzâl, Nasr, Kâfirûn, İhlâs ve Kul e’ûzü sûrelerini öven hadîslerin sahîh oldukları meydândadır. Bu tefsîrlerin sâhibleri, mevdû’ denilen hadîsleri, sahîh, hasen ve olsa olsa za’îf bildikleri için veyâ güvendikleri hadîs âlimlerinden, böyle olarak aldıkları için, yâhud mevdû’ olduklarını kabûl etmedikleri için yazmışlardır. Çünki, hadîslerin sahîh olup olmadıkları zann-ı gâlib ile anlaşılır. Kesin olarak bilinemez. Hadîs âlimlerinden çoğunun sahîh dediği çok hadîsler vardır ki, bu fennin başka âlimleri, bunlara sahîh dememişdir. Birçoğu da, bunların sahîh olup olmadığını anlıyamamışdır. Çünki, bir hadîsin sahîh olmadığını anlamak çok güçdür. Ancak zan ile anlaşılır. Kesin olarak anlaşılamaz. Bir hadîsin uydurma olduğunu kesin olarak anlamak için, bunu haber verenlerden birinin, bunu ben uydurdum demesi lâzımdır. Yâhud, bana haber verdi dediği kimsenin, bu doğmadan önce ölmüş olduğu bilinmelidir. Yâhud, hadîs denilen sözün, islâmiyyete ve akla, hesâba ve tecribeye uymaması ve te’vîl kabûl etmemesi ile uydurma olduğu anlaşılır. Bunları da ancak hadîs âlimleri anlar. Bu derin
âlimler de, bunları anlamakda yanılabilir. Bunun içindir ki, Ebülferec İbn-ül Cevzînin (Mevdû’ât) kitâbındaki mevdû’ dediği hadîslerin çoğuna, sahîh, hasen ve za’îf diyen hadîs âlimleri olmuşdur. İmâm-ı Zehebî “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, İbn-ül-Cevzînin Mevdû’ât kitâbındaki yazılı hadîslerin çoğu, sağlam, güzel hadîslerdir. Buraya kadar yazdıklarımızı, imâm-ı Nevevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Takrîb) kitâbından ve Süyûtînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tedrîb) kitâbından ve şeyhül-islâm ibni Hacer-i Askalânînin (Nuhbe) kitâbından aldık). Birgivîden terceme temâm oldu.
Beydâvî ve imâm-ı Gazâlî ve Celâleddîn-i Süyûtî ve Sadreddîn-i Konevî ve Senâüllahı pâni-pütî “rahimehümullahü teâlâ”, gibi en büyük âlimleri sahîh hadîsle, uydurma hadîsi birbirinden ayıramıyacak kadar bilgisiz sanmak, yâhud, uydurma hadîsleri, bile bile, sahîh hadîs olarak yazacak kadar dinsiz veyâhud da, dînini kayırmaz ve vicdânı sızlamaz sanmak, çok büyük saygısızlık ve vicdânsızlık ve insâfsızlıkdır. İslâm âlimlerinin Hadîs-i şerîfler üzerinde nasıl bir titizlikle çalışdıklarını, kitâbımızın yedinci ve sekizinci maddelerinde uzun bildirmişdik. O yazıları okuyan akllı ve insâflı bir kimse imâm-ı Gazâlî gibi büyük bir âlimin kitâblarında uydurma hadîs vardır diyecek kadar küstâhlaşan bir dinde reformcuya hiç inanır mı? O yüce âlimler “rahime-hümullahü teâlâ”, Hadîs-i şerîfleri anlıyamamışlar da, talebelerinden ibni Teymiyye anlıyabilmiş demek, Ehl-i sünnet âlimlerine düşman olanlardan başkasının söyliyebileceği birşey değildir. İslâm âlimlerinin büyüklüğünü anlıyamıyanlar, o yüce imâmları da, kendileri gibi kısa aklları, bozuk düşünceleri ile yazmış sanıyorlar. (Gazâlînin muhâkemesi, sosyal fikrlerin zararlı te’sîrleri altında kalmış) diyecek kadar aşağı kelimeler kullanıyorlar. Onların her yazılarının, âyet-i kerîmelerin ve Hadîs-i şerîflerin îzâhı, açıklaması olduğunu kavrıyamıyorlar. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini öven bir kimse, bu sözünde samîmî ise ve o yüce imâmın yazılarını beğeniyorsa, bu yazılara uyması ve onun çok övdüğü Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmesi, onlara karşı saygısızlık yapmaması lâzımdır. Âlimin kıymetini, ancak âlim anlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kıymetini anlamamak, onları lekelemeğe, o mubârek zâtlara toz kondurmağa kalkışmak, bu (Fırka-i nâciyye)den ayrılmak olur. Ehl-i sünnetden ayrılanın yâ dalâlet sâhibi sapık veyâ kâfir olacağı (El-besâir li-münkirit-tevessül) kitâbında uzun yazılıdır. Hindistân âlimlerinden Ebû Muhammed Viltorînin (Hidâyet-ül-muvaffıkîn) kitâbının altmışbeşinci sahîfesinde bildirdiği gibi, Celâleyn tefsîri hâşiyesinde Kehf sûresinin (izâ nesîte) âyetinde Allâme Ahmed Sâvî Mâli-
kî diyor ki, (Dört mezhebden başkasını taklîd etmek câiz değildir. Dört mezhebden birine uymıyan kimse, dalâletdedir. Başkalarını da dalâlete sürüklemekdedir. Bunların ba’zıları da kâfir olmakdadır. Çünki, küfre sebeb olan yollardan biri, âyet-i kerîmelerden ve Hadîs-i şerîflerden ahkâm çıkarmağa kalkışmakdır.)
61 - Aşağıdaki beş Hadîs-i şerîf, imâm-ı Muhammed Birgivînin (Tarîkat-i Muhammediyye) kitâbından ve bunun Nablüsî şerhi olan (Hadîka)dan alınmışdır:
1) Buhârî ve Müslimin bildirdikleri Hadîs-i şerîfde, (Bildirdiğim bu dinde bulunmıyan birşey, sevâb umarak meydâna çıkarılırsa, bu şey red olunur) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf gösteriyor ki, dinden ve ibâdetden olmıyan birşeyin meydâna çıkarılması bid’at olmaz. Yimekde, içmekde, giyinmekde, ev yapmakda ve bineklerde olan yenilikler, değişiklikler, ibâdet olan, ya’nî Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapılan şeyler değildir. Böyle şeylerin yapılması, bir ibâdeti bozmadığı veyâ dînin yasak etdiği bir şeyin yapılmasına sebeb olmadığı zemân, bid’at olmaz.
2) Taberânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Müslimânlar, Peygamberlerinden sonra, Onun bildirdiği dinde bir bid’at, herhangi bir yenilik yaparsa, bunun benzeri olan bir sünnet, aralarından kalkar) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf gösteriyor ki, dünyâ işlerinde, âdet olan şeylerde, sevâb beklemeden yapılan, yalnız dünyâlık fâidesi olan veyâ dünyâ zararından koruyan, yâhud zarar ve fâidesi düşünülmiyen inanış, söz, iş ve ahlâkdan islâmiyyetin yasak etmediği bir değişiklik, yenilik yapmak bid’at olmaz. Böyle değişiklikler, sünnetin ortadan kalkmasına sebeb olmaz.
3) Taberânîdeki bir Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibi, bid’atinden vazgeçinciye kadar, Allahü teâlâ, tevbesini kabûl etmez) buyuruldu. Her günâhdan sonra (Tevbe etmek) lâzımdır. Tevbenin doğru olması için, üç şart vardır: Günâha son vermek, yapdığına pişmân olmak ve bir dahâ hiç yapmamağa azm etmek, karar vermek. Eğer kul hakkı da varsa, hakkını ödeyip, halâllaşmak da lâzımdır. (Bid’at sâhibi) demek, bir bid’ati meydâna çıkaran veyâ çıkmış bir bid’ati yapan demekdir. (Bid’at) demek, dinde bulunmayan bir inanışı, bir işi, bir sözü veyâ ahlâkı, sonradan ortaya çıkarmak veyâ dinde sonradan ortaya çıkmış böyle bir bozukluğu yaymak ve bundan sevâb beklemek demekdir. Bir günâhı yapan kimsenin, başka günâh için yapdığı tevbesi kabûl olur. Bid’at sâhibi, bu bid’atinden sevâb beklemekde, iyi bir iş yapdığını sanmakdadır. Bunun için, tevbe etmeği düşünmez.
-433-
4) İbni Mâcenin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibi, bid’atinden vazgeçmedikçe, Allahü teâlâ onun hiç bir ibâdetini kabûl etmez) buyuruldu. Dinden olan bir inanışı, ibâdeti, sözü veyâ bir huyu değişdiren bir kimsenin, dinde reformcunun, doğru olan ibâdetleri dahî kabûl olmaz. Ya’nî ibâdetin fâidelerinden mahrûm kalır. Bu bid’atden vazgeçmesi lâzımdır.
5) İbni Mâcenin bildirdiği Hadîs-i şerîfde, (Bir bid’at küfre yol açmasa bile bunu ortaya çıkaranın orucu, haccı, ömresi, cihâdı, tevbesi ve hiçbir iyiliği kabûl olmaz. Bu kimsenin, yağdan kıl çıkar gibi, müslimânlıkdan çıkması kolay olur) buyuruldu. Şartlarına uygun olan farzları ve nâfileleri sahîh olur, borçdan kurtulur ise de, kabûl olmaz. Ya’nî sevâb verilmez. Bid’ati küfrüne yol açarsa, ya’nî küfre sebeb olan bir söz söyler, birşey kullanır, bir iş yaparsa, îmânı giderek, ibâdetleri sahîh de olmaz. Bid’at sâhibi, bid’atini iyi ve sevâb bilir. Bunun için dinden kolay çıkar. Bid’at işliyen, bunu ibâdet sanmakda, sevâb beklemekdedir. Günâh işliyen ise, günâhını suç bilmekde, Rabbinden utanmakda, azâbından korkmakdadır. Bid’atler, büyük günâhdır. Fekat her günâh bid’at değildir.
Yukarıdaki beş Hadîs-i şerîfin aslları ve açıklamaları, Hakîkat Kitâbevinin çıkardığı Nablüsînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî (Hadîkat-ün-nediyye) kitâbında yazılıdır.
(Bid’at) arabça bir kelimedir. Önceden olmayıp sonradan ortaya çıkarılan herşey demekdir. Bu bakımdan, hem âdetde, hem de ibâdetde yapılan değişiklikler, reformlar bid’at olur. (Âdet) demek, karşılık olarak kıyâmetde sevâb beklenilmiyen, yalnız dünyâ fâidesini düşünerek yapılan şey demekdir. (İbâdet) bunun tersi olup, kıyâmetde karşılığında sevâb beklenen şeydir. Eshâb-ı kirâm ve tâbi’în zemânlarında bulunmayıp da, sonradan meydâna çıkan herşey bid’at olunca, âlimler bu bid’atleri, mubâh, müstehab, vâcib ve harâm diye kısmlara ayırmışlar. Müstehab ve vâcib olanlara (Bid’at-i hasene) demişlerdir.
Fekat, (Dinde bid’at) demek, Eshâb-ı kirâm zemânından ve tâbi’în zemânından sonra, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” izni olmadan, dinde yapılan eklemeler ve noksanlıklar, ya’nî ibâdet olarak yapılan, sevâb olduğu düşünülen değişiklikler demekdir. (Dinde reform) da, dinde bid’at demekdir. Âdetlerde yapılan değişiklikler, bu bid’atin dışında kalmakdadır. Hadîs-i şerîflerde kötü olduğu bildirilen, dindeki bid’atlerdir. Ya’nî dinde reformlardır. Bunlar ibâdetlere yardımcı değildirler. Hepsi, ibâdetleri değişdirmekde, bozmakdadırlar.
Bid’at, ikiye ayrılır: İ’tikâdda ve ibâdet olan işlerde bid’atlerdir. İ’tikâdda olan reformlar, yâ ictihâd ile yapılır. Ya’nî âyet-i kerîmelerden ve Hadîs-i şerîflerden çıkarılır. Yâhud, akl ile, düşünce ile beğenilerek yapılır. İctihâd yapabilmek için derin âlim, ya’nî (müctehid) olmak lâzımdır. Müctehid, i’tikâd bilgilerinde ictihâd yaparken yanılırsa, afv olmaz. Suçlu olur. Yanlış anladığı inanılacak şey, dinde açıkça bildirilmiş ve câhillerin bile işitip bildiği, yayılmış bilgilerden ise, bu müctehid ve buna inananlar kâfir olur. Kâfir olduğu anlaşılan bir kimse, bu küfründen tevbe etmedikçe, mü’min ve müslimân olduğunu söylese ve bütün ömrünü ibâdetle geçirse de, küfrden kurtulamaz. Açık bildirilmiş, fekat herkesin işitmemiş olduğu bilgilerden veyâ açık bildirilmemiş bilgilerden ise, kâfir olmazlar. (Bid’at sâhibi), (Dalâlet ehli) ya’nî sapık olurlar. Bu yanlış inanışları, katl ve zinâ gibi büyük günâhlardan da dahâ büyük günâhdır. Yetmişiki dürlü bid’at fırkası bulunacağı ve sapık inanışları sebebîle hepsinin Cehenneme gidecekleri, Hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir.
Müctehid olmıyan din adamlarının, kendilerini müctehid sanarak, âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere ma’nâlar vermeğe kalkışmaları ile veyâ kendi görüşleri ile söyledikleri i’tikâd bilgisi, açık bildirilmemiş veyâ herkesin işitmediği bilgilerden olsa bile, yanlış olursa, böyle yanlış inananlar kâfir olur. Meselâ, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mi’râca çıkdığına ve kabr süâline, ictihâd yolu ile inanmıyan bir müctehid, bid’at sâhibi, ya’nî sapık olur. Kendi aklı, görüşü ile inanmıyan müctehid olmıyan bir din adamı ise, din bilgilerine kıymet vermemiş olacağından, kâfir olur.
İ’tikâddaki ictihâdlarında yanılmamış olan islâm âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve bunlar gibi doğru inanan müslimânlara (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) denir.
Yetmişiki bid’at ehlinin ibâdetleri, sahîh olsa da, kabûl olmaz. İbâdetlerinde, ictihâd ile yapacakları bid’atleri de ayrıca suç olur.
Ehl-i sünnet âlimlerinin ibâdetlerde, ictihâd ile buldukları bilgiler bid’at değildir. Bu bilgileri bulurken yanılmaları suç olmaz. Dört mezhebin imâmları, bu bilgileri, islâmiyyetin sâhibinin izni ile, islâmiyyetin bildirdiği delîllerden, senedlerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler, islâmiyyeti değişdirmiş değil, islâmiyyete yardımcı olmuşlardır. Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş şeylerde ictihâd yapılmaz. Bunlar, olduğu gibi kabûl edilir. Açık bildirilmemiş bir işi gösteren delîli ararken yanılmak suç olmaz. Fekat bu delîl ya’nî doğru yol açık olup da, müctehid bu delîli bul-
makda yanılarak veyâ bir delîlden çıkarılmayıp, akla uyarak yapılan ibâdetler, bid’at olur, sapıklık olur. Böyle reformlar, bir müekked sünnetin ortadan kalkmasına sebeb olursa, günâhı dahâ çok olur.
Resûlullahın ibâdet olarak yapdığı ve arasıra bırakdığı şeylere (Sünnet-i hüdâ) veyâ (Müekked sünnet) denir. Bunları arasıra yapmıyanlara azâb bildirilmedi. Hiç terk etmediği ve terk edenlere azâb yapılacağını bildirdiklerine (Vâcib) denir. Arasıra yapdığı ibâdetlere (Müekked olmıyan sünnet) veyâ (Müstehab) denir. Âdet olarak yapdıklarına (Sünnet-i zevâid) veyâ (Edeb) denir. İyi şeylere sağdan, fenâ şeylere soldan başlamak ve sağ, sol elleri kullanmak edebdir.
Âdetlerde değişiklik yapmak, bid’at değildir. Vera’ sâhiblerinin yapmaması iyi olur. Hadîs-i şerîfde, (Benim sünnetime ve benden sonra, hulefâ-i râşidînin sünnetlerine sarılınız!) buyuruldu. Sünnet sözü, yalnız olarak söylenildiği zemân, islâmiyyetin bildirdiği herşey demekdir. Bu dînin sâhibi olan Resûl “aleyhisselâm”, âdetlerde birşey bildirmedi. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanlara dinlerini bildirmek için geldi. Dünyâda muhtâc oldukları şeylerin yapılmasını öğretmek için gelmedi. Hadîs-i şerîfde, (Dünyâ işlerinizi yapmasını siz dahâ iyi bilirsiniz!) buyuruldu. Dünyânıza fâideli olan şeyleri bulup yapmanız için benim bildirmeme lüzûm yokdur demekdir. Dînî vazîfelerinizi, ibâdetlerinizi bilemezsiniz. Onları benden öğreniniz demekdir. Bunun için âdetler, islâmiyyetin dışında kalmakdadır. İslâmiyyetin dışında olan şeylerde yapılan değişiklikler bid’at olmaz.
Minâre, mekteb, kitâb gibi sonradan yapılmış olan şeyler bid’at ya’nî dinde reform değildir. Bunlar dîne yardımcı şeylerdir. İslâmiyyet bunlara izn vermiş, hattâ emr etmişdir. Böyle şeylere (Sünnet-i hasene) denir. İslâmiyyetin yasak etdiği şeyleri meydâna çıkarmağa (Sünnet-i seyyie) denir. Bid’atler, ya’nî dinde reformlar, sünnet-i seyyiedir. Sünnet-i hasene ya’nî dîne yardımcı şeylerin (Sadr-ı evvel)de ya’nî Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve tâbi’în-i izâmın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” zemânlarında yapılmaması, onların bu fâideli şeylere ihtiyâçları olmadığı içindi. Onlar, kâfirlerle cihâd ediyor, islâmiyyeti dünyâya yayıyorlardı. Onların zemânlarında bid’at sâhibleri çıkmamış veyâ çoğalmamışdı. Kıyâmete kadar (sünnet-i hasene) meydâna çıkarmak câizdir ve sevâbdır.
İbâdetde bir bid’ati yapmak, bir sünneti terk etmekden dahâ fenâdır. Bid’at işlemek harâmdır. Sünneti özrsüz terk etmek mek-
rûhdur. Bir sünneti özrsüz terk etmeği sevâb sanırsa, sünneti terk etmesi de bid’at olur. Bir inanışın, bir işin veyâ bir sözün sünnet veyâ bid’at olduğu bilinemediği zemân, bunu yapmamak lâzım olur. Çünki, bid’ati terk etmek lâzımdır. Sünneti yapmak lâzım değildir. Lâzım olmıyan şey yapılmazsa kazâ olunamaz. Bunun için nemâzların kılınmamış sünnetleri kazâ olunmaz. Allahü teâlânın harâm etdiği şeylerden bir zerresini yapmamak, insanların ve cinnin bütün ibâdetlerinden dahâ sevâbdır. Bunun için, güçlük olan yerde vâcib de terk edilir. Fekat harâm işlenemez denildi. Meselâ başkasının yanında tahâretlenilmez.
Bir asrda yaşamış olan müctehidlerin sözbirliğine (İcmâ’) denir. İcmâ’ın bir delîle, senede dayanması lâzımdır. Bu delîl, âyet-i kerîme ve bir kişinin dahî bildirdiği Hadîs-i şerîfdir. Yâhud bunlara dayanan kıyâsdır. Kıyâs, âyetde ve hadîsde kapalı bildirilen şeyi açığa çıkarmakdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” hazretleri kıyâs yolu ile ictihâd buyurmuşdur.
Bir kimse, hiç kitâb okumadan ârif, Velî olabilir. Âyet-i kerîmeyi tefsîr edebilir. Fekat bu kimse, rehber olamaz. Ona bağlanılamaz. Rehberin, ilmde ictihâd derecesine yükselmiş olması ve ma’rifetde vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye mertebesinde bulunması lâzımdır. Rehberin [ya’nî mürşidin] her hareketi, her duruşu, her sözü, islâmiyyete uygundur. Ya’nî, her şeyde Resûlullaha uymakdadır. Bunun için, Allahü teâlâ onu çok sever. Müslimânlar, Allahü teâlâyı çok sevdikleri için, Allahü teâlânın çok sevdiğini de çok severler. Rehberi sevmek, Allahü teâlâyı ve Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sevmekden ileri gelmekdedir. Bu sevgiye (Hubb-i fillah) denir. İbâdetlerin en kıymetlisinin hubb-i fillah olduğu Hadîs-i şerîfle bildirilmişdir. Rehberin emrlerini yapmak, islâmiyyete uymak demekdir. Çünki, Rehberin her sözü ve her işi islâmiyyeti bildirmekdedir. Hayâtda, ya’nî dünyâda hakîkî ilm sunucusu Mürşid-i kâmildir. Din düşmanlarının, müslimânlar için (Allahı bırakıp kulu seviyorlar. İslâmiyyeti bırakıp insana tapınıyorlar) sözlerinin, câhilce iftirâ olduğu, buradan anlaşılmakdadır.
Eshâb-ı kirâma uymak vâcibdir “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Eshâb-ı kirâmın bildirdiği birşey üzerinde kıyâs yapmak câiz değildir. Fekat, bizim gibi mukallidlerin, ya’nî ictihâd derecesine yükselmemiş kimselerin, Eshâb-ı kirâmın sözlerine uymaları câiz değildir. Eshâb-ı kirâmın sözleri ve hareketleri, nassları ve kendi ictihâdlarını gösterir. Bunları da, ancak ictihâd derecesine yükselmiş olan derin âlimler anlıyabilir. Mezheb imâmlarımız, bunları anlamışlar ve anlıyabileceğimiz kadar bizlere bildirmişler-
dir. Görülüyor ki, Eshâb-ı kirâma uymak isteyenlerin, Ehl-i sünnet âlimlerine uymaları lâzım gelmekdedir.
Buhârîde yazılı Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, kulum bana farzları yapmakla yaklaşdığı gibi, başka hiçbirşeyle yaklaşamaz. Bana nâfilelerle yaklaşan kulumu çok severim buyuruyor) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Allahü teâlânın ençok sevdiği ibâdet, farzlardır. Hadîs-i şerîfde bildirilen nâfileler, farzlarla birlikde yapılan nâfilelerdir. Farzları yapıp, nâfilelere de devâm edenleri, Allahü teâlâ çok sever demekdir.
Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 35.ci âyetinde meâlen buyuruyor ki, (Bana yaklaşmak için, vesîle arayınız!). Meâlen demek, (İslâm âlimlerinin anladıklarına göre) demekdir. Vehhâbîler diyor ki, (Vesîle, sebeb, ibâdetlerdir. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için farz ve nâfile ibâdetleri yapmak lâzımdır. Tarîkate girmek, bir şeyhin eteklerine yapışmak, ölülere, dirilere yalvarmak, insanı Allaha yaklaşdırmaz. Bil’akis uzaklaşdırır). Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki, (Evet! Vesîle, sebeb, ibâdetleri yapmakdır. Fekat, sahîh, doğru, hâlis olan ibâdetler, vesîle olur. İbâdetlerinin sahîh olması için, doğru îmân, temiz ahlâk sâhibi olmak ve şartlarına uygun yapmak lâzımdır. Meselâ, nemâzın sahîh olması için, abdest almak, kullanılan suyun temiz olması, nemâzı vaktinde kılmak ve kıbleye karşı kılmak, nemâzdaki âyetleri, tesbîhleri ve düâları doğru okumak ve dahâ nice şartları, vesîleleri bilmek ve yapmak lâzımdır. Her ibâdetin de böyle şartları, vesîleleri vardır. Bunlar, senelerce çalışarak öğrenilir. Bunlar düşünmekle, rü’yâ ile öğrenilemez. Bunlara inanan, bilen ve yapan âlimlerden işiterek veyâ kitâblarını okuyarak öğrenilir. Fen bilgileri de, profesörlerden uzun zemânda öğrenilmekdedir. Böyle îmânlı, kalbi temiz, doğru din âlimlerine müderris, muâllim ve mürşid denir. Mürşid demek, su üstünde yürüyen, havâda uçan, gayb olan şeyleri bilen, okuyup, üfleyerek hastalara şifâ veren kimse demek değildir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi, ya’nî kalb, rûh ve beden ile yapılan ibâdetleri bilen ve yapan ve başkalarına da öğreten Ehl-i sünnet âlimi demekdir. Her müslimânın, Mâide sûresindeki emre uymak için, böyle bir mürşidi veyâ kitâblarını araması, farz ve nâfile, bütün ibâdetleri Ondan öğrenmesi lâzımdır.)
İslâmiyyeti bilmiyen câhil din adamlarının yanlış sözlerine ve Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumamış, bozuk düşünceli kimselerin taşkınlıklarına ve şaşkınların, herkesi şaşırtanların ve doğru yoldan kaymış olan zındıkların ve çürük akllarına uyanların yaldızlı, parlak yazılarına aldanmamalıdır. İslâm âlimleri, bilgilerini
Kur’ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden almışlardır. Bu sapıklar kendi kısa görüşlerine uyarak yazmakda ve konuşmakdadırlar. Bu reformculara ve bunları âlim sanıp, sözlerine, kitâblarına aldananlara yazıklar olsun! Bunlar, din ve îmân hırsızlarıdır. Halâlleri, harâmları değişdiriyorlar. İslâmiyyeti bozuyorlar. Nablüsînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” şerhinden terceme temâm oldu.
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” nemâzı bozanları anlatırken (yimek, içmek, giyinmek gibi âdetde olan bid’atlerin mezmum, çirkin olanlarını, kâfirlerden görüp almak ve kötü olmıyanları da, onlara benzemek için alıp kullanmak tahrîmen mekrûhdur. Kötü ve zararlı olmıyanları, onlara benzemeğe özenmeden yapmak, kullanmak mekrûh olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” papasların kullandığı ayakkabıyı yapdırıp kullanmışdır) buyurdu.
Nemâzlardan ve düâlardan sonra Fâtiha sûresini okumak bid’at mıdır, değil midir? Bunun cevâbını Hâdimî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Berîka) kitâbının yüzotuzyedinci sahîfesinde uzun yazıyor. Kısaca bildirelim: Bid’at diyenler ve değildir diyenler oldu. Çoğuna göre, düâ okuması bildirilen yerlerde, Fâtiha okumak dahâ iyidir. Nemâzlardan sonra düâ edilmesi de, Hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. (Bid’at), islâmiyyetin sâhibinin izni olmadan yapılan ibâdetlerdir. Fâtiha sûresi düâların en iyisini bildirmek için nâzil oldu. Bunun nemâzlardan ve düâlardan sonra okunmasına bid’at diyen az değildir. Herkesin birlikde yüksek sesle okumaları yasakdır. İmâm, fâtiha dediği zemân, herkesin sessizce okumaları iyi olur. Çünki, düâların sonunda hamd etmek müstehabdır. Hamd etmenin en iyisi de, Fâtiha okumakdır. Farzla sünnet arasında okumak ve isteklerine kavuşmak için okumak mekrûhdur.
Kur’ân-ı kerîmi ve ezânı ho-parlör ile okumak bid’atdir. Çünki, ses çıkarmak için kullanılan cansız cismlere (Mizmâr), çalgı denir. Gök gürlemesi, top, tüfek, baykuş, papağan, ses çıkarıyorlar ise de, çalgı değildirler. Ses çıkaran eğlence âletleri, davul, dümbelek, zilli maşa, ney, kaval, ho-parlör, hep çalgı âletidir. Çalgı, kendiliğinden ses çıkarmaz. Ses çıkarmaları için, ya’nî kullanılmaları için, davul tokmağını gergin deriye vurmak, neyi üflemek, kavala ve ho-parlöre söylemek lâzımdır. Bunlardan çıkan ses, bu çalgıların hâsıl etdiği sesdir. Üfleyen ve söyleyen insanın sesi değildir. Ho-parlörden işitilen Kur’ân-ı kerim ve ezân sesleri, hep ho-parlörün hâsıl etdiği seslerdir. İmâm ve müezzin efendilerin sesleri değildir. Müezzin efendinin sesi ezândır. Ho-parlör denilen çalgıdan çıkan ses ilm ve fen bakımından ve din ve ahkâm-ı islâmiyye
bakımlarından müezzin efendinin sesi, ya’nî ezân değildir. Ezâna benzediği için, ezân zan edilmekdedir. Ezân, müezzin efendinin, sâlih müslimân erkeğin sesine denir. Bu sese benzeyen kadının, çocuğun ve ho-parlörün sesi ezân değildir. Başka sesdir. Muhtelif çalgıların sesleri başkadır. Ho-parlörün sesi, insan sesine çok benzediği hâlde, insan sesi değildir. Kitâbdaki, televizyondaki, imâm resmi gibidir. O imâma çok benziyor ise de, imâmın kendisi değildir. Televizyondaki hareketlerini görse, sesini duysa da, bunun arkasında nemâz kılınmaz.
(İnternet)den işitilen sesler ve resmler de, televizyon gibidir. Bunları dünyâ işlerinde kullanarak istifâde etmek câizdir. Fekat, ibâdetlerde kullanmak aslâ câiz değildir. İnternet dalgaları vâsıtası ile haberleşme: Bir telden elektrik ceryânı geçince, telin etrâfında miknâtis dalgaları meydâna geliyor ve fezânın her yerine yayılıyor. Bu elektro-manyetik dalgaların boyları muhtelîf olup, elektrik ceryânının şiddetine göre değişmekdedir. Fezâdaki, her yere yayılmış olan elektro-manyetik dalgaların topluluğuna (İnternet) denir. İnternet denilen bir yer, bir âlet yokdur. İnternet dalgaları üzerinde çalışan âletler vardır. Bu âletlerin bulundukları yerlere (İnternet ara-merkezleri) denir. Bu âletlerden biri, (Bilgisayar âletleri) [komputerler]dir. Bilgisayar muhtelîf ebâdda bir kutudur. Bilgisayar âletleri, elektrik ceryânı ile çalışır. Bu ceryân, bilgisayar içine konmuş olan pilden veyâ şehr ceryânından, dıvârdaki prizden alınır ve âlet içindeki transformatör tarafından voltajı düşürülür. Bilgisayarın kapağı bir ekrandır. Burada bilgisayara gelen ve çıkan seslerin yazıları ve resmleri görünür. Bu sesler, (Modem) denilen bir âletden geçerek elektro-manyetik dalgalara çevrilip, sesler ve yazılar gayb oluyor. Fezâdaki, ya’nî her yerdeki bilgisayar, kendi uzunluğundaki elektro-manyetik dalgaları alarak, modemden geçirip, ses ve yazı hâsıl eden hava dalgaları hâline çeviriyor. Bunların bir sûreti bilgisayarda bulunan bir hâfızaya [harddiske] verilir. Harddisk, herhangi bilgisayara konunca, içindeki sesler işitilir ve yazılar ekranda okunur. Bilgisayarı internete bağlamak için, bir ara-merkezden adres alınır. İstanbuldaki (İhlâs-net) ara-merkezinin, Hakîkat Kitâbevine verdiği adres, (www.hakikatkitabevi.com)dur. Herhangi bir bilgisayar bu adrese bağlanırsa, Kitâbevinin bütün kitâblarından dilediğini seçerek okur ve dinler. Bilgisayarlar piyasada satılmakdadır.
62 - Türkçe bir din mecmû’asında, Muhammed Kutb adında bir Mısrlının yazısı vardır. (İnhirâf çizgisi) adındaki yazı arabîden
terceme edilmiş. Eğer terceme doğru yapılmış ise, yazarının dinde söz sâhibi olmadığı hemen göze çarpmakdadır. Bakınız, bir yerinde ne hezeyânlar savuruyor:
(Türklerin savaş meydânlarında kayd etdikleri zaferler, islâma şeref vermişdir. Ancak, Türklerin elinde, islâmın, ma’nâsından çok şey gayb etdiği de bir gerçekdir. Türklerin elinde islâm dondurulmuş, (ma’nen) gelişmesi durdurulmuşdur. Osmânlılar, askerlik dışında kalan bütün meydânlarda islâmı dondurdular ve zedelediler. Meselâ ilme gereken önemi vermediler. İctihâdı durdurarak fıkh ilmi dondu.
Nihâyet islâm, Osmânlıların bağlayıcı kaydından kurtulup bağımsızlığını kazanarak, ileri atılmağa başladı. Özellikle bu atılış Hicâzda Vehhâbîlik, Sûdanda Mehdînin yönetdiği Mehdîlik hareketlerinde görülmekdedir. Bu iki hareket, islâma asl gücünü ve ilerleme isti’dâdını yeniden kazandıracak nitelikdeydi. İslâmdaki bu mutlu gelişmeyi gören haçlı emperyalizmi harekete geçdi) diyor.
Cevâb: Osmânlı türklerinin islâmiyyete hizmetleri, bir şâheserdir. Bir âbidedir. Târîh meydânına dikilmiş olan bu dev âbideyi görmemek için kör veyâ bir Türk düşmanı olmak lâzımdır. Bu Mısrlı yazarın da bildirmek zorunda kaldığı gibi, Osmânlı türklerini zaferden zafere götüren dinamizm, ahlâk, sabr ve kahramanlık, hangi kaynakdan geliyordu? İslâm kaynağından değil mi? İslâmiyyete şeref verilemez. İslâmiyyetden şeref alınır. Mü’minlerin şerefli emîri hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, (Biz, zelîl, aşağı kimselerdik. Allahü teâlâ, bizleri müslimân yapmakla şereflendirdi) buyuruyor. İslâmiyyetin, her çeşid fazîlet ve şerefler kaynağı olduğunu bilmiyen câhiller, islâmiyyete şeref verilecek sanırlar.
İstanbuldan Viyanaya doğru giden islâm ordusu, Belgrad yakınlarında, bir su başında, mola veriyor. Çeşme, abdest alan, kablarına su koyan askerlerle dolu. Yakındaki bir kilisenin papası, güzel kızları süslüyor. Ellerine birer kab verip, çeşmeye gönderiyor. Papas pencereden gizlice seyr ediyor. Kızlar gelince, askerler hemen kenâra çekiliyor. Kızlar râhatça doldurup kiliseye dönüyorlar. Papas, islâm askerlerinin bu güzel ahlâkını, fazîletini, edebini ve merhametini görünce, (Bu ordu hiç yenilmez. Boş yere kanınızı dökmeyin!) diyerek haçlı kumandanlarına haber gönderiyor. Bu Mısrlı yazar, Osmânlı zaferlerini, Attillânın orduları gibi, barbar istilâsı sanıp yanılmakda mıdır? İngiliz lordu Davenportun kitâbını okumuş olsaydı (İslâm orduları her gitdiği yere, adâlet, fazîlet ve medeniyyet götürmüşdür. Boynunu büken mağlûb düşmanı
dâimâ afv ile karşılamışdır) bilgisini öğrenir de, yazılarında biraz edebli davranırdı. Abbâsîlerden sonra, islâm halîfelerine Mısrda zından hayâtı yaşatan, hilâfet haklarını onlardan gasb edenler, hutbelerde kendilerine (Sultânül-haremeyn) demekden hayâ etmiyorlardı. Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 923 [m. 1517] senesinde, Mısrı feth edip, hilâfeti esâretden kurtarınca, alışkanlıkla kendisine de sultânül-haremeyn diyen hatîbi susdurup, (Benim için, o mubârek makâmların hizmetçisi olmakdan dahâ büyük şeref olamaz. Bana (Hâdimülharemeyn) deyin!) buyurduğunu târîh kitâbları yazmakdadır. İslâm ahlâkını, Mısrlılar mı dondurmuş; yoksa Osmânlılar mı dondurmuş, buradan çok iyi anlaşılmakdadır. Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” , siyâsal bilgiler mektebini birincilikle bitireni, her sene serâya kâtib alırdı. Böylece, gençleri çalışmağa teşvîk ederdi. Kâtib seçilen Es’ad beğ “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hâtırât-i Abdülhamîd hân-ı sânî) kitâbında diyor ki, bir gece yarısı şifre yazdım. İmzâ için, sultânın yatak odası kapısını çaldım. Açılmadı. Bir dahâ vurdum. Yine açılmadı. Üçüncüyü vuracağım anda, kapı açıldı. Karşıma çıkan sultân, havlu ile yüzünü siliyordu. (Evlâd! Seni bekletdim. Kusûruma bakma! Dahâ birinci çalışda kalkdım. Gece yarısı, mühim bir imzâ için geldiğini anladım. Abdestsiz idim. Bu milletin hiçbir kâğıdına abdestsiz imzâ etmedim. Abdest almak için gecikdim. Oku dinliyeyim) dedi. Okudum. Besmele çekerek imzâladı ve hayrlı olsun inşâallah, dedi. İşte Osmânlı sultânları islâmiyyete böyle bağlı, böyle saygılı idi. Eyyûb Sabri pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mir’ât-ül Haremeyn) kitâbında diyor ki, (Sultân Abdülmecîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mustafâ Reşîd Pâşanın mason olduğunu, islâmiyyete uymıyan bir yol tutduğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakda oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, (irâde-i şâhâne) alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıd için (Medîne ehâlîsinin bir dilekçesi okunacak) bilgisi verildi. (Durun, okumayın! Beni oturtun!) buyurdu. Arkasına yastık koyup, oturtuldu. (Onlar, Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mubârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekden hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fekat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Bir gün sonra vefât eyledi.) İşte, Osmânlı Türk sultânlarının ahlâkı, hayâsı ve İslâmiyyete saygıları böyle idi.
Türkün islâmiyyete olan bu saygısı ve edebi, Mescid-i se’âdetde, pis ayaklarını kabr-i se’âdete karşı uzatıp, leş gibi yatan vehhâbîlerin saygısızlığı ve edebsizliği ile hiç bir olur mu?
Osmânlılarda, islâmiyyet ilerlememiş sözünde, sinsi bir islâm düşmanlığının habîs kokusu duyulmakdadır. Fenârîler, molla Hüsrevler, Hayâlîler, Gelenbevîler, İbni Kemâller, Ebüssü’ûdler, allâme Birgivîler, İbni Âbidînler, Abdülganî Nablüsîler, mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîler, Süveydîler ve Abdülhakîm Efendiler ve Abdûhu rezîl eden allâme Mustafâ Sabri efendi ve dahâ nice fıkh ve kelâm âlimleri, hattâtlar, mi’mar Sinanlar, Sokullular, Köprülüler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hangi devletde yetişdi? Osmânlılarda değil mi? Osmânlı âlimlerinin yazdıkları binlerce ilm kitâbları, her vilâyetdeki millî kütübhâneleri doldurmuşdur. Fihristleri meydândadır. Bütün islâm âlemine altıyüz sene fetvâ veren, her müşkili çözen, müslimânların dertlerine devâ olan, hıristiyanlığa ve sapık fırkalara reddiyyeler yazarak, onları rezil eden, Osmânlı şeyhül-islâmları değil mi idi? Hayâlînin ilm-i kelâm hâşiyeleri, molla Hüsrevin Düreri, Halebînin Mültekâsı ve İbni Âbidînin Redd-ül-muhtârı ve Ebüssü’ûdün tefsîri ve Şeyhzâdenin Beydâvî hâşiyesi ve seyyid Abdülhakîm-i Arvâsînin mektûbları ve va’zları bugün, bütün islâm âlemine ışık tutmakdadır. Bu yüce âlimleri ve Velîleri Osmânlılar yetişdirmedi mi? Bugün de, dînini doğru öğrenmek istiyenler, bu kıymetli kitâbları okumalıdır. Tefsîrlerin en kıymetlisi Şeyhzâde ve Ebüssü’ûd tefsîrleridir. Müslimânlara fâideli olmak istiyen, bu tefsîrleri türkçeye terceme etmelidir. Reformcu yazarların tefsîrleri böyle değildir. Çünki onlar, kısa görüşleri, noksan bilgileri ile, hâtırlarına gelenleri, tefsîr diye araya karışdırmışlar, zencire çürük halkalar eklemişlerdir. Çürük halkalı zencire güvenip, sarılıp denize inen, elbette aldanır, boğulur. Bunun için bu uydurma tefsîrlerin tercemelerini okumamalıdır. İslâmın altıyüz senelik bekçisi, islâm ilmlerinin kaynağı, hep Osmânlılar idi. Matba’a kurulmalıdır diyen Behcetül fetâvâ gibi yüzlerce fetvâ kitâbları, her asrın îcâblarına göre yol gösterdi, ileriye çığır açdılar. Son asrın şâheseri olan (Mecelle) kitâbı ise, dünyâda benzeri bulunmıyan bir hukûk âbidesi oldu. Dinde reformcularda Osmânlı ahlâkı, Osmânlı ilm ve irfânı olsaydı, bir avuç yehûdî karşısında yenilmezlerdi. Müslimânların harb plânları mes’ûl kimseler tarafından Londrada birkaçbin liraya İsrâil câsûslarına satılmaz ve arab birliği bütün dünyâya rezil olmazdı.
Kutub denilen Mısrlı yazarların Eshâb-ı kirâma ve sonra, Emevî, Abbâsî ve Osmânlıların hâlis müslimân idârecilerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” pervâsızca ve hayâsızca saldırmaları, boşuna değildir. Bunun sebebini yine kendisi açıklamakdadır. Şecâ’at arz ederken, merd-i kıbtî, sirkatini söylemekdedir. (Vehhâbîlik, islâmiyyeti esâretden kurtardı) diyerek, baklayı ağ-
zından çıkarmakdadır. Evet, mezhebsizleri övebilmek için, islâm halîfelerini, islâm âlimlerini kötülemekdedirler. Mevdûdînin, Seyyid Kutbun ve Muhammed Kutbun ve Abdûhun plânları, siyâsetleri hep bu temele dayanmakdadır. Hepsi, selef-i sâlihîne saldırıyor. Ehl-i sünnet âlimlerini kötülüyorlar. Buna karşılık, ibni Teymiyyeyi ve Cemâleddîn-i Efgânî gibi sapıkları bir kurtarıcı gibi gösteriyorlar. Mezhebsizlerin nesini övüyorlar? Dînî ve ilmî kıymetleri sıfır olduğu gibi, ahlâksızlıklarının sıfırın altında olduğunu, 1384 [m. 1964] de tahtdan indirilip, 1388 [m. 1968] de ölen Sü’ûd, Avrupada sefâhet, nâmûs ve ahlâk dışı hareketleri ile ve keyfine, zevkine milyonlar harc etmesi ile bütün dünyâya gösterdi. Mısrlı yazar, Kâhiredeki ve Riyâd serâyındaki fuhş, zinâ, nâmûssuzlukların radyolarda dünyâya yayıldığını görüp, işitip, acabâ biraz yüzü kızarmıyor mu? Bütün islâm âleminden gelen milyonlarca hâcının herbirinden yüzlerce lira rüşvet almakdan hayâ etmiyorlar. Din kardeşi, yüzlerce lira vermezse, buna hac farîzasını yapdırmıyorlar. Hâlbuki Osmânlıların Redd-ül-muhtâr kitâbında, Kudüsü ziyârete gelen hıristiyanlardan ayakbasdı parası almak harâmdır diyor. Osmânlılar, kâfirden bile ayakbasdı parası almazdı. Vehhâbîler ise, müslimândan istiyor. Vermezse, ibâdete mâni’ oluyor. Bekara sûresinin yüzondördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlânın mescidlerinde, onun ismini zikr etmeği yasak edenden dahâ çok zâlim olamaz!) buyuruldu. Tibyân tefsîrinde, Atâ hazretleri diyor ki, Hudeybiye günü, Mekke kâfirleri, müslimânları, Mescid-i harâma sokmayıp, hac etdirmedikleri için, bu âyet-i kerîme geldi. Kur’ân-ı kerîmde kâfire zâlim de denilmekdedir. Para vermiyen müslimânları, Mescid-i harâma sokmıyanların ve bunları övenlerin ne oldukları, bu âyet-i kerîmeden açıkca anlaşılmakdadır. İşte, kötüledikleri Osmânlı müslimânları! İşte övdükleri vehhâbîler ve dinde reformcular!
(Osmânlılar ictihâdı durdurdular) demesi de, yalandır. Bu söz islâm düşmanlarının ağızlarında iğrenç bir sakız hâline gelmişdir. Osmânlılar, ictihâd kapısını kapamadı. Seyyid Kutblar, Muhammed Kutblar ve Abdûhlar gibi, Ehl-i sünnet düşmanı câhillerin, islâm dîninin afîf harîmine mülevves kalemlerini sokmalarını önlediler. Osmânlı türkleri islâmiyyeti böyle câhillerin tesallutundan korumasalardı, bugün islâmiyyet de, hıristiyanlık hâlini alır, karma-karışık, bozuk birşey olurdu. Nitekim, Mekkedeki ve Mısrdaki sapıkların elinde müslimânlığın yaralandığı, oyuncak hâline geldiği acı acı görülmekdedir. Bugün hakîkî müslimânlık, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bırakdığı gibi, bütün temizliği ve saflığı ile, türk milletinde kalmış bulunmakdadır.
Mezhebsizlerin önderi olan ibni Teymiyyenin ve mezhebsizlikde çok aşırı gidenlerin içyüzlerini dahâ geniş öğrenmek isteyenlere, Hindistân âlimlerinden mevlânâ Muhammed Hamdullah-ı Dacvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazdığı (El-besâir li-münkirittevessül-i bi-ehl-il mekâbir) ve Muhammed Hasen Can Fârûkî Müceddidî Serhendînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Üsûl-ül-erbe’a fî terdîd-il-vehhâbiyye) kitâblarını tavsiye ederiz. Birincisi arabî, ikincisi fârisîdir. Önce Hindistânda, ikinci olarak ,1395 [m. 1975] de, İstanbulda basdırılmışlardır.
63 - Hindli, islâmdaki sapık müslimânlardan Hamîdullah isminde birisinin de, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan düşüncelerini, islâm bilgisi olarak yaydığını görüyoruz. Fransada islâm bilgileri profesörü etiketini almış olduğu için, islâm âlimi sanılan bu adamın sapık yazıları, türkçeye çevrilerek gençliğin önüne sürülmekde, birçok müslimânın doğru yoldan kaymasına sebeb olmakdadır. (İslâm Peygamberi) adındaki kitâbının türkçe tercemesinin otuzdördüncü sahîfesindeki şu satırları okuyunca, şaşırdık kaldık:
(Onu gene tüccâr sıfatı ile Hubeşâda (Yemende) ve Abdülkaysların ülkesinde (doğu Arabistân, Bahreyn, Umman) görüyoruz. Belki de deniz yolu ile, Habeşistâna gitdiği dahî hâtıra gelebilir. Bütün bu seyâhatlar, onun Bizans, Acem, Yemen ve Habeşistânın ticârî, idârî gelenek ve kanûnlarını öğrenmesine yol açdı. Olgunluk yaşında, kırkında bu tecrübeli adam, kavmini islâha teşebbüs etdi.)
Hâlbuki, islâm târîhleri, sözbirliği ile diyorlar ki, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”, üç gün vâlidesi, sonra Ebü Lehebin câriyesi Süveybe birkaç gün emzirdi, dahâ sonra, iki sene Halîme hâtun emzirdi. Altı yaşında iken, vâlidesi Âmine hâtun, oğlunu Medîneye dayılarını görmeğe götürdü. Bir ay kalıp, dönüşde vâlidesi yirmi yaşında yolda, Ebvâ denilen yerde vefât etdi. Mubârek babası Abdüllahdan mîrâs kalan câriyesi Ümm-i Eymen ile Mekkeye gelip, mubârek dedesi Abdülmuttalibin yanında kaldı. Sekiz yaşına gelince, dedesi vefât edip, büyük amcası Ebû Tâlibin yanında kaldı.
Dokuz veyâ oniki yaşında iken Ebû Tâlib ile, yirmi yaşında iken de, hazret-i Ebû Bekr ile ve yirmibeş yaşında iken, hazret-i Hadîcenin kervanı ile Şâma gidenler arasında bulundu. Bu yolculukların üçünde de, Busrâ denilen yere varıldıkda, orada bulunan kilisenin papasları, Bahîra ve sonra Nestûra, İncîlde okudukları son Peygamberin alâmetlerini kendisinde görerek, (Şâma gitmeyi-
niz! Şâmda yehûdîler bu çocuğu
tanır, öldürür) dediler. Bunlar da, ticâretlerini orada yapıp geriye döndüler. (Busrâ), Şâmın 90 kilo-metre cenûb-i şarkîsinde,
Kudüsün
(Kısas-ı Enbiyâ)nın üçyüzdoksanbirinci sahîfesinde diyor ki, (Resûlullah ümmî idi. Ya’nî kimseden birşey öğrenmemişdi. Yazı yazmazdı. Okumazdı. Ümmî olan insanların arasında yetişdi. Mekkede, geçmiş insanların hâllerini bilen bir âlim yokdu. Başka yerlere giderek kimseden birşey öğrenmemişdi. Kazanç için bir iş tutmamışdı. Böyle iken, Tevrâtda ve İncîlde ve gökden inmiş olan başka kitâblarda bulunan bilgileri ve eski insanların hâllerini haber verdi. O zemânlarda târîh bilgileri, karışmış, bozulmuşdu. Doğrusunu iğrisinden ayırabilen pek az kimse vardı. Her dinden adamlara cevâblar verip, hepsini susdurdu. Bu başarıları, kendisinin Allahdan gönderilmiş bir Peygamber olduğunu göstermekdedir. Zemânındaki edebiyyâtcılara, şâ’irlere meydân okuduğu hâlde, hiçbiri onun getirdiği Kur’ân-ı kerîm gibi, bir satır bile söyliyemediler. Hâlbuki Mekkeliler, şi’r okumağa, nutk söylemeğe meraklı olup, bu yolda çok çalışırlar ve yarışırlardı. Düzgün konuşmakla öğünürlerdi. Kur’ân-ı kerîm, bütün şâ’irlere gâlib geldi. Kur’ân-ı kerîme karşı koyamadılar. Şaşkınlıklarından, kılıca sarı-
lıp, döğüşmeği, ölmeği göze aldılar. Ebû Zer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kardeşi Üneys ünlü şâ’ir idi. Oniki şâ’ire üstün gelmişdi. Kur’ân-ı kerîmi işitir işitmez, Allah kelâmı olduğunu anlayıp, hemen müslimân oldu). Ankebût sûresinin kırksekizinci âyetinde meâlen, (Sen bu Kur’ân gelmeden önce, bir kitâb okumazdın. Yazı yazmazdın. Okur yazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi) buyuruldu. Allahü teâlânın ve islâm âlimlerinin bu şâhidlikleri karşısında, îmânı ve aklı olan herkes, Hamîdullahın yukarıdaki yazısı hakkında kesin hükmünü vermekde güçlük çekmez.
Kırkıncı sahîfede: (Bilinmiyen bir sebeble, süt kardeşi olan kızın omuzunu öyle kuvvetle ısırdı ki, izi hayâtı boyunca kaldı. Bir gazâda, alınan esîrler arasında süt kardeşi Şeymâ da vardı. O hâdiseyi anlatıp ısırılan yeri gösterince, Resûlullah bunu tanıdı) diyor.
İslâm düşmanları, Resûlullaha birçok iftirâlar söylediler. Siyâh dediler, gençleri ondan soğutmak için, kara köpeklere arab dediler. Hamîdullah dahâ da ileri giderek, o yüce Peygamberi, gençlere yamyam olarak tanıtmağa kalkışmakdadır. Hâlbuki, Halîme hâtun, Resûlullahı yanından ayırmaz, uzağa gitmeğe bırakmazdı. Birgün nasılsa gözetmedi. Süt kardeşi Şeymâ ile kuzuların arasına gitdi. Halîme, Resûlullahı göremeyince, Onu aradı, buldu. Şeymâya, niçin sıcakda dışarı gitdiniz? dedi. Şeymâ, anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bulut bulunuyor. Ona hep gölge yapıyor, dedi. Resûlullahdan şikâyet etmek şöyle dursun, Onu övdü. Onun yanında bulunan büyük küçük herkes, kendisini övmekde ve sevmekde idi. İncindiğini bildiren hiç olmadı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, süt kardeşini hiç incitmediği gibi, onun haklarına hattâ, sütüne bile saygı gösterir, onun emdiği memeden hiç emmezdi. Halîme diyor ki, (O emerken kendi oğlum emmez, Ona saygı gösterirdi. Bu da süt kardeşlerinin Ondan hiç incinmediklerini, Onu hep sevip saydıklarını bildirmekdedir. O emerken, güzel yüzüne bakmağa dayanamazdım. Konuşmağa başlayınca, ilk olarak (Kelime-i tevhîd) söyledi. Herşeyi tutarken (Bismillah) derdi. Çocukların oyunlarına karışmazdı. (Biz oyun oynamak için yaratılmadık) derdi. Hiç ağlamaz, kimseyi incitmezdi). Hicretin sekizinci senesinde Huneyn gazvesinden sonra, alınan esîrler arasında, Şeymâ adındaki bir kadın, yâ Resûlallah! Ben senin süt kardeşinim dedi. O günlerdeki birkaç şeyi anlatdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Şeymânın sözlerini dinledi. Onu tanıyıp, çok ihsân eyledi. Dahâ çocuk iken, onda görülen mu’cizeleri, hâri-
kul’âde güzel hâlleri o kadar çokdu ki, bu husûsda çeşidli kitâblar yazılmışdır. Okuyanları kendisine âşık eden o üstünlükleri yazmak ve bunlara, gizli kalmış olanlarını da bulup eklemek gibi şerefli hizmeti bırakıp da, çocuklar arasında olabilecek birşeyi, islâm Peygamberinin hayâtı diyerek, ilm kitâbına yazmak bir islâm profesörüne yakışır mı? Hele, sonradan uydurulmuş çirkin bir yalanı seçip yazan adamın, hakîkî bir müslimân olacağı düşünülebilir mi? Böyle davranışlar, ilme hizmet etmeği mi, yoksa kusûr aramak gayretini mi gösterir? Her müslimânın, îmân etmiş olduğu ve herşeyden dahâ çok sevmiş olduğu Peygamberine toz kondurmamak için titremesi lâzımdır. Kırksekizinci sahîfesinde:
(Öğlenin yakıcı sıcağından korunmak için Abdüllah bin Cud’anın kemerinin (ya’nî dıvarının) gölgesine sığınırdı) diyor.
Siyer kitâblarında, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek başı üstünde bulut bulunduğu, Onunla birlikde gitdiği, Ona gölge yapdığı, nübüvvete kadar böylece güneşden muhâfaza olunduğu yazılıdır. Gölgeye sığınırdı demek, bu mu’cizeye inanmamak olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, burada gölgelenmek için değil, gölgelenenleri irşâd etmek için oturmuş olabilir. Kırksekizinci sahîfesinde:
(İbni Kelbî, bizzat Muhammed aleyhisselâmın bir put önünde esmer bir koyunu kurban etdiğini nakl eder) diyor.
Bu yazılar, yazarın islâmiyyeti kuşbakışı uzakdan gördüğünü, islâmdan haberi olmadığını göstermekdedir. Dahâ, küçük yaşda iken, putların ismlerini söyletmediğini, bunlara düşmanlığını açıkladığını her kitâb yazmakdadır. Putlardan nefret etdiğini, kendisi de altmışyedinci sahîfede bildiriyor. Hiçbir Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hiçbir yaşda, herhangi bir dinde yasak olan birşeyi işlemediğine, her müslimânın inanması lâzımdır. Hamîdullahın, müslimânları aldatmak için, sened olarak gösterdiği ibni Kelbînin taşkın bir mezhebsiz olduğu (Tuhfe-i İsnâ aşeriyye) ve (Esmâ-i Müellifîn) kitâblarında yazılıdır. Evet, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” esmer koyun kesdi. Fekat, bunu, kurban bayramında, Medînede kesdi. Ellisekizinci sahîfede:
(Abdülkays kabîlesinden bir hey’eti kabûl etdi. İslâmdan önce oraya seyâhat etmiş olduğunu onlara söyledi) diyor.
Bahreyndeki Abdülkays kabîlesinden gelen elçileri, (Buhârî) ve (Mevâhib-i ledünniyye) gibi birçok kitâblar uzun yazmakdadır. Bunların hiçbirinde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abdülkays kabîlesinin memleketine gitdiği bildirilmiyor. Bir-
yandan Resûlullahın uzak yerlere ve ticâret merkezlerine gidip, çok şeyler öğrendiğini ileri sürmek, öte yandan da, İslâmın temel inançlarını, târîh bilgileri gibi çok nakl etmek, sinsi ve alçak plânların uygulanmakda olduğunu düşündürmekdedir. Ellidördüncü sahîfesinde:
(Burnunun üstüne kadar uzayan kaşları kavsli idi. Bacakları ince idi) diyor.
Bu saygısız yazıları ile, Resûlullahı sanki bir umacıya benzetmek istemekdedir. Hâlbuki, (Kısas-ı Enbiyâ)da, (Allahü teâlâ, bütün güzellikleri sevgili Peygamberinde toplamışdı. Mubârek kolları ve baldırları iri ve kalın idi. Hilâl kaşlı, çekme burunlu ve uzun kirpikli idi) diyor. (Mevâhib-i ledünniyye)de, (Mubârek kaşları ince idi. Mubârek elleri ve ayakları iri idi) diyor. Mubârek uzvlarının tenâsübünü, her sahâbî anlatmış, güzelliği ve sevimliliği dillere destân olmuşdur. Onu dahâ ilk görüşde, cemâline âşık olup, başka hiçbirşey aramadan, îmâna gelenlerin sayılarının az olmadığı kitâblarda yazılıdır. Onu görüp güzelliğine âşık olanlar, dilleri döndüğü kadar anlatmağa çalışmışlar, o güzelliği bildirmeğe insan gücü yetişmez demişlerdir. (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının birinci kısmında, o âşıkların haber verdiklerinden birkaçı yazılmışdır. Okuyanlar, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberini, düşünülemiyecek bir düzende ve bakmağa doyulamıyacak bir güzellikde yaratmış olduğunu hemen anlar. Görmeden, Ona gönül verirler. Habîbullaha âşık olanlar, her nefesde, ciğerlerine giren havanın serinliğinde, Onun sevgisinin tadını duyarlar. Aya her bakışlarında Onun mubârek gözlerinden gelmiş olan ışınların akslerini aramakla zevklenirler. Onun güzelliği deryâsından bir damlaya kavuşanların her zerresi:
Güzel yanağını bilen, güle hiç bakmaz.
Senin sevginde eriyen, derman aramaz!
demişlerdir. Onu görmeden âşık olanlardan, Mevlânâ (Hâlid-i Bağdâdî) “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, fârisî divânında, Onun güzelliğini ve insan aklının eremiyeceği yüksekliğini, ince rûhundan çıkan kelimelerle ve edebiyyâtdaki büyük mehâreti ile, pek veciz, çok güzel yazmışdır. Okuyup anlıyabilenleri hayrân bırakmakdadır. Türkçeye tercemesinde, o ince san’atı ve derin ma’nâları anlatmak mümkin değil ise de, pek az da olsa, birşey duyurabilmek için, Kabr-i se’âdeti ziyâret ederken söylemiş olduğu beytlerden birkaçının tercemesini yazarak kitâbımızı kıymetlendirelim:
Ey güzeller güzeli, beni sevdânla yakdın!
görmüyor birşey gözüm, her an hulyânla aklım!
Sen (Kabe kavseyn) şâhı, ben ise azgın köle,
Sana konuk olmağı, nasıl söyler bu şaşkın?
Acıyıp bir bakınca, ölü kalbler diriltdin,
sonsuz merhametine sığınıp, kapın çaldım!
İyilik kaynağısın, dermanlar deryâsısın!
Bir damla lutf et bana, derde devâsız kaldım!
Herkes gelir Mekkeye, Kâ’be, Safâ, Merveye,
ben ise senin için, dağlar tepeler aşdım!
Dün gece, bir rü’yâda göklere değdi başım,
kapındaki uşaklar, enseme basdı sandım!
Ey Câmî hazretleri, sevgilimin bülbülü!
şi’rlerin arasından, şu beyti seçdim aldım:
(Dili aşağı sarkık, uyuz köpekler gibi,
bir damlacık umarak, ihsân deryâna vardım.)
Başka bir şi’irinde şöyle terennüm etmekdedir:
Ey günâhlılar sığınağı, sana sığınmağa geldim!
çok kabâhatler işledim, sana yalvarmağa geldim!
Karanlık yerlere sapdım, bataklıklara saplandım,
doğru yolu aydınlatan, ışık kaynağına geldim!
Çıkacak bir canım kaldı, ey bütün canların cânı!
uygun olur mu söylemek, cânımı fedâya geldim!
Derdlilerin tabîbisin, ben ise gönül hastası,
kalb yarama devâ için, kapını çalmağa geldim!
Cömerdlerin kapısına, birşey götürmek hatâdır.
basmakla şeref verdiğin, toprağı öpmeğe geldim!
Günâhlarım çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi,
bu yükden ve siyâhlıkdan temâm kurtulmağa geldim!
Temizler elbet hepsini, ihsân deryândan bir damla,
gerçi yüzüm gibi kara, amel defterimle geldim!
Kapına yüz sürebilsem, ey canımdan azîz cânan!
su ile olmıyan işler, hâsıl olur o toprakdan!
-450-
Seksenikinci sahîfesinde, ayın ikiye ayrılmasını, târîhcilerin haber verdiğini yazıyor. Âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîfler ile bildirildiğini yazmıyor. Hele kendisinin inanıp inanmadığını hiç açıklamıyor.
(Önce zevcesi, sonra amcası vefât etdi. Mü’minlerin büyük kısmı Habeşistânda idi. Artık Allahdan başka dayanağı kalmamışdı) diyor.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm ve her mü’min, her zemân ve her işlerinde, yalnız Allahü teâlâya güvenir. Ancak, O emr etdiği için sebeblere yapışır. Sebeblere dayanmazlar. Onların yapıcı değil, yardımcı olduklarına inanırlar. Doksanikinci ve üçüncü sahîfelerde:
(Mi’râc bir hâldir. İnsanın vücûdünü unutup, rûhunun hâkim olduğu bir vaz’ıyyetde yapılmışdır. İsrâ sûresinde, Hazret-i Peygamber, bir gece yeryüzünün mukaddes merkezlerinden gökdeki ibâdet merkezine (Mescid-i Aksâya) götürüldü. Uzakdaki mescidin, Kudüsde olduğu düşünülemez. Zîrâ o zemân, Kudüsde mescid yokdu diyor ve Rum sûresinde, Filistinin en yakın bir yer olduğu bildiriliyor. Uzak mescid, yakın bir yerde bulunamaz. Allahü teâlâ, Ona eski Peygamberlerin târîhini hâtırlatarak, Onu tesellî ediyor) diyor.
Cevâb: İsrâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Kulumu gece Mescid-i harâmdan Mescid-i Aksâya götürdüm) buyuruldu. Kul, insana denir. Rûha veyâ insanın bir hâline kul denmez. Buhârîdeki uzun Hadîs-i şerîfde ve Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsîrlerinde ve bütün kitâblarda, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Kudüsde, Mescid-i Aksâya gitdim, gördüm buyurduğu bildirilmekdedir. O zemân, Mescid-i Aksâ Kudüsde vardı. Çok önce, Süleymân aleyhisselâm yapdırmışdı. Sonra, Îrânlıların ve Yunanlıların eline geçmişdi. Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıkdan sonra Romalıların eline geçdi. Birkaç kerre yıkıldı, yapıldı. Son olarak, Hazreti Ömer ta’mir etdirdi. Filistin, Arabistâna komşu bir yerdir. Başka memleketlerden dahâ yakın olduğu için, (en yakın yer) buyuruldu. Mescid-i Aksâ o zemân yeryüzünde bulunan mescidler arasında, Mekkeye en uzak olanı idi. Bunun için, (en uzak mescid) buyuruldu. En yakın yerde en uzak mescid niçin bulunamazmış? Müslimânlar, hicretden onaltı ay sonraya kadar, Mescid-i Aksâya karşı nemâz kıldı. O zemân, Kudüsde mescid yok olsaydı, oraya karşı nemâz kılmak emr olunur mu idi? Resûlullah da, Kudüsde Mescid-i Aksâda nemâz kıldım der mi idi? Hamîdullahın aklı, düşüncesi ve fen anlayışı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek bedeni ile Kudüse ve göklere götürüldüğünü
kavrıyamadığı için, buna inanamıyor. Mi’râcın bir hâl olduğunu anlatmak istiyor. Bunun için de Kur’ân-ı kerîmi yanlış tefsîr ediyor. Düşüncesini kaçamak yollarla isbâta kalkışıyor. Mi’râc bir hâl olsaydı, işitenlerden kimse karşı koymazdı. Kâfirler de, buna karşı bir şey demezlerdi. (Beden ile gitdim) buyurduğu için inanmıyanlar çok oldu. Resûlullahın Mekkeden Kudüse götürüldüğüne inanmıyanın kâfir olduğu sözbirliği ile bildirilmekdedir. Göklere götürüldüğüne inanmıyan ise, bid’at ehli, sapık olur.
Hindli Hamîdullahın küfre kadar giden bu bozuk yazısına Hind âlimlerinin kitâblarından da cevâb vermek yerinde olacakdır. Büyük hadîs âlimi Abdülhak Dehlevî hazretleri, fârisî (Medâric-ünnübüvve) kitâbında buyuruyor ki, (Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de, Onu Mi’râca çıkarmasıdır. Bu mu’cizeyi Ondan başka hiçbir Peygambere vermemişdir. Resûlullahın Mekkeden Mescid-i Aksâya götürüldüğü, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildiriliyor. Buna inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâdan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor. Buna inanmıyan ise, bid’at ehli ve fâsık olur. Mi’râcın uyanık iken ve cesed ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve tâbi’înin ve hadîs âlimlerinin ve fıkh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh hadîsler de açıklamakdadır. Mi’râc çok def’a olmuşdu. Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile idi. Âişe “radıyallahü anhâ”, rü’yâda rûh ile olan mi’râclardan birini haber vermekdedir. Onun bu haberi, uyanık iken cesed ile olan mi’râcın yok olduğunu göstermez. Bununla berâber, islâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rü’yâları vahydir. Bunlarda şübhe etmeğe yol yokdur. Gözleri kapalı iken, mubârek kalbleri uyanıkdır. Önceden rûh ile olan mi’râclar, cesed ile olacak mi’râca hâzırlamak için idi. Kâfirler, mi’râca inanmadıkları ve imtihân ederek Mescid-i Aksâdan bilgi istedikleri için, İsrâ sûresinde, Mescid-i Aksâya kadar götürüldüğü açıkca bildirildi. Bu sûrede, (Âyetlerimi göstermek için götürdüm) buyurulması, göklere çıkarıldığını gösteriyor. Bu sûrenin altmışıncı âyetinde meâlen, (Sana gösterdiğimiz rü’yâyı insanlara fitne yapdık) buyuruldu. Burada bildirilen rü’yâ, Mi’râcı haber vermekdedir. Evet, (Mekkeye gidip Eshâbı ile tavâf yapacağını gördüğü rü’yâdır. Bu rü’yâyı Eshâbına haber verdiği sene Mekkeye girmeyip, Hudeybiyeden geri döndükleri için, münâfıklar fitne çıkarmışlardı) da denildi. Hâlbuki rü’yâyı o sene görmemişdi ki, fitneye sebeb olabilsin. Tefsîr âlimlerinin çoğu, buradaki rü’yâ kelimesinin uyanık iken gece görmek için kullanıldığını bildirmişlerdir. Meşhûr şâ’ir Mütenebbî divânından buna misâl göstermişlerdir.
Bâtınî ya’nî İsmâ’ilî fırkasında olanlar, Mi’râc cesed ile yolculuk değil, hâlleri ve makâmları geçerek rûhun yükselmesidir dediler ki, bu sözleri küfr ve ilhâddır. Ya’nî zındıklık, islâm düşmanlığıdır). Hamîdullahın yazısı, onun İsmâ’ilî fırkasından olduğunu gösteriyor. İsmâ’ilîlerin merkezi olan Haydar-âbâd şehrinden olması da, bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir. Mi’râc hadîsini Eshâb-ı kirâmdan çoğu haber vermişdir. Buhârîde ve Müslimde uzun yazılıdır. Îmânı olanların Mi’râc mu’cizesine de inanmaları lâzımdır.
Hamîdullahın bütün kitâblarında, islâmiyyeti târîhlere ve kendi anlayışına göre, ayrı ayrı iki açıdan açıklamağa özendiği görülmekdedir. Târîh kitâblarından alarak bildirdiklerinin çoğu, olayları doğru olarak nakl etmekdedir. Fekat, bu bilgiler arasına sokuşdurmuş olduğu, kendi sapık görüşleri ve bozuk inanışları, bunları okuyanların ve inananların îmânlarını sarsmakda, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” olan saygı ve sevgilerini ve Ehl-i sünnet âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” olan güvenlerini yok etmekdedir.
64 - İngilizler, hıristiyanlığı yaymak için, 1270 [m. 1853] de, Hindistâna protestan papazlarını gönderdiler. Büyük âlim Rahmetullah efendi, bunlarla, günlerce mücâdele ederek, cevâb veremez oldular. Bir gece, ansızın Londraya kaçdılar. Rahmetullah efendi, bu zaferini, (İzhâr-ül-hak) kitâbında uzun anlatmakdadır. İngiliz hükûmeti bu mağlûbiyyetin intikâmını almak için, Hindistâna harb i’lân etdi. 1274 de binlerce müslimânı şehîd etdi. Bu vahşet, bu fâcia, (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları) ve (Cevâb Veremedi) kitâblarımızda uzun yazılıdır. Silâh kuvveti ile de, islâmiyyeti yok edemiyeceğini anlayınca, onu içerden parçalamak siyâsetini tatbîk etdi. 1296 [m. 1880] de Hindistânda, Ahmed Kadyânî isminde birisinin, yeni bir din kurmasını te’mîn etdi. (Kadyânî) ve (Ahmedî) denilen bu dînin, bir islâm dîni olduğu i’lân edildi. Hindistândaki islâm âlimleri, bu dindekilerin kâfir olduklarını isbât eden kitâblar yazdılar. İngilizler, dahâ önce, vehhâbîlik dînini de, bu maksad ile takviye etmişlerdi. Nobel fizik mükâfâtı kazanarak, şöhret sâhibi olan Abdüsselâm, Kadyânîdir. Hıristiyanlarla mücâdele edip, onları rezîl eden, Ahmed Didad ismindeki din adamı da Ehl-i sünnet değildir. Bunlar bir tarafdan, vehhâbî ve şî’î din adamları da bir tarafdan, yeni müslimân olan hıristiyanları aldatarak, kendi sapık fırkalarına çekmekde, hakîkî müslimânlığa kavuşmalarına mâni’ olmakdadırlar. Böylece, ingilizlerin siyâseti insanlara ve islâmiyyete müdhiş zarar vermekdedir.
Zemânımızda, biraz arabca bilen, hattâ her eli kalem tutan,
din kitâbı yazmağa kalkışıyor. Din adamı kılığına girerek ve yaldızlı birer etiket takınarak, her biri başka başka şeyler yazıyorlar. Bu zındıkların hepsi, islâmiyyeti yıkmakda, müslimânların îmânlarını bozmakdadırlar. Temiz gençler, hangi kitâbı okuyacaklarını, kime inanacaklarını şaşırıp kaldı.
Allahü teâlânın beğendiği islâm dînini öğrenmek ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği bu dîne sarılarak dünyâda ve âhıretde huzûra ve se’âdete kavuşmak istiyenler, Ehl-i sünnet âlimlerinin ve Ehl-i sünnetden olan tesavvuf büyüklerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” eskiden yazmış oldukları kitâblarından toplanan (İlmihâl) kitâblarını okumalıdır. Kur’ân-ı kerîmin hakîkatini yalnız Ehl-i sünnet âlimleri anlamışlar ve binlerce kitâb yazarak bildirmişlerdir. Bunlar islâm dîninin gözbebekleridir. Âyet-i kerîmelerle ve Hadîs-i şerîflerle övülmüşlerdir. Türedi din adamlarının, zındıkların, sahte şeyhlerin ve sinsi islâm düşmanlarının ve ingiliz câsûslarının uydurma ve yaldızlı yazılarını okumamalı, sözlerine, konferanslarına aldanmamalıdır. İslâmiyyete uyan ve çoluğunu çocuğunu islâmiyyete uygun yaşatan, ya’nî ibâdetlerini yapıp, harâmlardan sakınan hakîkî müslimânların hâzırladıkları doğru kitâbları aramalıdır. Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği bütün kitâblar, bu doğru kitâbların tercemeleridir.
65 - İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1034 [m. 1624] de Hindistânın Serhend şehrinde vefât etmişdir. [3-23] mektûbunda buyuruyor ki: (Allahü teâlânın, Peygamberler “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühu aleyhim ecma’în” göndermesi, bütün mahlûklara rahmet ve ihsândır. Allahü teâlâ, kendi varlığını ve sıfatlarını, bizim gibi za’îf akllı ve kısa görüşlü kullarına, bu büyük Peygamberleri ile haber verdi “aleyhimüssalâtü vesselâm”. Beğendiği şeyleri, beğenmediklerinden bunlar vâsıtası ile ayırdı “salevâtullahi teâlâ ve teslîmatühu aleyhim ecma’în”. İnsanlara dünyâda ve âhıretde fâideli olan şeyleri, zararlılarından, bunların aracılığı ile ayırd eyledi. Eğer bu şerefli Peygamberler “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühu aleyhim ecma’în” gönderilmeseydi, insan aklı, Allahü teâlânın var olduğunu anlıyamazdı. Allahü teâlânın büyüklüğünü kavramağa ulaşamazdı. Nitekim, kendilerini çok akllı sanan eski Yunan felesofları, Allahü teâlânın varlığını anlıyamadılar. Yaratanı inkâr etdiler. Kısa aklları, her şeyi zemân yapıyor sandı. Yeryüzünün pâdişâhı olan Nemrûdun, İbrâhîm aleyhisselâm ile çekişmesini herkes bilir. Kur’ân-ı kerîmde de bildirilmekdedir. Uğursuz Fir’avn da, benden başka tanrınız yokdur de-
mişdi. Yine bu ahmak adam, Mûsâ aleyhisselâmı, benden başka tanrıya inanırsan, seni habs ederim diyerek korkutmak istemişdi. Demek ki, insanların kısa aklları, bu en büyük ni’meti anlıyamamakdadır. Yüce Peygamberler “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühu aleyhim ecma’în” olmadıkça, bu sonsuz se’âdete kavuşulamaz.
Yunan felsefecileri, yerlerin ve göklerin bir yaratıcısı olduğunu, Peygamberlerden “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühu aleyhim ecma’în” işitip de, kendilerinin sapıtmış olduklarını, kötü yolda bulunduklarını anlayınca, Allahü teâlânın var olduğunu söylemek zorunda kaldılar. Herşeyin bir yaratanı vardır, dediler. Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, Peygamber gönderdiği, meleklerin günâhsız olduğu, öldükden sonra dirilmek olduğu, Cennetde sonsuz ni’metler, iyilikler ve Cehennemde azâblar bulunduğu ve islâmiyyetin bildirdiği dahâ nice şeyler, akl ile anlaşılamaz. Bunlar, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” işitilmedikce, insanların kısa aklları ile bulunamaz.
Eski Yunan felsefecileri, akl hiç şaşmaz, herşeyin doğrusunu anlar diyorlar. Akl herşeye erer, sınırsızdır sanıyorlar. Aklın eremediği şeyleri de, akl ile çözmeğe kalkışıyorlar. Hâlbuki akl, dünyâ bilgilerinde bile yanılıyor. Âhıret bilgilerini ise, hiç anlıyamıyor. Akl, duygu organları ile anlaşılan şeyleri bulabildiği gibi, aklın eremediği şeyler de, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmeleri ile anlaşılır. Akl, his organlarının üstünde olduğu gibi, Peygamberlik de, akl kuvvetlerinin üstündedir. Akl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmeleri ile öğrenilir. Allahü teâlânın var olduğuna ve bir olmasına yalnız aklın anlaması ve kabûl etmesi ile inanmak ve başka bir yoldan anlaşılamaz ve inanılamaz demek Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” inanmamak olur ve güneşe inanmamağa benzer.
İnsanları var eden ve varlıkda kalabilmeleri için lâzım olan her ni’meti gönderen, Allahü teâlâdır. İnsan nefes almadan, bir ân yaşayamaz. Bunun için, havayı her ân ciğerimize kadar gönderiyor. Su da her yerde vardır. Gıdâ maddelerini insanlar hâzırlıyor. Bebekleri ve hayvan yavrularını her ân, muntazam hava alarak yaşatan bir sonsuz kuvvet sâhibinin var olduğunu Peygamberler haber veriyor. Bu kuvvet sâhibi, her insanda sayısız uzvlar yaratmakda ve bunları muntazam çalışdırmakdadır. Allahü teâlânın sonsuz ilmi ve kudreti ve merhameti güneş gibi meydândadır. İyilik edene şükr etmek lâzım olduğunu herkes bilir. Allahü teâlânın ni’metlerine nasıl şükr edileceğini bilmek için de, yine Peygamberler “aleyhi
müssalevâtü vetteslîmât” lâzımdır. Onların bildirmediği şükr ve saygı, Ona lâyık olmaz. Ona nasıl şükr olunacağını, insan bilemez. Ona karşı saygısızlık olan birşeyi, şükr etmek ve saygı sanabilir. Şükr edeyim derken, saygısızlık yapabilir. Allahü teâlâya nasıl şükr edileceği, ancak Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmeleri ile anlaşılır. Evliyânın kalblerine doğan (ilhâm) denilen bilgiler de, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymakla hâsıl olmakdadır. İlhâm, akl ile hâsıl olsaydı, yalnız akllarına uyan eski Yunan felsefecileri yoldan sapmazlardı. Allahü teâlâyı herkesden iyi anlarlardı. Hâlbuki, Allahü teâlânın ve Onun üstün sıfatlarının varlığını anlamakda, insanların en câhilleri, bu felsefecilerdir. Bunlardan birkaçı, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” işiterek ve mü’min olan tesavvufculardan görerek, riyâzet ve mücâhede yapmış, nefslerine sıkıntı vererek onu parlatmışlar, böylece birkaç şey bulabilmişler ise de nefsin safâsının, parlatılmasının ve bu yoldan ele geçenlerin sapıklık olduğunu anlıyamamışlardır. Kalbi parlatmak, temizlemek lâzımdır. Kalb temizlendikden sonra, nefs temizlenmeğe başlar. Nûrlar önce temiz kalbe girer. Kalb temizlenmeden nefsi parlatmak, gece düşmanın yağma yapması için, ona ışık yakmağa benzer. Nefsin yardım etdiği düşman, İblisdir. Evet, açlıkla, nefsin istediklerini yapmamakla, ona sıkıntı vermekle ve akl ile aramakla da, doğruya ve se’âdete kavuşabilir. Fekat, bu ancak Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların Allahü teâlâdan getirdiklerine inandıkdan sonra mümkin olabilir. Çünki Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” her sözü, yanılmıyan meleklerle bildirilmişdir. Bu bilgilere, şeytân düşmanı karışamaz. Bu büyüklere uymıyanlar ise, şeytânın aldatmasından kurtulamazlar. Felsefecilerin büyüklerinden olan Eflâtûn, Îsâ aleyhisselâmın zemânında bulunmak şerefine kavuşmuşdu. Fekat, kaba câhillik yaparak, kendisinin kimseden birşey öğrenmeğe ihtiyâcı olmadığını sandı. O yüce Peygamberin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bereketlerinden mahrûm kaldı.
Şaşılacak şeydir ki, eski Yunan felsefecileri, ya’nî aklı şaşmaz sananlar, Allahü teâlâya inanmadıkları gibi, kıyâmet gününe de inanmadılar. Madde yok olmaz. Herşey böyle gelmiş, böyle gider dediler.
[Fen adamlarının tecribe ve hesâb dışındaki sözleri de, bu sapıklığı körüklüyor. Fransız kimyâgeri Lavazye, kimyâ reaksiyonlarında maddenin gayb olmadığını görünce, kendi kısa aklı ile, madde hiç yok olmaz dedi. Bunu işiten ilericiler, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin, fizik ve kimyâ kanûnlarının dışına da çıkabile-
ceğini düşünemiyerek, bu fen adamının tecribe ve hesâba uymıyan bu sözüne hemen inandılar. Fekat, atomun parçalanmasında, radyoaktivite olaylarında ve nükleer reaksiyonlarda, maddenin yok olduğu, enerjiye çevrildiği meydâna çıkınca, Lavazyeye inananlar şaşkına döndü. Bu sözün yalnız kimyâ reaksiyonları için doğru olduğunu anlamayıp da, tabi’atde hiçbirşey yok olamaz diyen ilericilerin aldandıkları anlaşıldı. Ne yazık ki, hakîkat meydâna çıkıncaya kadar, binlerce fen yobazı, bu yanlış inancın kurbanı oldu. Lavazyenin kendi aklınca, doğru sanarak söylediği, sözlerini fen bilgisi sanarak, kıyâmeti inkâr etdiler. Böylece îmânsız gitdiler. Sonsuz felâketlere sürüklendiler. Zararlı fikrlerini aşılayıp da gitdiler. Yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine güvenip, bunların ilmihâl kitâblarına sarılanlar, fen yobazlarına aldanmadı. Îmânlarını yalnız bunlar kurtarabildi.
Lise, üniversite dersleri, matematik, madde, fen bilgileri, elbet fâidelidir. Bunlar, aklı kendi sınırı içinde yanılmakdan korur. Dünyâda insanların râhat yaşamalarını, işlerini kolay yapmalarını sağlayan yeni şeyler bulunmasına yararlar. Dünyâ işlerinde, akl ile bulunabilecek şeylerde, bu bilgilerden istifâde edilir. Bunların yardımı ile televizyon, elektronik beyin, radyo, sesden hızlı tayyâre, nükleer denizaltıları ve câsûs peykler ve ay yolculuğu ve internet gibi nice başarılı şeyler bulunabilir. Bunlar, islâmiyyete karşı değil, islâmiyyet ile berâber olan ve îmânı kuvvetlendiren şeylerdir. Çünki islâmiyyet, aklın sınırı içinde olan bütün bilgilerde fenne uygundur. Akl, bu bilgilerin doğrusunu bulabildiği zemân, islâmiyyete uygun olur. Müslimânların bunları da öğrenmesi, istifâde etmesi lâzımdır.]
Fen bilgilerinden dünyâ işlerinde fâidelenip de, Allahü teâlâyı ve âhıret bilgilerini anlamakda bunlardan fâidelenmemek, hattâ bunları öğrenince, kendini beğenip, aklına, nefsine uyup, âhıret bilgilerini de, akl ile çözmeğe kalkışarak sapıtmak, dinden çıkmak, insanlar için en büyük felâketdir, yüzkarasıdır. Dünyâ işlerinde yanılan akla, âhıret işleri için nasıl güvenilebilir. Onun, anlamadan bildirdiği sözlere nasıl güvenilebilir. Bu hâl harbe hâzırlanan, çok emek ve masraf yapan kimsenin, harb zemânında, kendi meşrû’ hükûmetine isyân ederek, karşı gelmesine benzemekdedir. Bu da gösteriyor ki, bütün fen bilgileri, aklın erdiği şeylerde işe yaramakdadır. Sonsuz se’âdete ve felâkete sebeb olacak işleri, bu bilgilere dayamak ve âhıret işlerini bu bilgilerle çözmeğe kalkışmak, doğru olmamakdadır. Bu en mühim işler aklın ve fen bilgilerinin sınırı dışındadır. Bu en lüzûmlu bilgileri, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” öğrenmeyip, yalnız akl yolu ile
çözmeğe uğraşmak, lüzûmsuz, hattâ boş yere vakt geçirmek olur. Çünki, akl yolu ile bulunan bilgiler, aklın ermediği işlerde fâideli olamamakdadır. Bu işler ancak Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmeleri ile anlaşılabilmekdedir. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Elmünkızü-aniddalâl) kitâbında buyuruyor ki, eski Yunan felesofları tabîblik ve astronomi bilgilerini eski Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitâblarından çaldılar. Ahlâk ve terbiye usûllerini de, eski ümmetlerdeki tesavvufculardan görerek öğrendiler.
Çok kimseler, din üzerinde kendi aklları ile konuşan felsefecileri, maddecileri ve âhıret bilgilerini akl ile çözmeğe kalkışan fen yobazlarını âlim sanıyorlar. Reformcu, ilerici din adamı ve şehîd gibi yaldızlı ve sahte ismler vererek, bunların yıkıcı sözlerini ve kitâblarını gençlerin önüne sürüyorlar. Hattâ, bunların bozuk, yalan sözlerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ictihâd buyurarak, Kur’ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden elde etdikleri bilgilerin üstüne çıkarıyorlar. Allahü teâlâ bunların zararlarından müslimânları korusun! Dinde reformcuları, din âlimi sanmak, insanı sonsuz felâkete düşürmekdedir.
İlm demek, fen demek, herşeyin doğrusunu anlamak demekdir. İslâmiyyeti bozan, islâm bilgilerinin değerlerini ölçemiyen sözlere ilm ve fen denilemez. Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” inkâra yol açan şey, ilm olamaz. [Yirminci asrdaki buluşlar ve okutulan ilmler, fenler, islâmiyyetdeki aklın sınırı içinde olan bilgileri inkâra yol açmaz, islâmiyyeti kuvvetlendirir. İlmi, fenni, aklın sınırı dışındaki âhıret bilgilerini anlamakda kullanmak, zararlıdır. Bu inceliği iyi anlamalıdır.] Câhiller ve menfe’atcılar ve şehvet, zevk budalaları, islâmiyyete saldırırken, ilmi ve fenni kendilerine maske yapıyorlar. Bozuk düşüncelerini, din bilgisi olarak gösteriyorlar. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözlerini, bu bozuk düşüncelere uymadıkları için kötülemeğe kalkışıyorlar. Yâhud, aklın sınırı dışındaki din bilgilerini ele alıp, bunların fen ile çözülemediklerini ileri sürerek, müslimânlık, akla fenne uymıyan orta çağ inanışlarıdır, gericilikdir diyorlar. Müslimânlar, ilmi, fenni iyi öğrenip, bu yalancılara, alçak fen yobazlarına aldanmamalıdır). Yirmiüçüncü mektûb tercemesi temâm oldu.
(Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etûbü ileyh). Bu (istigfâr düâsı), (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbında [sahîfe 344 de] uzun yazılıdır. İstigfâr, (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) veyâ kısaca (Estagfirullah)dır.
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî Hindî hazretlerinin (Mektûbât) kitâbı üç cilddir. Birinci cildde 313, ikinci cildde 99, üçüncü cildde 124 mektûb vardır. Birinci cildden iki mektûbun tercemesi aşağıdadır: