Bu kitâbda, din adamı olarak ortaya çıkan, Mısrlı Reşîd Rızâ adındaki bir mezhebsizin, (İslâmda birlik ve mezheblerin telfîkı)nı savunan (Muhâverât) ismindeki kitâbında, islâm âlimlerine “rahime-hümullahü teâlâ” karşı yazdığı yalan ve çirkin iftirâlara cevâb verilmekdedir:
1- Kitâbı türkçeye terceme eden Hamdi Akseki, eklemiş olduğu önsözünde, (Asr-ı se’âdetde, gerek îmân ve gerekse amel ile alâkalı hükmlerde görüş ayrılıkları meydâna gelmemişdir) diyor. Birkaç satır sonra da, (Nass olmıyan yerlerde, Eshâb kendi ictihâdı ile hükm ediyordu) diyerek, yukarıdaki sözünü çürütmekdedir. Doğrusu da budur. Açık nass bulunmıyan işlerde Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kendi ictihâdları ile hükm çıkarmışlar, böyle hükmlerinde ayrılıklar olmuşdur.
2 - Hamdi Akseki, yine bu önsözünde, (Birinci ve ikinci asrda, halk mu’ayyen bir mezhebi taklîd etmiyor. Belli bir imâmın mezhebine girmiyorlardı. Yeni bir hâdise meydâna gelince de, şu veyâ bu mezheb demeksizin, hangi müftîye rast gelirlerse, ona sorup müşkillerini çözerlerdi. İbni Hümâm (Tahrîr) kitâbında böyle demekdedir) diyor. Bu sözü de, âlimlerin bildirdiklerine uymamakdadır. (Eşedd-ül-cihâd) kitâbının onaltıncı sahîfesinde, İbni Emîr Hac’ın, (Hocam İbni Hümâm, (vefâtı 861 [m. 1457]), müctehid olmıyanların dört mezhebden birini taklîd etmesi lâzımdır dedi) dediği yazılıdır. İbni Nüceym-i Mısrî, (vefâtı 970 [m. 1563]) (Eşbâh) kitâbında, ikinci nev’in birinci kâ’idesinde, ictihâdı anlatırken diyor ki, (İbni Hümâmın (Tahrîr) kitâbında açıkça bildirdiği üzere, dört mezhebden birine uymıyan işin bâtıl olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir). Büyük âlim Abdülganî Nablüsî “rahimehullahü teâlâ” (Hulâsat-üt-tahkîk) kitâbında, İbni Hümâmın bu yazısını bildirerek, (Bundan anlaşılıyor ki, dört mezhebden başkasını taklîd etmek câiz değildir. Bugün, Muhammed aleyhisselâmın dînine uymak, yalnız bu dört mezhebden birini taklîd etmekle oluyor. (Taklîd), başkasının sözünü delîlini araşdırmadan kabûl etmek demekdir. Bu da, kalb ile niyyet etmekle
olur. Niyyet etmeden yapılan iş bâtıl olur. Delîlini anlamak, müctehidin vazîfesidir. Mukallidin, her işde, dört mezhebden birini taklîd etmesi lâzımdır. Âlimlerin çoğuna göre, çeşidli işlerde, dört mezhebden dilediğini taklîd etmesi câizdir. (Tahrîr) kitâbı da, böyle yazmakdadır. Fekat, bir mezhebe göre başlamış olduğu bir işi bu mezhebe göre bitirmesi lâzım olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir. Ya’nî bu işi kolay yapabilmek için, başka mezhebleri karışdıramaz. [Otuzüçüncü maddeye bakınız!]. Bir mezhebi taklîde başlayınca, zarûret olmadıkça, hiçbir işinde, başka mezhebi taklîd etmemeli diyen âlimler de vardır) demekdedir.
Din imâmlarının birbirlerinin mezheblerine uygun ibâdet yapmaları, dinde reformcuların zan etdikleri gibi, o mezhebe uymak değildir. Kendinin o iş için o andaki ictihâdına uyarak böyle yapdılar. Müctehidlerin böyle yapdıklarını ileri sürerek, herkes böyle yapardı demek doğru olmaz. Hakîkî bir misâl vermeden, bu sözü söylemek bir din adamına yakışmaz.
3 - Yine bu önsözünde, (Sonradan din perdesine bürünerek ortaya çıkan siyâsî çekişmeler, mezheblerde olan asl maksadı unutdurdu) diyor. Bu sözü, hiç afv edilemiyecek büyük ve çok çirkin bir hatâdır. Mezhebden çıkanların, mezhebleri bozmağa kalkışanların kabâhatlerini fıkh âlimlerine yüklemekdedir. Dört mezhebin çok eskiden ve yeni basılan kitâbları meydândadır. Mezheb imâmının ictihâdını değişdirecek hiçbir yazı, hiçbir fetvâ, hiçbir kitâbda yokdur. Abduh ve onun çömezleri gibi dinde reformcular, elbet bu âlimlerin dışındadırlar. Mezhebleri çığırından çıkarmak isteyenler, bunlardır. Fekat, bunların hiçbir sözü, mu’teber fıkh kitâblarında mevcûd değildir. Fıkh kitâbı, fıkh âlimlerinin kitâblarına denir. Câhillerin, mezhebsizlerin ve (fen yobazı) olan dinde reformcuların ve dîni siyâsete karışdıran (din yobazları)nın kitâblarına, fıkh kitâbı denilmez. Bunların bozuk yazılarını ileri sürerek, fıkh âlimlerine leke sürülemez.
4 - Yine bu önsözünde, (Mezheb imâmlarının hepsi, bizi taklîd etmeyin. Delîlimizi alın. Neye dayanarak söylediğimizi bilmiyenler için sözümüzle amel etmek câiz değildir demişlerdir) demesi de şaşılacak birşey, hiç afv olunmıyacak bir yalandır. Bu sözleri mezheb imâmları değil, mezhebsizler böyle söylemekdedir. Mezheb imâmları, (Mukallide müctehidin delîllerini bilmek lâzım değildir. Onun için delîl, mezheb imâmının sözleridir) demişlerdir.
5 - Kitâbın yazarı, Mısrlı Reşîd Rızâ, arabî olan önsözünde, (İnsanlık tekâmül ederek, zemânın gelişmesi ile aklları değişdi) diyor. Bu sözü, masonların tekâmül inanclarının bir ifâdesidir. İlk insanların aklları az imiş. Şimdiki kâfirler çok akllı imiş. Bu sözü ile, ilk Peygamberlere ve sahâbîlerine aklsızlık isnâd ediyor. Böyle inanan, kâfir olur. Âdem, Şit, İdris ve Nûh ve dahâ nice Peygamberler “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, ilk insanlardan idi. Hepsi de, şimdiki insanların hepsinden dahâ akllı idiler. Hadîs-i şerîf, her asrın kendinden önceki asrdan dahâ kötü olacağını bildiriyor. Reşîd Rızânın bu sözü, bu hadîse de ters düşmekdedir.
6 - Yine önsözünde, (Târîhi aç da, Ehl-i sünnet, Şî’a ve Hâricîler arasında, hattâ Ehl-i sünnet mezhebinde olanlar arasında meydâna gelen döğüşmeleri oku! Şâfi’îlerle Hanefîler arasındaki düşmanlık, moğolların müslimânlar üzerine hücûm etmesine sebeb oldu) diyor.
Mezhebsizler ve dinde reformcular, Ehl-i sünnetin dört mezhebine saldırabilmek için, hîle yoluna sapıyorlar. Bunun için, Cehenneme gidecekleri Hadîs-i şerîfde bildirilen yetmişiki fırkanın Ehl-i sünnete saldırılarını, çıkardıkları kanlı olayları yazıyorlar. Sonra da, Ehl-i sünnetin dört mezhebi birbiri ile döğüşdüler diyerek, alçakça yalan söyliyorlar. Hâlbuki, hiçbir zemânda ve hiçbir yerde Şâfi’îlerle Hanefîler arasında tek bir çatışma olmamışdır. Nasıl çatışırlar ki, ikisi de Ehl-i sünnetdir. İkisi de aynı şeylere inanmakdadırlar. Birbirlerini hep sevmişler, yardımlaşmışlar, hep kardeşçe yaşamışlardır. Birbirleri ile döğüşdüler diyen mezhebsizler, bir misâl verebilseler ya! Veremezler. Misâl olarak, Ehl-i sünnetin dört mezhebinin elele vererek, mezhebsizlerle yapdıkları cihâdları yazıyorlar. Müslimânları, bu yalanlarla aldatmağa çalışıyorlar. Şî’î ismi ile, Ehl-i sünnet olan Şâfi’î ismi birbirine benzediği için, Hanefîlerin mezhebsizler ile yapdıkları savaşları yazarak, Hanefîler, Şâfi’îlerle çatışdı diyorlar. Mezhebsizler, bir mezhebi taklîd eden müslimânları kötülemek için, ilmî kelimelere yanlış ma’nâ vererek iftirâ ediyorlar. Meselâ, mezheb bilgilerini açıklamağa ve bunları isbât etmeğe (Te’assub) diyorlar. Papasların yazdığı (Müncid) lugat kitâbını da kendilerine şâhid göstererek, (Te’assub, ilmî, dînî ve aklî olmıyan âmillerin te’sîri altında bir görüşe bağlanmakdır) diyorlar. Te’assub, mezheb gavgalarına sebeb oldu diyorlar. Hâlbuki islâm âlimlerine “rahimehümullahü teâlâ” göre te’assub, haksız yere düşmanlık etmek demekdir. Ya’nî, bir mezhebe bağlanmak, bu mezhebin, sünnete ve râşid
halîfelerin sünnetlerine uygun olduğunu savunmak, te’assub değildir. Hak olan başka mezhebleri kötülemek te’assubdur. Dört mezhebi taklîd edenler, hiçbir zemân böyle te’assub yapmadı. Hiçbir asrda mezheb te’assubu olmadı.
Yetmişiki bâtıl, sapık fırkanın hepsine (Bid’at ehli) ve (Mezhebsiz) denir. Bu mezhebsizler, Emevî ve Abbâsî halîfelerini Ehl-i sünnetin hak yolundan ayırmağa çalışdılar. Bunu başaranlar, kanlı hâdiselere sebeb oldular. Mezhebsizlerin sebeb oldukları bu zararları önlemek için islâm âlimlerinin halîfelere nasîhat vermelerine, onları Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birini taklîd etmeğe çağırmalarına mezheb te’assubu demek, islâm âlimlerine karşı çirkin bir iftirâdır. Biraz arabî öğrenmiş birinin, târîh kitâblarını karışdırıp, tesâdüf etdiği çeşidli hâdiseleri, kendi açısından değerlendirmesi, bunları mezheb te’assubunun zararlarına vesîka olarak gençlerin önüne sürmesi, dört mezhebe saldırmanın yeni bir taktiği oldu. Dört mezhebe karşı olanlardan bir kısmı, kendilerini haklı göstermek için, ben mezheblere karşı değilim. Mezheb te’assubuna karşıyım diyorlar. Fekat, te’assuba yanlış ma’nâ vererek, mezheblerini savunan fıkh âlimlerine saldırıyorlar. İslâm târîhindeki kanlı hâdiselere bunlar sebeb oldu diyorlar. Böylece, gençleri mezhebsiz yapmağa uğraşıyorlar.
(Kâmûs-ül a’lâm)da diyor ki, (Selçûkî sultânlarından Tuğrul beğin vezîri Amîd-ül-mülk Muhammed Kündürî, [mu’tezile mezhebinde idi. Ehl-i sünnet mezhebine] minberlerde la’net okutmak için fermân çıkarmış, bunun için Horasandaki âlimlerin çoğu başka yerlere hicret etmişlerdir). İbni Teymiyye (vefâtı 728 [m. 1327]) gibi mezhebsizler, bu hâdiseyi, (Hanefîler ile Şâfi’îler birbirlerine düşmüş, minberlerde Eş’arîlere la’net edilmiş) şekline sokdular. Bu yanlış yazıları, vesîka olarak etrâfa yayıyorlar. İmâm-ı Süyûtînin (vefâtı 911 [m. 1505]) kitâblarından da yanlış tercemeler yaparak gençleri aldatıyorlar. Ehl-i sünnetin dört mezhebini yıkarak, mezhebsizliği yaymağa çalışıyorlar.
Mezheb te’assubundan islâm târîhinde kardeş gavgaları olmuş, bunun misâllerinden biri de şu imiş: Hicrî 617 târîhinde Rey şehrini ziyâret eden Yâkût, burasının da harâb olduğunu görünce, rast geldiği kimselere, bunun sebebini sormuş. Hanefîler ile Şâfi’îler arasında te’assub başgösterdi. Harb başladı. Şâfi’îler gâlib geldi. Şehr harâb oldu demişler. Bunlar, Yâkûtun (Mu’cem-ül-büldân) kitâbında yazılı imiş. Hâlbuki, Yâkût-i Hamevî, bir târîhci değildir. Rum çocuğu idi. Esîr alınıp, Bağdâdda bir tüccâra satılmışdı.
Efendisinin işlerini görmek için, çeşidli şehrlere gitdi. Efendisinin vefâtından sonra, kitâb ticâreti yapdı. Gitdiği yerlerde gördüklerini, işitdiklerini yazarak, (Mu’cem-ül-büldân) kitâbını meydâna getirdi. Bunun ticâretinden de çok kazanc sağladı. Rey şehri, Tahranın beş kilometre cenûbunda olup, şimdi harâbe hâlindedir. Hicretin yirminci senesinde hazret-i Ömerin emri ile Urve bin Zeyd-i Tâî “rahime-hümallahü teâlâ” tarafından feth olunmuşdu. Ebû Ca’fer Mensûr zemânında i’mâr edilmiş, büyük âlimlerin kaynağı ve medeniyyet merkezi olmuşdu. 616 senesinde Cengiz kâfiri, bu islâm şehrini de, tahrîb ve ehâlîsini şehîd ve kadınları, çocukları esîr etdi. Yâkûtun gördüğü harâbeleri, bir sene önce Moğol ordusu meydâna getirmişdi. Yâkûtun sorduğu mezhebsizler, bu cinâyeti, Ehl-i sünnete yüklemiş, Yâkût da, buna inanmışdı. Bu da, Yâkûtun târîhci değil, câhil bir turist olduğunu göstermekdedir. Mezhebsizler ve dinde reformcular, dört mezhebden birini taklîd edenleri ve yüce fıkh âlimlerini kötülemek için, ilmî ve târihî vesîka bulamayınca, acem hikâyelerine dayanan yazılarla ve sözlerle saldırmakdadırlar. Böyle hikâyeler, Ehl-i sünnet âlimlerinin üstünlüklerini, kıymetlerini sarsmaz. Aksine, mezhebsiz din adamlarının câhil ve sapık olduklarını ortaya koymakdadır. Din adamı değil, din düşmanı olduklarını göstermekdedir. Din adamı görünüp, müslimânları aldatmak, böylece dört mezhebi içerden yıkmak gayretinde oldukları anlaşılıyor. Dört mezhebi yıkmak, Ehl-i sünneti yıkmakdır. Çünki, Ehl-i sünnet, amelde dört mezhebe ayrılmışdır. Bu dört mezhebden başka Ehl-i sünnet yokdur. Ehl-i sünneti yıkmak da, islâmiyyeti yıkmak, Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirdiği hak dîni, islâm dînini yıkmakdır. Çünki, (Ehl-i sünnet) demek, Eshâb-ı kirâmın yolunda giden hakîkî müslimânlar demekdir. Eshâb-ı kirâmın yolu, Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz) Hadîs-i şerîfinde, Eshâb-ı kirâma uymamızı emr buyuruyor.
Uymak, tâbi’ olmak, iki dürlü olur: Biri, i’tikâdda, ya’nî îmânda, ya’nî inanmakda uymakdır. İkincisi, yapılacak işlerde uymakdır. Eshâb-ı kirâma uymak, inanılacak şeylerde uymak demekdir. Onlar gibi îmân etmek demekdir. Eshâb-ı kirâm gibi îmân eden müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir. Amelde, ya’nî yapılacak ve sakınılacak işlerin herbirinde Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsine uymak lâzım değildir. Buna imkân da yokdur. Her işi Eshâb-ı kirâmın nasıl yapdıkları bilinemiyor. Çok
işler de, Eshâb-ı kirâm zemânında yokdu. Sonradan meydâna çıkdılar. Ehl-i sünnetin reîsi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi aleyh”. Dört mezheb de, İmâm-ı a’zamın Eshâb-ı kirâmdan öğrenip söylediği gibi inanmakdadır. İmâm-ı a’zam, Eshâb-ı kirâmdan birkaçını gördü. Çok şeyleri bunlardan işitip öğrendi. Çok şeyleri de, hocaları vâsıtası ile öğrendi. İmâm-ı Şâfi’înin ve imâm-ı Mâlikin, inanılacak ba’zı şeyleri değişik söylemeleri, İmâm-ı a’zamdan ayrılmak değildir. İmâm-ı a’zamdan işitdiklerini öyle anlamışlar. Anladıkları gibi bildirmişlerdir. Sözlerinin aslı birdir. Anlatmaları farklıdır. Dördüne de inanırız. Dördünü de severiz.
Dinde reformcuların büyük bir kurnazlığı, inanılacak şeylerdeki ayrılığın kötülüğünü yazarak, bu kötülüğü, dört mezhebin ayrılığına bulaşdırmağa çalışmalarıdır. Îmânda parçalanmak, çok fenâdır. Îmânda Ehl-i sünnetden ayrılan, yâ kâfir olur. Yâhud, bid’at sâhibi, sapık, mezhebsiz olur. Bunun ikisinin de Cehenneme gidecekleri, Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hadîs-i şerîflerinde bildirildi. Kâfir, Cehennemde, sonsuz kalacakdır. Bid’at sâhibi ise, Cehennemde azâb çekdikden sonra, çıkıp Cennete gidecekdir.
Müslimân görünüp de, Ehl-i sünnetden ayrılanlardan kâfir olanlar da, iki kısmdır: Biri, âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere ma’nâ verirken, kendi akllarına, görüşlerine o kadar bağlı kalmışlar ki, yanılmaları, kendilerini küfre sürüklemişdir. Kendilerini doğru yolda sanmakda, hâlis müslimân olduklarına inanmakdadırlar. Îmânlarının gitdiğini anlıyamamışlardır. Bunlara (Mülhid) denir. İkincileri, islâmiyyete zâten inanmazlar. İslâm düşmanıdırlar. Müslimânları aldatıp, dîni içerden yıkmak için müslimân görünürler. Yalanlarını, iftirâlarını dîne karışdırmak için âyet-i kerîmelere ve Hadîs-i şerîflere ve fen bilgilerine, yalan yanlış, bozuk ma’nâlar verirler. Bu sinsi kâfirlere (Zındık) denir. Mısrdaki mason din adamları ve yeni türeyen (sosyalist müslimânlar) böyledir. Bu zındıklara (Fen yobazı) ve (Dinde reformcu) da denir.
Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler, îmânda parçalanmanın, fırkalara ayrılmanın kötü olduğunu bildiriyor. Bu bölünmeyi şiddet ile yasaklıyor. Tek îmânda birleşmeği emr ediyor. Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde yasaklanan bölünme, îmânda bölünmekdir. Zâten, bütün Peygamberlerin “aleyhimüssalâtü vesselâm” bildirdikleri îmân aynıdır. İlk Peygamber Âdem aleyhisselâmdan son insana kadar bütün mü’minlerin îmânları hep aynı-
dır. Zındıklar ve mülhidler, îmânda parçalanmayı kötüleyen, yasaklıyan âyet-i kerîmeleri ve Hadîs-i şerîfleri ele alıp, bunların, Ehl-i sünnetin dört mezhebini bildirdiklerini iddi’â ediyorlar. Hâlbuki, dört mezhebin ayrılmasını Kur’ân-ı kerîm emr ediyor. Bu ayrılığın, Allahü teâlânın mü’minlere rahmeti, ihsânı olduğunu Hadîs-i şerîfler bildiriyor.
Moğolların islâm memleketlerine yayılmasını ve Bağdâdı yıkıp kana boyamalarını, Hanefî-Şâfi’î çekişmelerine bağlamak çok iğrenç, pek alçak bir yalan ve iftirâdır. Târîhin hiçbir devrinde Hanefî-Şâfi’î çatışması olmamışdır ve olamaz. Bu iki mezhebin îmânları aynıdır. Birbirlerini severler. Kardeş olduklarına inanırlar. Amelde, ibâdetde olan ufak tefek ayrılıklarını da, Allahü teâlânın rahmeti bilirler. Kolaylık olduğuna inanırlar. Bir mezhebdeki müslimân, bir işi yaparken sıkışık hâle düşerse, bu işi öteki üç mezhebden birine uyarak yapıp sıkıntıdan kurtulur. Dört mezhebin kitâbları, bu kolaylığı sözbirliği ile tavsiye etmekde ve misâllerini yazmakdadır. Dört mezheb âlimlerinin, kendi mezheblerinin delîllerini, vesîkalarını açıklamaları, yazmaları, birbirlerine çatmak, (Hâşâ) kötülemek değildir. Bunları, Ehl-i sünneti mezhebsizlere karşı savunmak ve kendi mezhebinde olanların güvenlerini sağlamak için yazdılar. Hem böyle yazdılar. Hem de, sıkışınca, başka mezhebi taklîd ediniz dediler. Mezhebsizler ve mülhidler ve zındıklar, Ehl-i sünnete saldıracak başka sebeb bulamadıkları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin haklı ve yerinde olan yazılarını ele alarak, bunlara yanlış ma’nâ veriyorlar.
Tatarların, moğolların, islâm memleketlerine yayılmalarına gelince, târîhler bunun sebeblerini açıkca yazmakdadır. Meselâ, meşhûr (Kısas-ı enbiyâ) kitâbının sekizyüzdoksanıncı sahîfesinden başlıyan yazılarının hulâsası şudur:
(Abbâsî devletinin son halîfesi Müsta’sım, dînine çok bağlı ve sünnî idi. Vezîri olan ibni Alkamî ise mezhebsiz olup, halîfeye sâdık değildi. Devlet idâresi bunun elinde idi. Abbâsîleri devirip, başka devlet kurmak istiyordu. Moğol hükümdârı Hülâgünün Bağdâdı almasını, kendisinin de ona vezîr olmasını istiyordu. Onun Irâka gelmesini teşvik etmeğe başladı. Hülâgüden gelen mektûba sert cevâb yazarak onu kızdırdı. Mezhebsiz [şî’î] olan Nasîr-üd-dîn-i Tûsî, Hülâgünün müşâviri idi. Bu da, onu Bağdâdı almağa teşvik ederdi. İşler, iki sapık elinde dönüyordu. Hülâgü Bağdâda yürütüldü. Yirmi bine yakın halîfe ordusu, ikiyüzbin tatarın oklarına karşı duramadı. Hülâgü, Bağdâda, naft ateşleri ve mancınık taşları ile saldırdı. Elli gün muhâsaradan sonra, İbni Al-
kamî, sulh için diyerek, Hülâgünün yanına gitdi. Onunla anlaşdı. Halîfeye gelip, teslîm olursak, serbest bırakılacağız dedi. Halîfe buna aldandı. 656 [m. 1258] senesinin, Muharremin yirminci günü Hülâgüye gidip teslîm oldu. Yanındakilerle berâber i’dâm edildi. Sekizyüzbinden ziyâde müslimân kılınçdan geçirildi. Milyonlarca islâm kitâbı Dicleye atıldı. Güzel şehr, harâbeye döndü. (Hırka-i se’âdet) ve (Asâ-yı nebevî) yakılıp külleri Dicleye atıldı. Beşyüzyirmidört (524) senelik Abbâsî devleti yok oldu.
[TENBÎH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân, her yerde kötü insanlar iyilere saldırmışlardır. Allahü teâlâ her şeyi sebebler ile yaratmakdadır. Kötülerin cezâsını da, kötü insanlar vâsıtası ile vermekdedir. İşkence edenlere dünyâda da cezâlarını vermekdedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görmekdedir. İyilerden, ya’nî müslimânlardan harbde ölenlerin ve kazâda ölenlerin hepsi şehîddir. Dünyâda azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bol ni’metler verilecekdir. Âhıretde ni’mete kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu din kitâblarında yazılıdır. Bu kitâblar dünyânın her yerinde çok vardır. Bu kitâbları okuyup da inanmıyana kâfir denir. İslâmiyyeti işitmiyen kâfir olmaz. İşitince (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) diyen ve buna inanan müslimân olur. Bunun ma’nâsı, (Herşeyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür)dır. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi’ olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlimler, suçsuz müslimânları, kadınları, çocukları öldürmüşlerdir. Öldürülen müslimânlar, şehîd olur. Öldürülürken yapılan işkencelerin acısını duymaz. Ölürken, kabrde verilecek olan Cennet ni’metlerini görerek çok sevinir. Şehîdler ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok neş’elenir. Cennet ni’metlerine kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Müslimânların kabri Cennet bağçelerindendir.) buyuruldu.]
İbni Alkamî Ehl-i sünnete yapdığı hiyânetinin cezâsına çabuk kavuşdu. Kendisine hiçbir vazîfe verilmeyip, zillet içinde o sene öldü. Osmânlı devletinin kurucusu Osmân gâzi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, o sene, Söğüd kasabasında tevellüd etdi). Görülüyor ki, Moğolların islâm memleketlerini yıkmalarına mezhebsizlerin Ehl-i sünnete olan hıyânetleri sebeb olmuşdur.
Hanefîler ile Şâfi’îler arasında hiç çekişme olmamış, dört mezhebde bulunan müslimânlar birbirlerini kardeş gibi sevmişlerdir. Reşîd Rızânın Ehl-i sünnete yapdığı bu alçak iftirâyı, Seyyid Kutb denilen mezhebsiz de tekrâr etmiş ise de gereken cevâbı vesîkalarla verilmişdir.
7 - Yine önsözünde, (Birçok memleketlerde, Hanefîlerin Şâfi’îlerle berâber nemâz kılmadıkları görülüyor. İmâm arkasında yüksek sesle âmîn demek ve tehıyyât okurken parmak kaldırmak düşmanlığa sebeb oluyor) diyor.
Dört mezhebdekilerin birbiri arkasında nemâz kılacağını, hepsinin kitâbları açıkça yazmakdadır. Dört mezhebin ibâdetlerindeki ufak farkların düşmanlığa sebeb olacağını söylemek, mezhebsizlerin, mülhid ve zındıkların hulyâları ve iğrenç iftirâlarıdır. Dünyânın her yerinde, dört mezheb müslimânları birbirlerinin arkasında nemâz kılmakdadır. Çünki, hepsi birbirini kardeş bilmekde, sevişmekdedirler. Büyük velî, derin âlim, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, (vefâtı 1242 [m. 1826]) şâfi’î mezhebinde idi. Bunun mürşidi olan, buna feyz ve hilâfet veren Abdüllah-i Dehlevî ise hanefî idi. Abdülkâdir-i Geylânî (vefâtı 561 [m. 1165]), şâfi’î idi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Hanbelî mezhebinin unutulmağa yüztutduğunu görünce, bu mezhebi kurtarmak, kuvvetlendirmek için Hanbelî oldu. (Celâleyn tefsîri)ni yazan, Celâleddîn Muhammed Mahallî (vefâtı 864 [m. 1459]), Şâfi’îdir. Mâlikî mezhebinde olan Ahmed Sâvî bu tefsîri şerh ederek her yere yayılmasına hizmet etmişdir. Bu şerhinde, (Fâtır) sûresinin altıncı âyetini tefsîr ederken, (Arabistânın Hicâz kısmında bulunan mezhebsizler, yalnız kendilerine müslimân diyorlar. Ehl-i sünnet olan hakîki müslimânların müşrik olduklarını söyliyorlar. Bunlar, yalan söyliyorlar. Allahü teâlâdan, bu sapıkları yok etmesini dileriz) buyurmakdadır. Ahmed Sâvî, binikiyüzkırkbir 1241 [m. 1825] de Mısrda vefât etdi. (Beydâvî tefsîri)ne hâşiyesi de meşhûrdur. Meşhûr Beydâvî (vefâtı 685 [m. 1286]) şâfi’îdir. Tefsîri, tefsîrlerin en kıymetlilerindendir. Dört mezhebin âlimlerinden çoğu bu tefsîri şerh etmiş, çok övmüşlerdir. Bunlardan hanefî mezhebindeki âlimlerden Şeyhzâde Muhammed efendinin şerhi meşhûr ve pek kıymetlidir. [Bu tefsîr, dört büyük cild hâlinde, Hakîkat kitâbevi tarafından basdırılmışdır.] Dört mezheb âlimlerinin birbirlerini öven, seven kitâbları binleri aşmakdadır. Bunu bilmiyen bir müslimân yokdur. Parmak kaldırmakdaki cevâbımız 36. cı maddededir.
8 - Yine önsözünde, (İslâm ümmetinde derin âlimler yetişdi. Huccet-ül-islâm imâm-ı Gazâlî ile şeyh-ül-islâm İbni Teymiyye gibi mürşidler bunlardandır) diyor.
İbni Teymiyye (vefâtı 728 [m. 1327]) gibi, Allahü teâlâya cismdir diyen ve kâfirlerin Cehennemde sonsuz azâb göreceklerine
inanmıyan, kılınmayan nemâzları kazâ etmeğe lüzûm görmiyen, hazret-i Alîye ve Ehl-i beyte, şanlarına lâyık olmıyan iftirâlar yapan ve dahâ nice sapık sözleri ile islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışan bir mezhebsizi, islâm âlimi ve mürşid olarak göstermekde, onu büyük islâm âlimi Gazâlî gibi bir müctehid olarak tanıtmakdadır. Bu iki ismi birlikde yazmak, bir kara taşı, pırlantanın yanına koymak gibi şaşılacak bir buluşdur. Mâlikî mezhebi âlimlerinden Ahmed Sâvî, (Celâleyn tefsîri)nin şerhinde, Bekara sûresinin ikiyüzotuzuncu âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki, (Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, İbni Teymiyyenin sapık olduğunu bildirdiler. Ya’nî hem sapıkdır. Hem de, çok müslimânın doğru yoldan sapmasına sebeb olmuşdur. Onun mâlikî âlimlerinden imâm-ı Eşheb ile münâsebeti olduğu bâtıldır, yalandır).
9 - Reşîd Rızâ, önsözünün sonunda, (1315 [m. 1898]) senesinde Mısrda çıkardığım (El-menâr) mecmû’asında, taklîdin bâtıl olduğunu yazdım. Bunların bir kısmını imâm-ı allâme İbni Kayyım-ı Cevziyyeden aldım. Bu yazıları toplayıp (Muhâverât) kitâbını neşr eyledim) diyor.
Bu dinde reformcu, taklîdin bâtıl olduğunu yazmakla, bindörtyüz seneden beri gelmiş milyonlarca Ehl-i sünnet müslimânı lekeliyor. Bunların Cehenneme gideceklerini anlatmak istiyor. Mezhebsizler, mülhidler ve zındıklar ya’nî dinde reformcular, haksız olduklarını, kendileri de bilmiş olacaklar ki, Ehl-i sünnete açıkça sataşamıyorlar. Hep, yaldızlı, kaçamak kelimeler kullanarak, perde arkasında oynuyorlar. Mezheb imâmını taklîd etmeğe nasıl bâtıl denilebilir? Allahü teâlâ, Nahl ve Enbiyâ sûrelerindeki âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Bilenlerden sorup öğreniniz!) buyuruyor. (Ülül emr)e, ya’nî âlimlere (tâbi’ olunuz!) buyuruyor. Mezheb imâmını taklîd etmek, bunun için vâcib oldu. Bu dinde reformcu, taklîd bâtıldır diyerek, (Mezheb imâmlarına uymayınız! Bize uyunuz) demek istiyor. Müslimânları hak yolu taklîdden vazgeçirip kendi bâtıl yollarını taklîde sürüklüyor. Kendileri, bâtılın taklîdcileridir.
Taklîd iki dürlü olur. Birisi kâfirlerin, analarını, babalarını, papasları taklîd ederek kâfir olmalarıdır. Böyle taklîd, elbet bâtıldır, yanlış yoldur. Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler bu taklîdi yasak etmekdedirler. Müslimânların da, analarını, babalarını taklîd ederek, müslimânım demeleri kâfî değildir. (Âmentü)de bildirilen altı şeyin ma’nâlarını bilip, beğenip, kabûl eden kimse
ye müslimân denir. İnanılacak şeylerde mezhebsizlere aldanıp, Ehl-i sünnetden ayrılmak, bâtıl olan taklîddir. Fekat, amelde, ya’nî yapılacak işlerde taklîdciliği buna benzetmek doğru değildir. Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler bu taklîdciliği emr etmekdedir. Büyük âlim Abdülganî Nablüsînin (Hülâsat-üt-tahkîk fî beyân-ı hükm-it-taklîd vet-telfîk) kitâbında ve Abdülvehhâb-i Şa’rânînin (vefâtı 973 [m. 1565]) (Mîzân-ül-kübrâ)sının önsözünde ve imâm-ı Rabbânînin (vefâtı 1034 [m. 1624]) (Mektûbât) kitâbının çeşidli yerlerinde ve Yûsüf Nebhânînin (Huccetullahi alel’âlemîn) kitâbının son kısmında yazılı olan (Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ’ yapmaz!) Hadîs-i şerîfi gösteriyor ki, doğru yoldaki âlimlerin sözbirliği ile bildirdiklerinin hepsi elbet doğrudur. Buna karşı olanlar haksız ve yanlışdır. İşte, bindörtyüz seneden beri gelmiş olan milyonlarca Ehl-i sünnet âlimi ve binlerce Evliyâ, sözbirliği ile bildirdiler ki, (Müctehid olmıyan müslimânların işlerini, ibâdetlerini doğru yapabilmeleri için, inandıkları, güvendikleri, diledikleri bir müctehidi taklîd etmeleri vâcibdir). Bu sözbirliğine inanmıyan, yukarıdaki Hadîs-i şerîfe inanmamış olur. Bu sözbirliği gösteriyor ki, müctehidin kendi ictihâdına göre amel etmesi lâzımdır. Başka müctehide uyması câiz değildir. Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi. Bunun için ba’zı işlerde birbirlerine uymamışlardır. Bunun gibi, imâm-ı Ebû Yûsüfün, bir Cum’a günü, tekrâr abdest almaması ve imâm-ı Şâfi’înin, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin kabri yanında nemâz kılarken, rükû’dan sonra ellerini kaldırmaması, başkasını taklîd olmayıp, kendi ictihâdlarına göre hareket etmelerindendir.
10 - Dinde reformcu, birinci konuşmaya başlarken, (Fazîletli, reformcu genç, müslimânları, se’âdete kavuşdurmak için, sonradan ortaya çıkan taklîd belâsından kurtarmak, Kitâba, Sünnete ve Selefin yoluna sarılmalarını te’min etmek istiyor. İlk zemânda koyun çobanları bile din bilgilerini doğruca Kitâb ile Sünnetden alıyorlardı) diyor.
Reşîd Rızânın şu maskaralığına bakınız! Kendi gibi sapık olana fazîletli diyor. Bu dinde reformcu câhilin ağzı ile, yaşlı vâiz efendiye ders vermeğe kalkıyor. Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emr etdikleri ve islâm âlimlerinin sözbirliği ile lâzım dedikleri, amelde, işde taklîd ni’metine, (belâ) diyor. Anlamıyor ki, dört mezhebden birini taklîd etmek, hak olan taklîddir. Mezhebsizlere uyarak, mezhebden ayrılmak da, bâtıl olan taklîddir. Vâiz efendi ile ve bu mubârek kelime ile
alay ediyor. Din adamlarına mahsûs olan mubârek ismlerle alay edenin kâfir olacağının farkında bile değildir. Hadîs-i şerîfde, (En âdî, en alçak kimseler müslimânların başına geçecek) buyurulmuş olduğunu bilmeseydik, Mısr gibi bir islâm memleketinde, bu adamın nasıl fetvâ merci’i olduğuna şaşardık. Ey alçak zındık! Müslimânlarla alay edeceğine, vâiz efendilerle piyes oynatacağına, niçin erkekçe ortaya çıkıp da, yehûdîlere, misyonerlere, masonlara, komünistlere meydân okumuyorsun? Evet onlara yan bakamazsın! Onlar senin üstâdın, veli-ni’metindir!
Kitâba, Sünnete, Selefin yoluna sarılmalı, taklîd belâsından kurtulmalı sözleri ile kimi aldatıyorsun? Sözlerin birbirini tutmuyor. Kitâba, Sünnete, Selefin yoluna sarılmak, taklîd değil midir? İşte bu istediğin taklîd dört mezheb imâmını taklîd etmekle olur. Senin belâ dediğin bu taklîdi bırakmak; Kitâbı, Sünneti ve Selefin yolunu bırakmak, dinden çıkmak olur. Senin istediğin de, bu bâtıl olan taklîdcilikdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kitâbdan, hadîsden kendine göre ma’nâ çıkaran kâfir olur) buyurdu. Sen, müslimânları, bâtıl olan taklîde, küfre sürüklemek istiyorsun. Maskeyi yüzünden çıkar! İslâm düşmanı olduğunu ortaya koy ki, sana öyle cevâb verelim. Şimdilik, senin gibi bir masonun bir mısra’ını söyliyoruz:
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
İlk zemândaki müslimânları, koyun çobanı diyerek tahkîr etme! Onları câhil tanıtma! Onların çobanı da, mücâhidi de, kumandanı da âlim idi. Hepsi müctehid idi. Bilgilerini elbet doğruca Kitâbdan alabilirlerdi.
1150 [m. 1737] senesinden beri, vehhâbîlik ve mezhebsizlik, ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerini “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în“ beğenmemek bid’ati dünyâya yayıldı. İslâmiyyeti içden yıkan ve din kardeşlerini birbirlerine düşman eden, bu yıkıcı ve bölücü davranışların öncülüğünü Sü’ûdî Arabistândaki câhiller yapdı. Ehl-i sünnet olan müslimânlara saldırarak, kadın, çocuk, binlerle ma’sûmu işkencelerle öldürerek, mallarını yağma ederek işe başlıyan mezhebsizler, İngilizlerin yardımı ile, 1350 [m. 1932] de vehhâbî hükûmetini kurunca, devlet gücü ile ve her sene yüzbinlerle altın dağıtarak, çeşidli memleketlerde propaganda merkezleri açdılar. Yalanlarla, çirkin iftirâlarla dolu neşriyyat yaparak, câhilleri aldatıyor, islâmiyyeti içerden yıkıyorlar.
Vehhâbîlik yolunu ortaya çıkaran, Muhammed bin Abdülveh-
hâbdır. 1111 [m. 1699] de Necdde doğmuş, 1206 [m. 1792] de ölmüşdür. Bunun babası ve kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” temiz birer müslimân idi. Ehl-i sünnet âlimi idiler. Hicâzdaki âlimler gibi, bunlar da, vehhâbîliğin yanlış bir yol olduğunu müslimânlara anlatdılar. Doğru olan Ehl-i sünnet yolunu bildirmek için çok sayıda kıymetli kitâblar yazıldı. Süleymân bin Abdülvehhâbın, kardeşine nasîhat olarak yazdığı (Es-savâık-ul-ilâhiyye firredd-i alel-vehhâbiyye) kitâbı, 1306 [m. 1889] senesinde basılmış ve 1395 [m. 1975] de, İstanbulda ikinci baskısı yapılmışdır. Bu kitâbın başında diyor ki, Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı, bütün insanlara Peygamber olarak gönderdi. Ona indirdiği (Kur’ân-ı kerîm)de, insanlara lâzım olan herşeyi bildirdi. Ona verdiği sözlerin hepsini yapdı. Onunla gönderdiği islâm dînini kıyâmete kadar değişdirilmekden koruyacağını da bildirdi. Onun ümmetinin, insanların en iyileri olduğunu da bildirdi. Muhammed aleyhisselâm da, bu ümmetin kıyâmete kadar bozulmıyacağını müjdeledi. Bütün insanların bu yola sarılmalarını emr eyledi. Allahü teâlâ, (Nisâ) sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü’minlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız) buyurdu. Bunun için, islâm âlimlerinin (İcmâ’)ı, din bilgileri için delîl, huccet ya’nî sened oldu. Bu icmâ’dan ayrılmak yasak oldu. Bu yolu, bu icmâ’ı bilmiyen câhillerin bilenlerden sorup öğrenmeleri lâzımdır. Bunu, (Nahl) sûresinin kırküçüncü âyeti emr etmekdedir. (Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz! Cehlin ilâcı, sorup öğrenmekdir) Hadîs-i şerîfi, bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmekdedir.
İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, bir kimsenin (Müctehid) olabilmesi için arabî lügatını ezberlemiş olması, lügat farklarını, kelimelerin, hakîkî ve mecâz ma’nâlarını bilmesi, fıkh âlimi olması, dört mezhebin ihtilâflarını, delîllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kırâet şekllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsîrlerini bilmesi, muhkem ve müteşâbih, nâsih ve mensûh ve kasas âyetleri tanıması, Hadîs-i şerîflerin sahîhlerini, müfterîlerini, muttasıl, münkatı’, mürsel, müsned, meşhûr ve mevkûf olanlarını ayırd etmesi, ayrıca vera’ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emîn olması lâzımdır. Bütün bu üstünlükler bulunan bir zât taklîd olunabilir. Fetvâ verebilir. Bu şartlardan biri bulunmazsa, müctehid olamaz. Dinde söz sâhibi olamaz. Onu taklîd etmek câiz olmaz. Bunun da, bir müctehidi taklîd etmesi lâzım olur. Bundan anlaşılıyor ki, müslimânlar, yâ (Müctehid)dir. Yâhud (Mukallid)dir. Bunun bir üçüncüsü yokdur. Müc-
tehid olmıyanların hepsi, mukalliddir. Mukallidlerin, bir müctehidi taklîd etmeleri farzdır. Böyle olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir. Vehhâbîlerin allâme diyerek övdükleri ve her sözü seneddir dedikleri İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (vefâtı 751 [m. 1350]) de, (İ’lâm-ül-mûkı’în) kitâbında, (İctihâd şartları kendisinde bulunmıyan kimsenin Kur’ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden hükm çıkarması câiz değildir) demekdedir. Zemânımız insanları, âyet-i kerîme veyâ Hadîs-i şerîf okuyarak, bunlara kendi görüşlerine göre ma’nâ verenleri âlim sanıyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarından söyliyenleri ve yazanları dinlemiyorlar. İctihâd için lâzım olan şartlardan birine bile mâlik olmıyan câhil kimseleri din adamı sanıyorlar. Allahü teâlâ, müslimânları bu belâdan kurtarsın! (Savâ’ik-ı ilâhiyye)den terceme temâm oldu. Bundan bir evvelki maddede, Reşîd Rızânın, imâm-ı allâme diye çok övdüğü İbni Kayyım-ı Cevziyye bile, müctehid olmıyanların, Kitâbdan ve Sünnetden hükm çıkarmalarını yasak ederken, onun yolunda olduğunu bildiren Reşîd Rızânın, onun sözlerine karşı koyması, İslâm da’vâsında samîmî olmadığını, perde arkasından dîni yıkmağa çalışan bir dinde reformcu olduğunu açıkça göstermekdedir.
11 - Reşîd Rızâ, dinde reformcu ile vâiz efendiyi konuşdurmağa devâm ediyor. Kalem kendi elinde. Dinde reformcuyu övmekde, göklere çıkarmakda, vâiz efendiyi her bakımdan küçültmekde, aşağılamakdadır. Derme-çatma, ahmakça yazılarını vâiz efendiye mal etmekdedir.
Bu kitâbımızda, Reşîd Rızânın dinde reformcu olarak yazdıklarında tesarrufda bulunmıyacağız. Fekat, vâiz efendiye mal etdiği cevâbları değil, vâiz efendinin ağzına yakışan cevâbları yazacağız. Muhterem okuyucularımızın, temiz ve hakîkî din adamlarının dikkat ile okuyunca, mason oyununun içyüzünü iyi anlıyacaklarına inanıyoruz.
Vâiz efendi, îmânın mantık bakımından, sosyal bakımdan, anatomik bakımdan, hattâ fıkh ve tesavvuf bakımlarından ta’rîflerinin aynı olacağını sanacak kadar câhil olamaz. Çünki o, medresede yüksek tahsîl görmüş, bunları okumuş ve anlamış bir ilm adamıdır. Evet bu vâiz efendi, bir islâm medresesinde okumayıp da, Kâhire müftîsi Muhammed Abduhun (vefâtı 1323 [m. 1905]) ve çömezlerinin yapdığı reformlardan sonra, Câmi-ul-ezherde okumuş olsaydı, bu ta’rîfleri karışdırırdı. Çünki İngilteredeki masonlar, sadr-a’zâm Mustafâ Reşîd Pâşaya emr vererek, Osmânlılarda
da, Mısrda da fen derslerini, yüksek din bilgilerini medreselerden kaldırdılar. Din câhili olan dinde reformcuları yetişdirdiler.
Vâiz efendi gıybetin ne demek olduğunu bilen bir müslimândır. Bir topluluk için söylenen sözün gıybet olmıyacağını, dinde reformcu bilmez ise de, o bilir.
12 - Dinde reformcu, (Kendi kendimize icmâ’ ve ittifâk ismini verdiğimiz aslsız sözlerin hâtırı için gördüklerimizi inkâr etmek akla yakışır mı?) diyor. İslâmiyyetin temel bilgileri ile alay ediyor. İcmâ’ isminin aslı yokmuş. Fıkh âlimleri bunu, (Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ’ yapmaz!) Hadîs-i şerîfinden aldı. Fekat, dinde reformcu, bunu nereden bilecek? Bunu inkâr eden ilerici (!) üstâdlarından işitmemiş ki!
(İcmâ’), bir asrda bulunan müctehidlerin ictihâdlarının birbirine uygun olması demekdir. Dördüncü asrdan sonra mutlak müctehid yetişmediği için, icmâ’ da kalmadı. Önceki asrlardaki icmâ’lar sonraki asrlarda gelen âlimler için delîl, sened olur. Mukallidlerin, câhillerin ve hele dinde reformcuların sözbirliğine icmâ’ denilmez. En kuvvetli ve kıymetli icmâ’, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” icmâ’ıdır. İcmâ’ ile bildirilmiş mes’eleleri sonra gelen âlimler toplamışlar, kitâblarında bildirmişlerdir. İhtilâflı mes’elelere ve müctehid olmıyanların sözlerine icmâ’ denilmesini önlemişlerdir.
Ehl-i sünnet âlimlerine göre, (Edille-i şer’ıyye) dörtdür. Ya’nî şer’î hükmler dört kaynakdan çıkarılır. Bunlar, Kitâb, sünnet, kıyâs-i fükahâ ve icmâ-’i ümmetdir. Kitâb, Kur’ân-ı kerîmdir. Sünnet, Hadîs-i şerîflerdir. Bu ikisine (Nass) da denir. Kıyâs-i fükahâ, müctehid olan âlimlerin ictihâdlarıdır. İcmâ’ delîl değildir diyen, kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Çünki şübheli nassları te’vîl ederek böyle söylemişlerdir. Hâricîler, diğer mezhebsizler böyledir. Bunların icmâ’a muhâlif sözleri küfr olmaz. Fekat, te’vîlden haberi olmıyan câhillerin icmâ’a uymıyan fikrlerini, düşüncelerini söylemeleri küfr olur.
Vâiz efendi hayâl ile, zan ile konuşmaz. Belki diyerek hükm vermez. Bilmeden söylemek, zan ile hükm etmek câiz olmadığını o bilir. Gördüklerini inkâr etmez. Onları inceler. Tecribelerini yapar. Çünki, tefekkürü, incelemeği ve tecribeyi Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler emr ediyor. Bunları yapanları övüyor. Onun medresede okuduğu ve dinde reformcunun ismini bile duymadığı (Akâid-i Nesefiyye) dahâ ilk sahîfesinde, ilm edinme vâsıtalarını yazmakdadır.
13 - Vâiz efendi coğrafyaya ve gazeteye inanmazmış. Kâfirlerin rivâyetleri makbûl değilmiş. Vâiz efendiye yapılan iftirâya bakınız! Müslimânlar ilme, fenne inanır. Fekat, kâfirlerin fen maskesi altında söyledikleri yalanlara aldanmazlar. Fenden haberi olmadığı hâlde, fen adamı görünüp, fen bilgisi diyerek, söylediği yalanlar ile, müslimânları aldatmağa, islâm dînini bozmağa uğraşan kâfirlere (Fen yobazı) ve (Dinde reformcu) yâhud (Zındık) denir. Bunlar, hem islâm dînine, hem de fen bilgilerine iftirâ eden bölücülerdir. Müslimânlar coğrafyaya inanmasaydı, bu ilm üzerinde çalışırlar mı idi? Müslimânların, bu yoldaki çalışmalarını, buluşlarını bildiren coğrafya kitâblarının ismleri ve yazarları (Keşf-üz-zünûn)da ve (Mevdû’ ât-ül-ulûm)da ve Brockelmanın almanca kitâbında yazılıdır. Sorarız dinde reformcuya! Meridyen çenberinin uzunluğunu Sincar sahrâsında ölçenler kimlerdi? Bunlar dört mezhebden birini taklîd eden, Ehl-i sünnet müslimânları değil mi idi? Onların yolunda olan, onlar gibi olan bir müslimân, fen bilgilerine inanmaz mı?
Hele, kâfir rivâyeti olan coğrafya makbûl değildir sözünü bir vâiz efendiye mal etmek, müslimânlara çirkin bir iftirâdır.
Evet vâiz efendi şekline giren bir câhil, bir zındık, bir dinde reformcu, böyle saçma konuşabilir. Fekat, dört mezhebden birini taklîd eden şerefli bir müslimân için böyle söyledi demek, bir din düşmanlığı olur.
Mezhebler, ilmi, fenni, hesâbı, tecribeyi yasak etmiyor ki, mezhebleri taklîd eden, bunları yasak etsin. Mezhebler, bu bilgileri övüyor. Öğrenilmelerini emr ediyor. Bunlara inanmıyan, öğrenmiyen kimse, mezheb imâmlarının mukallidi olamaz. Mezheb taklîd edene, böyle sözleri yüklemek, mezheb düşmanlarının, zındıkların yapacağı şeydir.
14 - Vâiz efendi, müslimânların kötü, fakîr, zelîl hâllerini kıyâmet alâmeti sanacak kadar câhil olamaz. Çünki, onun taklîd etdiği mezheb imâmları, âhır zemânda zenginlik, taşkınlık, binâ, zinâ çok olacağını bildirmişlerdir. Taklîd edenin de, bunları bilmesi lâzımdır. Bilmezse, onları taklîd etmiş olmaz. Mezheb imâmları diyor ki, insanların kötü olması hazret-i Mehdîden sonra olacakdır. Bundan önce se’âdet günleri çok olacakdır. Müslimânların bu se’âdet günlerini yaşamaları, bunun için de çalışmaları, maddede ve ma’nâda yükselmeleri lâzımdır. Allahü teâlâ, çalışana karşılığını elbet verir.
15 - Dinde reformcu, hazret-i Mehdî için (Mehdî fikri) diyor. Bunun ilerde geleceğine inanmadığını söyliyor. Dinde reformcu, zındık buna inanmıyabilir. Fekat müslimânların inanmaları lâzımdır. Bütün islâm âlimleri, bunu sözbirliği ile bildiriyor. İmâm-ı Süyûtî ve Ahmed ibni Hacer-i Mekkî (vefâtı 974 [m. 1566]) gibi büyük âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-i Mehdî için kitâb yazdılar. Mehdî hakkında ikiyüzden fazla Hadîs-i şerîf ve alâmet bildirdiler.
16 - Dinde reformcu, (Üzerinde icmâ’ bulunmıyan bir mes’elede, herkes kendisine kanâ’at veren delîle uymalıdır. Zâten bir müctehide tâbi’ olmak, onun delîline tâbi’ olmak demekdir) diyor.
Evet, müctehidi taklîd etmek, onun delîline tâbi’ olmak, ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere tâbi’ olmak demekdir. Fekat, mes’elenin delîlini bulan odur. Zâten mezhebler, bu delîli bulmakda ayrılmışlardır. Bir mes’elenin delîlini bulmak için, ictihâd derecesinde âlim olmak, müctehid olmak lâzımdır. Böyle bir âlim, elbet başkasını taklîd etmez. Kendi ictihâdına göre amel eder.
17 - Reşîd Rızâ, Vâiz efendinin, Kıyâmetin zemânı için, Evliyânın keşfine inandığını yazıyor. Bu sözü de kendi uydurmuşdur. Mezheb imâmları, (kıyâmetin ne zemân kopacağı bildirilmedi. Bunu Allahdan başka kimse bilmez. Evliyânın keşfleri, kimseye delîl, sened olamaz) dediler. Bu âlimleri taklîd edenler de, elbet böyle söyler. Başka dürlü sözleri Vâiz efendiye yüklemek, yalancılık ve çirkin iftirâ olur.
18 - Dinde reformcu, Kelbî tefsîri gibi tefsîrlerde uydurma hadîsler vardır sözünde haklı ise de, (Beydâvînin tefsîri de böyledir) sözü, kesin olarak yanlışdır. Büyük âlim Abdülhakîm Efendi “rahmetullahi aleyh” (vefâtı 1362 [m. 1943]) buyurdu ki, (Kâdî Beydâvî “beyyedallahü vecheh” ismine ve düâsına yakışacak kadar yüksekdir. Müfessirlerin baş tâcıdır. Tefsîr ilminde en büyük makâma yükselmişdir. Her meslekde seneddir. Her fende mâhir, her üsûlde burhân, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmışdır. Böyle derin bir âlimin tefsîrinde uydurma hadîs var demek, büyük ve alçakca bir iftirâdır. Dinde derin bir uçurum açmakdır. Böyle sözleri söyliyenin dili, inananın kalbi, dinliyenin kulakları tutuşsa yeridir. Acabâ, bu büyük ilm sâhibi, uydurma hadîsleri sahîhlerinden ayıramazmı idi? Evet di-
yenlere ne demelidir? Yoksa uydurma hadîs yazacak kadar ve böyle yapanlar için Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ağır cezâlara aldırış etmiyecek kadar, dîninin kuvveti ve Allahdan korkusu yokmu idi? Yokdu demek, ne kadar şenâ’at, çirkinlik olur. Böyle söyliyen kimsenin dar havsalası, kalın kafası, bu Hadîs-i şerîflerdeki ma’nâları çok gördüğü için, mevdû’ demekden başka çâre bulamaz).
19 - Dinde reformcu (Âhireti görmedik ki, Şa’rânînin Mevkıf denilen yerin coğrafî durumuna âid sözlerini, Sırât, Mîzân, Cehennem ve Cennet için yapdığı harîtayı, oraya tatbik edelim. Biz bu gibi şeyler için, Kitâb, Sünnet, Akl ve Hikmet delîllerinden hiçbir delîle rastlamadık. Ne garîbdir ki, sizin şeyhlerinizin çoğu, dünyânın en meşhûr ve fâideli coğrafyasından yüz çeviriyor, görülemeyen âhıret için harîtalar çiziyorlar) diyor.
Bu sözleri ile Evliyâ-i kirâma ve bunların kerâmetlerine saldırmakda, müslimânların bunlara olan îmânlarını, i’timâdlarını yıkmağa çalışmakdadır. Hâlbuki, bu davranışında da çok haksızdır. Çünki, bir âyet-i kerîmede meâlen, (Çok zikr ediniz. Zikr etmekle kalb itminâna kavuşur) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Allah sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir) buyuruldu. Hadîs âlimleri (Resûlullah, her an zikr ederdi) buyurdu. İşte bunun için bu ümmetin büyükleri çok zikr ederdi. Böylece, islâmiyyetin bu emrini de yerine getirmeğe çalışırlardı. Çok zikr edince, mubârek kalbleri itmînâna kavuşurdu. (Her derdin şifâsı vardır. Kalbin şifâsı, zikr-ullahdır) ve (Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir) Hadîs-i şerîflerinin haber verdiği gibi, kalb hastalığından, günâhlardan kurtuldular. Allahü teâlânın sevgisine kavuşdular. İşte takvâ sâhibi olan, kalbleri temiz olan, Allahü teâlânın çok sevdiği bu büyük âlimler diyorlar ki, (Çok zikr ederken, dünyâyı, herşeyi unutuyoruz. Kalbimiz ayna gibi oluyor. İnsan uykuda, herşeyi unutunca, rü’yâ gördüğü gibi kalblerimizde birşeyler görünüyor). Bu gösterilenlere (Keşf), (Mükâşefe), (Şühûd) ismlerini veriyorlar. Böyle olduğunu, her asrda binlerle Velî haber veriyor. Çok zikr etmek ibâdetdir. Çok zikr edenleri Allahü teâlâ sever. Bunların kalbleri, takvâ kaynağı olur. Bunları Kitâb ve Sünnet haber veriyor. Bunlar (Ümûr-i teşrî’iyye)dir. Bunlara inanmıyan, Kitâba ve sünnete inanmamış olur. Kalbde keşf ve şühûd hâsıl olduğunu da, Allahü teâlânın sevdiği doğru müslimânlar haber veriyor. Hadîs-i şerîfde, (Çok zikr edenin kalbinde nifâk kalmaz) buyuruldu. Bunları haber verenler, münâfık olmıyan, özü, sözü doğ-
ru kimselerdir. Keşf ve kerâmet, böyle kimselerin tevâtür hâlindeki haberleri ile bildirilmişdir. Evet bunlar, (Ümûr-i vicdâniyye), (Ümûr-i zevkıyye)dir. Başkalarına huccet olamaz. Bunlara inanmak emr olunmadı. Fekat, inanmak yasak da edilmemişdir. Allahü teâlânın sevdiği sâlih müslimânların tevâtür hâlinde bildirdiklerine inanmak, inanmamakdan dahâ iyidir. Müslimâna hüsn-i zan olunur. Haberlerine güvenilir. İbâdetlerde bile, sözlerine güvenilir. (İnkâr eden, mahrûm olur) sözü, kadıyye-i mukarreredir.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri, derin âlim, büyük velîdir. 898 [m. 1493] de tevellüd, 973 [m. 1565] de vefât etmişdir. Şâfi’î mezhebinin temel direklerinden biridir. Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Okuduğu, ezberlediği kitâblar, sayılamıyacak kadar çokdur. Bir kısmı (Mîzân-ül-kübrâ)sının önsözünde yazılıdır. Yüzlerle eseri (Keşfüzzünûn)da yazılıdır. Kitâblarından herbiri, Onun, kemâlini gösteren birer âbidedir. Hanefî mezhebinde olan âlimler de, Onun derin ilminin, keşflerinin, şühûdlarının hayrânıdırlar. Onun yeryüzünün yıldızlarından biri olduğunu bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü Peygamberler ve âlimler ve şehîdler şefâ’at edecekdir) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîfe sarılarak Ondan şefâ’at bekleriz. Ehl-i sünnetin böyle gözbebeklerine saldıranların, zındık oldukları meydândadır. Zındıklar, kâfirler; müslimânların rehberi olan Muhammed aleyhisselâma da böyle saldırdılar. Meşhûr islâm düşmanı Volter kâfiri, insanların efendisini iğrenç piyeslerine mevzû’ yapacak kadar alçalmışdı. O yüce Peygamberin vârisleri olan Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu alçak saldırılar elbet olacakdır. Bu büyük insanlar düşmanların kirli ağızlarına ve çatlak kalemlerine takılmakla elbet lekelenmez. Yere düşmekle cevherin kadri, kıymeti azalmaz.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî ve bunun gibi, Allahü teâlânın çok sevdiği büyükler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, biz Cenneti, Cehennemi, Mevkıfı, Sırâtı, bu gözümüzle gördük demiyor. Hattâ, bu dünyâda görülemez diyorlar. Bilinemez, anlaşılamaz, anlatılamaz bir hâlde kalblerimize keşf olundu. Rü’yâ gibi gösterildi diyorlar. Bu sırrı, sevdiklerine, mahremlerine haber veriyorlar. (Men-lem yezuk lem-yedri), buyuruyorlar. Ya’nî tatmıyan anlamaz diyorlar. Anlaşılmıyan şeyi inkâr etmek câhillik ve ahmaklık olur. Anlamadığına, imkânsızdır, olamaz demek ise, bir te’assubun, bir inâdın, yobazlığın ifâdesidir. Bunun için, dinde reformcu-
ya, fen yobazı diyoruz. Hele islâm âlimlerinin, aklın, fennin sınırları dışındaki ince bilgilerini, harîta çiziyorlar diyerek alay mevzû’u yapmak, zındıklıkdan ve islâm düşmanlığından başka ne olabilir? [İnsanın gözü, sıhhatde olduğu zemân, aydınlıkda görür. Karanlıkda göremez. İnsanın göğsünde (Kalb) denilen uzv içinde, (Hakîkî kalb) ve (gönül) denilen bir kuvvet vardır. Bu kuvvet sıhhatde iken ve (kalb nûru) varken birşeyler görür. Bunun görmesine (Basîret) ve gördüklerine (Mükâşefe) ve (Şühûd) denir. Hakîkî kalbinin sıhhatli, kuvvetli olması, zikr etmekle olur. Nemâz kılmak, Kur’ân-ı kerîm okumak da zikrdir. Kalblerin nûru, Resûlullahın mubârek kalbinden çıkar. Bu kalb nûruna (Feyz) denir. Feyze kavuşmıyan kimse, mükâşefe sâhibi olamaz. Feyzler, Resûlullahın mubârek kalbinden yayılınca, muhabbet yolu ile Evliyânın kalblerine gelir. Hayâtdaki veyâ kabrdeki bir Velîyi seven müslimân, feyze kavuşur, mükâşefe sâhibi olur. İnsanlara mahsûs olan (Îmân) inanmak ve (muhabbet) sevmek sıfatlarının mahalli de, gönül dediğimiz kuvvetdir.]
20 - Reşîd Rızâ, kitâbında, kıyâmet hakkındaki Hadîs-i şerîfleri yazıyor. Vâiz efendiye ise, hep zındıkların hadîs diyerek uydurdukları sözleri söyletiyor. Dinde reformcuya da bu sözlerin hadîs olmadığını isbât etdirerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarındaki hakîkatleri ortaya koyduruyor. Yapdığı bu oyunda, vâizleri, dört mezhebden birinde olan hakîkî müslimânları küçültmek, onları câhil göstermek, kendisi gibi dinde reformcuları akllı, bilgili din adamı tanıtmak çabasındadır. İslâm kitâblarını okumuş, iyi anlamış müslimânların bu iğrenç iftirâlara aldanmıyacakları şübhesizdir. Fekat, hakîkati bilmiyenlerin dinde reformcunun bu yazılarını doğru sanarak, tuzağına düşmemeleri için bu satırları yazıyoruz. Genç kardeşlerimize, dinde reformcunun yalanlarına aldanmamaları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını okumalarını ehemmiyyetle tavsiye ederiz.
21 - Reşîd Rızâ, islâmiyyet ile ilgisi olmıyan, hattâ islâm düşmanı olan Hurûfîlerin ve Dürzîlerin ve Bâtınîlerin sözlerini vâiz efendiye söyletmekde, vâiz efendinin din bilgisinin bunlar olduğunu göstermekdedir. Dinde reformcuya da, bunların dinde yeri olmadığını söyletmekde, vâiz efendiyi câhil olarak teşhîr etmekdedir. Okuyucular üzerinde dinde reformcuya karşı güven sağlamağa ve Ehl-i sünnet olan din adamlarını câhil olarak tanıtmağa çalışmakdadır.
22 - Dinde reformcu, (Son zemânlarda kendilerine Ehl-i sünnet vel-cemâ’at adını verenlerin çoğu, gerek Bâtınîlerin ve gerekse diğerlerinin uydurduğu bid’atlerden yakayı kurtaramamışlardır. Sâdece ismleri değişikdir. Eğer Bâtınîlerin sözleriyle dördüncü ve dahâ sonraki asr mutasavvıflarının sözlerini karşılaşdırırsan, aralarında pek az fark bulursun) diyor.
Dinde reformcu, burada da, din câhili olduğunu ortaya koymakdadır. (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) ismi, onun dediği gibi, sonradan uydurulmuş değildir. Bu ismi Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” söylemiş, müslimânları, bu ism altında birleşmeğe çağırmışdır. (Sünnetime sarılınız), (Cemâ’atden ayrılmayınız) Hadîs-i şerîfleri bu çağrının vesîkalarıdır. Dinde reformcu, bu küstahça yalanı ile, Ehl-i sünnetin yüce âlimlerine ve Evliyâ-i kirâma “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çatmakda, onları lekelemeğe kalkışmakdadır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları, bin sene evvel nasıl idi ise, bugün de öyledir. Her fende, her ilmde, her sınıf insanda câhil ve sapık bulunabilir. Böyle birkaç kişiyi ele alarak, Ehl-i sünnet kelimesine saldırmak, çok haksızlıkdır. Tesavvuf büyüklerini Bâtınîlere benzetmek ise, dinde reformcuların çok kullandıkları aldatıcı taktiklerinden biridir. Bâtın âlimlerini, Bâtıniyye zındıkları ile karışdırmak, nûru zulmet olarak, hakkı bâtıl, doğruyu iğri olarak göstermek gibidir. Reşîd Rızânın bu kitâbı, ilmî bir eser olmakdan çok uzakdır. Okuyucuları aldatmak için hâzırlanmış bir hokkabazın, bir göz boyayıcının yazıları gibidir.
23 - Reşîd Rızâ, vâiz efendi ağzından, (Hem sapık, hem de sapdıran müfsid şî’îlerin fesâdlarına karşı, kelâm ve fıkh âlimlerinin susmalarına şaşıyor, bir ma’nâ veremiyorum. Kelâmcılar dâimâ mu’tezileye cebhe almış, onların i’tikâdını red etmiş ve şiddet ile mukâvemet etmişlerdi. Bunun için, mu’tezile mezhebi ve sâlikleri, târîhden silinip gitmişdir. Fukahâya gelince, hepsi Ehl-i sünnet ve cemâ’at oldukları hâlde birbirleriyle uğraşıyor, yekdiğerini red ediyorlar) diyor.
Reşîd Rızânın, vâiz efendinin ağzından diyerek yazdığı, kelâm ve fıkh âlimlerine yapdığı iftirâlara kimsenin inanmıyacağı meydândadır. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yazmış olduğu reddiyyeler kütübhâneleri doldurmakdadır. Fârisî yazılmış olanlar, arabî olanlardan az değildir. Reşîd Rızâ, fârisî bilseydi ve Abdül’ Azîz-i Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (vefâtı 1239 [m. 1823]) hazretlerinin (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbını okumuş olsaydı, bu büyük âlimin, mezhebsizleri nasıl re-
zîl ve perîşan etdiğini görüp parmaklarını ısırmakdan kendini men’ edemezdi. Özbek sultânı Abdüllah hânın cihâd ve onları kahr etmesinin sebebini bildiren İmâm-ı Rabbânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Redd-i Revâfıd) kitâbını okuyan ve Süveydînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Nâdir Şâhın adamları ile münâzara ve galebesini bildiren (Hucec-i Kat’ıyye) kitâbını gören bir ilm adamı, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” onları nasıl mağlûb etdiklerini pek iyi anlar. Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği (Mektûbât Tercemesi) kitâbında, sekseninci mektûbun sonunda, mezhebsizlerin dalâletde olduklarını yazan âlimlerden otuzikisinin ve kitâblarının ismleri bildirilmişdir. Fıkh âlimlerinin birbirleri ile uğraşmaları sözü de, dinde reformcuların dillerine doladıkları iftirâlardan biridir. Bunun cevâbını altıncı maddede bildirdik. (Redd-i Revâfıd) kitâbının arabî ve fârisîsi, (Hücec-i kat’ıyye) kitâbının arabîsi, her iki kitâbın türkçe tercemeleri ve fârisî (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) ile arabî (Muhtasar)ı, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.
24 - Dinde reformcu; (Âlimlerde birbirine karşı mücâdele, red ve cebhe alışın çoğu, nefsin arzûlarına kapılmakdan doğmuşdur. Kelâm ilminin doğuşuna başlıca sebeb, Mu’tezile olmuşdur. Bunlar, dindâr selefin dalmadıkları, ba’zı mes’elelere daldılar. Onlar hakkında i’tirâzlar ileri sürdüler. Diğerleri de, bunların i’tirâz oklarına karşı çıkdılar. İlm, tefekkür ve istidlâl sâhibi gerçek âlimlerin birer birer ortadan çekilmesiyle sonradan gelenler, sâdece onların söylediklerini harfi harfine nakl ediyorlardı. Zemânın geçmesiyle bunların fâidesi de kalmadı. Bu mukallidler, İmâm-ı Eş’arî ve mu’akkîbleri gibi âlimlerden sonra ortaya çıkan mes’eleler, bid’at ve hurâfeler karşısında sükût ediyor, bunlara âid soru soranları tekfîr ediyorlardı. Ancak bu bid’at ve sapıklıklar, din kisvesi ve rengi içinde ileri sürülür, tarafdarları ve yardımcıları bulunursa, bu sefer kelâmcılar da çeşidli te’vîllerle onları müdâfe’aya kalkışıyorlardı. Hattâ küfr silâhı da yön değişdiriyor. Bu bid’at ve sapıklıklara muhâlefet edenlere yöneliyor. Onlara küfr ve sapıklık isnâd ediyorlardı. Bunu her neslde ve her milletde görmek mümkindir.
Fıkhcılara gelince, onların durumunu imâm-ı Gazâlîden dinliyelim: Hüccetül-islâm imâm-ı Gazâlî, İhyânın Kitâbül-ilm bahsinde diyor ki: “Fıkhcıların birbirleri ile atışmalarının, mücâdele etmelerinin sebebi, hükümdâr ve vâlîlere yaklaşarak, makâm kapmak, kazâ mevkı’ini elde etmekdir. Bu sebeble dikkat edilir-
se, mücâdelenin en büyüğünün şâfi’îlerle hanefîler arasında olduğu görülür. Çünki, mevkı’ ve pâyeler, hep bu ikisine âid bulunuyordu) diyor.
Reşîd Rızâ, bu yazıları ile, dünyâ kazancı için fıkh öğrenen kötü kimseleri, dünyâyı, kötüleri ıslâh için çalışan fıkh âlimleri ile karışdırmakda, böylece fıkh âlimlerini ve mezheb imâmlarını küçük düşürmeğe, aşağı göstermeğe çalışmakda, mezhebleri ve mezheb taklîdini kaldırarak, islâmiyyeti içerden yıkmak için yapacağı savaşa zemin hâzırlamakdadır. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin yazılarını da değişdirmeğe kalkışmış, bu büyük âlimi kendisine yalancı şâhid yapmışdır. İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (vefâtı 505 [m. 1111]) onun yazdığı gibi fıkh âlimlerini aslâ kötülemiyor. İlm bahsinin dördüncü bâbında, fıkh âlimleri ile fıkh ilmini dünyâ kazancına vâsıta yapan kötü kimseleri ayırıyor. (Fıkh âlimleri, hükümdâr ve vâlîlerden kaçarlardı. Kazâ [hâkimlik] ve fetvâ için aranırlardı. Kabûl etmezlerdi. Bunların izzetini, şerefini ve arandıklarını gören kötü kimseler, müftî olarak hükümdârlara yanaşmak istediler. Hükümdârların mezheblere kıymet verdiklerini, şâfi’î ve hanefîden hangisinin uygun olduklarını aradıklarını görünce, ilmi olmıyanlar, bu iki mezheb arasındaki ihtilâflı mes’eleleri öğrenmeğe başladılar. Hilâf ve münâzaralara düşdüler. Bu kötü din adamları hükümdârların ve vâlîlerin meyl etdikleri şeylerle uğraşırlardı) buyuruyor. Dinde reformcu, imâm-ı Gazâlînin, ulemâ-i sû’ için bu yazdıklarını fıkh âlimlerine bulaşdırmakda, şâfi’îler ile hanefîler birbiri ile döğüşmekdedir yaygarasını basmakdan sıkılmamakdadır.
İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” nefslerine uyduklarını söylemek de, dinde reformcuların bir yalanıdır. Fıkh âlimleri ve mezheb imâmları, Kur’ân-ı kerîmin ve Hadîs-i şerîflerin dışında hiçbir şey söylememişlerdir. Bütün sözleri, Kitâbdan ve Sünnetden olduğu için bunların yolunda gidenlerin nefsleri emmârelikden kurtulmuş, mutmainne olmuşdur. Onlara uyanlar böyle olunca, onların nefsleri mutmainne olmaz mı? Dört mezhebin imâmlarının ve bütün müctehidlerin nefsleri mutmainne idi. Herbiri zâhir ilmlerinde yükselmiş, bâtın ilmlerinde kemâle gelmiş birer Velî idiler. Reşîd Rızânın, Ehl-i sünnet âlimleri için, nefslerine uydular demesi, bütün müslimânları ve islâmiyyeti kötülemek demekdir. Bu sözün çirkinliğini iyi anlamalıdır.
Dinde reformcu, sonra gelen din adamlarını kötülemekle (Her yüz senede bir müceddid gelir. Bu dîni kuvvetlendirir) hadîs-i şe-
rîfini de inkâr etmiş oluyor. Evet, müslimânların bir kısmı bozuldu. Yetmişiki bozuk fırka meydâna geldi. Fekat, müslimânların bir kısmının bozulması demek, islâmiyyetin bozulması demek değildir. Her asrda, her zemân, hiç bozulmıyan, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yolundan ayrılmıyan, hakîkî, sâlih müslimânlar da vardı. Hadîs-i şerîf, bunların her asrda mevcûd olacağını haber veriyor. Bunlara (Ehl-i sünnet vel cemâ’at) denir. Ehl-i sünnet âlimleri dünyânın her yerinde, her asrda, insanları irşâd etdiler. Hiçbir süâli cevâbsız bırakmadılar. Müslimânları, bid’at sâhiblerinin ve dinde reformcuların yalanlarına aldanmakdan korudular. İslâmiyyetin kıyâmete kadar bozulmıyacağını, Allahü teâlâ haber vermişdir. Ehl-i sünnet âlimi demek, dört mezhebden birinin âlimi demekdir.
25- Dinde reformcu, kendi kendini övmekde, (zındıkların kerâmeti kendinden menkûldur) sözüne uygun olarak, kendi yazdığı (el-Menâr) mecmû’asını, göklere çıkarmakdadır. Hâlbuki, bu mecmû’asında, masonları, dinde reformcuları, islâm âlimi olarak göstermekde, bunlar dîni yenileyecek diyerek, islâmiyyeti ilk şerefli mevkı’îne çıkarma vazîfesini onlara havâle etmekdedir. Sanki islâmiyyet bozulmuş, islâm kitâbları değişdirilmiş, doğru din kitâbı kalmamış da, onlar düzeltecek. Onun sinsi yazıları altında yatan yılanın kusduğu zehr ise Ehl-i sünneti yıkmak, Ehl-i sünnet kitâblarını yok etmek, Eshâb-ı kirâmın yolunu gösteren bu kitâblar yerine, masonların, islâmı içerden yıkmağa çalışan, kendisi gibi, dinde reformcuların kitâblarını koymak, kısaca, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın yolunu, islâm dînini yok etmekdir. Dinde reformcuların, islâmı ıslâh edeceğiz diyenlerin maksadları, gâyeleri, işte budur. Eshâb-ı kirâmın yolunu gösteren, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmaları, onların bu alçak gâyelerini apaçık göstermekdedir. Kendilerini müslimân şekline sokarak, islâm dînini içerden yıkmağa uğraşan böyle sinsi kâfirlere (Zındık) da denir. Zındıklar câhilleri aldatabilir. Müslimânların çoğunu bozabilirler. Fekat, müslimânlığı bozamazlar. Allahü teâlâ, islâmiyyeti koruyacağını söz vermişdir.
26-Reşîd Rızâ, dinde reformcunun ağzından şöyle söylüyor: (Müctehid imâmların fazîletlerini ve ilmlerini inkâr etmem. Onların fazîletleri ve ilmleri her medh ve senânın üstündedir. Fekat, müctehidlerden önce, her müslimân delîlleri arıyordu. Sonra gelenler, delîli bırakıp, müctehid imâmları Peygamber kadar yükseltdiler. Hattâ, müctehidin sözünü, hadîse tercîh etdiler. Hadîs mensûh olabilir veyâ imâmımızın nezdinde başka bir hadîsin bu-
lunması muhtemeldir dediler. Hükmde hatâ etmesi veyâ bilmemesi câiz olan, hatâdan sâlim olmıyan kimselerin sözü ile amel edip, hatâdan berî olan Peygamberin hadîsini terketmeği, müctehidler doğru bulmuyordu. Bu taklîdciler, apaçık rehber ve kat’î delîl olan Kur’ândan da ayrılıyorlardı. Dîni Kur’ândan öğrenmek câiz değildir. Kur’ânın ma’nâsını ancak müctehid anlar diyorlardı. Müctehidin söylediğini bırakıp da, Kur’ân ile amel etmek câiz değildir diyorlar. Allah şöyle buyuruyor. Resûlullah şöyle buyuruyor demek câiz değildir. Fıkh âlimi böyle anladı demelidir, diyorlardı. Hiç bir ilm yokdur ki, bütün mes’eleleri insanların çoğunun anlama kâbiliyyetini aşsın ve onları yalnız muayyen zemânda gelen belli kimseler anlıyabilsin. Sonra gelen âlimlerin öncekilerden dahâ ileri olması, ilâhî kanûnlar îcâbıdır. Çünki, sonrakilerin hareket noktası, öncekilerin sonunda başlar. Kur’ânı ve hadîsi anlamak, fıkh kitâblarını anlamakdan dahâ kolaydır. İyi bir arabca öğrenen kimse, onları dahâ kolay anlar. Allahü teâlâ, dînini fıkhcılardan dahâ açık anlatmağa kâdir değil midir? Resûlullah da, Allahın murâdını herkesden dahâ iyi anlamış, açık olarak bildirmiş, her şeyi teblîg etmişdir.
İnsanların çoğu Kitâbdan ve Sünnetden hükm çıkarmakdan âciz olsalardı, bu hükmler ile bütün insanlar mükellef edilmezdi. İnsan, inandıklarını delîlleri ile bilmeli. Cenâb-ı Hak, taklîdciliği, taklîdcileri takbîh ediyor. Babalarını, dedelerini taklîd etmekle ma’zûr olmıyacaklarını bildiriyor. Dînin fürû’ kısmını delîllerinden anlamak, îmân kısmını anlamakdan dahâ kolaydır. Allahü teâlâ, güç olan ile mükellef kılıyor. Nasıl olur da, güç olmıyanla mükellef kılmaz?
Peygamberler yanılmaz. Müctehidler ise yanılabilir. Müctehidler, dîni genişleterek, birkaç katına çıkardılar. Müslimânları külfete sokdular. İbâdet sâhasında kıyâs yokdur. İbâdetlere de kimse birşey ilâve edemez. Kıyâs ve istihsân, kazâî hükmlerde olabilir. Müctehidler de, insanları taklîdden men’ etmişlerdir) diyor.
Dinde reformcu, bozuk mantığı ile, kendisini tezâdlara düşürmekdedir. Bir ilm üzerinde mantık yürütebilmek için, o ilmden anlamak şartdır. İslâmın temel bilgisinden anlamıyanların kuru bir mantıkla döndüreceği fırıldaklar, kendisini rezîl etmekden başka netîce vermez. Evet, müctehidlerden önce gelen müslimânlar, ya’nî Eshâb-ı kirâm, delîlleri soruyordu. Birbirlerini taklîd etmiyorlardı. Çünki, onların hepsi müctehid idiler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” medh ve senâ eylediği, birinci
asrın insanları idiler. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Tâbi’înin bir kısmı müctehid idi. Müctehidin kendi anladığı ile amel etmesi lâzımdır. Başka müctehidi taklîd etmesi, câiz değildir. (Sonra gelenler müctehidleri Peygamber kadar yükseltdiler. Hattâ dahâ üstün tutdular) sözünü bir müslimân söyliyemez. Çünki bu söz, dört mezhebde bulunan milyarlarca müslimâna kâfir damgasını basmakdır. Müslimâna haksız olarak kâfir diyenin ve yazanın kendisi kâfir olur. Taklîdcileri Kur’ândan ayrılmakla suçlamak ise, bundan dahâ büyük bir iftirâdır. Dinde reformcular şunu iyi bilsin ki, mezheb demek, Kur’ân ve Sünnet yolu demekdir. Bir mezheb imâmına uyan, Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullaha uyduğuna îmân etmekdedir. Hiçbir müslimân (müctehidin söylediğini bırakıp da, Kur’ân ile amel etmek câiz değildir) demez ve dememişdir. Bu söz, dinde reformcuların ve masonların temiz müslimânlara yapdıkları çirkin iftirâlardan biridir. Müslimânlar (Ben, Kur’ân-ı kerîme uymak istiyorum. Fekat, Kur’ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden kendim hükm çıkaramıyorum. Anladığım hükmlere güvenemem ve uymam. Mezheb imâmının anlamış olduğuna güvenirim ve uyarım. Çünki o, benden dahâ âlimdir. Sekiz ana ilmi ve oniki yardımcı bilgiyi benden dahâ iyi bilir. Benden dahâ müttekîdir. Kur’ân-ı kerîmden kendi anlayışı ile hükm çıkarmaz. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çıkardığı ma’nâları, Eshâb-ı kirâmdan öğrenmişdir. (Kendi anlayışı ile ma’nâ çıkaran kâfir olur) Hadîs-i şerîfinden korkarım. İlmlerinin, takvâlarının, sonra gelenlerden katkat üstün olduğu, Hadîs-i şerîflerle bildirilmiş olan, o büyük âlimlerin bile Kitâbdan ve Sünnetden çıkardıkları hükmler birbirine benzemiyor. Hükm çıkarmak kolay olsaydı, hep aynı şeyi anlarlardı) der. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor, Resûlullah böyle buyuruyor demek, bir câhil için nasıl doğru olabilir? Allahü teâlâ, böyle söylemeği men’ eyledi. Tefsîr âlimleri ve mezheb imâmları bile, bu sözü söylemeğe cesâret edememişdir. Anladıklarını bildirdikden sonra, (Bu benim anladığımdır. Doğrusunu Allah bilir) demişlerdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını Eshâb-ı kirâm bile anlamakda güçlük çeker, Resûlullaha sorarlardı. Yazdıklarımız iyi anlaşılırsa, dinde reformcunun ne kadar câhilce ve ahmakça bir hulyâ peşinde olduğu zâhir olur.
Sonra gelen âlimlerin, öncekilerden dahâ ileri olması sözü, fen bilgileri için doğrudur. Din bilgilerinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Her asr, kendinden öncesinden dahâ şerdir. Kıyâmete kadar hep böyle olur) Hadîs-i şerîfi mu’teberdir. Bu Hadîs-i şerîf, fen adamlarının şahsiyyetleri ve fen vâsıtalarını kullan-
maları bakımından da mu’teberdir. Şübhesiz bu kâide çoğunluk için mu’teberdir. Her asrda bundan müstesnâ olanlar bulunmuşdur. Dinde reformcu, fen bilgisi ile din bilgisini birbiri ile karışdırmakda, fen ile fen adamını da aynı şey sanmakdadır. Fen elbet ilerliyor. Fekat bu ilerleyiş, fen adamlarının ileri olması demek değildir. Sonra gelen fen adamları arasında öncekilerden dahâ geri, dahâ bozuk ve dahâ alçak olanları az değildir.
Kur’ân-ı kerîmi ve Hadîs-i şerîfleri anlamak için arabî bilmek lâzım ise de, yalnız arabî bilmek kâfî değildir. Kâfî olsaydı, Beyrutdaki arab hıristiyanların herbirinin, birer İslâm âlimi olması lâzım gelirdi. Çünki onların içinde Mısrdaki dinde reformculardan dahâ kuvvetli arabîsi olanlar, arab lisânının mütehassısları, (Müncid) gibi lügat kitâbları yazanlar var. Bunların hiçbiri, Kur’ân-ı kerîmi anlıyamamış, îmân etmek şerefine bile kavuşamamışdır. Kur’ân-ı kerîm, insanları se’âdete, îmâna, islâma çağırıyor. Onlar, bu da’veti anlıyabilselerdi icâbet ederlerdi. Onların inanmaması, Allahü teâlânın da’vetinin açık ve beliğ olmadığını göstermez. Kur’ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâma hitâb ediyor. Onların nûrlu kalblerine ve selîm akllarına hitâb ediyor. Kureyş lisânı ile da’vet ediyor. Câmi’ul-Ezherin ve Beyrutun arabîsi ile konuşmuyor. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın sohbetinde yetişdikleri ve bütün ümmetin üstünde kemâl sâhibi oldukları hâlde, Kur’ân-ı kerîmi anlayışları ayrı ayrı oldu. Anlıyamadıkları yerler de oldu. O büyükler böyle âciz kalınca, bizim gibi, argo dili ile arabî anlıyanların hâli nice olur? Din imâmlarımız, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışmadılar. Kendilerini bundan âciz gördüler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîme nasıl ma’nâ verdiğini Eshâb-ı kirâmdan sorup araşdırdılar. Eshâb-ı kirâmın anladıklarını da, kendi anlayışlarına tercîh etdiler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” (vefâtı 150 [m. 767]) herhangi bir Sahâbînin sözünü kendi anladığına tercîh ederdi. Resûlullahdan ve Sahâbeden bir haber bulamayınca, ictihâd etmek zorunda kalırdı. Her asrda gelen islâm âlimleri, dahâ önce gelenlerin, büyüklükleri, üstünlükleri, vera’ ve takvâları karşısında titrerler. Onların sözlerine sened, delîl olarak sarılırlardı. Bu din, edeb dînidir. Tevâdu’ dînidir. Câhil olan, cesûr olur. Kendini âlim sanır. Hâlbuki, âlim olan tevâdu’ gösterir. Tevâdu’ göstereni Allahü teâlâ yükseltir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Cehenneme gideceklerini haber verdiği yetmişiki bid’at fırkasının reîsleri de derin âlim idiler. Fekat onlar, ilmlerine güvenerek, Kitâbdan, Sünnetden ma’nâ çıkarmağa kalkışdılar. Böylece, Eshâb-ı kirâma
tâbi’ olmak şerefine kavuşamadılar. Onların doğru yollarından sapdılar. Yüzbinlerle müslimânın da Cehenneme gitmelerine sebeb oldular.
Dört mezhebin âlimleri, derin ilmlerini Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmakda kullanmadılar. Buna cesâret edemediler. Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini anlamakda kullandılar. Allahü teâlâ, insanlara Kur’ân-ı kerîmden hükm çıkarınız diye emr etmiyor. Resûlümün ve Eshâbının çıkardığı hükmlere uyunuz, bunları kabûl ediniz diyor. Bid’at sâhiblerinin, ya’nî mezhebsizlerin, bu inceliği anlıyamamaları, kendilerini felâkete sürüklemişdir. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Resûlüme itâ’at ediniz!), (Resûlüme tâbi’ olunuz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme ve Resûlullahın (Eshâbımın yoluna sarılınız!) emri, bu sözümüzün vesîkasıdır. Mezheb imâmlarına uymak, Allahı ve Resûlü bırakıp, kula kul olmak olsaydı, Eshâb-ı kirâma uymak da böyle olurdu. Böyle olmadığı için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunu emr etmişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanların kısaca îmân etmelerini ve gördükleri gibi ibâdet yapmalarını emr ederdi. Bunların delîllerini bilmeği hiç teklîf etmezdi. Bunu imâm-ı Gazâlî (Kimyâ-ı se’âdet) kitâbında uzun bildiriyor. Cenâb-ı Hak, kâfirlerin analarını, babalarını taklîd etmelerini takbîh ediyor. Böylece, küfrü bırakıp, îmân etmelerini emr ediyor. Peygamberini taklîd etmeği takbîh etmiyor. Bunu emr ediyor. Resûlullah da, Eshâbını taklîd etmemizi emr ediyor. Şakîleri taklîd fenâdır. Fekat bunun fenâ olması se’âdet yolcularını taklîde mâni’ olamaz. Îmân kısmının delîllerini anlamak kolay olsaydı, Beyrutdaki hıristiyan arabların kolayca îmâna gelmeleri lâzım olurdu. Îmân edilecek şeylerin delîllerini anlamak kolay olmadığı için, delîllerini anlamadan îmân etmemiz emr olundu ve böyle îmân edenlere mü’min ve müslimân denildi. Allahü teâlâ, ahkâm-ı islâmiyyenin delîllerini öğrenmek ve anlamak ile de müslimânları mükellef kılsaydı, Onun Resûlü de, bunu teklif ederdi. Hâlbuki, hiç teklif etmediğini, yukarda bildirdik. Reşîd Rızâ, (Peygamberler yanılmaz, müctehidler yanılır) diyerek, müctehidlerin bildirdiği ahkâmın, Peygamberlerin bildirdiğinden başka olduğunu sanıyor. Hâlbuki, müctehid demek, mezheb imâmı demek, ömrünü sarf ederek, gece gündüz çalışarak, Peygamberin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdikleri ahkâmı araşdırıp bulan ve bunları müslimânlara bildiren büyük âlim demekdir. Hiçbir müctehid, hiçbir ibâdete, hiçbir şey ilâve etmemişdir. Bunun bid’at olduğunu ve büyük günâh olduğunu sözbirliği ile bildirmişlerdir. Mücte-
hidlerin yasak etdiği her şeyi, onlara yüklemeğe kalkışmak kadar çirkin ve iğrenç bir iftirâ olamaz. Müctehidlerin dîni genişletdiklerini söylemek, çok câhilce ve ahmakça bir sözdür. Buna gülmekden başka cevâb verilmez. Din genişlemez. Hâdiseler çoğalır. Zemânla zuhûr eden ve gelişen hâdiselere islâmiyyeti tatbîk etmek, islâmiyyete büyük hizmet ve çok kıymetli ibâdetdir. Bu da müceddid imâmlara nasîb olmuş ve olmakdadır.
Müceddidlerin mutlak müctehid olmaları lâzım değildir. Dört mezheb imâmları, taklîdi men’ etdiler. Bu muhakkakdır. Fekat onlar, talebeleri arasında yetişen, ictihâd derecesine yükselen âlimlerin birbirlerini taklîd etmelerini, men’etdiler. Hiçbir müctehidin, başka müctehidi taklîd etmesi câiz değildir dediler. Kıyâmete kadar bu hükm cârîdir. Fekat kendilerini müctehid sanan câhiller ve dinde reformcular, bu hükmün dışındadır. Fare, rü’yâda kendisini arslan görüp, kedinin karşısına çıkarsa, aldandığını anlar. Ammâ bu aldanması hayâtına mal olur.
27 - Yedinci konuşmada, dinde reformcu diyor ki, (Dîni bu hâle, ya’nî nazarî felsefe hâline getiren, sonra gelen islâm âlimleridir. Bir takım ta’rîf ve tahdîdler sokdular. Kısmlara ayırdılar. Hattâ, fıkh âlimi olmak için, yirmi sene okumak lâzımdır diyen oldu. Hâlbuki, dînin bütün kollarının hükmlerinin vad’ edilmesi bu kadar sürmüşdü. Fıkhın vad’ı ise iki sene bile sürmemişdi. Şimdi de müslimânların, dört halîfe zemânındaki müslimânlar gibi olmasını istiyorum. Bunun için üzerinde ittifâk meydâna gelen ibâdetleri yapmak her müslimânın vazîfesidir. İhtilâflı şeyleri yapmak, farz denilmiş olsalar bile, lâzım değildir. Böyle işleri, delîlini inceliyerek veyâ kendi hâline uygun gördüğü için, bir kavli tercih ederse, bununla amel eder. Bunları kendisi gibi yapmıyanları kötülemez. Bir câmi’de, bir nemâz vaktinde, çeşidli mezheb imâmları arkasında nemâz kılmak uygun değildir. Kısacası, Eshâbın yapdıklarını yapmalı, yapmadıklarını terk etmelidir. İhtilâflı mes’eleleri yapmakda muhayyer olmalıdır. Onların söylemedikleri şeyler üzerinde kıyâs yapmamalıdır. İhtilâflı işlerde, herkes kendisince, sahîh olan hadîsler üzerinde amel eder) diyor.
Dîne ta’rîfler, tasnîfler, sınırlar koyarak, felsefe hâline getirmek suçu ile, islâm âlimlerine çatmakdadır. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” felsefe ile hiç alâkaları yokdur. Çünki onlar, felsefecilerden çok yüksekdirler. Şu kadar var ki, Emevîler zemânında, üç kıt’aya yayılan müslimânlar, çeşidli kâfirlerle karşılaşdılar. Hâricî, mu’tezile gibi bo-
zuk fırkalar da meydâna çıkıp, yeni müslimân olanları aldatmağa başladılar. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, müslimânların dinlerini korumak için çeşidli dinlere ve felsefecilere ve zındıklara cevâb vermek zorunda kaldılar. Onlara, istedikleri gibi ve felsefelerine uygun cevâblar hâzırlayarak, kelâm ilmini her tarafa yaydılar. Böylece, gençlerin aldatılmasını önlediler. Bu hizmetlerini övmemiz, onlara şükr ve düâ etmemiz lâzım iken, onları bu yüzden kötülemeğe kalkışmak, bir müslimâna yakışır mı? Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”çok âkıl ve ârif oldukları ve Resûlullah gibi bir mürşidleri olduğu için, islâm dîni, yirmi senede bütün dünyâya yayıldı. İkinci asrdan sonra, üç kıt’a üzerindeki müslimânlarda bu şartların ikisi de kalmadı. Talebenin hocasından okuyup öğrenmeleri zemânı uzadı. Şimdi de, üstâd müşfik ve mâhir, talebe de zekî ve çalışkan olursa, yine az zemânda öğrenilir buyurmuşlardır. Bid’atlerin ve günâhların zulmetleri de kalbleri karartıp, hâfızaları za’îfletdi. Bu da, tahsîl zemânının uzamasına sebeb oldu. İmâm-ı Şâfi’î bile, hocası Vekî’a hâfızasının za’îfliğinden şikâyet etdi. Aldığı cevâbı bildiren şu beyt, bu hakîkati gösteriyor:
Şekevtül Vekî’a min sû-i hıfzî,
fe-evsânî ilâ terk-il me’âsî.
Dinde reformcu, bir yandan ittifâkla bildirilmiş olan ibâdetleri her müslimânın yapması lâzımdır diyor. Öte yandan da, ihtilâflı şeyleri yapmasa da olur veyâ dilediği mezhebe göre yapar, ya’nî mezhebleri birbirlerine telfîk eder, karışdırır, diyor. Sözleri birbirine uymıyor. Çünki, mezhebleri birbirlerine karışdırmanın bâtıl olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir. Mezhebleri karışdırmak, ittifâkla bildirilmiş olan bu habere uymamak olur. Bunun için, dinde reformcunun sözüne uyarak yapılan ibâdetler ona göre de sahîh olmaz. (İhtilâflı mes’eleleri Eshâb yapmamışdır. Yapmış olsalardı, ihtilâflı olmazdı) demek de, doğru değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın nasıl yapdıkları anlaşılamadığı için, ihtilâf olunmuş mes’eleler de çokdur. Mezheb imâmının sözünü bırakıp, hadîsden kendi anladığına uymalı demek de, ittifâkla bildirilen habere uygun değildir. Kendisini mezheb imâmından dahâ üstün görmek, müctehid sanmak olur ki, şeytân sıfatıdır.
28 - Sekizinci konuşmada, dinde reformcu diyor ki, (Taklîdciler, Allahın verdiği fıtratın îcâbı olan düşünme, araşdırma ve delîl arama nûruna karşı en büyük düşmandır).
Bu kadar açık yalan ve iftirâya doğrusu çok şaşılır. Hangi fıkh âlimi, düşünmeği, araşdırmağı ve delîl aramağı yasak etmiş? Hangi müslimân, bunlara düşman imiş? Bir misâl vermesini dilerdik. Kitâbın başından beri hangi yalanına, hangi iftirâsına delîl gösterdi de, şimdi gösterecek. Delîl aramanın düşmanı, dinde reformcunun tâ kendisidir. Kısa görüşü ile, bozuk mantığı ile, tasarladıklarını din bilgisi olarak ortaya atan kimseden, düşünme, delîl istemek de, mantıksız olur. Böyle kimseye karşı, (Ve mâ cevâb-ül ahmak-ı illes sükût) diyerek, susmak gerek ise de, gençleri bunun zararından korumak için, kısaca cevâb vermek lâzım olmakdadır. Bütün fıkh âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, mukallidin delîl aramasına lüzûm yokdur diyor. Çünki, Tâbi’înden yeni îmân edenler, herşeyi Eshâb-ı kirâmdan sorup yaparlardı. Hiç delîl istemediler. Delîl aramağı yasak eden de hiç yokdur. Bunun için mezheb imâmlarının hepsi, delîllerini uzun yazmışlar. Arzû edenlerin arayıp bulmalarını kolaylaşdırmışlardır.
29 - Yine diyor ki, (Câhiller, ilk asr müslimânları gibi bilmedikleri mes’eleleri, güvendikleri kimseye sorar, bununla ilgili âyeti veyâ hadîsi öğrenir. Bunun ma’nâsı ile amel eder).
Hey Allahım! Bu ne ilm? Bu ne mantık? Evet, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” böyle yaparlardı. Çünki hepsi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde yetişip, mezheb imâmlarından da üstün oldular. (Eshâbımın hepsi gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisini taklîd ederseniz, hidâyete kavuşursunuz!) Hadîs-i şerîfi ile medh ve senâ olundular. Hepsi murâd-ı ilâhîyi anlardı. Kitâbda ve Sünnetde açık bildirilmemiş olan mes’ele için de, âyetden veyâ hadîsden delîl arayıp, bulup ictihâd ederek, hükmünü çıkarırlardı. Birbirlerini taklîd etmeleri lâzım ve câiz değildi. Mezheb imâmlarımız da, Eshâb-ı kirâmın yapdıklarını yapdılar. Onlar gibi delîl arayıp buldular. Bundan hükm çıkardılar. Böylece, amelde mezheblere ayrıldılar. Bu sûretle, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” emrini yapmış oldular. Çünki, Resûlullah, (Eshâbıma tâbi’ olunuz) buyurmuşdu. Tâbi’înden yeni îmâna gelenler, Eshâb-ı kirâmdan delîl istemedikleri için, bizim gibi câhillerin de, mezheb imâmlarından delîl istememiz lâzım değildir. Biz, Allahü teâlânın emrlerini, mezheb imâmlarının kitâblarından okuyup öğreniyoruz. Bu kitâblar, Kur’ân-ı kerîmin açıklamalarıdır. Câhil bir köy çobanını, Eshâba benzeterek, her zemân şehre gelip, âyet ve hadîs aramasını ve bunlara kendinin ma’nâ vererek ictihâd yapmasını taleb eden bu
şaşkın din adamına bakınız! Mezheb imâmına ve mezhebin kitâblarını okuyup öğrenmiş olan köy hocasına uymak kolaylığı dururken, adamcağızın başına ne işler açmakdadır!
30 - Dinde reformcu, binlerce islâm âlimini küçümsiyerek, sözlerine şöyle devâm ederek: (Üsûl âlimlerinin, taklîdin lâzım olduğunu, (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetinden çıkarmaları netîcesiz ve sakat bir muhâkeme ve istidlâldir. Çünki, âyetin inmesine sebeb olan hâdise ve muhâtablar için taklîd câiz olmıyor ki, âyet herkese taklîd emr etsin. Bu âyet ile, Allahü teâlâ, arab müşriklerine, Peygamberler melek mi idi, insan mı idi, Ehl-i kitâba sormalarını emr ediyor. Bunu sormak, delîlsiz olarak, başkasının re’y ve ictihâdı ile amel etmek değildir ki, bu taklîdcilik olsun. Bundan başka, bu mes’ele i’tikâdî bir mes’eledir. Burada taklîdin câiz olmadığını siz de kabûl ediyorsunuz. Kıyâmet gününde, kâfirlerin reîslerinin, kendilerine tâbi’ olanlardan kaçacaklarını Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Bu haber, kendilerine tâbi’ olunmak Allah tarafından emr edilmemiş kişilere tâbi’ olanların ma’zûr tutulmıyacağına alâmet değil midir? Müslimânlar, ba’zı kimseleri delîl sayarak Kur’ândan yüz çevirdiği için, başımıza felâketler geldi. Taklîd etdikleri imâmlar, kıyâmet gününde kendilerinden kaçacaklardır. Çünki, büyük imâmlar ve müctehidler taklîdciliği men’ etdiler. Siz, Allah ve Peygamber sözünü değil, insanların sözünü delîl olarak kabûl etmeğe alışmışsınız) diyor.
Reşîd Rızâ, dinde reformcu olarak bunları yazdıkdan sonra, okuyucularını aldatmak için, vâiz efendinin dinde reformcunun sözlerini beğendiğini, dinde reformcuları câhil sanmakla yanılmış olduğunu ve dinde reformcunun böyle çok bilgili olduğunu görmekle onu takdîr etdiğini de yazıyor.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bu âyet-i kerîmeden, her çeşid ameli ve ibâdeti yaparken, bir müctehidi taklîd etmek lâzım olduğunu anladı. Eshâb-ı kirâm da, Resûlullahdan öğrenerek, Tâbi’înden yeni îmâna gelenlere, yalnız ibâdetlerin nasıl yapılacağını öğretdiler. Delîllerini de aramalarını emr etmediler. Delîlsiz olarak taklîd etmelerini kâfî gördüler. Her işlerinde Eshâb-ı kirâmın izinde giden mezheb imâmlarımız, burada da onlara uydular. Reşîd Rızânın, (İmâmlar taklîdciliği men’ etdiler) demesi, Eshâb-ı kirâmın yolunu terk etdiler demekdir. Evet, Eshâb-ı kirâm da, imâmlarımız da delîl ararlar, başkalarının ictihâdlarına uymazlardı. Çünki, kendileri müctehid idi. Fekat, müctehid olmıyanların, amellerde müctehidi taklîd etmelerini hiç
men’ etmediler. Reformcunun, bu âyetde kâfirlere, taklîd etmeleri emr olunmuyor demesi, işi mugalataya boğmakdır. İslâm âlimleri, kâfirlere taklîd etmeleri emr olunuyor demiyorlar ki, dinde reformcunun bu sözlerine hak verilsin. Allahü teâlâ, bilmiyenlerin, bilenlere sormasını emr ediyor. İslâm âlimleri de “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, müslimânlar yapacakları işi nasıl yapacaklarını bilenlerden sormalıdır diyorlar ve bu sözlerini bu âyet-i kerîmeden çıkarıyorlar. Mes’ele bu kadardır. Amellerde taklîd etmek, delîl araşdırmak diye bir şey yokdur. Amellerde taklîdi, i’tikâdda taklîd ile karışdırarak, dinde reformcu, kendisini haklı çıkarmak çabasındadır. Yapılacak bir işde delîlsiz olarak bir âlimi taklîd etmek ayrı bir mes’eledir. Bu ayrı mes’ele de, birinci mes’eleden kendiliğinden ortaya çıkmakdadır. Yapılması veyâ terk edilmesi lâzım olan bir işi bilene sorup, ondan öğrendiği gibi yapmak, onu taklîd etmek demekdir. Hâlbuki îmân etmekde taklîd böyle değildir. İ’tikâd edilecek şeyleri sorup öğrendikden sonra, hemen îmân hâsıl olmuyor ki, buna taklîd denilsin. Öğrendikden sonra, düşünmek, beğenmek ve kabûl etmek, ondan sonra îmân etmek hâsıl oluyor. İslâmın istediği îmân budur. Öğrendikden sonra, düşünmeden, beğenmeden, iz’ânsız olan îmân, taklîd ile îmân olur. Delîlsiz olur. Kâfirlerin, analarını babalarını görerek kâfir olmaları böyledir. İslâmın istediği îmân, insanın iz’ân ile, delîl ile, kendi kararı ile olan îmândır. Kâfirlerin küfrü, kendilerinden hâsıl olmayıp, analarından babalarından alınmakdadır. Onlardan kendilerine mal olmakdadır. Görülüyor ki, îmânda taklîdin yeri yokdur. Îmânda taklîd câiz olmadığı için, taklîd olunanlar, kendilerini bu bakımdan taklîd edenlerden kıyâmetde kaçacaklardır. İbâdetlerde taklîd, Allahü teâlânın emri ile hâsıl olduğu için, öğretenler de, öğrenenler de, Cennete kavuşacaklardır.
Dinde reformcunun, (Müslimânlar, ba’zı kimseleri delîl sayarak, Kur’ândan yüz çevirdiler) demesi, çok aşağı, çok iğrenç bir davranışdır. Müslimânları kâfir yapmakdır. Açık bir nassa dayanmıyarak veyâ şübheli bir nassın te’vîli olmıyarak yalan ve iftirâ yolu ile, bir müslimâna kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Müslimânlar, din imâmlarının kendilerini taklîd etmiyorlar. Onlardan murâd-ı ilâhîyi ve murâd-ı Peygamberîyi öğrenerek, Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrlerine sarılıyorlar. Müctehidler, ara yerde bir vesîle, bir vâsıtadır. Mâide sûresi, 35.ci âyetinde meâlen, (Benim rızâma kavuşmak için vesîle arayınız!) buyuruldu. Müslimânlar, Allahü teâlânın bu emrine
uyarak, amelde mezheb imâmlarını vesîle yapıyorlar. Mezheb imâmlarına tâbi’ olmak, onları taklîd etmek demek, onların kendi emrlerini yapmak demek değildir. Onların Kitâbdan ve Sünnetden bildirdikleri (Ahkâm-ı islâmiyye) bilgilerine tâbi’ olmakdır.
Dört mezheb arasında ihtilâflı olan mes’eleler, nasıl terk olunabilir? Buna imkân yokdur. İhtilâf olunan şeylerden biri, elbette Allahü teâlânın emridir. Meselâ kan akınca, Hanefîde abdest bozulur, Şâfi’îde bozulmaz. Elbette bunun birisi Allahü teâlânın murâdıdır. İkisinden birini her zemân yapmalı. Allahü teâlânın murâdı budur demelidir. Murâd olanı, istenileni yapmış olan isâbet etmiş, kazanmışdır. Murâdı anlıyamamış olan müctehide de sevâb verileceğini, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” haber vermişdir. Resûlullah efendimizin zemânında böyle ictihâdlı mes’eleler çokdu. İsâbet etmiyen müctehidin de sevâb kazanacağını bildiren çeşidli Hadîs-i şerîfler vardır. Yalnız burada mühim olan şey, yanlış olana da sevâb verilmesi, amelleredir ve müctehidlere mahsûsdur. Nahl sûresindeki, yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeye göre, müctehidleri taklîd edenler de, bu sevâba kavuşur. Amelde müctehidi taklîd etmiyen dinde bid’at sâhibi mezhebsizler, bu sevâba kavuşamaz. Allahü teâlânın emrini yapmamış olurlar. Cehenneme giderler. (Bid’at sâhibinin hiçbir ibâdeti kabûl olunmaz) Hadîs-i şerîfi, bu sözümüzün vesîkasıdır.
(Usûl-i fıkh) ilmi âlimlerinden bir kısmı buyurdu ki, (Müctehidi amelde taklîd etmek için, onun bilgisine güvenmek ve inanmak lâzımdır. Nahl sûresi, 43.cü âyetinde meâlen, (Bilenlerden sorunuz) buyuruldu ki, bunu gösteriyor). Reşîd Rızâ (Bir mes’elede, bir müctehidi taklîd ederek, başka mes’elede zarûretsiz başka müctehidi taklîd eden kimse, birinci müctehide inanmamış, güvenmemiş olur. Birinci mes’eledeki taklîdi de mu’teber olmaz. Her ikisine de güveniyorum, inanıyorum derse, bu sözüne değer verilmez) diyor. Çok yerde olduğu gibi, burada da Reşîd Rızânın hâli ve fi’li, sözünü tekzîb etmekdedir. Şâir de böyle söyliyor:
Âyînesi işidir kişinin, lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
Bu konuyu, kitâbımızın kırkikinci maddesinde, (Mîzân-ül-kübrâ)dan terceme ederek, dahâ geniş açıklıyacağız.
31 - Dinde reformcu, imâm-ı Gazâlî hazretlerinin Bâtıniyye
mezhebinden bir sapıkla konuşmasını yazıyor. Bir yerinde, İmâmın, (Nasîhat vereceğim kimsenin hiçbir fırkaya bağlı bulunmaması, ihtilâflı konulara dalmaması lâzımdır. İbâdetlerde, ittifâk olunan mes’eleler üzerinde dur! İhtilâflı mes’elelerle uğraşma! İhtilâflı mes’elelerde ihtiyâtlı olanı yap! Farz olduğunu söylemiyenler, müstehab olduğunu söylemişlerdir. İhtiyâtı yapmak güç olduğu zemânlarda kendin ictihâd et! Ya’nî, dahâ üstün gördüğün müctehidin sözünü yap! Hangi âlimin üstün ve görüşünde isâbetli olduğuna kanâ’at getirirsen, onu taklîd et! Eğer o zât re’y ve ictihâdında, vardığı sonuç ve hükmde isâbet etmiş ise, onun için iki karşılık, iki sevâb vardır. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, şöyle buyurmuşdur: Bir kimse ictihâd edip de isâbet ederse, iki ecr, hatâ ederse bir ecr kazanır. Cenâb-ı Hak da, işi ictihâda ehl olanlara havâle edip, onlara bırakıyor. Nisâ sûresinin seksenüçüncü âyetinde, (Onlardan netice çıkarmağa kâdir olanlar onu bilirler) buyurdu. Hazret-i Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, ehl olanların ictihâdlarından memnûn ve râzı olduğunu, Mu’âz hadîsi ile, açıklamışdır. Mu’âz bin Cebelin, Kitâbda ve Sünnetde bulamazsam, re’yimle düşünür, ictihâd ederim demesi, hazret-i Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâdı emr etmesi ve buna izn vermesinden önce olmuşdur. Hem müctehidler, hem onları taklîd edenler ma’zûr sayılır. Bunların bir kısmı Allahın murâdına isâbet etmiş, bir kısmı da, iki ecrden birine isâbet edenlere ortak olmuşdur. Birbirine karşı inâd ve te’assub göstermezler. Çünki, hangisinin isâbet etdiği ma’lûm değildir. Sâdece herbiri kendisinin isâbet etdiğini zan etmekdedir. Herkesin re’y ve kıyâs ile ahkâm çıkarmasının bâtıl olduğunu kabûl ediyorum. Eğer körü körüne taklîd etdiğin bâtınîliği bırakırsan, sana Kur’ân-ı kerîmdeki ilmleri öğretebilirim. Öğrenmek için, beni mi tercîh edersin, yoksa, bâtınî olan yoldaşlarını mı?) dediğini bildiriyor. Bunları işiten vâiz efendinin (demek ki, imâm-ı Gazâlî, taklîdi kabûl hattâ bütün avâm üzerine gerekli kılıyor) dediğini ilâve ediyor. İmâm-ı Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, dinde reformcunun kaleminden çıkan sözleri, kendisinin Ehl-i sünnet âlimlerinin ve dört mezheb imâmlarımızın sözbirliği ile bildirdiklerine katıldığını açıkça göstermekdedir. Ehl-i sünnetin bu yüce imâmının “rahmetullahi teâlâ aleyh“ yukarıdaki yazısını açıklamağa lüzûm yokdur. Bizim maksadımız da, İmâm hazretlerinin bu bildirdiklerini din kardeşlerimize anlatmakdır. İmâm-ı Gazâlînin bu sözleri, dinde reformcunun iddi’âlarını kökünden çürütüyor. Taklîdin meşrû’ olduğunu bildiriyor.
32 - Dinde reformcu, dokuzuncu konuşmasında şöyle yazıyor: (Ben müslimânların tutuldukları hastalığın sebeb ve mikrobu olan ihtilâf karanlıklarından nasıl sıyrılıp çıkacakları hakkındaki düşüncemi bundan önce bildirmişdim. Benim görüşüm, büyük islâm âlimi olan İmâm-ı Gazâlînin görüşüne uygundur. İmâm-ı Gazâlî, yalnız Kur’ân-ı kerîmde bulunan şeylere îmân etmeleri, bir de müslimânların öteden beri üzerinde birleşdikleri şeyleri yapmaları kâfîdir, diyor. İslâmiyyete zarar veren şey, müslimânların fırka fırka ayrılarak, her fırkanın yalnız kendi tercîh etdiği imâmı ve ona tâbi’ olan âlimleri taklîd etmesi ve başka müctehid imâmları taklîd edenlere karşı te’assub göstermesidir. Bu fırkalaşma, Kitâbı ve Sünneti terk etmeğe kadar varır. Ben, bu nev’ mes’elelerde, biraz dahâ kolaylık gösterdim. Mükellefi, nefsinin arzûsuna uymamak ve elinden geldiği kadar ihtiyâta riâyet etmek şartı ile, istediği görüşü almakda serbest bırakdım. İmâm-ı Gazâlî ise, bu mes’elelerin kökden terkini câiz görmekle berâber, amel etmek istiyenlerin hareket sâhasını daraltıyor. Onları bir nev’ ictihâde mecbûr bırakıyor).
Dinde reformcunun en büyük hatâsı, müslimânların i’tikâdda fırkalara ayrılması ile, Ehl-i sünnetin dört mezhebe ayrılmasını birbiri ile karışdırmasıdır. Dört mezhebi de bid’at fırkaları gibi kötülemekde, müslimânları, Kitâbın ve Sünnetin dışına çıkacak kadar lekelemekdedir. İ’tikâdda ayrılmış olan yetmişiki fırkanın hepsi, elbette mezhebsizdir, sapıkdır. Hepsinin Cehenneme gidecekleri, Hadîs-i şerîf ile bildirilmişdir. Fekat, Hadîs-i şerîf ile övülen ve Resûlullaha itâ’at etdikleri için, Allahü teâlânın muhabbetine, rızâsına kavuşmuş olan, Ehl-i sünnetin dört mezhebine saldırması, bölücülükden başka ne olabilir? Din adamı olarak ortaya çıkan böyle zındıkların, münâfıkların, kitâblı ve kitâbsız kâfirlerden dahâ zararlı ve dahâ kötü olduklarını dînimiz bildiriyor. Dinde reformcu, imâm-ı Gazâlî hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” bir önceki maddede bildirilen sözlerini değişdirerek, kendi görüşüne çevirmekden sıkılmamışdır. Kendisini, imâm-ı Gazâlî hazretleri gibi, âlim ve müctehid görerek, islâmiyyete yön vermeğe kalkışmakdadır. Bu şaşkın hareketinin, kötülediği yetmişiki fırkadan da, dahâ kötü olduğunu anlıyamamakdadır.
33 - Dinde reformcu, mezheb imâmlarının sözbirliğine de karşı geliyor, diyor ki, (Telfîkin bâtıl olduğu hükmünde icmâ’ bulunduğu iddi’âsını kabûl etmek mümkin değildir. Bu konuda farklı görüşler vardır. Kendi mezhebinin imâmlarından hiçbirinin
söylemediği bu sözü (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi nasıl söyliyebilir ki, kendi mezhebi, üç imâmın ictihâdlarından telfîk edilmişdir. Hanefîlerin telfîki kabûl etmediklerinin doğru olmadığını ibni Hümâmdan da anlıyoruz. Telfîk, ya’nî, birkaç mezhebi cem’ etmek sûreti ile verilmiş fetvâlar da oldukça çokdur. Bunların en meşhûr olanlarından birisi, “menkûl malını kendine vakf etmek” olup, imâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin ictihâdlarını telfîk ederek câiz görülmüşdür. İbni Âbidînin, bir mezheb içindeki imâmların ictihâdlarını birleşdirmek telfîk olmaz demesi, aklı başında olan bir kimsenin söyliyemiyeceği bir keyfî hükmdür. Mukallid bile olsa, hiçbir kimse, birbirine aykırı iki görüşü aynı zemânda kabûl etmez. Fıkh kitâblarını yazanların kendilerinden söyliyemiyeceklerini, ben de kabûl ediyorum. Çünki, mukallid olanın ilmi yokdur ki, kendinden söylesin. Onun yapacağı şey, başkasının söylediğini nakl etmekdir. Nitekim bunu da allâme Kâsımdan, o da (Tevfîkul-hükkâm)dan nakl etmişdir. Birisi, mes’ele üzerinde ihtilâf edildiğini, çeşidli görüşlerin mevcûd olduğunu bilmediğinden, “icmâ’ vardır” sözünü söyleyiveriyor. Diğerleri de, bunu nakl ediyor. Hakkın her zemân ekseriyyet ile berâber olacağını sanmak doğru değildir. Yûsüf sûresindeki bir âyet-i kerîmede meâlen, (Sen ne kadar yürekden istersen iste, yine de insanların çoğu inanmazlar) buyuruldu) diyor.
Dinde reformcu, bu yazısında hem cehâletini, hem de Ehl-i sünnet düşmanlığını açıkça ortaya koyuyor. Hanefî mezhebi, üç imâmın ictihâdlarından telfîk edilmişdir sözü, onun üsûl-i fıkhdan hiç haberi olmadığını i’lân ediyor. Kısa görüşü ile, vesîka sanarak ileri sürdüğü delîllerin, maksadla hiç alâkası yokdur. Kısaca deriz ki, hanefî mezhebinin üsûl ve kavâ’idini, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” kurmuşdur. İmâm-ı Ebû Yûsüf (vefâtı 182 [m. 798]), imâm-ı Muhammed (vefâtı 189 [m. 804]), İmâm-ı a’zamın talebeleridir. Yüzlerle talebesi gibi, bunları da, senelerce yetişdirmiş, ictihâd derecesine ulaşdırmışdır. Bu iki müctehid ve arkadaşları, birçok müctehidler, hocalarından öğrendiklerini, yine hocalarının bildirdiği üsûllerle ve kâidelerle ölçerek karşılarına çıkan yeni hâdiselere farklı fetvâlar vermişlerdir. Hanefî mezhebinde bu iki İmâmın fetvâları birleşdirilmemişdir ki, telfîk olsun. Hanefî mezhebinde İmâm-ı a’zamın sözü ile amel olunur. İmâm-ı a’zamın ictihâdı bulunmadığı mes’elelerde, imâm-ı Ebû Yûsüfün ictihâdı ile amel olunur. Bu da bilinmiyorsa, imâm-ı Muhammedin fetvâsı ile amel olunur. Bu sırayı ancak zarûrî hâllerde değişdirmek veyâ ikisini birleşdirmek câiz olur. Meselâ, aldığı ki-
râlar, çoluğunun, çocuğunun ihtiyâçlarını ve borçlarını karşılamıyan kimse, imâm-ı Muhammede göre fakîrdir. Şeyhayn indinde zengin sayılır. Böyle kimse fıtra vermez ise ve kurban kesmezse, imâm-ı Muhammede göre günâhdan kurtulur. Fıtra verir ve kurban keserse, Şeyhayne göre vâcib sevâbına kavuşur. Üzerine vâcib olmıyan ibâdeti yapan, yalnız nâfile ibâdet sevâbı kazanır. Vâcib sevâbı kazanamaz. Vâcibin sevâbı bundan katkat dahâ fazladır. Görülüyor ki, ictihâdların ayrı olması, müslimânlara rahmet olmakdadır. Bir mezheb içinde bulunan imâmların ictihâdlarını birleşdirmeğe telfîk denmez. Telfîkin câiz olduğunu göstermez. Dört mezhebden birkaçını karışdırmağa telfîk denir. Hanefîlerin telfîki kabûl etmediklerinin doğru olmadığını ibni Hümâmdan anlaması da, yalandır. Çünki, ibni Hümâm, (vefâtı 861 [m. 1457]), (Tahrîr) kitâbında diyor ki, (Bir işi bir mezhebe göre yaparken, başka bir mezhebi de taklîd etmesi, iki mezhebde de bâtıl olacak birşey yapmamak şartı ile câiz olur. Abdest alırken, Şâfi’î mezhebini taklîd ederek, uzvlarını ovmıyan kimse, kadına eli değince, Mâlikî mezhebine göre abdest bozulmadı diyerek, nemâz kılsa, bu nemâzı bâtıl olur. Çünki, abdesti, her iki mezhebe göre sahîh değildir.) İbni Hümâmın bu yazısını (Hulâsat-üt-tahkîk) kitâbı vesîka olarak bildirerek, mezhebleri telfîk etmenin câiz olmadığını bununla isbât etmekdedir. Din adamı olarak ortaya çıkan dinde reformcu, müslimânları aldatmak için, ibni Hümâmın sözlerini değişdirmekde, bu yüce imâma karşı çirkin iftirâ yapmakdadır. Bundan başka telfîkin kabûl edilmediğini, hem de bunda icmâ’ olduğunu bildiren, ibni Hümâmın talebesi olan Şeyh Kâsımdır. Şeyh Kâsım, hocası ibni Hümâmdan öğrendiği bu icmâ’ı, (Et-tashîh) adındaki kitâbında yazmakdadır. Bu kitâb, (Kudûrî)nin şerhidir.
Hanefî mezhebinde olan müftînin imâm-ı Ebû Yûsüfün veyâ imâm-ı Muhammed Şeybânînin ictihâdına göre fetvâ vermesinin, hanefî mezhebinin hilâfına olmıyacağını (Dürer) kitâbı da haber vermekdedir. Çünki her iki imâm da, İmâm-ı a’zama uymıyan ictihâdlarının hepsinin ondan işitdikleri bir rivâyet olduğunu söylemişlerdir. Bundan dolayı imâm-ı Tarsûsînin (Nef-ul-vesâil) kitâbında ve allâme İbn-ül-Şelbînin fetvâlarında bulunan işkâlin ortadan kalkmış olduğunu ibni Âbidîn, (Vakf-ül-menkûl) hâşiyesinde yazmakda ve (İnsanın kendine birşey vakf etmesi, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre câiz olup, imâm-ı Muhammede göre câiz değildir. Nakl olunabilen şeyin vakfı, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre câiz değil, imâm-ı Muhammede göre câizdir. Bu imâmların ikisi de, nakl
olunabilen birşeyi kendine vakf etmenin câiz olacağını söylememişlerdir. Her iki imâmın ictihâdları birleşdirilerek, bunun da câiz olmasına fetvâ verilmişdir. Tarsûsînin (Münyet-ül-müftî) kitâbında, hükm-i müleffak câizdir diyerek yazdığı mes’ele, işte budur. Yoksa, başka mezhebleri birbiri ile karışdırmak, sözbirliği ile câiz değildir. (El-Ukûd-üd-dürriyye fî tenkîh-il Hâmidiyye) kitâbının birinci cildi yüzdokuzuncu sahîfesinde bunu bütünü ile açıkladım) demekdedir. Para vakfına da, imâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Züferin ictihâdlarının birleşdirilmesi ile câiz denilmesi, başka mezhebler arasında yapılan hükm-i müleffak câiz olacağını göstermez. Çünki, bu her iki imâm da, Hanefî mezhebindedirler. Dinde reformcu, fıkh kitâblarındaki bu açık yazıları tersine çevirerek, hem gençleri aldatmağa, hem de (Dürr-ül-muhtâr) ve (İbni Âbidîn) gibi en kıymetli fıkh kitâblarını lekelemeğe, Ehl-i sünneti içden yıkmağa çalışmakdadır. Bu alçak siyâseti, Reşîd Rızânın bir din adamı değil, din adamı şeklinde görünen bir (Zındık) olduğunu açık olarak ortaya koymakdadır.
Fıkh âlimleri, ahkâm-ı islâmiyyeyi, kendi görüşlerine, kendi akllarına göre söylemeyip, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gelen haberleri nakl etdikleri için dinde reformcu, bu âlimlere câhil damgası basacak kadar alçalmakdadır. Hâlbuki, bu haberleri ve tatbîk yerlerini bilmiyen, kendileri uydurup söyliyen bu dinde reformcular câhildir. Hem de kara câhildirler. Cehl-i mürekkeblerinden dolayı kendilerini birşey bilir sanıyorlar. Yalan, bozuk sözlerini ilm olarak yaymakdan hayâ etmiyorlar. (El-hayâ-ü minel-îmân) Hadîs-i şerîfi (Müslim)de yazılıdır. Din düşmanlarında hayâ olmadığını bu Hadîs-i şerîf de göstermekdedir. Fıkh âlimleri, icmâ’ ile bildirilmiş olan ve ihtilâflı olan mes’eleleri bildirdiler. Bu ilmi bilenler, bunları birbirlerinden ayırır. Câhil dinde reformcular, fıkh âlimlerini kendileri gibi sanıyorlar. (El-kelâm-ü sıfat-ül mütekellim) sözü bunların içyüzlerini ortaya çıkarmakdadır. Bu söz, (Bir kimsenin sözü, bu kimsenin nasıl olduğunu anlatır) demekdir.
Fıkh âlimleri, icmâ’ vardır sözünü, bilmeden söyliyorlarmış. Bu yüce islâm dîni, asrlardan beri bu câhiller elinde oyuncak olmuş da, bu zındıklar şimdi, dîni rayına oturtacaklarmış. Sözbirliğini inkâr edenin kâfir olacağını kendi de söylemişdi. İcmâ’ı, İslâm âlimleri bilememiş, bulamamış ise, kendisi nerden bulacak? Buna şaşmağa hiç lüzûm yok. (El-câhilü cesûrün). Uydurup uydurup söyliyecek. Onun için, bundan kolay ne var ki. Bu kitâbı
gibi, yalanlarla, iftirâlarla dolu yüzlerce kitâb yazmak, onun için, işden bile değildir. Her sözü hikmet ile dolu olan Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kıyâmete yakın, ortaya çıkan din adamları, eşek leşinden dahâ çok kokmuş olacaklardır) Hadîs-i şerîfi ile haber verdiği kokmuşları aramağa lüzûm kalmamışdır. Onlar kendilerini teşhîr ediyorlar. Zehrli, pis kokuları Mısrdan bütün dünyâya yayılıyor. Allahü teâlâ, genç din adamlarımızı ve hepimizi bu öldürücü hastalık mikroplarının bulaşmasından ve bu türedilerin şerrinden muhâfaza buyursun! Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunu gösteren ve Onun vârisleri oldukları bildirilmiş olan, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin doğru yolundan bizleri ayırmasın! Bu mubârek Allah adamları, fıkh ve ilmihâl kitâblarını yazmamış olsalardı, bu türedi din câhillerinin pençelerine düşerek, yaldızlı sözlerine aldanarak, helâk olurduk. Küfrden, bid’atden bizleri koruyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin mubârek rûhlarına bizlerden binlerce selâm ve düâlar olsun! Hak her zemân ekseriyyetde olmaz diyerek, (Ümmetim dalâlet üzerine ictimâ’ etmez) Hadîs-i şerîfini inkâr etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” emr etdiği için, icmâ’a ve cumhûra sarılmışlardır. Buhârî sonunda, (Fiten) kısmındaki Hadîs-i şerîfde, (Cemâ’atden bir karış ayrılan ve o hâlde ölen, câhiliyye ölümü ile ölür) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetini açıklamakdadır. Yine Buhârîde, dahâ sonraki bir Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, sizden ilmi almak için ilmi ile âmil olan âlimleri kaldırır. Câhiller kalır. Dinden süâl edenlere, kendi aklları ile cevâb verip insanları doğru yoldan ayırırlar) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf, âlimlerden nakl etmeğe taklîdcilik diyerek, Ehl-i sünneti kötüliyen, kendi kısa akl ve boş kafaları ile dîni içerden yıkan dinde reformcuların zararlarını bildirmekdedir. Bu Hadîs-i şerîf, (Buhârî)nin başında dahâ uzun yazılıdır. Yine (Buhârî)de, ilm kısmındaki Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet alâmetlerinden biri, ilm yok olacak, din câhilleri çoğalacak, içki içenler ve zinâ edenler artacak) buyuruldu. Dinde reformcuların, Ehl-i sünneti yok edip, din adamı olarak ortaya çıkmaları, bu Hadîs-i şerîfin, gaybdan haber veren mu’cizelerden olduğunu göstermekdedir. İmâm-ı Muhammed bin İsmâ’îl Buhârî, 194 [m. 809] da tevellüd, 256 [m. 869] da Semerkandda vefât etmişdir.
34 - Dinde reformcu diyor ki, (Taklîd ictihâdın netîcesidir. Bunun olmadığı yerde, o da olmaz. Bütün ittifâklı mes’eleleri bitirenlerin, ihtilâflı ibâdetleri yapması lâzım değildir. Hepsini terk etmeleri câizdir. Bilmediği bir kimseyi taklîd etmek, şu’ûrlu ve
basîretli olur mu? Fetvâ almak, taklîd olmayıp, nakl ve rivâyet kabîlindendir. Re’yini almak ve ictihâdını benimsemek için, müctehidler arasında aranılan üstünlük, Halîfeler ile diğer Sahâbeler arasında, bahs mevzû’u olan üstünlük gibi değildir. Ya’nî, Allahü teâlâ katındaki üstünlük değildir. Ölçü, bilgi, araşdırma ve görüş kuvvetidir. Dahâ sonra gelen, dahâ üstün olabilir. İmâmlar içinde en kuvvetli olanı, imâm-ı Şâfi’îdir. Delîlini bulamadığım zemân, delîlini üstün gördüğüm mezhebe uyarım. Ya’nî, hem müctehid, hem de mukallid olurum. Yalnız taklîdci olmakdan kurtulurum. Şimdiki müslimânlar, ne mezheb biliyor, ne de îmân. Çoğunun din bilgisi, Allah birdir ve gökdedir. Peygamber, semâya çıkarak Allahı gördü).
Reşîd Rızânın bu yazıları da, kendi görüşlerinin ifâdesidir. İslâm âlimi olmadığı için, hattâ, önceki yazıları, hangi yolun yolcusu olduğunu açıkladığı için, onun, bu derme çatma yazılarına cevâb vermeğe değmez. Fekat, (Sinek küçük ise de, mi’deyi bulandırır) ata sözü gereğince, gençleri bunun şerrinden korumak için, birkaç kelime yazmak uygun olacakdır.
İctihâd olmıyan yerde taklîd olmaz sözü, doğru değildir. Çünki, Nisâ sûresi, 58.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Resûlüme itâ’at ediniz) buyuruldu. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, bu emre uyarak, Resûlullahın her dediğini yapdılar. Kendilerini ölümlere atdılar. Hiçbiri delîl, sened aramadılar. Resûlullahı kaydsız şartsız taklîd etdiler. Bu emrler Vahy ile idi. İctihâd karışık değildi. İctihâd yapılan işlerde ise, Eshâb-ı kirâm da ictihâd yapıp, ictihâdlarını Resûlullaha söylerlerdi. İctihâdları, ba’zan Resûlullahın ictihâdına uymazdı. Böyle olduğu zemânlarda, Vahy gelerek, hangi ictihâdın doğru olduğu belli olurdu. Ba’zan Eshâbın ictihâdına uygun Vahy gelirdi. Resûlullahın vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm ictihâd edilecek mevzû’larda birbirlerine uymadılar. Müctehidin, başka müctehidi taklîd etmesinin câiz olmadığı, bundan anlaşıldı. Bir mukallidin bütün mes’elelerde bir müctehidi taklîd etmesi lâzımdır. Mukallid, binlerce mes’ele içinde, ittifâklı ve ihtilâflı olanları arayıp bulup öğrenmeğe mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, Eshâb-ı kirâm, Tâbi’îne bunu emr ederdi. Müslimânları buna mecbûr tutmak, ümmet-i Muhammede güçlük çıkarmak olur. Dînimiz, güçlük çıkarmayınız, kolaylaşdırınız buyuruyor.
Dinde reformcuya göre, herbir müslimân binlerle mes’ele içinde ittifâklı olanları ve ihtilâflı olanları öğrenecek ve ayıracak, ittifâklıları yapacak, ihtilâflıların üzerinde de incelemeler yapacak,
delîllerini arayıp bulacak, hangisinin dahâ kuvvetli olduğunu anlıyacak, ondan sonra da, bunu isterse yapacak, isterse yapmıyacak. Bu ne biçim mantık ve ne biçim teklîf? Müslimânların hiçbirşey bilmediklerini, Allah gökdedir diyecek kadar câhil olduklarını kendisi de yazıyor. Böyle insanlara bir mezhebi öğretmek mi, yoksa bunun önüne yukarıdaki güçlükleri çıkarmak mı dahâ uygundur? Aklı olan, insâfı olan, ya’nî Allah için ve din için konuşan bir kimse, elbet hemen cevâbını verir. Fekat, dinde reformcunun niyyeti, müslimânlara ve islâmiyyete hizmet olmayıp, müslimânları ürkütmek, dinden ayırmak ve islâmiyyeti içerden yıkmak olduğu, kitâbın başından beri birçok sözünden anlaşılmışdır. Buna (sus be zındık, müslimânları aldatamazsın) demekden başka cevâb verilemez.
Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, re’y almak ve ictihâdını sormak için, Allahü teâlâ katındaki üstünlüğü ararmış da, ölçü, bilgi ve araşdırma aramazmış! Bu da, onun bölücü, yıkıcı sözlerinden biridir. Eshâb-ı kirâmı lekelemeğe kalkıyor. Onlarda, ölçü, bilgi olmadığını söyliyor. Dört halîfe, Eshâb-ı kirâma, (Bunu hanginiz biliyor?) derler. Bilenden öğrenirlerdi. Çünki, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Allahü teâlâ katında üstün idiler. Üstünlük farkları değil, bilgileri, görüşleri sorulurdu. Ehl-i sünnet âlimleri de, böyle yapdılar. Her işlerinde, Eshâb-ı kirâmın izinde yürüdüler.
İmâmlar içinde en yüksek imâm-ı Şâfi’î olduğuna inanmak suç değildir. Fekat imâm-ı Şâfi’înin kendisi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin dahâ yüksek olduğunu söylemişdir. Bu sözlerinden birkaçı, kırküçüncü maddede yazılıdır.
Dinde reformcular, dört mezhebi ve böylece Ehl-i sünneti ve bu vâsıta ile islâmiyyeti yıkmak için, mezheblerin telfîki, ya’nî kolaylıklarını toplayıp, geri kalanını atmak üzerinde çok duruyorlar. Hangisinin kitâbında olursa olsun, Ehl-i sünnet âlimlerinden getirdikleri misâllere bakılırsa, hanefî mezhebindeki üç imâmın ictihâdının birleşdirildiğini yâhud başka mezheblerin ictihâdlarının, (harac) meşakkat olduğu zemân birleşdirildiğini ileri sürmekdedirler. Bunlardan ikisinin de câiz olduğunu biz de söyliyoruz. Çünki, bir mezhebin içindeki imâmların ictihâdları, mezheb imâmının ictihâdı demekdir. Bunları birleşdirmek, mezheb imâmının ictihâdından dışarı çıkmak olmaz. Bunu önceki maddede uzun bildirmişdik. Dinde reformcular, akllarınca kurnazlık yaparak, câiz olan şeyleri yazıyor, bunları ileri sürerek, kendi bozuk
ve yıkıcı fikrlerini, din ve ibâdet şekline sokmak istiyorlar.
35 - Reşîd Rızâ, sözlerini tekrâr ederek, fikrlerini perçinleşdirmek istiyor. Yine diyor ki, (Ben ibâdetler husûsunda kıyâs kabûl etmiyorum. Delîle bakan ve ona göre re’yleri kabûl eden her müslimân da müctehiddir. Mezheblere bağlı âlimler de, ba’zı mes’elelerde onlara muhâlefet etmişlerdir. Begavî, Evzâ’î ve Gazâlî, Şâfi’î mezhebinde oldukları hâlde, imâmlarına ve Zimahşerî de, Ebû Hanîfeye muhâlefet etmişdir. Dört halîfeden sonra saltanat sâhibi hükümdârlık başlamışdır. Din ilmleri de bozulmuşdur.)
Dinde reformcuya göre, dinde kıyâs olmaz ve bütün müslimânlar müctehiddir. İhtilâflı mes’elelerin delîllerini inceleyip doğru olanı bulacaklardır. Ya’nî kıyâs yapacaklardır. İki sözü birbirini nakz etmekdedir. İctihâdın ve kıyâsın üsûl-i fıkh kitâblarındaki ma’nâlarını anlıyabilmiş olsaydı, bu tenâkuza düşmezdi. Mısrlı dinde reformcunun ana dili olan arabîsi kuvvetli, biraz da mekteb görmüş. Elbet Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını kolayca okuyor ve kendine göre birşeyler anlıyor. Fekat, (Üsûl-i fıkh) ilmi büyük bir deryâdır. Bu ilme ehl olmak için, seksen kadar âlet ilmleri okumak lâzımdır. Bu âlet ilmleri bilmiyen, hattâ inkâr eden bir kimseye, arabîsi çok kuvvetli olsa da, bu ilmin câhili denir. Asrımız ihtisâs asrıdır. Yalnız tıb ilminde ve yalnız fizikde ve kimyâda yeni yeni ihtisâs kolları meydâna çıkıyor. Dâhiliyye mütehassısı olan doktor, hastasını ba’zan sinir mütehassısı olan doktora, o da rûh mütehassısı olan doktora, bu da psikiyatri mütehassısı olan doktora göndermek zorunda kalıyor. Fiziko-terapideki ihtisâs kolları ise, bundan dahâ çok. Fen kısmlarında, bu çeşidli ihtisâs kolları bulunuyor da, dahâ geniş ve dahâ şümûllü ve dahâ yüksek olan din bilgisindeki ihtisâs kollarını ve bunların mütehassıslarını hafîf görmek, hattâ inkâr etmek nasıl doğru olabilir? Hele bu, ilm adına konuşan bir kimse için, aslâ kabûl edilemez. Dinde reformcunun (üsûl-i fıkh) ilminde pek câhil olduğu kolayca anlaşılıyor. Bir câhilin, bir âlime, bir mütehassısa dil uzatmasının kıymeti olamaz. Âlimi, âlim tanır. Câhil tanıyamaz. Câhilin lehde ve aleyhde sözleri mu’teber olamaz. Âlimlerin sözlerini anlamadan yazan, böylece sahîfeler dolduran bir câhil, ancak kendi gibi câhilleri aldatabilir. Bu satırları yazarken, bu yüksek ilmde söz sâhibi olduğumuzu aslâ iddi’â etmiyoruz. Âlim olmak şöyle dursun, o büyük insanların derin ilmleri karşısında bir hiç olduğumuzu görüyoruz. Bu ilm üzerinde kendimizden konuşmağı ve yazmağı kendimiz için bir edebsizlik biliyoruz. Fekat, ne
yapalım ki, din câhilleri, din düşmanları meydâna çıkmışlar, cirit oynuyorlar. İslâmiyyete saldırmakda, birbirleri ile yarış ediyorlar. Bunlara cevâb verecek, erbâb-ı kemâlden bir kahraman görülmiyor. Din gidiyor. İslâmiyyet yıkılıyor. Rabbimize çok ve sonsuz şükrler olsun ki, bu hâlleri çok önceden gören ve üzülen, fekat söylemekden, yazmakdan mahrûm edilmiş olan derin bir din âlimini, bu ilmin mütehassısını görmekle şereflendik. Bu çok büyük ni’metinden, ihsânından dolayı, Rabbimize tekrâr tekrâr şükrler olsun! Vücûdümüzün her hücresi dile gelse, Rabbimizin bu ni’metinin şükrünün milyonda birini yapmış olamayız. O büyük din mütehassısının, ya’nî Seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” hikmet ve ma’rifet hazînesinden birkaç şey işitmeseydik, bu ulvî ve çok yüksek ve pek tehlükeli olan mevzû’da kitâblar yazmak şöyle dursun, ağzımızı açmağa bile cesâret edemezdik. Fekat, o kaynakdan sızanları, din kardeşlerimize iletmeği kendimize vazîfe, hattâ borç biliyoruz. (Fitne çıkıp, bid’atler yayıldığı zemân, doğruyu bilen söylesin! Söylemezse, Allahın, meleklerin ve bütün insanların la’neti ona olsun) Hadîs-i şerîfinin tehdîdinden kurtulmak için, işitdiklerimizi, öğrendiklerimizi din kardeşlerimize bildirmek için çabalıyoruz. Cenâb-ı Hak, doğruyu yazmamızı ihsân buyursun! Okuyanlara te’sîr etmesini nasîb eylesin! Yapacağımız hatâları afv buyursun! Ümmet-i Muhammediyyeyi âhır zemân fitnelerinden muhâfaza buyursun!
Mezheblere bağlı hiçbir âlim, ictihâd derecesine yükselse bile, mezhebinin imâmının üsûl ve kavâ’idine, hiçbir zemân muhâlefet etmez. Bir mezhebin ilmlerini yayan âlimler, çeşidli derecelerde olurlar. Bunların birçoğu erbâb-ı tercîhdir. Mezheb imâmından gelen rivâyetlerin delîllerini inceliyerek, bunlardan birini tercîh ederler. Tercîh olunmıyan delîl red edilmiş değildir. Harac, meşakkat olduğu zemân, bunlarla da amel olunur. İmâmdan gelen rivâyetlerden birini tercîh etmek, imâma muhâlefet olmaz. Evzâ’î, Begavî ve Gazâlî de, imâm-ı Şâfi’î gibi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” müctehidlerdir. Birçok mes’elede ictihâdları, imâm-ı Şâfi’îye uygun olmuşdur. Câhiller bunları Şâfi’î mezhebinde sanıp, mezheb imâmına muhâlefet etdiler diyorlar. Zimahşerî (vefâtı 538 [m. 1144]) ise, Hanefî olmak şöyle dursun, Ehl-i sünnet bile değildir. Yetmişiki sapık fırkadan (Mu’tezile) fırkasındadır. Mu’tezilî olanların ibâdetleri, Hanefî mezhebine benzediği için, bunları hanefî zan ediyorlar. Dört halîfeden sonra, din bozuldu demek, bir din adamının değil, kitâb okumuş olan herkesin şaşacağı bir sözdür. Dinli dinsiz herkesin red edeceği bir şeydir.
Din bilgilerinin kıyâmete kadar bozulmadan devâm edeceğini, hem Kur’ân-ı kerîm, hem de Hadîs-i şerîfler, haber veriyor. Hak üzere olan bir cemâ’at, kıyâmete kadar devâm edecekdir. Her yüz senede bir, bu dîni kuvvetlendiren âlimler yaratılacakdır. Evet, yetmişiki fırka meydâna çıkdı. İ’tikâdı bozulanlar çoğaldı. Ehl-i sünnetde de, câhiller, fâsıklar pekçok. Fekat, hak üzere olan da vardır. Hak yol meydândadır. Din, ilk asrda olduğu gibi, sâfiyyetini muhâfaza etmekdedir.
(Mişkât-ül-mesâbîh) hadîs kitâbının sağlam, sahîh olduğunu, dört mezhebin âlimleri sözbirliği ile bildirmekdedir. İşte bu kitâbda (Kitâb-ül-fiten) kısmında, Sevbân “radıyallahü anh” hazretlerinin haber verdiği Hadîs-i şerîfde, (Bir zemân gelecek, ümmetimden bir kısmı müşriklere katılacak. Onlar gibi, putlara tapacak. Yalancılar çıkacak. Kendilerini Peygamber sanacaklar. Hâlbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zemân bulunacakdır. Onlara karşı olanlar Allahın emri gelinceye kadar, onlara zarar yapamayacakdır) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf gösteriyor ki, dinde reformcular, zındıklar, bu dîn-i mübîni, kıyâmete kadar, hiçbir zemân bozamıyacaklardır. Dünyânın her yerindeki kütübhânelerde bulunan İslâm kitâbları arasında bozuk, yıkıcı, bölücü olanları pekçok ve hergün çoğalmakda ise de, bunlar arasında doğru olanları da vardır. Bunlar hiçbir zemân yok olmıyacakdır. Ve hiçbir kimse yok edemiyecekdir. Bunlar, Allahü teâlânın hıfz ve emânı altındadırlar. Bu kitâbları arayıp, bulup, okuyup se’âdete kavuşanlara müjdeler olsun! Beyt:
Aranılan hazînenin nişânını verdim sana!
Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da.
36 - Dinde reformcu diyor ki, (İnsanlar âlim ve avâm olmak üzere iki sınıfdır. Birinciler, delîli bulur, ona tâbi’ olur. İkinciler ise, muayyen birini taklîd etmemek üzere müctehid ve fakîhlere tâbi’ olur. Avâmın muayyen mezhebi yokdur. Onların mezhebi, müftînin mezhebidir sözünün ma’nâsı da budur. Önceki âlimler yine diyor ki, muayyen bir müftîye bağlanmak lâzım değildir. Dilediğine sorup anlar. Avâmın hadîs ile amel etmeleri câizdir. Bu husûsda imâmlar ihtilâf etmemişlerdir. (Hidâye)de, kan aldıranın orucu için diyor ki, kan aldırdıkdan sonra, orucu bozuldu sanarak yirse, hem kazâ, hem de keffâret yapar. Çünki bu zannı, dînî bir delîle dayanmamışdır. Müftî böyle fetvâ verirse, onun için delîl olur. Eğer bir hadîse uydu ise, yine böyledir. Keffâret yapmaz
(Kâfî ve Hâmidî). Resûlullahın sözü, müftîninkinden aşağı olmaz. Dört imâmın hepsi, sözümüzü bırakın, hadîsi alın dedi. Kim, Kitâb ve Sünnet ile amel etmek isterse, zındıkdır diyorlar. Ebû Hanîfe, delîlimi bilmiyenin, benim ictihâdım ile fetvâ vermesi câiz değildir dedi. Böylece müslimânların Kitâbdan ve Sünnetden yüz çevirip, kendi sözlerini taklîd etmeleri için ictihâd etmediğini bildirmişdir. Onun ictihâd etmesi, Kitâbdan ve Sünnetden nasıl hükm çıkarılacağını müslimânlara göstermek içindir. İbni Âbidîn gibi, sonra gelenlerin sözlerine bakarak, Kitâbdan ve Sünnetden hükm çıkarmağa harâm demek, Ebû Hanîfeye uymamak olur. Bu taklîdciler, amel fıkh iledir, hadîs ile değildir sözünü, kendileri gibi taklîdcilerden nakl etdiler. Zahîriyye kitâbı, bu sözün avâm için olduğunu bildiriyor ise de, bu söz, fıkh var iken Kitâb ve Sünnet ile amel câiz değildir demekdir ki, yanlış olduğu meydândadır. Böyle söyliyenler, câhil ve inâdcıdırlar. Keydânî, harâm olan şeylerden onuncusu, nemâzda parmakla işâret etmekdir diyor. Aliyy-ül-kârî, onun bu sözünün günâh olduğunu bildirdi. Sözü te’vîl edilmese, kâfir olur dedi. Çünki, Resûlullahın parmak kaldırdığı sâbitdir dedi).
Evet, müslimânlar iki kısmdır. Birincisi ictihâd derecesine kadar yükselmiş olan islâm âlimleridir. İkincisi, bu dereceye yükselmemiş olan âlimler ve avâmdır. Avâm, dilediğini müftîye sorar demek, kendi mezhebinde olan müftîye sorar, kendi mezhebinde olan müftî bulamazsa, başka mezhebdeki müftîye de sorabilir demekdir. (İbni Âbidîn), 1198 [m. 1784] de tevellüd, 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etmişdir. (Redd-ül-muhtâr)ın sonsözünde (Hazânetür-rivâyât)dan alarak diyor ki, (Âyetden ve hadîsden ma’nâ çıkarabilen âlimler, (Ehl-i dirâye)dir. İctihâd derecesindedir. Mezheblerine muhâlif olsa da kendi mezheblerinin imâmlarından gelen mercûh haberler ve za’îf rivâyet ile de amel etmeleri câiz olur. Yapılmasında harac olduğu zemân, avâma da fetvâ verirler.) Görülüyor ki, kendi mezhebindeki kolay yolu gösteren ictihâda da uymak, müctehid-i fil mezheb için her zemân, avâm için ise, harac [meşakkat] olduğu zemân câiz olmakdadır. (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında gusl abdesti maddesine bakınız! (İbni Âbidîn) yine önsözünde buyuruyor ki, (Avâmın mezhebi olmaz. Onun mezhebi, müftîsinin mezhebidir. İbni Hümâmın (Tahrîr) kitâbının şerhinde bu sözü açıklarken mezheb taklîd etmek, mezhebin ne olduğunu bilen, anlıyan yâhud bir mezhebin kitâbını okuyup bu mezheb imâmlarının fetvâlarını anlıyan kimse içindir. Böyle olmıyan kimsenin, hanefî veyâ şâfi’î olduğunu söylemesi, bu mez-
hebde olduğunu göstermez denilmekdedir. Bundan anlaşılıyor ki, avâmın mezheb değişdirdim demesi birşey ifâde etmez. Başka mezhebdeki müftîye sorunca, mezhebi değişmiş olur. İbni Hümâm (Feth-ül-kadîr) kitâbında diyor ki, müftînin müctehid olması lâzımdır. Müctehid olmıyan âlime (Nâkıl), ya’nî haber iletici denir. Müctehid olmıyan müftîler de mukalliddir. Bunlar ve avâm, Hadîs-i şerîflerden doğru ma’nâ çıkaramaz. Bunun için, müctehidlerin anladıklarına uymaları, ya’nî onları taklîd etmeleri lâzımdır. Bu husûsda imâmlar ihtilâf etmemişlerdir.)
Oruclu iken hacâmat yapmağa gelince, hanefî mezhebinde, bunun orucu bozmadığı şübhesizdir. Bozuldu zan ederek, yirse, kazâ ve keffâret lâzım olur. Orucun bozulmadığını bilmiyecek kadar câhil olana âmî veyâ avâm denir. Hanbelî müftîsi bozuldu dedi ise veyâ bozulacağını bildiren bir hadîs işitip te’vîl edemezse, orucu bozmadığı şübheli olur. Sonra, birşey yiyince, keffâret lâzım olmaz. Çünki, avâmın mezhebi, sorduğu müftînin mezhebidir. Bu misâl, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ictihâdıdır. Hanefî mezhebinde olan kimsenin İmâm-ı a’zamın ictihâdına uyması lâzım geldiğini bildirmekdedir. Dinde reformcunun yazdığı bu misâl, kendisinin haksız olduğunu göstermekdedir. İbni Hümâm, (Hidâye)deki (dînî delîle dayanarak) sözünü (Orucu bozan birşeye benzetmek) diyerek açıklamakdadır. Böylece açıklaması ve müftînin fetvâsının da delîl olduğunun bildirilmesi, yine dinde reformcunun haksız konuşduğunu gösteriyor. Dinde reformcu, müslimânları aldatmak için kazmış olduğu kuyuya kendisi düşmekdedir. Mezheb imâmlarının, benim sözümü bırakın, hadîse uyun buyurmaları, kendi talebeleri için idi. Talebeleri de müctehid idi. Müctehidin kendi ictihâdına uyması lâzım gelir.
Hiçbir fıkh âlimi, (Kim Kitâb ve Sünnet ile amel etmek isterse zındıkdır) dememişdir. Bu sözü, dinde reformcu uydurmakdadır. Bu sözünün doğrusu, kim Kitâb ve Sünnetden kendisinin anladığına göre, amel etmek isterse, zındıkdır buyurmuşlardır. Doğrusu da budur. Çünki, ictihâd derecesine varmıyan kimse, Kitâbdan ve Sünnetden doğru ma’nâ çıkaramaz. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, yanlış ma’nâ çıkaranların kâfir olacağını bildirdi. Bu büyük tehlüke karşısında, mezheb imâmı bile, Kitâbın ve Sünnetin ma’nâsını Eshâb-ı kirâmdan öğrenmiş ve bu doğru ma’nâya göre ictihâd eylemişdir. Bu doğru ma’nâyı ve doğru ictihâdı beğenmemek, Muhammed aleyhisselâma inanmamak olur. Bu da zındıklıkdır. İmâm-ı a’zamın, delîlimi bilmiyenin benim ic-
tihâdım ile fetvâ vermesi câiz değildir buyurması, müftînin müctehid olması lâzım geldiğini gösteriyor. Bu da, İbni Âbidînin, sözünü, İmâm-ı a’zamdan almış olduğunu gösteriyor. İbni Âbidînin kitâbının, i’timâda şâyan, çok sağlam olduğunu isbât ediyor. Mezheb imâmlarını taklîd etmek, Kitâbdan ve Sünnetden yüzçevirmek demek değildir. Kitâbdan ve Sünnetden yanlış ma’nâ çıkarmağa kalkışmayıp, mezheb imâmının kavuşduğu doğru ma’nâya tâbi’ olmak demekdir. Mezheb imâmları, Kitâbdan ve Sünnetden nasıl hükm çıkarılacağını bildiren üsûl ve kâideler koymuşlar ve bunları mezheblerinde bulunan müctehidlere öğretmişlerdir. Mukallidler ve hele mukallidlerin avâm kısmı, bu üsûl ve kâideleri bilmekden ve anlamakdan ve ictihâd yapmakdan çok uzakdırlar. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” müctehidlerin Kitâbdan, Sünnetden hükm çıkarmalarına aslâ harâm dememişdir. İctihâd derecesine yükselmemiş olan câhillerin hükm çıkarmasına harâm demişdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kur’ân-ı kerîmden ve benim hadîslerimden kendi re’yi ile hükm çıkaran kâfir olur) buyurdu. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” de, ictihâd derecesinde olmıyan câhillerin fetvâ vermesinin câiz olmadığını bildirdi. Bunu, dinde reformcu da, yukarıda yazmakdadır. O hâlde, İbni Âbidîn hazretleri bu sözünde yerden göke kadar haklıdır. Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliyyi kâmil ve mükemmil Seyyid Abdülhakîm Efendi, (Hanefî mezhebindeki fıkh kitâblarının en kıymetlisi, en fâidelisi ibni Âbidîn hazretlerinin (Redd-ül-muhtâr) kitâbıdır. Her sözü delîl, her hükmü seneddir) buyurmuşdur. İslâmiyyetin böyle temel kitâbına dil uzatan, onu hafîf göstermek istiyen kimse, zındıkdan başka ne olabilir? İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hanefî mezhebinde büyük fıkh âlimidir. Her sözünü, her hükmünü müctehidlerden, onlar da İmâm-ı a’zamdan, o büyük İmâm da, Kitâbdan ve Sünnetden almışdır. Görülüyor ki, ibni Âbidînin bildirdiği hükmlere tâbi’ olan her müslimân Kitâba ve Sünnete tâbi’ olmakdadır. İbni Âbidîne tâbi’ olmak istemiyen ise Kitâba ve Sünnete tâbi’ olmayıp, kendi hevâsına, nefsinin arzûlarına tâbi’ olan bir kimsedir. Böyle kimsenin Cehenneme gideceğini Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler haber vermekdedir. Tekrâr edelim ki, (Fıkh var iken, Kitâb ve Sünnet ile amel câiz değildir) sözünü dinde reformcular, zındıklar uydurmuşdur. Bu sözün doğrusu, kitâb ve sünnetden kendi anladığına göre amel etmek câiz değildir. Fıkh kitâblarında bildirildiği gibi amel etmek lâzımdır.
Nemâzda parmak kaldırmağa gelince, Pâkistânlı Yûsüf-i Be-
nûrî (Me’ârif-üssünen) kitâbının üçüncü cildinde, bunu uzun anlatıyor. Birçok kitâblardan misâller vererek, işâret edilmesini tercîh ediyor. Fekat, imâm-ı Rabbânî, birinci cildin üçyüzonikinci mektûbunda, mezheblerin üsûl ve kavâ’idine derin nüfûzünü ve müctehidlerin yüksekliklerini bildiriyor. Parmak kaldırılacağını gösteren Hadîs-i şerîfleri yazdıkdan sonra, bunun harâm ve mekrûh olduğunu bildiren kıymetli fetvâları da yazıyor. Kuvvetli delîllerle, parmak kaldırmamanın ihtiyâtlı olduğunu ortaya koyuyor. Bu hükmünde, yine beşerin efendisi olan Resûlullahın Hadîs-i şerîfine istinâd ediyor. (Mektûbât Tercemesi) kitâbında, bu mektûbu okuyanlar, din imâmlarının Hadîs-i şerîfe uymak için, kılı kırk yararcasına incelediklerini pek iyi anlar. Hindistândaki islâm âlimlerinden ve tesavvuf büyüklerinden Ahmed Sa’îd-i Fârûkî Dehlevî, parmak kaldırmakda, fıkh âlimlerinin sözlerini çok güzel anlatıyor. Altmışüçüncü mektûbunda buyuruyor ki, (Ba’zı âlimler, haberlerin çok olduğunu görerek, sünnet olduğunu bildirdi. Ba’zıları da, haberlerin birbirlerine uymadığını görerek, parmak kaldırılmaz dedi. Bir iş için, iki dürlü fetvâ olunca, her ikisi de yapılabilir. Birini yapanın, ötekini ayblamaması, ötekini yapanlara dil uzatmaması lâzımdır). Görülüyor ki, fıkh âlimleri, mezheblerin birbirlerine saygılı olmalarını emr etmişlerdir. Aliyyül-kârînin, (Keydânî)nin fıkh kitâbına dil uzatmasını çok görmemelidir. Onun, imâm-ı Şâfi’î ve imâm-ı Süyûtî ve imâm-ı Mâlik gibi dînin direklerine de sataşdığı ve hak etdiği cevâbı şeyh Muhammed Miskînden aldığı, (Fevâid-ül-behiyye)de uzun yazılıdır. (Ebeveyn-i Nebevî)yi tekfîr için müstakil bir risâle yazıp, (Şifâ)ya yapdığı şerhinde bu risâlesi ile övünen bu zâtın birçok kıymetli kitâblara yapdığı şerhlerin ve hâşiyelerin, kendisinin dinde söz sâhibi olduğunu gösterecek değerde olmadıkları meydândadır. Dinde söz sâhibi olmak için, müctehid olmak lâzımdır. Müctehid olmıyanların, din büyüklerini muhâkemeye kalkışmaları edeb sınırlarını aşmak olur.
(El-Müstened-ül-mu’temed) kitâbında diyor ki, Aliyy-ül-kârî, (Minah-ur-ravd) kitâbında, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ana ve babasının mü’min olarak öldüklerini inkâr etmekde ve (Bunu red için ayrıca bir risâle yazdım. Bu risâlemde, imâm-ı Süyûtînin üç risâlesindeki yazılarını, Kitâbdan, Sünnetden, kıyâsdan ve icmâ’ı ümmetden topladığım vesîkalarla red eyledim) demekdedir. İmâm-ı Süyûtînin “rahmetullahi aleyh”, Ebeveyn-i kerîmeynin mü’min olarak öldüklerini bildiren altı risâlesi vardır. Bu konu, fıkh bilgilerinden değildir. Ya’nî (Ef’âl-i mükel-
lefîn) dediğimiz halâl, harâm olmak, sahîh ve fâsid olmak gibi bilgilerden değildir. Bunun için, burada kıyâs yokdur. İcmâ’ ise, hiç yokdur. Bu konuda âlimlerin ihtilâfları meydândadır. Büyük islâm âlimi imâm-ı Süyûtînin sözleri tam yerindedir. Aliyy-ül-kârînin Kitâbdan delîl getirdim demesi de şaşılacak şeydir. Kur’ân-ı kerîm bunu açık ve kapalı bildirmedi. Böyle konuları, âyet-i kerîmelerin inmelerine sebeb olan şeylere bağlamak için de, Hadîs-i şerîfle isbât etmek lâzımdır. İmâm-ı Süyûtî, Aliyy-ül-kârî gibilerle ölçülemiyecek kadar, çok yüksek bir islâm âlimidir. Hadîs-i şerîfleri tanımakda, illetlerini, ricâlini, ahvâlini bilmekde, Aliyy-ül-kârî gibilerinden katkat yüksekdir. Onların, bunun sözlerine teslîm olmakdan veyâ susmakdan başka çâreleri yokdur. Bu büyük imâm, sözlerini ezici, susdurucu delîllerle isbât etmekdedir. Bu delîllerin kuvvetlerini dağlar anlamış olsalardı, erirlerdi. (Müstened)den terceme temâm oldu. Müstenedin yazarı olan Ahmed Rızâ hân Berilevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1340 [m. 1921] da, Hindistânda vefât etmişdir. Hanefî mezhebi âlimlerindendir. Kendi mezhebinde olan Aliyy-ül-kârînin haksız olduğunu, dinde söz sâhibi olmadığını bildirmekde, buna karşı, şâfi’î mezhebindeki imâm-ı Süyûtîyi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, savunmakda ve övmekdedir. İslâm âlimleri mezheb farkı gözetmeksizin, her zemân haklıyı savunmuşlardır. Şimdiki dinde reformcular ise, Ehl-i sünnet düşmanlarının kitâblarındaki iftirâları ve bu mezhebsizlerin târîhlerindeki aslsız hikâyeleri ele alarak, Ehl-i sünnete saldırmakdadır. Fıkh âlimlerini ve mezheblerin en kıymetli kitâblarını lekeliyebilmek için, Aliyy-ül-kârî gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mubârek anasına, babasına kâfir diyecek kadar taşkınlık gösteren birini, kendine şâhid göstermekdedir. Aliyy-ül-kârî, Hirâtda tevellüd ve 1014 [m. 1606] da Mekke-i mükerremede vefât etmişdir.
37 - Dinde reformcu, onbirinci konuşmasına başlarken, vâiz efendi adına şöyle yazıyor: (Bize, kendi mezheblerimizin âlim ve kitâblarından başka kitâblara bakmak, onlarda gördüklerimiz ile amel etmek yasak edilmişdir. Hattâ, müctehid-i fil-mezheb olan Kemâl ibni Hümâmın, mezhebden nakl edilmiş hükmlere muhâlif yazıları, kuvvetli delîllere dayansa da, bunlarla amel edilmez denildi).
Bir din vâizi böyle saçma ve yalan şeyler söyler mi? Buna imkân var mı? Fekat dinde reformcu, Ehl-i sünnete saldırırken, o kadar sinirleniyor, o kadar intikâm besliyor ki, yalnız ilmin ve
edebin değil, aklın da dışına taşıyor. Şu’ûrunu gayb ediyor. Burada (Üsûl-i fıkh) ilminin ince mes’elelerinden birine dokunmakdadır. Kısacası şöyledir: Dört mezhebdeki fukahâ yedi derecedir. Birincisi (Müctehid-i fiş-şer’) olan birinci tabakadır. Bunlar (Müctehid-i mutlak)dır. Dört mezhebin imâmları böyledir. Kendi mezheblerinin üsûl ve kâidelerini kurmuşlardır. İkinci tabaka, (Müctehid-i fil-mezheb) olanlar, mezheb imâmının kâidelerine uyarak, delîllerden ahkâm çıkarırlar. İmâm-ı a’zamın talebesi arasındaki müctehidler böyledir. Üçüncü tabaka, (Müctehid-i filmesâil) olan âlimlerdir. Bunlar mezheb imâmının ve talebelerinin bildirmedikleri mes’elelerin hükmlerini çıkarırlar. Onlara muhâlefet edemezler. Tahâvî, Ebül-Hasen Ubeydüllah Kerhî ve Şemsül-eimmeler ve Kâdîhân böyledir. Dördüncü tabaka, (Eshâb-ı tahrîc)dir. Bunlar müctehid değildir. Bildirilmiş olan mücmel sözleri ve mübhem hükmleri açıklarlar. Râzî bunlardandır. Beşinci tabaka, (Eshâb-ı tercîh)dir. Gelmiş olan rivâyetlerin sıhhat derecelerini ayırırlar. (Kudûrî) ve (Hidâye) sâhibi böyledir. Altıncı derece, (Eshâb-ı temyiz)dir. Kavi, za’îf, zâhir ve nâdir haberleri birbirlerinden ayırırlar. (Kenz), (Muhtâr), (Vikâye) kitâblarının sâhibleri böyledir. Yedinci tabaka, bunların hiçbirini yapamazlar. Bunların hiçbiri, meşakkat olmadıkça, mezhebe muhâlif fetvâ veremezler. Dinde reformcu, bu sözü değişdirerek, kendi mezhebinden olmıyan kitâbı okumak ve hele amel etmek yasak edilmişdir diyor. Hâlbuki yukarıdaki âlimler ve her müslimân, dilediği mezhebin kitâbını okurlar, öğrenirler, isterlerse, başka mezhebe geçerler. Harac olunca, ya’nî sıkışık zemânda, herkes, kendi mezhebindeki ruhsatları yapar. Yapamazsa veyâ bir iş için ruhsat bulamazsa başka mezhebdeki kolaylığa uyarak sıkıntıdan kurtulur. Yalnız, bir işi başka mezhebe göre yaparken, o mezhebde bu iş için olan farzları ve vâcibleri de yapması, fesâdlarından, harâmlarından sakınması lâzımdır. Bunun için, başka mezhebdeki lâzım olan şeyleri öğrenmiş olması gerekir. İbni Hümâmın beşinci tabakada, (Ehl-i tercîh)den olduğu, (İbni Âbidîn)in “rahmetullahi teâlâ aleyh” üçüncü cildi başında yazılıdır. Ya’nî, dinde reformcunun dediği gibi, mutlak müctehid olmak şöyle dursun, hiç müctehid değildir. Her mukallid gibi, onun da, mezheb imâmını taklîd etmesi lâzımdır. Dinde reformcu, İbni Âbidîn gibi âlimler için, İbni Hümâm gibi mukallidleri taklîd ediyorlar diyerek, taklîdcilerin taklîdcisidirler diyordu. Şimdi de taklîd etmezler diyerek kötülemeğe kalkışıyor. Ehl-i sünneti gözden düşürmek için ne yapacağını bilemiyor! Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları meydândadır.
Meselâ, bir mezhebe tâbi’ olan kimsenin başka bir mezhebi taklîd etmesi câiz olup olmadığını, büyük âlim Ahmed ibni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (El-fetâvâ-i-hadîsiyye) kitâbında, şöyle yazmakdadır: (İmâm-ı Ebül-Hasen Alî Sübkî “rahmetullahi aleyh” başka bir mezhebi taklîd etmekde yedi hâl olduğunu bildirdi:
1) Bir işin yapılmasında, başka mezheb imâmının ictihâdının dahâ kuvvetli olduğuna inanan kimsenin, bu işi o mezhebi taklîd ederek yapması câizdir.
2) İki mezhebin imâmlarının, bir işdeki ictihâdlarından hangisinin dahâ isâbetli olduğunu bilmiyen kimsenin de, bu işi, iki mezhebden dilediğine uyarak yapması câizdir. Başka mezhebi taklîd etmesi, dinde ihtiyât etmek için ise yâhud kendi mezhebine göre harac var ise, meselâ fâizden kurtulmak için ise, kerâhetsiz câiz olur. Başka sebeble ise, mekrûh olur.
3) Kendi mezhebine göre yapmasında harac bulunan bir şeyi, yapması kolay olduğu için, başka mezhebi taklîd etmek câiz ise de, iki imâmdan birinin delîlinin dahâ kuvvetli olduğuna inanmış ise, bu imâma uyması vâcibdir.
4) Kendi mezhebine göre yapmakda harac olmadan, yalnız kolay olduğu için, dahâ kuvvetli olduğunu bilmediği başka mezhebi taklîd etmek câiz değildir. Çünki, dînini değil, keyfini kayırmış olur.
5) Mezhebleri (Telfîk) ederek, ya’nî kolaylıklarını araşdırıp toplıyarak, işlerini yapmak câiz değildir. Çünki böyle yapmak, islâmiyyetin dışına çıkmak olur.
6) Bir işi, birkaç mezhebe göre yapmak, bu mezheblerden birine göre sahîh olmazsa, câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmişdir. Kemâl ibni Hümâmın câiz demesi za’îfdir.
7) Bir mezhebe göre yapdığı işin eserleri devâm etmekde iken, başka mezhebi taklîd etmek câiz değildir. Meselâ, hanefî mezhebine uyarak, komşusunun evini satılan müşteriden şüf’a hakkı ile satın alıp, bu evde, şâfi’î mezhebine göre iş yapmak câiz olmaz).
38 - Dinde reformcu, (Taklîdciyi taklîd etmek harâmdır. Sahîh hadîsi işiten kimseye, bu hadîsi filânın ictihâdı ile karşılaşdır. Uygun ise amel et denemez. Hadîsin mensûh olup olmadığını araşdır denir. Fekat bu, ehliyyeti olanlar içindir. Ehliyyeti olmı-
yanlar ise, (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetine uyarak ehliyyetli kişilere sormalıdır. Bir kimse, müctehid imâmların hepsini sever de, sünnete uygun olduğuna kanâ’at getirdiği yerlerde, onların herbirine tâbi’ olursa, iyi olur) diyor.
Taklîdciyi taklîd elbet harâmdır. Fekat, taklîdci müslimânın verdiği habere inanıp, bu habere göre hareket etmek, onu taklîd etmek olmaz. Bu hadîsi, filânın ictihâdı ile karşılaşdır, uygun ise, amel et denemez. Fekat, bu Hadîs-i şerîfden kendi anladığını, mezheb imâmının ictihâdı ile karşılaşdır! Birbirlerine benzemiyorlar ise, kendi anladığın ile amel etme! Mezheb imâmının anladığı ile amel et denir. Hindistândaki büyük islâm âlimlerinden Senâüllâh-i Pâni-pütî “rahmetullahi aleyh” 1225 [m. 1810] de vefât etmişdir. 1197 senesinde yazdığı (Tefsîr-i Mazherî)de, Âl-i İmrân sûresinin altmışdördüncü âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki: Bir sahîh Hadîs-i şerîf görülse ve bunun mensûh olmadığı bilinse ve meselâ imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi aleyh” bir fetvâsı, bu Hadîs-i şerîfe uygun olmasa, eğer dört mezhebden birisi, bu Hadîs-i şerîfe uygun ictihâd etmiş ise, hanefî mezhebinde olanın kendi imâmının fetvâsına uymayıp, bu sahîh hadîse uygun ictihâd eden başka mezhebi taklîd ederek bu Hadîs-i şerîfe uyması lâzım olur. [Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, bu Hadîs-i şerîfin te’vîlli olduğunu anlıyarak, ma’nâsı açık olan diğer bir Hadîs-i şerîfe uymuşdur. Dört mezhebden biri böyle bir Hadîs-i şerîfe uymuş ise, bizim de uymamız lâzım olur.] Çünki, İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh” (sahîh Hadîs-i şerîf veyâ Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” birinin sözünü görürseniz, benim fetvâmı bırakıp, onlara uyunuz!) buyurdu. Böylece, icmâ’ın hâricine çıkılmamış olur. Çünki, Ehl-i sünnet âlimlerinin, dördüncü asrdan sonra, yalnız dört mezhebi vardır. Sünnî olan müslimânların amelde, ibâdet yapmakda, bu dört mezhebden başka, uyacakları bir mezheb yokdur. Bu dört mezhebden birine uymayan sözlerin bâtıl olduğu icmâ’ ile, sözbirliği ile bildirildi. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin icmâ’ ile bildirdiği söz dalâlet, yanlış olmaz) buyuruldu. Nisâ sûresi yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü’minlerin yolundan ayrılan kimseyi Cehenneme atarız) buyurulmuşdur. Dört mezheb imâmının ve bunların yetişdirdiği büyük âlimlerin, bir Hadîs-i şerîfi görmemelerine imkân ve ihtimâl yokdur. Onlardan hiçbirinin bir Hadîs-i şerîfe uymaması, bu hadîsin mensûh veyâ te’vîlli olduğuna icmâ’ olur. (Tefsîr-i Mazherî)den terceme temâm oldu. Görülüyor ki, bir mezheb imâmının bir ictihâdının bir Hadîs-i şerîfe uymadığı görülünce, (mezheb imâmı bu hadîs-i şerî-
fi işitmemiş veyâ buna uymamış) dememeli, (Bu Hadîs-i şerîfin mensûh veyâ te’vîlli olduğunu anlamışdır) demelidir.
Dinde reformcu, otuzuncu maddede bildirdiğimiz yazısında, (Üsûl âlimlerinin, taklîdin lâzım olduğunu (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) meâlindeki âyet-i kerîmeden çıkarmaları netîcesiz ve sakat bir muhâkeme ve istidlâldir) diyordu. Burada ise, (Ehliyyetli olmıyanlar (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetine uyarak, ehliyyetli kişilere sormalıdır) diyor.
39 - Dinde reformcu, onikinci konuşmasında, kelime oyunu yaparak, müslimânları aldatmağa çalışıyor. Diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’î, süâl soran birisine, Resûlullah böyle buyurdu deyince, sen de bu hükmü kabûl ediyor musun demiş. İmâm-ı Şâfi’î, Resûlullahdan bana kadar gelen söze, başımın üstünde demezsem, hangi yer beni kabûl eder demiş. Bunun için imâmlar taklîdden men’ etmiş, ictihâd kapısını göstermişlerdir. Hadîse aykırı ictihâd terk edilir. İmâm-ı Şâfi’î, sahîh hadîs bulursanız bana bildirin! Ben de onu tatbîk edeyim derdi. Hadîse muhâlif bir sözü Şâfi’îye nisbet etmek câiz değildir. Sultân-ul-ulemâ denilen İzzüddîn bin Abdüsselâm, mezhebinin za’îf olduğunu anladığı hâlde, isâbeti anlaşılan diğer bir mezhebi bırakıp kendi imâmını taklîdde ısrâr eden fakîha şaşılır. Hak ve isâbetin yalnız kendi imâmında olduğunu sanır. Gözlerini taklîd nasıl kör etmiş ki, bu hâle gelmişlerdir. Bunlar nerede, delîllerle berâber olan selef nerede dedi). Vâiz efendi ağzından da, (Bu büyük âlimin sözleri ma’kûldür. Fekat fukahânın çoğu, taklîd etdikleri mezheblerin üzerinde donup kalmışlardı. Adam, Muhammedî olmayı bırakıyor da, Hanefî veyâ Şâfi’î oluyor) diyor.
Dinde reformcu, kendi söylediklerini, yine kendisi tasdîk ediyor. Elbet, mason siyâseti böyle olur. Masonlar, niçin bütün dünyâya yayılmışlar. Hep bu yalancı, aldatıcı siyâsetlerinden değil mi? Fekat, ilmihâl kitâblarını okumuş olan müslimânları aldatamazlar. Ehl-i sünnet âlimleri bunların hîleli yazılarına gerekli cevâbları vermiş, hepsini rezîl etmişlerdir. Bu kıymetli kitâblardan birisi, Yûsüf-i Nebhânînin (Huccetüllahi alel’ âlemîn) kitâbıdır. Bu kitâbın sonundan birkaç sahîfe terceme edilerek, (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbına eklenmişdir. Fekat, bu kitâblardaki cevâbları bilmiyenlerin, okumıyanların aldanmalarından, uçuruma sürüklenmelerinden korkulur. Biz zâten bunun için kaleme sarıldık. Genç din adamlarının, bu yıkıcı fırtınaya kapılarak felâkete sürüklenmelerini önliyebilmek için, bu yalanlara cevâb ver-
mek zorunda kaldık. Bunun için, (Şevâhid-ül-hak) ve (Es-sihâmüs-sâibe li-eshâbid-de’âvî-yil-kâzibe) kitâblarından da terceme yapmayı uygun bulduk.
İmâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurduğu gibi, her müslimân, sahîh olan hadîse elbet teslîm olur. Bunu bilmiyen hiçbir müslimân yokdur. Dinde reformcunun bunu delîl olarak ileri sürmesine şaşılır. Fekat o, bu sözü koz olarak kullanmakdadır. Hâlbuki, bu sözün taklîd ve ictihâd ile hiçbir alâkası yokdur. Îmânı olan herkesin söyliyeceği bir sözdür.
Dinde reformcunun yüzlerce def’a tekrâr etdiği bir iftirâsı da,(Hadîse muhâlif ictihâd terk edilir) sözüdür. İctihâdlar yapılırken, bilinmiyen hadîsler vardı. Bu Hadîs-i şerîfler ortaya çıkınca, talebeleri olan müctehidler, hocalarının bunlara muhâlif olan ictihâdlarını terk etdiler. Çünki, dört mezhebin de imâmları, talebelerine böyle yapmalarını emr etmişdi. İmâm-ı Şâfi’înin bu emrlerinden birkaçını, dinde reformcu da, yukarıda yazıyor. Şimdi, yeni hadîsler ortaya çıkmıyor ki, ictihâdlara muhâlif hadîs bulunsun. Hadîs-i şerîflerin hepsi haber verilmişdir. Dînin temel kitâblarında, sahîh hadîslere muhâlif hiçbir Hadîs-i şerîf yokdur. Şimdi yalnız, mensûh oldukları için veyâ sıhhatinin delîlleri olmadığı için, müctehidlerin hükm çıkarmamış oldukları hadîsler vardır. Bunlara uymıyan ictihâdlar da, elbet bulunacakdır. Fekat böyle ictihâdların hepsi, sahîh Hadîs-i şerîflerden çıkarılmışlardır.
Hindistân âlimlerinin büyüklerinden Senâüllah-i Pâni-pütî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Pâni-püt şehrinde vefât etmişdir. On cild olan (Tefsîr-i Mazherî)sinde, Âl-i İmrân sûresinin altmışdördüncü âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruyor ki, Allahü teâlâ, [Nisâ sûresi, 58.ci âyetinde] (Ülül-emre itâ’at ediniz) buyurdu. Bunun için, Âlimlerin, Velîlerin, sultânların ve hükûmetin, islâmiyyete uygun olan emrlerine itâ’at etmek vâcibdir. İslâmiyyete uygun olmıyan şeylerde itâ’at etmek, onları Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmak olur. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” (Günâh olan şeyde hiç kimseye itâ’at olunmaz. İslâmiyyete uygun şeylerde itâ’at olunur) dediğini, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvüd ve Nesâî “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haber verdiler. Hadîs-i şerîfde, (Hâlıka ısyân olan şeyde, mahlûka itâ’at olunmaz) buyuruldu. Hükûmetlerin, Hâlıka isyân olan emrlerine, kanûnlarına karşı gelmek, isyân etmek câiz değildir. Fitne çıkarmak büyük günâhdır. Müslimân Hâlıka da, devlete de ısyân etmez. Günâh ve suç işlemez. Bunu başarmak her zemân çok kolaydır. Bir kimse,
sahîh olan ve nesh edilmiş olmıyan bir hadîs öğrenirse ve meselâ imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi teâlâ aleyh” ictihâdının, bu hadîse uygun olmadığını anlarsa ve dört mezhebden biri bu hadîse uygun ictihâd etmiş ise, bu kimsenin bu hadîse uyması vâcib olur. Bu hadîse uymazsa, mezheb imâmını Allahü teâlâya şerîk yapmış olur. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe buyurdu ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” her hadîsi, başımın üstündedir. Eshâb-ı kirâmın sözlerini de tercîh ederim. Tâbi’înin sözleri, bizim sözlerimiz gibidir). İmâm-ı a’zamın bu sözünü, Beyhekî (Medhal) kitâbında haber verdi. İmâm-ı a’zamın, (Hadîs-i şerîf varsa ve Eshâb-ı kirâmın sözü varsa, benim sözümü bırakınız) dediğini, (Ravdat-ül’-ulemâ) bildiriyor. Yukarıda, (Dört mezheb imâmlarından birisi, bu Hadîs-i şerîfe uygun ictihâd etmiş ise) dedik. Çünki, bu Hadîs-i şerîfe uygun ictihâd yok ise, icmâ-i ümmetden ayrılmış olur. Üçüncü veyâ dördüncü asrdan sonra, (Ehl-i sünnet-vel-cemâ’at) mezheblerinden yalnız dördü kaldı. Öteki mezhebler unutuldu. Bu dört mezhebden hiçbirine uymıyan bir fetvânın sahîh olmadığını, islâm âlimleri icmâ’ ile bildirdiler. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin icmâ’ ile bildirdiği söz dalâlet olmaz!) buyuruldu. Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü’minlerin yolundan ayrılanı, döndüğü tarafa sürükler ve Cehenneme atarız) buyuruldu. Dört mezheb imâmının ve bunların talebesi arasında bulunan âlimlerin sahîh olan hadîslerden birini işitmemiş olmaları imkânsızdır. Bu imâmlardan birinin, bir Hadîs-i şerîfe uygun ictihâd etmemiş olması, bu hadîsin mensûh veyâ te’vîlli olduğunu gösterir. Tesavvuf büyüklerinin hiçbiri, dört mezhebden ayrılmamışdır. Dört mezhebden ayrılmak, islâmiyyetden ayrılmak olur. Câhillerin, Evliyâ ve şühedâ mezârlarına giderek, kabre secde etmeleri, kabr etrâfında dönmeleri, üzerinde ışık yakmaları, nemâz kılmaları, her sene bayram yapar gibi kabr başında toplanmaları câiz değildir. Bunlar, Hadîs-i şerîflerle yasak edilmişdir. (Tefsîr-i Mazherî)den terceme temâm oldu. Her müslimânın, dört mezhebden birini taklîd etmesi lâzımdır.
[Müctehid olmıyan her müslimânın dört mezhebden birine uymasının vâcib olduğu, dört mezhebden birine uymıyanın (Ehl-i sünnet) olmadığı, Ehl-i sünnet olmıyanın da, sapık veyâ kâfir olduğu, (Bahr-ür-râık), (Hindiyye) ve (El-Besâir) kitâblarında yazılıdır. Bu kitâbların, bu yazıları, İstanbulda basdırılmışdır].
Mezheb imâmının bildirdiği bir mes’eleye muhâlif bir Hadîs-i şerîf görülürse, bunu mezheb imâmı veyâ talebesi olan müctehid-
ler görmüş olup mensûh olduğu veyâ delîli noksan olup sıhhati sâbit olmadığı bilinmeli. Bu mes’elenin başka sahîh hadîsden alınmış olduğu düşünülmelidir. O hâlde, bugün Ehl-i sünnet kitâblarına yazılmamış sahîh hadîs yokdur. Hatâlı olan ictihâdlara ve bunları taklîd edenlere de bir sevâb verileceği unutulmamalıdır. Bu zemânda, dört mezhebin hiçbirinde, sahîh hadîse muhâlif bir ictihâd yokdur. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” abdest almağı anlatmağa başlarken buyuruyor ki, (Mukallidin müctehidlerden gelen haberlerin delîllerini araması lâzım değildir). Müctehidin delîlini aramak ve öğrenmek bize emr olunmadı. Yalnız ona uymamız emr olundu. Bunun için, hiçbir ictihâdı beğenmemek câiz değildir. Bir ictihâdı beğenmemek, onun çıkarılmış olduğu âyeti veyâ Hadîs-i şerîfi beğenmemek olur. Herkes kendi mezhebinin isâbetli olduğuna inanmalıdır. Kendi mezhebinin za’îf, başka mezhebin isâbetli olduğunu anlıyan âlimin, o mezhebe geçmesi lâzımdır. Zâten böyle yapmıyan bir âlim yokdur. Görülüyor ki, kendi mezhebi üzerinde donup kalan fıkh âlimi yokdur. Böylece mezheb değişdirmiş olan birçok âlimin ismleri, (Mîzân-ül-kübrâ)nın önsözünde yazılıdır.
Bir doktorun asabiyyeci, dâhiliyyeci ismini alması, doktorluğu bırakmak demek olmıyacağı gibi, Şâfi’î olmak, Hanefî olmak da, Muhammedî olmağı bırakmak değildir. Çünki, Şâfi’î de, Hanefî de Muhammedîdir. Muhammedî olmak için, imâm-ı Şâfi’î, Hanefî, Mâlikî veyâ Hanbelîden “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” birine tâbi’ olmak lâzımdır. Hattâ, sapık olan yetmişiki fırkadan olanlar da, Muhammedîdir. Muhammedî olmıyan kâfirdir. Dinde reformcu, bu sözü ile de, milyonlarca müslimâna kâfir demekdedir. Müslimâna karşı böyle söyliyen kimsenin kara câhil veyâ islâm düşmanı bir zındık olduğu anlaşılır.
40 - Dinde reformcu, ne diyeceğini şaşırmış bir sinirlilikle, (Gerçeği söylemekde kimseden pervâsı olmıyan zatlar, taklîdciliğin, münâkaşa etmek, meşhûr olmak, menfe’at sağlamak ve alışkanlıkdan ileri geldiğini söylemişlerdir.
İmâm-ı Süyûtî, her asrda ictihâd farz-ı kifâyedir dedi. Her asrda müctehid bulunması farzdır. Bunların mutlak müctehid olması lâzımdır. (Mutlak müctehid dördüncü asrdan sonra kalmamışdır. Sonra birkaç mutlak müctehid geldi ise de, bunların ictihâdları, tahsîl gördüğü mezhebin imâmının ictihâdına uygun düşdüğü için, ona intisâb etmiş sayılır) sözü doğru değildir. Bunun için bir kimse dört mezhebden birini taklîd etmeksizin müstakil bir ictihâd
yolu tutsa, kimsenin ona i’tirâz etmeğe hakkı yokdur. Böyle yetişen mutlak müctehidlerden biri 1250 [m. 1834] senesinde ölmüş olan imâm-ı Muhammed Şevkânî hazretleridir. Bunun mezhebi, bilinen mezheblerin en kuvvetlisi, sözü de en sağlamıdır) diyor.
Dinde reformcu, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, gerçeği söylemekden korkduklarını ileri sürüyor. Bu sözü de, iftirâdır. Hakîkati her asrda söylemişlerdir. Dâimâ, Emr-i ma’rûf yapmışlardır. Bu sebebden şehîd edilenleri çokdur. İslâmiyyetde mezhebcilik yokdur ki, buna sebebler aransın. Bugün dört mezheb vardır. Bunların hiçbiri kimseye mahsûs değildir. Her müslimân, dilediği mezhebe uyar. Çünki, dördü de hakdır. Dördü de doğrudur. Dördü de, Ehl-i sünnetdir. Dördü de, Muhammedîdir. Dört mezhebe uyanların hepsi birbirlerini kardeş bilirler. Hepsinin îmânları, i’tikâdları aynıdır. Yapdıklarının çoğu da aynıdır. İhtilâflı bir kaç işi yapmakda ayrılmışlardır. Bu ayrılıkları da, Allahü teâlânın mü’minlere olan rahmetidir, ni’metidir.
Büyük âlim, zâhirî ve bâtınî ilmlerin mütehassısı Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” dindeki yüksek derecesini bilmiyen din adamı yokdur. Bunu yalnız mezhebsiz müslimânlar ve dinde reformcular inkâr ederler. Bu yüce âlim, (Mîzânül-kübrâ) kitâbının önsözünde buyuruyor ki, (Dört mezhebin imâmları ve onları taklîd eden âlimlerin hepsi, her müslimânın dört mezhebden dilediğini taklîd etmekde serbest olduğunu ve bir mezhebden başka mezhebe intikâl etmenin câiz olduğunu ve harac olduğu zemânlarda, başka mezhebin taklîd edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, mü’minlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için fâideli olacağını ezelde takdîr ve irâde buyurdu. Amelde mezheblere ayrılmakdan râzı olduğunu, Habîbi vâsıtası ile bildirdi. Böyle irâde etmeseydi, böyle olmazdı ve râzı olmasaydı Resûlü, bu ayrılığın rahmet-i ilâhiyye olduğunu bildirmezdi. İ’tikâdda ayrılmayı yasak etdiği gibi, amelde mezheblere ayrılmayı da yasak ederdi. Her işin bir (Azîmet) ya’nî güç tarafı ve (Ruhsat), ya’nî, kolay tarafı vardır. Bir işin, bir mezhebde azîmeti vardır. Başka mezhebde ruhsatı bildirilmişdir. Azîmeti yapabilecek kimsenin, mezheblerin kolaylıklarını toplaması câiz değildir. Böyle yapmak, dîni oyuncak yapmak olur. Ruhsatlar, azîmeti yapmakdan âciz olanlar içindir. Âciz olmıyanın, kendi mezhebindeki ruhsatı da yapmaması iyi olur. Elinden geldiği kadar azîmetle amel etmelidir. Müctehid olmıyanların, bir mezhebi seçip, her
işlerinde bu mezhebi taklîd etmeleri lâzımdır. Nazar ve istidlâl yolu ile Nassdan hükm çıkaracak dereceye yükselince, kendi ictihâdına tâbi’ olması lâzımdır. İmâm-ı Ahmed bin Hanbelin, ilminizi imâmlarınızın aldıkları kaynakdan alınız. Taklîdcilikde kalmayınız sözü, böyle olduğunu göstermekdedir. Abdülmelik bin Ebû Muhammed-ül-Cüveynî, (vefâtı 478 [m. 1085]), (Muhît) kitâbında, (Gücü yetenlerin, dört mezhebde azîmet olan yolda bulunmaları (Vera’) ve (Takvâ) olur. Çok iyi olur. Âciz olanların dört mezhebin ruhsatlarını yapması câiz olur. Fekat ruhsat için, o mezhebdeki şartlarına ri’âyet etmesi lâzımdır) buyurdu.
İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Müctehid iki dürlü olur: Müctehid-i mutlak ve müctehid-i fil mezheb. Müctehid-i fil mezheb olan âlim, kendi mezheb imâmına uymaz. Kendi re’yi ile fetvâ verir. Fekat delîlleri mezheb imâmının kâidelerine göre arar. Bu kâidelerin dışına çıkamaz. Dört mezheb imâmından sonra, mutlak müctehid hiç yetişmedi. Ya’nî, hiçbir âlim mutlak müctehid olduğunu iddi’â etmedi. Yalnız, Muhammed Cerîr-i Taberî bu iddi’âda bulundu ise de, hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi.)
Şeyh İzzeddîn bin Cemâ’a, başka bir mezhebe göre fetvâ verdiği zemân, o mezheb imâmının bu iş için koyduğu şartların hepsini bildirir ve bunları da yapmasını söyler, bu şartlardan birini yapmazsan ibâdetin sahîh olmaz derdi. Çünki, mezheblerin kolaylıklarını yapmak, meşakkat bulunduğu zemân ve ancak bütün şartlarını yerine getirmekle câiz olur.
Kadına eli dokununca, Şâfi’î mezhebinde abdest bozulur. Hanefîde bozulmaz. Kadına eli değen bir Şâfi’înin, abdest alması mümkin iken, bunun Hanefî mezhebini taklîd ederek, bozulmuş abdesti ile nemâz kılması sahîh olmaz. Bunun Hanefî mezhebini taklîd edebilmesi için abdest almasında harac, meşakkat, güçlük bulunması, ya’nî abdest almasının mümkin olmaması ve abdestde ve nemâzda, Hanefî mezhebine göre farz ve vâcib olan şeylerin hepsini yapması lâzımdır.) (Mîzân)dan terceme burada temâm oldu.
Dinde reformcu, âlimlerin, her asrda müctehid-i fil-mezheb bulunabilir sözünü ele alarak, dört mezhebi taklîd etmiyen mutlak müctehid yetişeceğini yazıyor. Şevkânî (hazretleri!), böylece yeni mezheb getirmişdir diyerek, kendi gibi bir dinde reformcuyu övmekdedir. Büyük âlim seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri,
(Şevkânî gibi kimseler, dinde söz sâhibi olmakdan çok uzakdır. Şevkânînin sözü, din işlerinde sened olamaz. Şevkânînin, (İbni Abbâs tefsîri, aslâ tefsîr değildir) dediğini yazıyorsunuz. İbni Abbâs tefsîri diye bir kitâb yokdur. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” kitâb yazmadı. Kendisi Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” kıymetli sohbetlerine devâm etmiş ve Cebrâîl aleyhisselâmı görmüş ve Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında en âlimlerden biri olarak tanınmış olduğundan, Hadîs-i şerîfler için olduğu gibi, ba’zı âyet-i kerîmeler için de, beyânâtda bulunmuşdur. Tefsîr âlimlerimiz, bu yüksek beyânları alarak, tefsîrlerini süslemişlerdir. Beydâvî tefsîri bunlardandır. Bu, tefsîrlerin pek yüksek derecede olduklarını, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Şevkânînin sözünü düzeltmek lâzımdır. Bunu düzeltmek için de, yüksek olan (Üsûl-i hadîs) ilminin ince kâidelerini bilmek lâzımdır. Şevkânînin bu derecelere erişmiş olması ise, belli değildir. Çünki, o makâmlarda bulunsaydı, büyük âlimlerin kâidelerine uymayan sözde bulunmazdı) demekdedir. Kuveyt müftîsi Muhammed bin Ahmed Halef’in (Cevâb-üs-sâil) kitâbının altmışdokuzuncu sahîfesinde, Şevkânînin, Zeydî fırkasından olduğu yazılıdır. Şevkânînin birkaç kitâbı, meselâ (İrşâd-ül-fuhûl) kitâbı uzun incelenirse, onun (Takıyye) yapdığı görülür. Ya’nî, Zeydî fırkasından olduğunu saklamakda, kendisini Ehl-i sünnet olarak tanıtmakdadır. Çünki, Ehl-i sünnet arasında bulununca, takıyye yapmaları farz imiş. Şevkânî, kitâbında, her konuda, ismleri ve kitâbları unutulmuş, fitneleri söndürülmüş olan eski sapık fırkalardaki âlimlerin ismlerini ve sözlerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri arasına yazıp, aralarında tartışma yapmakda, reformcu ve mezhebsiz olanları haklı göstermekdedir. Mutlak ictihâdın kıyâmete kadar devâm edeceğini savunmakda, İbni Abdüsselâmın ve talebesi İbni Dakîk-ul-ıydin (vefâtı 702 [m. 1302]) ve bunun talebesi İbni Seyyidin-nâsın ve talebesi Zeyn-uddîn-i Irâkînin (vefâtı 806 [m. 1404]) ve talebesi İbni Hacer-i Askalânînin ve başkalarının “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mutlak müctehid olduklarını yazmakdadır. Böylece, Ehl-i sünnet mezhebini sinsice içerden yıkmağa ve kendini âlimler arasında hakem olarak, hepsinden üstün bir müctehid olarak tanıtmağa çalışmakdadır. Ana dili olan arabî yüzlerce kitâb okumuş olduğunu ve âlimler arasında hakemlik yapdığını gören genç din adamları, Şevkânîyi müctehid zan etmekde ve gösterdiği zararlı yola saparak, Ehl-i sünnetden ayrılmakdadırlar.
Muhammed Şevkânî, 1173 [m. 1760] da tevellüd, 1250 [m.
1834] de vefât etmişdir. (İrşâd-ül-fuhûl) kitâbında diyor ki: ((Taklîd) bir kimsenin re’yini ya’nî ictihâdını, delîlini bilmeden kabûl etmekdir. Bir kimsenin rivâyetini, verdiği haberi kabûl etmek, rivâyet olunan kimsenin sözünü kabûl etmekdir. Âlimlerin çoğuna göre, mesâil-i şer’ıyyede, ya’nî amelde, taklîd aslâ câiz değildir. İbni Hazm, bunda icmâ’ olduğunu bildirdi. Mâlikî mezhebinin böyle olduğunu Kurâfî bildirdi. Şâfi’î ve Ebû Hanîfe de, bizi taklîd etmeyin dediler. Ölüleri taklîd etmek câiz olmadığında icmâ’ vardır. Üsûl âlimlerinin çoğunun bunu bildirmediklerine şaşılır. Dört imâma tâbi’ olanların çoğu, âmî olanın taklîd etmesi vâcibdir dediler. Böyle söyliyenler mukallid oldukları için, sözleri huccet olamaz. Eshâb ve tâbi’în zemânında taklîd yokdu. Birbirlerinden Kitâbı ve sünneti sorup öğrenirlerdi. (Bilenlerden sorunuz!) âyeti de, hükm-i ilâhîyi sorunuz demekdir. Bilenlerin re’yini sorunuz demek değildir. (İhtilâf etdiğiniz şeyleri Allaha ve Resûlüne havâle ediniz!) âyeti, taklîdi men’ etmekdedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir yere gönderdiği Eshâbına, (Sünnetde bulunmıyan şeyleri re’yiniz ile bulup hükm ediniz!) buyururdu. Müctehidi taklîd eden kimse, onu islâmiyyetin sâhibi yapmış olur. Bu ise, Resûlullaha mahsûsdur.)
Âlimlerin çoğuna göre amelde taklîd câiz değildir demesi, Şevkânînin kendi görüşüdür. Müctehidlerin birbirlerini taklîd etmeleri câiz olmadığını ileri sürerek, böyle söylemekdedir. İbni Hazm (vefâtı 456 [m. 1064]) gibi bir sapığı kendine şâhid gösteriyor. Dört mezheb imâmları, avâmın başkasını taklîd etmiyeceklerini bildirmemişdir. Bunu, dahâ önce uzun yazdık. Ölüler taklîd edilmez sözü ise Şevkânînin bağlı bulunduğu şî’î fırkasının inançlarından biridir. Ehl-i sünnet âlimlerinin böyle söylemediklerine şaşması da, bu şî’î inancına çok bağlı bir sapık olduğunu göstermekdedir. (Dört mezhebdeki fıkh âlimleri taklîdci oldukları için sözleri huccet olmaz) demesi de, Şevkânînin kendi sapık ve şiddetli te’assubu ile bocaladığını gösteriyor. Mukallid olan fıkh âlimleri, mezheb imâmını taklîd eder, kendiliğinden söylemez dediğine göre, mukallid olan âlimlerin sözü, mezheb imâmının sözü olur. Bunun ise, huccet olduğu, kendi sözünden de anlaşılmakdadır. Eshâb-ı kirâm zemânında, elbette taklîde lüzûm yokdu. Çünki, hepsi müctehid idi. Tâbi’înden mukallidlerin, müctehidlerden katkat fazla olduğunu gösteren binlerce misâl, kitâbları doldurmakdadır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâkim olarak gönderdiği Eshâbına re’yleri ile hükm etmelerini emr buyurduğunu kendi de yazmakdadır. Böylece, kendi iddi’âlarını kendi-
si çürütmekdedir. Allahü teâlâ, Ehl-i sünnetin haklı olduğunu, ona da söyletmişdir. Görülüyor ki, mezhebsizler ile dinde reformcular, Şevkânînin ağzından konuşmakdadırlar. Reşîd Rızâ, Ehl-i sünneti şaşırtmak için, Ehl-i sünnet olmayan bu sapığı mutlak müctehid olarak göstermekdedir. Şevkânînin mezhebsiz olduğu ve bir mezhebi taklîd edenlere müşrik ve kâfir dediği ve mezhebsizlerin bunu müctehid olarak gösterdikleri, Hindistânda yazılmış olan (Usûl-ül-Erbe’a) kitâbında da yazılıdır.
41 - Reşîd Rızâ, onüçüncü konuşmasında, (İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvüde, dinde kimseyi taklîd etme! Eshâbdan nakl edilenleri al! Eshâbdan sonra gelenlere tâbi’ olup olmamakda serbestsin, dedi. Tâbi’ olmak, taklîd etmek değildir. Taklîd nereden aldığını bilmeden, delîline bakmadan, sözüne, re’yine uymakdır. Hanbelî mezhebi, hadîs mezhebidir. Bu mezhebe tâbi’ âlimlerden hiçbiri, imâmlarının re’ylerine karşılık hadîsi terk etmemişdir. Taklîdcilik, aklı fâidesiz hâle getirir. Âlimlerin re’y ve ictihâdlarını nasslarla karşılaşdırıp, nasslara muhâlif olanlarını terk eden, âlimlerin sözlerini terk etmiş olmaz. İctihâdlara uymak farz olmadığı gibi, uymayan fâsık ve kâfir olmaz. Müctehid imâmlar ve talebeleri, onların re’y ve ictihâdlarını kabûl etmenin lâzım olduğunu söylemedi. İmâm-ı Ebû Hanîfe, bu benim ictihâdımdır. Dahâ iyisini söyliyen olursa, ona uyarım dedi. Hârûn-ür-reşîd, imâm-ı Mâlikin ictihâdlarına uymağı emr etmek isteyince, imâm-ı Mâlik, böyle yapma! Bir yerde bilinmeyen hadîs, başka yerde bilinmekdedir dedi. Tek kişinin bildirdiği hadîs, zan ifâde eder. Böyle olan hadîs, sahîh olsa bile, âmme (ya’nî millet) menfe’atine muhalif olursa terk edilir. Böyle yapmakla sünnet terk edilmiş olmaz. Kuvvetli delîl karşısında terk edilmiş olur. Hazret-i Ömerin talâk ve mut’a için olan ictihâdı böyledir. Hazret-i Ömer, hadîse muhâlefet etdi denilemez) diyor ve vâiz efendi ağzından da: (Ey fazîletli genç! Artık, senin derin ve geniş bilgini kabûl ediyorum) diye yazarak, kendisini övüyor. Yine vâiz efendi ağzından şöyle yazıyor:
(Taklîdciliğin tek zararı, mezhebinin kitâblarına saplanıp, hadîs kitâblarını ihmâl etmek bile olsa, kötülüğünü isbât eder) diyor.
Dört mezheb imâmlarının hepsi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kimseyi, hattâ beni taklîd etme! Eshâb-ı kirâmdan nakl edilenleri al dediler. Çünki talebelerinin içinde de, müctehidler vardı. Müctehidin böyle yapması lâzımdır. Fekat, (Eshâb-ı kirâm-
dan sonra gelenlere tâbi’ olup olmamakda serbestsin) demesi doğru değildir. Çünki müctehidin başka müctehide tâbi’ olması câiz değildir. (Mîzân)da diyor ki, (İctihâd derecesinde olan bir âlimin, ya’nî (Edille)yi bulup, bundan hüküm çıkaran âlimin başkasını taklîd etmesi câiz değildir. Fekat avâmın müctehidi taklîd etmesi vâcib olduğunu âlimler bildirmişlerdir. Müctehid olmıyan kimse, müctehidi taklîd etmezse, dalâlete düşer demişlerdir. Müctehidlerin hepsi, islâmiyyetden buldukları delîllerden hükm çıkarmışlardır. Hiçbir müctehid, Allahın dîninde kendi re’yi ile konuşmamışdır. Mezhebler, Kitâb ve Sünnet iplikleri ile dokunmuş birer kumaş gibidir. İctihâd derecesine yükselmiyen herkesin, ibâdet yaparken dört mezhebden, dilediğini seçip, bunu taklîd etmesi lâzımdır. Çünki, mezheblerin hepsi, Cennete giden yolu göstermekdedir. Mezheb imâmlarından birine dil uzatan kimse, kendi câhilliğini göstermiş olur. Meselâ, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit “rahmetullahi aleyh” hazretlerinin, ilminin, vera’ının ve ibâdetinin çokluğunu ve ahkâm çıkarmakdaki titizliğini ve ihtiyâtlı davranışlarını, selef ve halef âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Böyle bir yüce İmâm için, Allahın dînine, kendi re’yi ve görüşü ile, Kitâba ve Sünnete muhâlif bir söz karışdırdı demekden Allaha sığınmalıdır. Her müslimânın, mezheb imâmlarına karşı edebli davranması lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin derecesinin yüksekliğini ancak keşf sâhibi olan Evliyânın büyükleri anlıyabilmişlerdir).
Hanbelî mezhebindeki âlimlerin, hadîsi terk etmediklerini söylemek, diğer üç mezheb imâmlarına çamur atmakdır. Her mezheb imâmı, sahîh hadîs görünce, benim ictihâdımı bırak dediklerini, dinde reformcu da yukarıda bildirmişdi. Şimdi bunu inkâr etmekdedir. Taklîdcilik, aklı fâidesiz hâle getirir sözü de, söyliyenin kara câhilliğini gösteriyor. Allahın dîni, aklın, fehmin, idrâkin üstündedir. Akl oraya çıkmağa zorlanırsa kanatları kırılır, fâidesiz olur. Din işlerinde aklı koruyan en büyük ilâc, müctehidleri taklîd etmekdir. Âlimlerin re’y ve ictihâdlarını nasslarla karşılaşdırmak müctehidlerin yapabileceği işdir. İctihâddan ve tefsîrden ve hadîsden haberi olmıyan bizim gibi câhiller için, mezheb imâmımızın büyüklüğünü kabûl edip, inanıp, onu taklîd etmekden başka çâre yokdur. Bizim gibi avâmın mezheb imâmına uymasının vâcib olduğunu, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. (Mîzân-ülkübrâ)nın önsözünde, altmışsekizinci sahîfede vesîkaları ile birlikde yazılıdır. Mezheb imâmının ictihâdına uymıyan fâsık olur. Dört mezhebin icmâ’ ve ittifâk ile bildirdiği ve her memlekete ya-
yılmış olan bir hükmü kabûl etmiyenin kâfir olacağını, fıkh kitâbları [meselâ (İbni Âbidîn) vitr nemâzı başında] bildiriyor. Dinde reformcular, bunun için, bu kıymetli kitâba, Hanefî mezhebinin temel direklerinden biri olan ibni Âbidîn hazretlerine “rahmetullahi aleyh” ateş püskürüyorlar. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, ictihâd etdiği zemân, bu benim ictihâdımdır. Gücümün yetdiği kadar yapabildim. Bundan dahâ iyi ictihâd eden olursa, onun doğru olması dahâ kuvvetlidir, buyurdu. Ona uyarım demedi. Âyetde ve hadîsde açıkca bildirilmediği hâlde mezheb imâmlarının halâl, harâm, vâcib dedikleri şeyler vardır. Âyetden ve hadîsden işâretler bulmadıkça, bunları söylememişlerdir. Dört mezheb imâmları, gökdeki yıldızlar gibidir. Başkaları, yerde dolaşan insanlar gibidir. Bunlar, yıldızın sudaki hayâlini görüp de, onları tanıdıklarını zan ederler. Halîfe Hârûn-ür-Reşîd, imâm-ı Mâlikin yanına geldi. (Kitâblarını her tarafa yaymağı ve ümmetin yalnız bunlara uymasını istiyorum) dedi. İmâm hazretleri, yâ Emîr-el mü’minîn! Amelde âlimlerin ihtilâf etmesi, Allahü teâlânın bu ümmete rahmetidir. Her müctehid, sahîh bildiği delîle tâbi’ olur. Hepsinin çıkardığı hükm hidâyetdir. Hepsi Allah yolundadır dedi. Böylece bütün mezheblerin, ya’nî müctehidlerin doğru yolda olduğunu bildirdi. Hadîsleri bırakmamalı, ictihâdları bırakmalı diye direnen dinde reformcunun, mu’âmelâtda za’îf hadîsin terk edileceğini bildirmesi de, pek garîbdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, ictihâd yaparken, za’îf hadîsleri, hattâ Eshâb-ı kirâmdan birisinin sözünü kendi re’yine tercîh ederdi. Za’îf hadîsler ancak (Fedâil) olan ibâdetlerde delîl olur. Ya’nî fedâil, za’îf hadîslere uyarak da yapılır. Farz, vâcib ve müekked sünnet olan ibâdetlerde ancak meşhûr ve sahîh hadîsler delîl olurlar. Bir işin böyle bir delîlini ararken veyâ böyle Hadîs-i şerîflerle veyâ âyet-i kerîmelerle bildirilmemiş olan bir işin nasıl yapılacağını ictihâd ederken, ya’nî bu işe benziyen başka bir işin (Kur’ân-ı kerîme tâbi’ olmak, hepinize farzdır. Onu terk etmeniz için hiçbir özr olamaz delîlini ararken, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, za’îf Hadîs-i şerîfi kendi re’yine tercîh ederdi. Ya’nî, kendi re’yini değil, za’îf hadîsin gösterdiği delîli tercîh ederdi. Çünki imâm-ı Beyhekînin (El medhal) kitâbında bildirdiği Hadîs-i şerîfde,. Kur’ân-ı kerîmde bulamadığınız işlerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshâbımın sözüne uyunuz! Çünki, Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyeti bulursunuz. Eshâbımın ihtilâfı, sizin için rahmetdir) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf, amelde, ibâdetlerde, mezheb
imâmlarından herhangi birini taklîd edenin hidâyete kavuşacağını göstermekdedir. Bu da, mezheblerin hepsinin hidâyet olduğuna şâhiddir. Dinde reformcunun, talâk ve müt’a için hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” ictihâdı demesi de, hakîkate uygun değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri buna muhâlefet etmedi ve icmâ’-ı Sahâbe hâsıl oldu. Müt’a, câiz olmıyan bir nikâhdır. Bu nikâhın nasıl olduğu, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında açıklanmışdır.
Bir mezhebi taklîd etmek, hadîs kitâblarını okumağı terk etmek olduğunu söylemesi de, şaşılacak şeydir. Bugün dünyâ kütübhânelerini dolduran, binlerce hadîs kitâblarını yazanlar, şerh edenler, neşr edenler, hep Ehl-i sünnet âlimleridir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Ehl-i sünnet âlimlerinin herbiri, amelde birer mezhebi taklîd etmekdedir. İmâm-ı Hamdân bin Sehl “rahmetullahi aleyh” diyor ki, (Kâdî, ya’nî hâkim olsaydım, hadîs kitâbları okuyup da, fıkh kitâbları okumıyan ve fıkh kitâbları okuyup da, hadîs kitâbları okumıyan âlimlerin ikisini de habs ederdim. Mezheb imâmlarımızın, hadîs ilmine nasıl sarıldıklarını ve fıkh üzerinde nasıl çalışdıklarını, yalnız birisi ile iktifâ etmediklerini görmüyormusunuz?). Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi, Allahın dîninde kendi re’yi ile, kendi kıyâsı ile konuşmağı zem ve men’ etmişlerdir. Men’ etmekde en ileri giden, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” olmuşdur. Bunun ve diğer mezheb imâmlarının bu sözleri, (Mîzân-ül-kübrâ)da yazılıdır. Böyle söyliyen âlimler için, (İctihâd yaparken nassdan ayrıldılar. Re’y ve kıyâs ile, Hadîs-i şerîflere muhâlif ictîhad yapdılar) demek bir müslimâna yakışır mı? Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vârisleri olan mezheb imâmlarımız için böyle düşünmek bile câiz değildir. Böyle söyliyenler, vâris olduklarını bildiren Hadîs-i şerîfi inkâr etmiş oluyorlar. Kendileri Hadîs-i şerîfden ayrılmış oluyorlar. Bundan başka, sâlih müslimânlara sû’i zan ve iftirâ etmiş oluyorlar. Bunun ikisi de büyük günâhdır. Harâm irtikâb etdikleri için, tevbe etmeleri lâzımdır.
42 - Dinde reformcu, kitâbının sonunda, (Birini taklîd etmek, ilmin ve idrâkin karşısında büyük bir mâni’dir. Müctehidlerin, ictihâd ederek çıkardıkları hükmler, hep aynı yerden değildir. Ba’zıları Kitâbdan, ba’zıları Sünnetden çıkarılmışdır. Bunun için de, ba’zıları üzerinde görüş farkları meydâna gelmişdir) diyor.
Dinde reformcu, içinden çıkamıyacağı büyük bir da’vâya atıldığı için bocalamakdadır. Müslimânların, bundan evvelki maddede yazılı Hadîs-i şerîfe ve dahâ önce bildirilmiş olan âyet-i kerîmeye uyarak mezheb imâmlarını taklîd etmelerini bir dürlü hazm
edemiyen bu zevallı adam, taklîdi kötülemek için, akla ve ilme dayanan sebebler bulamayınca, taklîdin ilme ve düşünmeğe mâni’ olacağını ileri sürüyor. Bunun cevâbını bundan önceki maddede bildirmişdik. Âyet-i kerîmenin ve Hadîs-i şerîfin emrine uymanın, böyle zararlara yol açacağını söylemek müslimânlık mıdır, değil midir? Bunun cevâbını, sayın okuyucularımızın anlayışlarına ve insâflarına arz ediyoruz.