Birinci Kısm

MA’LÛMÂT-İ NÂFİ’A
(FÂİDELİ BİLGİLER)

Kitâbımızın birinci kısmı, Ahmed Cevdet Pâşa tarafından yazılmışdır. Hepsi yirmibir sahîfedir. Ahkâm-ı Kur’âniyyeyi, kanûn şekline sokarak (Mecelle) ismindeki çok kıymetli kitâbı hâzırlamakla, islâma büyük hizmet eden ve en doğru, oniki cild Osmânlı târîhini yazmış olan, meşhûr (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbının sâhibi Ahmed Cevdet Pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hicretin 1238 [m. 1823] senesinde Lofcada tevellüd etmiş, 1312 [m. 1894] de vefât etmişdir. Fâtih Câmi’i bağçesindedir. Kitâbımızın ikinci kısmı, şirketimizin ilm hey’eti tarafından hâzırlanmışdır.

Cevdet Pâşa diyor ki, bu âlem, ya’nî herşey yok idi. Allahü teâlâ, bunları yokdan var etdi. Bu âlemin, kıyâmete kadar insanlarla ma’mûr olmasını istedi. Âdem aleyhisselâmı toprakdan yaratıp, Onun çocukları ile âlemi süsledi. İnsanlara dünyâda ve âhıretde râhat yaşamak, se’âdete kavuşmak için lâzım olan şeyleri bildirmek için, içlerinden ba’zılarını Peygamber yaparak şereflendirdi. Bunlara yüksek mertebe vererek, başka insanlardan ayırdı. Bu Peygamberlere “aleyhimüsselâm”, Cebrâîl aleyhisselâm ismindeki bir melek ile emrlerini ve yasaklarını bildirdi. Bunlar da, bu emrleri, Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği gibi ümmetlerine bildirdi. Peygamberlerin birincisi, Âdem aleyhisselâm, son geleni, Muhammed Mustafâ “aleyhissalâtü vesselâm” efendimizdir. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber gelip geçmişdir. Bunların adedini, ancak Allahü teâlâ bilir. İsmleri ma’lûm olan yirmiyedisi şunlardır:

Âdem, Şis [Şît], İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, İsmâ’îl, İshak, Ya’kûb, Yûsüf, Eyyûb, Lût, Şu’ayb, Mûsâ, Yûşa’, Hârûn, Dâvüd,Süleymân, Yûnüs, İlyâs, Elyesa’, Zülkifl, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ “aleyhimüssalâtü vesselâm”dır. Bunlardan Şît ve Yûşa’dan başka, yirmibeşi Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Kur’ân-ı kerîmde, Uzeyr ve Lokman ve Zülkarneyn de yazılıdır. Fekat, âlimlerimiz arasında, bu üçü için ve Tübba’ ile

-8-

Hıdır için, Peygamber diyen olduğu gibi, Velî diyen de vardır.

Muhammed aleyhisselâm Habîbullahdır. İbrâhîm aleyhisselâm Halîlullahdır. Mûsâ aleyhisselâm Kelîmullahdır. Îsâ aleyhisselâm Rûhullahdır. Âdem aleyhisselâm Safiyyullahdır. Nûh aleyhisselâm Neciyyullahdır. Bu altısı, diğer Peygamberlerden dahâ üstündür. Bunlara (Ülül’azm) denir. Hepsinin üstünü, Muhammed aleyhisselâmdır.

Allahü teâlâ, yeryüzüne, yüz sahîfe ve dört büyük kitâb indirmişdir. Bunların hepsini, Cebrâîl aleyhisselâm getirmişdir. On sahîfe, Âdem aleyhisselâma; elli sahîfe, Şît aleyhisselâma; otuz sahîfe, İdrîs aleyhisselâma; on sahîfe, İbrâhîm aleyhisselâma gönderildiği Hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. [Sahîfe, küçük kitâb, risâle demekdir. Bizim bildiğimiz bir yaprak kâğıdın bir yüzü demek değildir.] Dört kitâbdan, Tevrât-ı şerîf, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr-i şerîf, Dâvüd aleyhisselâma; İncîl-i şerîf, Îsâ aleyhisselâma; Kur’ân-ı kerîm, âhır zemân Peygamberi, [ya’nî son Peygamber] Muhammed aleyhisselâma inmişdir.

Nûh aleyhisselâm zemânında tûfan olup, bütün dünyâyı su kapladı. Yeryüzünde bulunan insanların ve hayvanların hepsi boğuldu. Fekat, Nûh aleyhisselâm ile gemide bulunan mü’minler kurtuldu. Nûh aleyhisselâm gemiye binerken, her hayvandan birer çift almış olduğundan, hayvanlar da, bunlardan üredi.

Nûh aleyhisselâmın gemide üç oğlu vardı: Sâm, Yâfes ve Hâm. Şimdi yer yüzünde bulunan insanlar, bu üçünün soyundandır. Bunun için, Nûh aleyhisselâma ikinci baba denir.

İsmâ’îl ve İshak “aleyhimesselâm”, İbrâhîm aleyhisselâmın oğullarıdır. İshak aleyhisselâmın oğlu, Ya’kûbdur. Ya’kûb aleyhisselâmın oğlu, Yûsüf aleyhisselâmdır. Ya’kûb aleyhisselâma İsrâîl denir. Bunun için çocuklarına ve torunlarına (Benî İsrâîl), ya’nî İsrâîl oğulları denmişdir. Benî İsrâîl çoğalarak, içlerinden çok Peygamber gelmişdir. Hattâ Mûsâ, Hârûn, Dâvüd, Süleymân, Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ “aleyhimüsselâm” ve Îsâ aleyhisselâmın annesi hazret-i Meryem onlardandır. Süleymân aleyhisselâm, Dâvüd aleyhisselâmın oğludur. Yahyâ aleyhisselâm da, Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğludur. Hazret-i Meryem, İmrânın ve Zekeriyyâ aleyhisselâmın baldızının kızıdır. Hârûn aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın kardeşidir. Yûşa’ aleyhisselâm da, Mûsâ aleyhisselâmın hemşiresinin oğludur. İsmâ’îl aleyhisselâmın soyu, arab olup, arabdan, Muhammed aleyhisselâm meydâna gelmişdir.

Hûd aleyhisselâm, Âd kavmine; Sâlih aleyhisselâm, Semûd kavmine gönderildiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm Benî İsrâîle gönderil-

-9-

mişdir. Yûşa’, Hârûn, Dâvüd, Süleymân, Zekeriyyâ ve Yahyâ “aleyhimüsselâm” da, yine Benî İsrâîle gönderilmişdir. Fekat, bunların ayrı dinleri olmayıp, Benî İsrâîli, Mûsâ aleyhisselâmın dînine da’vet etmişlerdi. Dâvüd aleyhisselâma Zebûr kitâbı indi ise de, Zebûrda şerî’at [ya’nî ahkâm, emr, ibâdet] yokdu. Va’z ve nasîhatlarla dolu idi. Bunun için, Tevrâtı nesh etmedi. Ya’nî, yürürlükden kaldırmadı. Hattâ, onu kuvvetlendirdi. Bunun için, Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zemânına kadar devâm etdi. Îsâ aleyhisselâm gelince, bunun dîni, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etdi. Ya’nî Tevrâtın hükmü kalmadı ve bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fekat, Benî İsrâîlin çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrâta uymak için inâd etdi. İşte Yehûdîlik [Mûsevîlik] ile Nasârâlık ya’nî [Îsevîlik] böylece ayrıldı. Îsâ aleyhisselâma îmân edenlere (Nasârâ) denildi. Bugün, hıristiyan deniliyor. Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip de, küfrde, dalâletde kalanlara (Yehûdî) denildi. Yehûdîler, hâlâ Mûsâ aleyhisselâmın dînine uyup, Tevrât ve Zebûr okuyoruz diyor. Nasârâ da, Îsâ aleyhisselâmın dînine uyup, İncîl okuyoruz diyor. Hâlbuki, iki cihânın seyyidi, insanların ve cinnin hepsinin Peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” efendimiz, bütün âlemlere Peygamber olarak gönderildi ve dîni ki, (Dîn-i islâm)dır, bütün dinleri nesh etdi. Bu dînin hükmü kıyâmete kadar süreceğinden, dünyânın hiçbir yerinde, Onun dîninden başka bir dinde bulunmak câiz olmadı. Ondan sonra, hiç Peygamber gelmiyecekdir. Biz çok şükr, Onun ümmetiyiz. Dînimiz, dîn-i İslâmdır.

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, mîlâdın 571. ci senesi, Nisan ayının yirmisine rastlıyan, Rebî’ul-evvel ayının onikinci pazartesi sabâhı, Mekke şehrinde tevellüd etdi. Hicretin 11. ci ve mîlâdın 632.ci senesinde Medînede vefât etdi. Kırk yaşında iken, (Cebrâîl) ismindeki melek gelerek, Peygamber olduğunu kendisine bildirdi. Mîlâdın 622 senesinde Mekkeden Medîne şehrine hicret eyledi. Eylül ayının yirminci pazartesi günü, Medînenin Kubâ köyüne geldi. Bugün, müslimânların (Şemsî) senebaşı oldu. Acemlerin şemsî senelerinin başlangıcı, bundan altı ay evveldir. Ya’nî, ateşe tapan mecûsîlerin bayramı olan martın yirminci (Nevruz) günüdür. O senenin Muharrem ayının birinci günü de, (Kamerî) sene başı oldu.

Peygamberlerin hepsine inanırız. Hepsi Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş Peygamberlerdir. Fekat, Kur’ân-ı kerîm nâzil olunca, başka dinler nesh edildi. Onun için, şimdi hiçbirine uymak câiz değildir. Nasârâ da, geçmiş Peygamberlerin hepsine ina-

-10-

nıyor. Fekat, Muhammed aleyhisselâmın, bütün insanların Peygamberi olduğuna inanmadıkları için kâfir oluyor, doğru yoldan çıkıyor. Yehûdîler ise, Îsâ aleyhisselâma da inanmadıkları için, dîn-i islâmdan, dahâ uzakdır.

Yehûdîlerle Nasârâ, ellerindeki bozuk kitâblarının gökden böyle gelmiş olduğuna inandıkları için, bunlara (Ehl-i kitâb) [ya’nî kitâblı kâfir] denir. Nikâh ile bunların kızlarını almak ve [Allahü teâlânın ismini söyliyerek] kesdiklerini yimek câizdir. [Fekat, mekrûhdur. Müslimân kızlarının, bunların erkekleri ile evlenmesi câiz değildir. Bir kız, bunlarla veyâ bir mürted ile, evlenmeğe niyyet edince, Muhammed aleyhisselâmın dînine ehemmiyyet vermemiş olur. İslâmiyyete kıymet vermiyen bir müslimân, dinden çıkar (mürted) olur ve iki kâfir birbiri ile evlenmiş olur.]

Hiçbir Peygambere inanmıyan, inansa da, Peygamberde veyâ ba’zı mahlûklarda (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanarak, bunlara tapınanlara ve mürtedlere (Müşrik) ya’nî kitâbsız kâfir denir. (Mülhid)lerin de, kitâbsız kâfir olduğu bildirildi. Bunların kızlarını almak ve kesdiklerini yimek, câiz değildir.

Îsâ aleyhisselâm, kendinden sonra dînini yaymak için, eshâbı arasından oniki kişi seçdi. Bunlara Havârî [Apostel, le Apôtre, apostle] denir. Bunlar:

Şem’ûn [Petrus], Yuhannâ [Johannes], büyük Ya’kûb, Petrusun kardeşi olan Andreas, Filip [Philippus], Toma [Thomas], Bartolomi [Bartolomaus], Metiyyâ [Matthaus], küçük Ya’kûb, Barnabas, Yehûda [Jüdas] ve Tadyus [Yakobi]dur. Ba’zı kitâblarda Barnabas yerine Simon yazılıdır. Yehûdâ [Judas] mürted oldu. Yerine Matyes [Matthias] seçildi. Havârîlerin reîsleri Petrus idi. Bu oniki mü’min, Îsâ “aleyhisselâm” otuzüç yaşında göke çıkarıldıkdan sonra, onun dînini etrâfa yaydılar. Fekat, Allahü teâlânın gönderdiği dînin doğru olarak yayılması, seksen sene sürebildi. Sonra, yehûdî dönmesi olan Bolüsün devrimleri, ilkeleri her tarafa yayıldı. Bolüs, Îsâ aleyhisselâma îmân etmiş göründü. Kendini din âlimi tanıtıp, (Îsâ, Allahın oğludur. Bunun için, kendisinde ülûhiyyet sıfatları vardır) dedi. Başka şeyler de uydurup söyledi. Şerâbı ve domuzu halâl etdi. Kıblelerini, Kâ’beden şarka, güneşin doğduğu tarafa döndürdü. Allahü teâlânın zâtı birdir, sıfatları üç dürlüdür dedi. Bu sıfatlara (Uknûm) denildi. Münâfık yehûdînin bu ilkeleri, ilk yazılan İncîl denilen dört kitâba, bilhâssa Lukanın kitâbına karışarak, Nasârâ, fırka fırka ayrıldı. Îsâ aleyhisselâmda ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inananlar, müşrik oldu. Birbirine uymaz yetmişiki mezheb ve kitâblar meydâna çıkdı. Şimdi üç büyük mez-

-11-

hebleri kalmışdır. Çoğu müşrikdir.

[İspanyanın Balear adalarındaki Miyorka (Majorque) adasında papas iken, Tunusda müslimân olup, Abdüllah ibni Abdüllahit-tercümân ismini alan bir zât, (Tuhfet-ül-erîb firredd-i alâ ehlissalîb) ismindeki arabî kitâbını, sekizyüzyirmiüç 823 [m. 1420] senesinde yazmış, 1290 [m. 1872] da Londrada ve 1401 [m. 1981] de İstanbulda, Hakîkat Kitâbevi tarafından, arabî olarak, (El-münkız-ı aniddalâl) kitâbının sonunda basılmış, türkçeye de terceme edilmişdir. Bu kitâbında buyuruyor ki:

(Adı geçen dört kitâbı yazanlar: Metâ [St. Mathieu] ve Luka [St. Luc] ve Marko [St. Marc] ve Yuhannâ [St. Jean]dır. İncîli ilk değişdiren, Nasarâyı müşrik yapan bunlardır. Filistinli olan Metâ, Îsâ aleyhisselâmı yalnız göke çıkarıldığı sene görmüş ve bundan sekiz sene sonra, birinci İncîli yazmışdır. Burada, Îsâ aleyhisselâmın, Filistinde vilâdetinde görülen şaşılacak şeyleri ve yehûdî pâdişâh [Herod]un, onu, çocuk iken öldürmek isteyince, annesi hazret-i Meryemin, oğlunu alıp, Mısra götürdüğünü yazmakdadır. Hazret-i Meryem, oğlu göke çıkdıkdan altı sene sonra vefât etdi. Kudüsde medfûndur. Antakyalı olan Luka, Îsâ aleyhisselâmı görmemiş, Îsâ “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan sonra, münâfık olan Bolüs tarafından Îsevî dînine alınmış, Bolüsün [Pavlosun] zehrli fikrleri ile aşılanarak, Allahü teâlânın kitâbını büsbütün değişdiren bir İncîl yazmışdır. Marko da, Îsâ “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan sonra, Îsevî olmuş, İncîl ismi ile, Petrusdan işitdiklerini Romada yazmışdır. Yuhannâ, Îsâ aleyhisselâmın teyzesi oğlu olup, Îsâ aleyhisselâmı birkaç kerre görmüşdür. Bu dört kitâbda, birbirine uymıyan yazılar çokdur.) Binüçyüzdokuz 1309 [m. 1892] senesinde vefât eden, Harputlu İshak efendinin yazdığı (Diyâ-ül-kulûb) ve (Şems-ül-hakîka) adındaki iki kitâbında ve 1299 da vefât eden Hayderîzâde İbrâhîm Fasîh efendinin arabî (Essırât-ül-müstekîm) kitâbında ve Necef Alî Tebrîzînin 1288 de İstanbulda basılmış olan fârisî (Mîzân-ül-mevâzîn) kitâbında ve 1959 da Beyrutda basılmış olan, İmâm-ı Gazâlînin arabî (Erreddül-Cemîl) kitâbında, bugünkü İncîl denilen kitâbların bozuk oldukları, bunlara inananların çoğunun müşrik olduğu isbât edilmekdedir. Bu üç kitâb, 1986 senesinde (Hakîkat Kitâbevi) tarafından, ofset yolu ile tekrâr basdırılmışdır.

Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işitdiklerini doğru olarak yazan Barnabasın İncîli bulunmuş ve 1973 de İngilizce olarak Pâkistânda basılmışdır. (Kâmûs-ul-a’lâm)da diyor ki: (Barnabe, Havârîlerin eskilerindendir. Markosun amcası oğludur. Kıbrıslıdır. Bolüs [Pavlos] ortaya çıkdıkdan sonra, buna yanaşdı. Berâber Anadoluyu ve Yunanistânı dolaşdılar. Mîlâdın altmışüçüncü se-

-12-

nesinde Kıbrısda şehîd edildi. Bir İncîl ve diğer ba’zı şeyler yazmışdır. Hazîranın onbirinci günü yortusu yapılmakdadır.)

Hıristiyânların din adamlarına (Prétre), ya’nî papas ve keşiş denir. Ortodoksların en büyüğüne (Patrîk) denir. Orta derecelerdeki papaslara (Pasteur) denir. İncîl okuyucularına (Kıssîs), Kıssîsin üst derecesine (Üskuf) denir. Bunlar, müftîleridir. Üskufların yüksek derecesindekilere (Evéque) veyâ (Piskopos), dahâ yükseklerine (Arşövek) veyâ (Metropolit) veyâ (Matrân) denir. Bunlar kâdîları, ya’nî hâkimleridir. Kilisede nemâz kıldıranlara (Câsilîk), aşağı derecedekilere (Curé veyâ Şemmâs) ve (Diyakoz), kilise hizmetçilerine (Ermite) veyâ (Şemâmise) denir. Bunlar, müezzinlik de yaparlar. Yalnız ibâdetle meşgûl olanlara (Râhib) denir. Katoliklerin baş papasları (Papa), ya’nî (atalar atası)dır. Papa Romadadır. Bunun müşâvirlerine (Kardinal) denir.

Bütün bu din adamları, Allahü teâlânın bir olduğunu unutdu. (Trinite) denilen (Teslîs)e başlayıp, Îsâ Allahın oğludur diyerek müşrik oldular. Bir zemân sonra, Roma imperatorlarından ikinci Klavdius [215-271 mîlâdî yılda] zemânında, Antakya patrîki Yûnüs Şemmâs, Allahü teâlânın bir olduğunu i’lân etdi. Çok kimseleri doğru yola getirdi. Ehl-i kitâb oldular. Fekat sonra gelen papaslar, yine üç şeye tapınmağa başladı. Büyük Kostantin [274337] Îsevîliğe, putperestliği de karışdırdı. Mîlâdın 325. ci senesinde İznikdeki rûhânî meclisinde, 318 papası toplıyarak, şirk ile karışdırılmış yeni bir hıristiyanlık dîni meydâna getirdi. Bu meclisde bulunan Aryus ismindeki üskuf, Allahın bir olduğunu, Îsâ aleyhisselâmın, Onun kulu olduğunu söyledi ise de, meclis reîsi, İskenderiyye patrîki Aleksandrus, Aryusu kiliseden koğdu. Büyük Kostantin, Aryusun kâfir olduğunu i’lân etdi ve (Milel ve Nihal) kitâbında ve Rum târîhçilerinden Circis İbnül’amîdin [601-671 (1205-1273) Şâmda] kitâbında yazılı olan (Melekâiyye) mezhebinin esâslarını kurdurdu. 381 de İstanbulda ikinci meclis kurularak, Rûhul-kuds ismi verilen Îsâ aleyhisselâm mahlûkdur diyen Makdonyus tel’în edildi. Mîlâdın üçyüzdoksanbeş [395]. ci yılında, Roma devleti ikiye ayrıldı. 421 de Kostantiniyye [ya’nî İstanbul] patrîki Nestoriusun kitâbını tedkîk için, İstanbulda, üçüncü toplantı yapıldı. Nestorius (Îsâ “aleyhisselâm” insandır. Ona tapılmaz. İki uknûm vardır. Allah birdir. Bunun, vücûd, hayât, ilm sıfatlarından, hayât sıfatı, Rûhul-kudsdür. İlm uknûmu [kelime], Îsâya hulûl etmiş, ilâh olmuşdur. Meryem, ilâh anası değil, insan anasıdır. Îsâ, Allahın oğludur) diyordu. Bu fikrleri kabûl edildi. Nestorius mezhebi, şark memleketlerinde yayıldı. Bu mezhebde olanlara (Nestûrî) denir. 431 de Efesus (Efes) de dördüncü mec-

-13-

lis kurulup, Dioskorüsün fikrleri kabûl edildi. Nestorius tekfîr edildi. Nestorius (439) senesinde Mısrda öldü. Bundan yirmi sene sonra Kadıköyde, 451 de beşinci meclisde, 734 papas toplanıp, İskenderiyye patrîki Dioskorusun yazıları red edildi. Dioskorusun fikrlerine (Monofisiye) denir ki, Îsâ “aleyhisselâm” bir ilâhdır diyorlar. Buna (Ya’kûbiyye) mezhebi de denir. Çünki, Dioskorusun asl adı Ya’kûbdur. O târîhde, şarkî Roma (Bizans) imperatoru olan Merkyânus, red karârını her tarafa bildirdi. Dioskorus kaçıp, Kudüs ve Mısrda mezhebini yaydı. Bunların da çoğu müşrikdir. Îsâ aleyhisselâma tapınır. Şimdi Irakda ve Surîyede, Lübnanda bulunan (Süryânî)ler ve (Maronî)ler, Ya’kûbiyye mezhebindedirler.

Kadıköy meclisinde kabûl edilip, kral Merkyânusun tasdîk etdiği fırkaya (Melekâiyye) denir. Birinci İznik meclisinde kabûl edilen mezheb de Melekâiyyeye yakındır. Reîsleri, Antakya patrîkidir. İlm sıfatına (Kelime), hayât sıfatına (Rûhul-kuds) derler. Bu sıfatlar, insan ile birleşince (Uknûm) derler. İlâh üçdür. Biri, vücûd uknûmu olup babadır. Îsâ onun oğludur. Meryem de ilâhdır dediler. Îsâ aleyhisselâma (Jesus christus) diyorlar.

Hıristiyanların yetmişiki fırkası, Hindli Rahmetullah efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî (İzhâr-ül-hak) kitâbında ve Harputlu İshak efendinin türkçe (Dıyâ-ül-kulûb) kitâbında uzun yazılıdır. Bu kitâb, 1987 senesinde (Cevâb Veremedi) ismi altında İstanbulda basılmış, ingilizce tercemesi 1990 da neşr edilmişdir. (İzhâr-ül-hak) kitâbı 1280 [m. 1864] senesinde arabî olarak İstanbulda basdırılmışdır. Rahmetullah efendi bu kitâbında 1270 senesinde, Hindistânda ve sonra İstanbulda hıristiyan papasları ile yapdığı münâzaraları ve onları nasıl mağlûb etdiğini uzun yazmakdadır. Fârisî (Seyf-ül-ebrâr) kitâbının İstanbul baskısına, bu münâzaralar hakkında bilgi eklenmişdir. (İzhâr-ül-hak) kitâbı iki kısmdır. Me’ârif nezâreti mektûbcusu Nüzhet efendi, kitâbın birinci kısmını türkçeye çevirmiş, (İzâh-ul-hak) ismi ile İstanbulda basılmışdır. İkinci kısmını, 1292 de Seyyid Ömer Fehmi bin Hasen türkçeye terceme etmiş, (İbrâz-ül-hak) ismi ile, 1293 [m. 1876] senesinde Bosnada basılmışdır.

Bütün bu mezhebler, 446 [m. 1054] senesine kadar Romadaki papaya bağlı idiler. Çoğu müşrik oldu. Hepsine katolik denir. 1054 de, İstanbul patrîki Mihael Kirolarius, papadan ayrılıp, şark kiliselerini kendi idâre etdi. Bu kiliselere (Ortodoks) denildi. Bunlar (Ya’kûbiyye) mezhebindedirler.

Lüther ismindeki Alman papası da, hicretin dokuzyüzyirmiüç [923] senesine rastlıyan mîlâdın binbeşyüzonyedi [1517] senesin-

-15-

de, Romadaki papaya isyân edip, kiliselerin bir kısmı buna uydu. Bunlara, (Protestan) kiliseleri denildi.]

Görülüyor ki, hıristiyanların çoğu müşrikdir ve yehûdîlerden dahâ aşağıdır. Âhıretde azâbları dahâ çokdur. Çünki bunlar, hem Muhammed aleyhisselâma inanmıyor, hem de, ulûhiyyetde taşkınlık ediyor, teslîse inanıyorlar. Îsâ aleyhisselâma ve anası hazret-i Meryeme tanrı diyerek tapınanlar, müşrikdir. Leş de yiyorlar. Yehûdîler ise, yalnız iki Peygambere “aleyhimessalevâtü vetteslîmât” inanmıyor. Allahü teâlâyı bir biliyor ve leş yimiyor. Bununla berâber, yehûdîlerin islâma düşmanlığı dahâ çokdur. Yehûdîlerden birkaçı, (Uzeyr Allahın oğludur) diyerek hıristiyanlar gibi müşrik oluyor ise de, çoğu müşrik değildir. Ortodoks, katolik ve protestanların her biri başka başka İncîller okuyup, Îsâ aleyhisselâma bağlı olduklarını söyler. Hâlbuki, i’tikâdda ve amelde, birbirlerine uymıyan çok şeyleri vardır. Hepsine nasârâ ve hıristiyan deniyor. Îsâ, Peygamberdir diyenlere, Ehl-i kitâb denir. Şimdi, Ehl-i kitâb olan hıristiyan yokdur. Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, hepsi kâfirdir. Yehûdîler de, kendilerine mûsevî diyor. [1997 senesinde Fransada yayınlanan iki cildlik Dinler ansiklopedisinde diyor ki: 1995 senesinde yeryüzünde 4 milyar 550 milyon nüfûs vardı. Bunun 1 milyar 60 milyonu müslimân, 1 milyar 870 milyonu hıristiyan [bunun 1 milyar 42 milyonu katolik, 505 milyonu protestan, 174 milyonu ortodoks], 14 milyonu yehûdî, 1 milyar 606 milyonu hiçbir Peygambere inanmayan kâfirler, ya’nî müşriklerdir.]

Peygamber efendimiz “aleyhissalâtü vesselâm” hicretin, onbirinci senesinde, âhıreti teşrîf buyurdukdan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” halîfe oldu. Hicretin onüçüncü senesinde, altmışüç yaşında vefât etdi. Bundan sonra Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” halîfe oldu. Yirmiüçüncü senede, altmışüç yaşında şehîd edildi. Bundan sonra, Osmân Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” halîfe oldu. Otuzbeş senesinde, sekseniki yaşında şehîd edildi. Sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe oldu. Hicretin kırkıncı senesinde altmışüç yaşında şehîd edildi. Bu dört halîfeye, (Hulefâ-i râşidîn) denir. Zemân-ı se’âdetde, (Ahkâm-ı İslâmiyye) temâm icrâ edilip, her taraf, hak, adâlet ve hürriyyet ile nûrlandığı gibi, bunların zemânında da öyle idi. Ahkâm-ı islâmiyye kusûrsuz olarak yapılıyordu. Bu dört halîfe, Eshâb-ı kirâmın hepsinden üstündür. Kendi aralarındaki üstünlükleri, hilâfetleri sırasına göredir.

Ebû Bekr “radıyallahü anh” zemânında, müslimânlar, Arabistân yarımadasından dışarı çıkdı. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz âhıreti teşrîf buyurunca, yarımadada karı-

-15-

şıklıklar çıkdı. Ebû Bekr “radıyallahü anh” yarımadada hâsıl olan bu karışıklıkları düzeltdi. Mürtedlerin terbiyesi ile uğraşdı. Vakt-i se’âdetde olduğu gibi, birlik te’mîn etdi. Ömer “radıyallahü anh” halîfe olunca, bir hutbe okuyup:

(Ey Resûlün Eshâbı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”! Arabistân, ancak sizin atlarınıza arpa yetişdirebilir. Hâlbuki Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine, yeryüzünün her tarafında, yer, memleket vereceğini, Habîbine va’d etmişdir. Hani, bu va’d edilen memleketleri zabt ederek, dünyâda ganîmete, âhıretde gazâ ve şehîdlik rütbesine nâil olmak istiyen erler nerede? Din uğruna can ve baş fedâ ederek, vatanlarını bırakıp, Allahü teâlânın kullarını zâlimlerin pençelerinden kurtaracak gâzîler nerede?) diyerek Eshâb-ı kirâmı cihâda ve gazâya teşvîk buyurdu. İşte İslâm memleketlerinin, üç kıt’a boyunca, hızla genişlemesine, milyonlarca insanın küfrden kurtulmalarına sebeb, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” bu nutkudur. Bu nutk üzerine, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” ölünceye kadar cihâd ve gazâ etmeğe ahd ve ittifâk etdi. Halîfenin gösterdiği şeklde ordular kurulup, Ehl-i islâm, yerlerini, yurdlarını terk ile Arabistândan çıkıp, her tarafa yayıldı. Gidenlerin çoğu, geri dönmeyip, gitdikleri yerlerde, ölünciye kadar cihâd etdi. Böylece, az vaktde çok memleket alındı. O vakt, iki büyük devlet vardı. Biri Rum İmperatorluğu, diğeri Îrân devleti idi. Ehl-i islâm, ikisine de gâlib geldi. Hele Acem devleti, büsbütün ortadan kalkdı. Memleketlerinin hepsi, müslimânların eline geçdi. Ehâlîsi müslimân olmakla şereflendi. Dünyâda râhata, âhiretde ebedî se’âdete kavuşdular. Osmân ve Alî “radıyallahü anhümâ” zemânlarında da böyle gazâ ile uğraşıldı. Fekat, Osmân “radıyallahü anh” zemânında, halîfeye karşı gelenler türedi ve şehîd etdiler. Alî “radıyallahü anh“ zemânında, hâricî kavgaları baş gösterdi. Ehl-i islâm arasında ayrılık başladı. Feth ve zaferin en büyük sebebi ise, ittifâk ve birlik olduğundan, bunların zemânında, Ömer “radıyallahü anh” zemânı kadar, memleket alınamadı.

Hulefâ-i râşidîn zemânı, otuz sene idi. Bu otuz sene, Peygamberimiz “aleyhisselâm” zemânı gibi güzel geçdi. Bu dört halîfeden sonra, Ehl-i islâm arasında, bid’atler ve yanlış yollar meydâna çıkarak, nice kimseler doğru yoldan ayrıldı. Yalnız, Eshâb-ı kirâm gibi îmân edenler ve ahkâm-ı islâmiyyeye onlar gibi tâbi’ olanlar kurtuldu ki, bunların yoluna (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkası denir. Ehl-i sünnet âlimi demek, dört mezhebden birinin âlimi demekdir. Doğru yol, yalnız budur. Peygamber “aleyhisselâm” efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gitdiği doğru yol, Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdiği

-16-

yoldur “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Zemânla, yanlış fırkalar, yollar unutuldu. Şimdi, İslâm memleketlerinin çoğu, bu doğru fırkadadır. Bu Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate uymayan, yalnız yehûdî olan (Abdüllah bin Sebe’)in kurduğu, şî’î fırkası kalmışdır. Şî’îler, (Hilâfet, Alînin “radıyallahü anh” hakkı iken, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”, zor ile onun hakkını aldı) diyorlar. Eshâb-ı kirâmın çoğunu kötülüyorlar.

[Bugün, müslimân denilen ve ümmet-i Muhammediyye olarak tanınanlar, ehl-i sünnet ile şî’î ve vehhâbîlerden ibâret gibidir. İngilizlerin Hindistânda kurdukları (Ahmediyye veyâ Kâdiyânî) denilen zındıklar ile Behâîlerin ve (Teblîg-ı cemâ’at) denilen mezhebsizlerin, zındıkların müslimânlığa bağlılıkları yokdur. Bunların üçü de (Ehl-i Sünnet)den ayrılmışlardır.]

Ehl-i sünnet fırkası, iş ve ibâdet bakımından dört (Mezheb)e ayrılmışdır: Birincisi, (Hanefî mezhebi) olup, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit “rahmetullahi aleyh” mezhebidir. Hanîf, doğru inanan, islâmiyyete sarılan kimse demekdir. Ebû Hanîfe, hakîkî müslimânların babası demekdir. İmâm-ı a’zamın, Hanîfe adında bir kızı yokdu. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden ikincisi, (Mâlikî mezhebi) olup, imâm-ı Mâlik bin Enes “rahmetullahi aleyh” mezhebidir. Üçüncüsü, (Şâfi’î mezhebi) olup, imâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” mezhebidir. İmâmın dedesinin dedesi olan (Şâfi’) hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan olduğu için, kendisine ve mezhebine Şâfi’î denildi. Dördüncüsü (Hanbelî mezhebi) olup, Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi aleyh” mezhebidir. İmâm-ı a’zam 80, Mâlik 90, Şâfi’î 150, Ahmed 164 hicrî senelerinde tevellüd ve 150 [m. 767] ve 179 ve 204 ve 241 senelerinde vefât etdikleri ibni Âbidîn mukaddemesinde yazılıdır “rahmetullahi aleyhim”.

Ehl-i sünnet yolunu öğrenmek istiyen, dört mezhebden birinin kitâblarını okumalıdır.

Bu dört mezheb, i’tikâdca, birbirinden ayrı değildir. Hepsi Ehl-i sünnet fırkasında olup, îmânları, inanışları, dinlerinin temeli birdir. İslâm milletinde bu dört imâm; büyük, herkesce kabûl edilmiş, inanılır müctehidlerdir. Yalnız ahkâm-ı islâmiyyede, ya’nî iş bakımından, ba’zı ufak şeylerde ayrılmışlardır. Şöyle ki:

Allahü teâlâ ve Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, mü’minlere merhamet etdikleri için, ba’zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. [Açıkca bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, farza ve sünnete kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü’minlerin hâli güç olurdu.] Böyle işleri, açık bildirilmiş

-17-

bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, (Müctehid) denir. Müctehidin, bir işin nasıl yapılacağını anlamak için, son gayreti ile uğraşarak görüşüne, doğruya en yakın zannına göre amel etmesi, kendine ve ona uyanlara vâcib olur. Ya’nî, âyet-i kerîmeler ve Hadîs-i şerîfler, böyle yapmağı emr etmekdedir. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını anlamağa çalışırken yanılırsa, günâh olmaz. Sevâb olur. Uğraşmasının sevâbını kazanır. Çünki, insana gücü, kuvveti yetdiği kadar çalışması emr olundu. Müctehid yanılırsa, çalışması için bir sevâb verilir. Doğruyu bulursa, on sevâb verilir. Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyük âlim, ya’nî müctehid idiler. Bunlardan sonra gelenler arasında, ilk zemânlar ictihâd yapabilecek büyük âlim çok idi. Bunların her birine nice kimseler uyardı. Zemânla, bunların çoğu unutularak, Ehl-i sünnet içinde, yalnız bu dört mezheb kaldı. Sonraları, olur olmaz kimseler çıkıp da, müctehidim diyerek, bozuk fırkalar çıkarmamaları için, Ehl-i sünnet, bu dört mezhebden başka mezhebe uymadı. Bu dört mezhebden herbirine, Ehl-i sünnetden milyonlarla kimse uydu. Dört mezhebin i’tikâdı bir olduğundan, birbirine yanlış demez, bid’at sâhibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezhebdedir deyip, her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli dahâ çokdur bilir. İctihâd ile anlaşılan işlerde, islâmiyyetin açık emri bulunmadığı için, bir adamın mezhebi yanlış olup da, diğer üç mezhebden birisinin doğru olmak ihtimâli var ise de, herkes (Benim mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır ve diğer üç mezheb yanlışdır, doğru olmak ihtimâli de vardır) demelidir. Böylece, harac, sıkıntı olmadıkca, bir işi bir mezhebe göre, başka bir işi de başka mezhebe göre yaparak, dört mezhebi karışdırmak câiz olmaz. Bir kimse, dört mezhebden hangisini taklîd ediyor ise, ya’nî hangi mezhebi seçmiş ise, o mezhebdeki bilgileri öğrenmesi, harac, sıkıntı olmadıkca, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır.

[Ancak, bir işin yapılmasında harac (güçlük) bulunursa, ya’nî kendi mezhebine göre yapmasına imkân olmıyan bir işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fekat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını, ya’nî farzlarını ve müfsidlerini gözetmesi de lâzımdır. Hanefî mezhebi âlimlerinin, böyle işlerde, mâlikî mezhebini taklîd etmeğe fetvâ verdikleri, ibni Âbidînin (Nikâh-ı ric’î) kısmında yazılıdır.]

Âlimlerin çoğu, Hanefî mezhebinin dahâ doğru olduğunu söylemişlerdir. Bunun için, İslâm memleketlerinin çoğunda, Hanefî mezhebi yerleşmişdir. Türkistân ile Hindistânın ve Anadolunun

-18-

hemen hepsi hanefîdir. Afrikanın garb [batı] tarafı, hep Mâlikîdir. Hindistânın ba’zı sâhillerinde de bulunur. Şâfi’îler; Mısrda, kürdlerde ve Arabistânda ve Dağıstanda çokdur. Hanbelîler azdır. Vaktiyle Şâm ve Bağdâdda çok idi.

(Edille-i şer’ıyye) [ya’nî, din bilgilerinde, müctehid imâmlara sened, kaynak] dörtdür: (Kur’ân-ı kerîm), (Hadîs-i şerîfler), (İcmâ’ı ümmet) ve (Kıyâs-ı fükahâ).

Müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını, Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bulamazlarsa, Hadîs-i şerîflere bakarlar. Hadîs-i şerîflerde de açıkca bulamazlarsa, bu iş için, (İcmâ’) var ise, öyle yapılmasını bildirirler. [İcmâ’ sözbirliği demekdir. Ya’nî, bu işi, Eshâb-ı kirâmın hepsinin aynı sûretle yapması veyâ söylemesi demekdir. Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen tâbi’înin de icmâ’ı delîldir, seneddir. Dahâ sonra gelenlerin, hele bu zemândaki insanların, dinde reformcuların, din câhillerinin yapdıkları, söyledikleri şeye, icmâ’ denmez.]

Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ’ ile de bilinemezse, müctehidlerin kıyâsına göre yapmak lâzım olur. İmâm-ı Mâlik “rahmetullahi aleyh”, bu dört delîlden başka, Medîne-i münevverenin o zemânki ehâlîsinin sözbirliğine de sened dedi. Bu âdetleri, babalarından, dedelerinden ve nihâyet, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” görenek olarak gelmişdir, dedi. Bu sened, kıyâsdan dahâ sağlamdır dedi. Fekat diğer üç mezhebin imâmları, Medîne ehâlîsinin sözbirliğini sened olarak almadı.

İctihâd yolu ikidir: Biri, Irak âlimlerinin yolu olup, buna (Re’y yolu) denir. Ya’nî kıyâs yoludur. Bir işin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş ise, buna benziyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur. Bu iş de, onun gibi yapılır. Eshâb-ı kirâmdan sonra “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu yolda olan müctehidlerin reîsi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi aleyh”.

İkinci yol, Hicâz âlimlerinin yolu olup, buna (Rivâyet yolu) denir. Bunlar, Medîne-i münevverenin o zemânki ehâlîsinin âdetlerini, kıyâsdan üstün tutar. Bu yolda olan müctehidlerin büyüğü, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi aleyh”dir ki, Medîne-i münevverede oturuyordu. İmâm-ı Şâfi’î ile Ahmed ibni Hanbel de “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, imâm-ı Mâlikin sohbetlerinde bulunmuşlardır. İmâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Mâlikin yolunu öğrendikden sonra, Bağdâd tarafına gelerek, İmâm-ı a’zamın talebesinden okuyup, bu iki yolu birleşdirdi. Ayrı bir ictihâd yolu kurdu. Kendisi çok belîg, edîb olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve Hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre iş görürdü. İki

-19-

tarafda da kuvvet bulamazsa, o zemân, kıyâs yolu ile ictihâd ederdi. Ahmed ibni Hanbel de, imâm-ı Mâlikin yolunu öğrendikden sonra Bağdâd taraflarına gidip, İmâm-ı a’zamın talebesinden kıyâs yolunu almış ise de, pek çok Hadîs-i şerîf ezberlemiş olduğundan, önce, Hadîs-i şerîflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak, ictihâd etmişdir. Böylece, ahkâm-ı islâmiyyenin çoğunda, diğer üç mezhebden ayrılmışdır.

Bu dört mezhebin hâli, bir şehr ehâlîsinin hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanûnda bulunmazsa, o şehrin eşrâfı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanûnun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Ba’zan uyuşamayıp, ba’zısı devletin maksadı, beldeleri ta’mîr ve insanların râhatlığıdır der. O işi, re’y ve fikrleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar, hanefî mezhebine benzer. Ba’zıları da, devlet merkezinden gelen me’mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmakdır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba’zıları ise kanûnun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şâfi’î mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kanûnun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaşdırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanûna uygun olduğunu söyler. Kanûnun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlışdır. Fekat, kanûndan ayrılmaları, kanûnu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalışdıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraşdıkları için, beğenilir. Fekat, doğrusunu bulan dahâ çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işde, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fekat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraşdığından, yanılanlar afv olur. Hattâ sevâb kazanır. Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetime, yanıldığı ve unutduğu için cezâ yokdur) buyurdu. Bu ayrılıkları ba’zı işlerde olup, ibâdetlerin çoğunda, ya’nî Kur’ân-ı kerîmin ve Hadîs-i şerîflerin açık olarak bildirdikleri ahkâmda ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, birbirini kötülemezler.

[Süâl: İngilizlerin Arabistânda kurmuş oldukları bozuk fırkadaki vehhâbîler ve onların kitâblarını okuyanlar diyor ki, (mezhebler ikinci asrda meydâna çıkdı. Eshâb ve Tâbi’în, hangi mezhebde idi?)

-20-

Cevâb: Mezheb imâmı demek, Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir. Açıkca bildirilmemiş olan bilgileri de, açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkarmışdır. (Hadîka) kitâbı üçyüzonsekiz (318). ci sahîfesinde diyor ki; (Bilinen dört imâm zemânında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fekat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı). Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid idi. Hepsi de, derin âlim, mezheb imâmı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan dahâ üstün, dahâ çok bilgili idi. Mezhebleri dahâ doğru, dahâ kıymetli idi. Fekat, bunların kitâbları olmadığı için, mezhebleri unutuldu. Dört mezhebden başkasına uymak imkânı kalmadı. Eshâb-ı kirâm hangi mezhebde idi demek, alay kumandanı, hangi bölükdendir? Yâhud, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfı öğrencisidir demeğe benzemekdedir.]

Hicretden dörtyüz [400] sene geçdikden sonra, mutlak ictihâd yapabilecek kadar derin âlim kalmadığı, kitâblarda yazılıdır. (Hadîka) kitâbının yine üçyüzonsekiz [318]. ci sahîfesindeki Hadîs-i şerîfde, yalancı, sapık din adamlarının çoğalacakları bildirilmekdedir. Bunun için, Ehl-i sünnet olan her müslimânın, bilinen dört mezhebden birini seçerek (Taklîd) etmesi lâzımdır. Ya’nî, bu mezhebin (İlmihâl) kitâbını okuyup öğrenmesi, îmânını ve bütün işlerini buna uydurması lâzımdır. Böylece, bu mezhebe girmiş olur. Dört mezhebden birini taklîd etmiyen kimse, Ehl-i sünnet olamaz. Buna (Mezhebsiz ve Zındık) denir. Mezhebsiz kimse, yâ yetmişiki bozuk fırkadan birindedir. Yâhud kâfir olmuşdur. Böyle olduğu, (Bahr)de, (Hindiyye)de ve (Tahtâvî)nin Zebâyıh kısmında ve (İbn-i Âbidîn)in Bâgîler kısmında yazılıdır. (El-besâir) kitâbının elliikinci sahîfesinde ve Ahmed Sâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” tefsîrinde, Kehf sûresinde de böyle yazılıdır.

(Mîzân-ül kübrâ) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” önsözünde diyor ki, (Unutulmuş olan mezheblerin ve bugün mevcûd bulunan dört mezhebin hepsi hakdır, sahîhdir. Birinin, başkası üzerine üstünlüğü yokdur. Çünki, hepsi aynı din kaynağından alınmışlardır. Bütün mezheblerde, yapılması kolay işler [Ruhsat] bulunduğu gibi, yapılması güç [Azîmet] olan işler de vardır. Azîmet olan işi yapabilecek kimsenin, kolay işi yapmağa kalkışması, din ile oynamak olur. Azîmeti yapmakdan âciz olan, özrlü olan kimsenin ruhsat olanı yapması câiz olur. Böyle kimsenin ruhsat olanı yapması, azîmet yapmış gibi çok sevâb olur. Âciz olmıyanın, kendi mezhebindeki ruhsatları yapmaması, azîmetleri

-21-

yapması vâcibdir. Hattâ, kendi mezhebinde yalnız ruhsatı bulunan işin, başka mezhebde azîmeti varsa, o azîmeti yapması vâcib olur. Mezheb imâmlarından birinin sözünü beğenmemekden veyâ kendi düşüncesini onun sözünden dahâ üstün sanmakdan, çok sakınmalıdır. Çünki, başkalarının ilmleri, anlayışları, müctehidlerin, ilmleri ve anlayışları yanında, hiç gibi kalır). Özrü olmıyan kimseye kendi mezhebinde ruhsat ile amel câiz olmayınca, başka mezheblerdeki kolaylıkları araşdırmanın, ya’nî mezhebleri (Telfîk) etmenin hiç câiz olmadığı anlaşılmakdadır.

(Dürr-ül-muhtâr)ın sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” önsözünde ve bunun (Redd-ül-muhtâr) hâşiyesinde [ya’nî İbni Âbidînde] diyor ki, (Bir işi, ibâdeti yaparken mezheblerin kolaylıklarını araşdırıp, bunlara göre yapmak bâtıldır. Meselâ abdestli kimsenin derisinden kan aksa, Şâfi’î mezhebinde abdesti bozulmaz. Hanefîde bozulur. Yabancı kadının derisine, derisi değse, Şâfi’îde bozulur. Hanefî mezhebine göre bozulmaz. Abdest aldıkdan sonra derisinden kan akan ve derisi yabancı kadının derisine değen bir kimsenin bu abdestle kıldığı nemâz sahîh olmaz. Bunun gibi, bir işi bir mezhebe göre yaparken, ikinci bir mezhebe de uymak sözbirliği ile bâtıldır. Şöyle ki, Şâfi’î mezhebine uyarak, başının az bir yerini mesh eden kimseye köpek sürtünse, bu kimsenin Mâlikîyi de taklîd ederek, burasını yıkamadan kıldığı nemâz sahîh olmaz. Çünki Şâfi’îde köpek sürtünenin nemâzı sahîh olmaz. Mâlikîde, köpek necs değil ise de, başının hepsini mesh etmesi lâzımdır. Yine bunun gibi, ikrâh ile, ya’nî korkutularak yapdırılan talâk, Hanefîde sahîh olur. Diğer üç mezhebde sahîh olmaz. Bu adamın, Şâfi’î mezhebine uyarak, boşadığı kadın ile ve Hanefîyi taklîd ederek, bu kadının kız kardeşi ile, aynı zemânda evli olması câiz değildir. Çünki, bir iş yaparken mezhebleri (Telfîk) etmek ya’nî kolaylıklarını arayıp bunlara göre yapmak, sözbirliği ile sahîh değildir. Dört mezhebden, hiçbirine uymadan bir şey yapmak da câiz değildir). Nemâz vaktlerini anlatırken diyor ki, (Sefer ve matar gibi özr olunca, öğle ve ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikde kılmak Şâfi’îde câizdir. [Matar, yağmur demekdir.] Hanefîde câiz değildir. Bir hanefî, seferî iken, meşakkat olmadığı hâlde, öğleyi ikindi vaktinde kılsa harâm olur. İkindiyi öğle vaktinde kılsa hiç sahîh olmaz. Şâfi’î mezhebinde ise, ikisi de sahîh olur. Kendi mezhebine göre harac, ya’nî meşakkat olduğu zemân, kendi mezhebindeki ruhsatla amel etmesi câiz olur. Ruhsat ile de yapmakda meşakkat olursa, başka mezhebi taklîd etmek câiz ise de, o mezhebde, o ibâdet için farz ve vâcib olan şeyleri de yapması lâzımdır.) Bir işi, bir ibâdeti yaparken başka bir mezhebi taklîd eden kimse,

-22-

kendi mezhebinden çıkmış olmaz. Mezheb değişdirmiş olmaz. Yalnız o işi yaparken diğer mezhebin şartlarına ri’âyet etmesi lâzımdır.

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Redd-ül-muhtâr)ın ikinci cildi, beşyüzkırkikinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Bir Hanefî, abdest alırken niyyet etmese, bu abdest ile öğleyi kılsa, câiz olur. İkindiden sonra Şâfi’î olup ikindiyi kılsa, sahîh olmaz. Niyyet ederek tekrâr abdest alması lâzım olur). (Ta’zîr)i anlatırken diyor ki, (Bir kimse, dînî, ilmî lüzûm olmadan dünyâ işleri için mezhebini değişdirse, dînini oyuncak yapmış olur. Cezâlandırılması lâzım olur. Îmânsız ölmesinden korkulur. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Bilenlerden sorunuz!) buyuruldu. Bunun için, müctehide sormak, bir mezhebe uymak vâcib oldu. Bir mezhebi taklîd etmek, ya’nî bu mezhebe uymak, o mezhebde olduğunu söylemekle olur. Söylemeksizin, kalb ile niyyet ederek de olur. Mezhebe uymak, mezheb imâmının sözlerini okuyup, öğrenip yapmak demekdir. Öğrenmeden, bilmeden, ben Hanefîyim, ben Şâfi’îyim demekle, o mezhebe girmiş olmaz. Böyle olanlar, hocalara sorarak, ilmihâl kitâblarından öğrenerek ibâdet yapmalıdır). Şâhidliği anlatırken diyor ki, (Mezhebe ehemmiyyet vermiyerek veyâ kolayına geleni yapmak için mezheb değişdirenin [ve mezhebleri birleşdirenin, kolaylıklarını seçip toplıyanların] şâhidliği kabûl olmaz).

İbni Âbidîn önsözünde diyor ki, (Halîfe Hârûn-ür-reşîd, imâm-ı Mâlike dedi ki, islâm memleketlerinin her tarafına senin kitâblarını yaymak ve herkesin yalnız bu kitâblara uymalarını emr etmek istiyorum. İmâm-ı Mâlik buyurdu ki, yâ Halîfe, böyle yapma! Âlimlerin mezheblere ayrılması, Allahü teâlânın bu ümmete olan rahmetlerinden biridir. Herkes, dilediği mezhebe uyar. Mezheblerin hepsi, doğrudur).

(Mü’min) ve (Müslim) ve (Müslimân) demek, Allahü teâlâ tarafından, Muhammed aleyhisselâm vâsıtası ile, insanlara bildirilmiş ve islâm memleketlerine yayılmış din bilgilerine inanan, kabûl eden kimse demekdir. Bu bilgiler Kur’ân-ı kerîmde ve binlerce Hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Bu bilgileri, Eshâb-ı kirâm Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” işitmiş, (Selef-i sâlihîn) de, ya’nî Eshâb-ı kirâmdan sonra, ikinci ve üçüncü asrlarda [yüzyıllarda] gelen islâm âlimleri de, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veyâ bu işitenlerden işiterek kitâblarına yazmışlardır. Sonra gelen islâm âlimleri, Selef-i sâlihînin kitâblarındaki bilgileri başka başka açıklamışlar, birbirlerinden ayrılmışlar, ma’nâları açık bildirilmemiş, inanılması lâzım bilgilerde, yetmişüç ayrı fırka mey-

-23-

dâna gelmişdir. Bunlardan yalnız bir fırkası, bu açıklamaları yaparken, kendi düşüncelerini, görüşlerini karışdırmamış, bir değişiklik ve ekleme yapmamışlardır. Bu doğru îmânlı fırkaya (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) denir. Şübheli âyetleri ve hadîsleri yanlış te’vîl ederek i’tikâdı bozulan yetmişiki fırkaya (Bid’at) veyâ (Dalâlet) fırkaları yâhud mezhebsiz denir. Bunlar da müslimândır. Fekat (Sapık) yoldadırlar.

Ma’nâları açık bildirilmiş olan, inanılacak şeylerde, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere yalnız kendi akl ve görüşleri ile ma’nâ vererek, îmânı bozulan, kâfir olan kimseye (Mülhid) denir. (Mülhid) kendini samîmî müslimân ve Muhammed aleyhisselâmın ümmeti bilir. (Münâfık) ise müslimân görünür. Fekat başka dindendir. (Zındık), dinsizdir. Hiçbir dîne inanmaz. Müslimânları dinsiz, ateist yapmak için, müslimân görünür. (Dinde reform) yapmak, islâmiyyeti değişdirerek, bozarak yok etmek çabasındadır, islâm düşmanıdır. Çok zararlıdır. Masonlar ve ingiliz câsûsları böyledir.

(Müslimân) olmak için, inanılması lâzım gelen bilgiler, yalnız inanılacak altı şey değildir. Meşhûr olan (Farz)ların yapılmasının lâzım olduğuna ve (Harâm)ları yapmamak, bunlardan sakınmak lâzım olduğuna inanmak da, müslimân olmak için lâzımdır. Farzları yapmanın ve harâmlardan sakınmanın birinci vazîfe olduğunu kabûl etmiyen kimsenin îmânı gider. (Mürted) olur. Kabûl edip de, nefsine ve fenâ arkadaşlara uyarak farzlardan bir veyâ birkaçını yapmıyan yâhud bir veyâ birkaç harâm işleyen kimse, müslimândır. Fekat, kusûrlu, kabâhatli müslimândır. Böyle müslimâna (Fâsık) denir. Farzları yapmağa ve harâmlardan sakınmağa (İbâdet) yapmak denir. İbâdet yapmağa çalışan ve ibâdetde kusûru olunca, hemen tevbe eden müslimâna (Sâlih) denir.

Şimdi, hür memleketlerde oturup da, îmân edilecek altı şeyi ve meşhûr olan farzları ve harâmları bilmemek özr değildir. Öğrenmemek büyük günâhdır. Kısa olarak öğrenmek ve çocuklarına öğretmek lâzımdır. Ehemmiyyet vermediği için öğrenmezse, kâfir olur. Yalnız (Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) diyen ve ma’nâsını bilip inanan bir kâfir, o anda müslimân olur ise de, sonra yavaş yavaş, îmân edilecek altı şeyi ve her müslimân için farz ve harâm olan meşhûr bilgileri öğrenmesi ve bilenlerin, ya’nî müslimânların buna öğretmeleri lâzımdır. Öğrenmezse müslimânlıkdan çıkar. (Mürted) olur. Bunları, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı doğru (İlmihâl) kitâblarından öğrenmesi lâzımdır. [Ehl-i sünnet bilgilerinden haberi olmayan profesörlerin konferanslarına ve kitâblarına aldanmamalıdır.]

-24-