Bundan önceki
maddede yazılı mektûbla bağlılığı olduğu için ve Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini çok açık gösterdiği için, bugünkü
tecrîbelerin meydâna çıkardığı, âlem ve madde
üzerindeki yeni bilgileri din kardeşlerime burada kısaca yazmağı uygun gördüm.
Bu maksadla, Almanca (Der Mensch) kitâbının [m. 1940] senesi baskısından mühim gördüğüm yerleri de aşağıya terceme ediyorum:
Bu âlem, topraklar, cânlılar ve hava hep maddeden
yapılmışdır. Terâzîde dartılan, ya’nî ağırlığı olan herşeye, (Madde) denir. Maddeler belirli, husûsî
özellikleri ile birbirinden ayrılır. Her maddede enerji, kudret bulunur.
Maddelerin şekl almış parçalarına, (Cism) denir.
Anahtar, maşa, çivi, makas birer cismdir. Fekat hepsi, aynı demir maddesinden
yapılmışdır. Bir maddeden yapılmış cismlere, (Sâf
cism) denir. Sâf cismde, bir maddenin belirli özellikleri vardır.
Bir sâf cismden, başka bir madde çıkarılamaz ise, bu maddeye (Basît cism, eleman) denir. Demir, bakır, kükürt,
oksigen birer elemandır. Bugün, yüzbeş
eleman biliyoruz. İki veyâ dahâ çok eleman, birbirleri ile birleşerek,
başka sıfatları taşıyan, yeni bir madde meydâna getirilebilir ki, bu yeni
maddeye (Mürekkeb veyâ bileşik cism) denir.
Su, ispirto, şeker, tuz bileşik cismlerdir. Bileşik bir cismden başka başka,
basît cismler çıkarılabilir. Başka maddelere ayrılabilen sâf cisme (Bileşik cism) denir. Bugün, yüzbinlerce bileşik
cism bilinmekde ve elemanlar birleşdirilerek yenileri yapılmakdadır. Elemanları
insanlar yapamaz, arar, bulur.
Cismlerde, dâimâ değişiklik olduğunu görüyoruz. Su akıyor,
rüzgâr esiyor, kuş uçuyor, çocuk büyüyor, yaprak sallanıyor, yüreğimiz işliyor,
dünyâ dönüyor. Cismlerde meydâna gelen değişmelere, (Hâdise,
olay) denir. İki dürlü hâdise vardır:
1 - (Fizik hâdisesi): Bir
cismde meydâna geldiği zemân, cismin özünü, yapısını değişdirmiyen
hâdiselerdir. Kâğıdın yırtılması, fizik hâdisesidir. Çünki, kâğıdın şekli
değişdi, fekat özü, yine kâğıddır.
2 - (Kimyâ hâdisesi): Bir
cism üzerinde meydâna geldiği vakt, cismin mâhiyyetini, yapısını değişdiren
hâdiselerdir. Kâğıdın yanması, kimyâ hâdisesidir. Çünki, kâğıdın yapısı
bozuldu. Kül oldu.
Fizik hâdiselerini inceliyen ilme, fizik ilmi [hikmet]
denir. Kimyâ hâdiselerini inceliyen ilme, kimyâ ilmi [şimi] denir.
Bir madde üzerinde, bir fizik hâdisesinin meydâna gelmesi
için, bu maddeye bir kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Suya, harâretin kuvveti
te’sîr edince, buhâr hâline geçerek, fizik hâdisesi oluyor. Fizik hâdiseleri,
bir madde üzerinde meydâna geliyor. İki şişe, birbirine çarparak kırılınca,
bunların maddeleri birbirine te’sîr ederek kırılmıyor. Taşıdıkları enerji
[Zinde kuvveti=1/2 m v2] te’sîri ile kırılıyorlar.
Kimyâ hâdiseleri ise, iki veyâ dahâ çok cism arasında, madde
alışverişi sonucu olarak meydâna gelir. Bir bileşik cismden madde ayrılır veyâ
madde eklenir. Basît cismler, birbiri ile veyâ bir bileşik cismle birleşir.
Maddelerin birbirine te’sîr etmesine (Reaksiyon,
tepkime) denir. Kimyâ reaksiyonlarında, maddelerin birbiri ile
birleşen veyâ ayrılan en küçük parçasına (Atom) denir.
Basît cism, yalnız bir cinsden atomların yığınıdır. Yüzbeş basît cism olduğu
için, yüzbeş dürlü atom var demekdir. Bir atomun ağırlığı, bir miligramdan
milyarlarla dahâ azdır. Yüzbeş atomun büyüklükleri ve ağırlıkları başka
başkadır.
Bir borudan su akdığı gibi, bir elektrik telinden de,
elektrik dânecikleri akar. Su, borunun içinden akar. Elektrik dânecikleri ise,
iletken telin dış yüzeyinden akar. Elektriğin, hiç bölünmiyen en küçük parçasına
(Elektron) denir. Bir elektron, en küçük
atom olan hidrogen atomundan binsekizyüzotuzbeş def’a dahâ hafîfdir. Ya’nî,
elektronun ağırlığı, yok gibidir. Elektronlar, menfî, ya’nî eksi elektrikdir.
Müsbet, ya’nî artı elektrik yokdur. Eksi elektrik noksânlığına artı elektrik
denil-
mişdir.
Bir yerde eksi elektrik azalınca, müsbet elektrik artıyor diyoruz. Bir yerde
elektrik sıfırsa, ya’nî yoksa, bu yerde bulunan eksi ve artı elektrik mikdârı,
birbirinin aynıdır, eşitdir diyoruz.
Erd denilen yer küremizi kaplıyan, nihâyetsiz sandığımız
boşlukda [birinci gökde] yıldızlar yüzmekdedir. Bunlardan sekiz dânesi ve
peykleri [uyduları] katı ve karanlıkdır. Geri kalan yüzbinlerle yıldızın
herbiri, parlak bir güneşdir. Bu güneşlerin hepsi, bizim güneşimiz gibi, tâ
merkezlerine kadar gaz hâlindedir. Hiçbirinde, ne su, ne de taş, toprak, ağaç, hayvân ve insan gibi katı cismler
yokdur. Bu yıldızların arasındaki mesâfe, pek fazla olup (Zıyâ senesi) ile ölçülür. Bir zıyâ senesi,
sâniyede üçyüzbin kilometre giden ışığın, bir senede gitdiği yoldur. Yıldızlar,
birbirinden o kadar uzakdır ki, ışık bir yıldızdan, başka komşu bir yıldıza,
yüzlerce ışık senesinde varabilir. Meselâ Atlas okyânusunda [Atlantikde] uçan
bir tayyâre pilotunun, her üç sâatde bir nohud dânesini atdığını düşünürsek,
yıldızların fezâ boşluğundaki büyüklük ve uzaklıkları, bu nohud dânelerinin,
denizdeki hâli gibidir. Birbirlerinden bu kadar çok uzak olmakla berâber, fezâ dâhilinde, milyarlarca yıldız vardır. Bir
kerre, fezânın [birinci semânın] büyüklüğünü düşünelim. Sonra da,
vatanımız olan şu, küçük demeğe lâyık, Erdımıza bakalım. Erdımızın çapı,
güneşin çapından yüzdokuz def’a dahâ küçükdür. Bu yıldızların hepsi, boşlukda,
sâniyede ortalama yüz kilometre hızla gitmekdedir. Fekat, gelişi güzel,
alabildiğine gitmeyip, birer helezon [spiral] içinde uçmakdadırlar.
Yüzmilyonlarca yıldız, aynı bir helezonda
bulunuyor. Bugün böyle, yüzbinlerle helezon biliyoruz. Bir helezonun çapı,
onbinlerce zıyâ senesidir. Bizim güneşimiz de, böyle bir helezona mensûb bir yıldızdır.
Güneşimizin helezonunun kıvrımını, geceleri, şerîd hâlinde görmekdeyiz ve saman
yolu [Kehkeşân] ismini vermekdeyiz. Erd küremiz, büyüklüğü, kâinât yanında
hardal tohmu kadar da diyemiyeceğimiz, karanlık bir cism olup, güneşimize
yüzellimilyon kilometre uzakdadır. Güneşimizin etrâfında Erdımız gibi dönen,
sekiz karanlık küre dahâ vardır ki, bunlar da, katıdır. Hiçbirinde hava, su, ot
ve hayvân yokdur. Bu karanlık yıldızlar, güneşe yakınlık sırası ile; Utârid
[Merkür], Zühre [Venüs], Erd, Merîh [Mars], Müşterî [Jüpiter], Zühal [Satürn],
Uranüs, Neptün, Plütondur.
Güneşimize, bu dokuz seyyâresi ile birlikde (Güneş manzûmesi, sistemi) diyoruz.
FEZÂ GEMİSİ: Dünyâ etrâfında bir
yörüngeye oturmak, bunu ta’kîben dünyâ ile ay ve
ondan sonra da, dünyâmız ile güneş sistemindeki diğer gezegenler arasında
seferler te’sîsi maksadı ile i’mâl edilmiş olan hava gemileridir. Fezâ
seyâhati, [m. 1957] de fezâya atılan ilk fezâ gemisi Sputnik I ile birdenbire
başladı. [m. 1966] ya kadar, fezâya fırlatılan fezâ teknelerinin sayısı
yüzotuzu geçmişdir. Fezâ tekneleri, dünyâ üzerindeki üslerden fezâya iki veyâ
dahâ çok kademeli dev füzelerle yollanmakdadır. Bu füzelerin ateşleme ânındaki
ilk hızı, sâatde
Kâinâtdaki güneşler çok büyük olduğu gibi, elektronlar da
düşünülemiyecek kadar küçükdür. Bir
santimetre uzunluğu doldurmak için 1026 dâne elektronu yan-
yana dizmek lâzımdır. İnsan vücûdünün hulâsası olan insan
dimâğı, ancak insan büyüklüğü nisbetinde düşünülebilir. Yıldızların birbirinden
uzaklığını kavrıyamadığı gibi, milimetrenin milyarda biri kadar olan elektron
mesâfelerini de şübhesiz anlıyamaz. Hele Peygamberlerin büyüklüğünü, Allahü
teâlânın sıfatlarını hiç kavrıyamaz.
ATOM: Elektronlar, fezâdaki
yıldızlar gibi mecmû’alar meydâna getirir. Elektron manzûmelerine atom diyoruz.
Güneş sisteminde olduğu gibi, atom da, karışık bir teşekküle mâlik ve atom
çekirdeği dediğimiz, ortada bulunan bir güneş ile, bu güneş etrafında,
seyyâreler gibi dönen, elektronlardan yapılmışdır. Çekirdeğin çapı, bütün atom
çapından 100.000 def’a küçükdür. Bir elektronlu, iki veyâ üç veyâ sıra ile
yüzbeş elektronlu atomlar vardır. Bu atom sistemlerinden herbiri, husûsî ve
müstekıl hâssalara mâlik olup, birer basît cismi (Elemanı) meydâna getirir. Erd
küresi yüzbeş muhtelif elemandan yapılmışdır. Atomlar, bir elektrondan binlerce
dahâ büyük oldukları hâlde, tesavvur edilemiyecek kadar küçükdür. Hava
balonlarının doldurulmasında kullanılan Hidrogen gazının bir gramında
yüzellibin kerre trilyon [bilyon] atom vardır. Böyle bir rakamı yazmağı ve hattâ düşünmeği kim ister?
Allahü teâlânın sayılamıyacak kadar çok olan hikmetlerinden biri de
şudur ki, atomun insan büyüklüğü yanındaki hacmi, insanın güneş büyüklüğüne nisbeti gibi olup, bu nisbet 1028
dir. Ya’nî 1028 atom bir insanı, 1028 dâne insan
da, güneşi meydâna getirir. Demek ki, insanın kâinâtdaki mevkı’i, güneş
büyüklüğü ile, atom büyüklüğü ortasındadır.
Kimyâ reaksiyonlarında, hiçbir atom parçalanmıyor. Bunun
için, elli sene evveline kadar, kimyâgerler (Atom, maddenin bölünemiyen en
küçük parçasıdır) dedi. Hâlbuki bugün (Çekirdek
reaksiyonları) denilen hâdiselerde, atomun çekirdeği parçalanıyor,
atom bölünüyor. Bugün, bölünemiyen en küçük parçalar, atomların çekirdeğinin
yapı taşı olan (Proton) ve (Nötron) ismindeki dâneciklerdir. Bölünemiyen
parçanın var olduğunu, islâm âlimleri, asrlarca önce isbât etmiş ve böyle
dâneciklerin varlığına inanmak lâzımdır demişlerdir. O hâlde bugün de,
bölünemiyen parça, ya’nî (Cüz’i lâ yetecezzâ) vardır.
Fekat bu, atom değil, proton ve nötrondur.
ŞUÂ’LANMA (Strahlung):
Bir
seyyâre, güneşe ne kadar yakın ise, güneş etrâfında o kadar hızlı döndüğünü
biliyoruz. Elektronlar da, atom çekirdeğine olan uzaklığına göre değişen hızla
çekirdek etrâfında döner. Elektronların çekirdekden uzaklıkları, bir
milimetrenin milyarda biri kadardır. Ya’nî çok az olduğundan, hızları, pek
fazladır. Mahrekleri etrâfında bir kerre dönme müddeti, Erdımızın
üçyüzaltmışbeş veyâ Utâridin seksensekiz gününe nazaran pekazdır. Ya’nî sâniyede
1000-
dekdeki
enerjidir.
Elektronlar, eksi elektrikdir demişdik. Atomların
ortasındaki çekirdekler, hep artı elektrikdir. Artı elektrik, eksi elektriği
çeker. Elektronlar, atomun ortasındaki çekirdek tarafından kuvvetle
çekildikleri için, atomun dış halkasında bulunanları, dâhildeki halkalara
sıçramak ister. Dış enerji katmanında bulunan bir elektronun, iç enerji
katmanına sıçramasında, merkeze yaklaşan her cismde olduğu gibi, [meselâ su
düşünce, ya’nî şelâlelerde görüldüğü gibi] bir enerji meydâna gelir. Bu enerji,
atom etrâfındaki esîrin elektromanyetik gerilimini değişdirir. Bu değişme,
dalgalar hâlinde, sâniyede, üçyüzbin
kilometre hızla esîrin her tarafına yayılır. Bu dalgalara şuâ’ diyoruz.
Bugün şuâ’ meydâna getirmek, tekniğin ve ilmin mühim bir
şu’besi olmuşdur. Ampuller, triyod lâmbaları, radyo âletleri ve röntgen
boruları, birer şuâ’ âletleridir. Şuâ’lar, kendilerini meydâna getiren
dalgaların uzunluğuna göre, başka başka ism alır. Meselâ:
Dalga uzunluğu binde bir milimetre olanlar (Isı şuâ’ları), dalga uzunluğu onbinde dört ile
sekiz milimetre arasında olanlar (Işık şuâ’ları), dalga
uzunluğu onmilyonda bir milimetre olanlar (Röntgen
şuâ’ları), dalga uzunluğu onmilyarda bir milimetre olanlar, (Gamma şuâ’ları), dalga uzunluğu ontrilyonda bir
milimetre olanlar (Kozmik şuâ’ları)dır.
En uzun elektromanyetik dalgalar, radyoda kullanılan Hertz
dalgaları olup, boyları kilometre ile ifâde olunur. Boyları milimetrenin
ontrilyonda birinden başlıyarak kilometrelere kadar uzanan milyarlarca dalga
cinsinden, yalnız 4/10.000 mm ile 8/10.000 mm arasında olanları, ışık hâlinde
görebiliyoruz. Dahâ büyük ve dahâ küçük dalgalı şuâ’ları göremiyoruz. Bu,
gözümüzün kabâhatidir.
Gamma şuâ’ları: Radium atomunun
çekirdeği, kendiliğinden parçalanarak gamma şuâ’ları neşr eder. Bir evde açıkda
bırakılan bir radium kırıntısının gamma şuâ’ları bin metre uzağa yayılır ve
aylarca devâm eder. Yüzelli metre mesâfedeki evlerde bulunanların ölümüne sebeb
olur. Zîrâ, gamma şuâ’ları, insanları, hayvânları ve bitkileri öldürür.
Kozmik şuâ’lar: Bugün bilinen şuâ’ların
en kısa dalgalısı bunlardır. Bunlar, kâinât boşluğunun, bugün bilinmiyen derin
noktalarından gelen şuâ’lardır. Bunlar, gamma şuâ’larından dahâ kuvvetli olup,
çok sert ve kalın tabakalardan geçerler.
Ölüm şuâ’ları: Bir milyon voltdan
ziyâde gerilim ile çalışan modern röntgen makinaları ile, dalga boyları ve
te’sîrleri, gamma şuâ’larına yakın olan şuâ’lar elde edilebilmekdedir. Bu
şuâ’lar, kalın dıvârlardan geçerek arkalarındaki cânlıları öldürür. Bu sûretle
kuş ve fâreler derhâl öldüğü gibi, bir öküz de, iki dakîkadan az bir şuâ’lama
ile öldürülebilir. Harblerde kullanılabileceklerinden, bunlara ölüm şuâ’ları
(Todesstrahlen) denir. Bu şuâ’larla çalışan bir fizikçi, farkında olmıyarak,
kendini ve bir mahalle halkını zehrliyebilir. Bir milyon voltluk yüksek
gerilimli röntgen mermileri, düşmana ve şehrlere atılarak ölüm şuâ’ları, yeni
harblerde kullanılabilecekdir. Beşeriyyet, medeniyyete yaklaşır ve insânî
düşüncelere dönerse, bu şuâ’lar, tarla fâreleri, yaban domuzları ve sıtma sinekleri
gibi hayvânlara karşı kullanılacakdır.
MOLEKÜL: Yıldızların binlerce
derecelik sıcaklığında serbest hâlde uçan atomlar, erdımızın mu’tedil
sıcaklığında, birbirleriyle birleşerek molekülleri vücûde getirmişlerdir.
Molekül, az ve belirli sayıda ametal atomlarının, ortak elektron çiftleri
vâsıtası ile, birbiri ile birleşmesinden meydâna gelen kapalı bir birlikdir.
Metal bileşikleri molekül değildir. (Polar) denilen iyon
şebekeleridir. Ya’nî, metal atomları, elektronlarını temâmen vermiş, ametal
atomları da bu elektronları almışdır. Ortak elektronlar yokdur. Moleküller,
cânlıların yapı taşıdır. Aynı
atomların
birbiri ile birleşmesinden meydâna gelen moleküllerden yapılan uçucu cismlere
basît cism, birbirine benzemiyen atomların birleşmesinden de bileşik cism hâsıl
olur. Meselâ, oksigen bir basît cism olup, gaz hâlindedir. Hidrogen gazı da,
bir basît cismdir. Hidrogen atomları ile oksigen atomları birleşirse, su
molekülleri meydâna gelir ki, Erdımızın dörtde üçü su ile örtülüdür. İnsan ve
bitkilerin de dörtde üçü sudur. Su, serbest moleküllerden veyâ kolay kopan
molekül zincirlerinden yapılmışdır. Ya’nî molekülleri birbirine çeken, bağlıyan
kuvvet azdır. Bu kuvvetlere (Koheziyon) kuvvetleri
denir. Böyle cismlere sıvı (Mâyı’) hâlindedir
diyoruz. Soğukda, moleküller arasındaki koheziyon kuvvetleri artar. Moleküller,
hareket edemeyip, grup hâlinde toplanarak, buz olur. Ya’nî katı (Sulb) hâl alır. Bileşik cismleri ikiye
ayırıyoruz: Yapısında dâimâ karbon [ya’nî sâf kömür] ile hidrogen elemanları
bulunanlara (Uzvî) [ya’nî organik] cism
deriz. İçinde karbon ile hidrogen birlikde bulunmıyanlara (Ma’denî) [ya’nî anorganik] bileşikler deriz.
Uzvî bileşiklerin hemen hepsi ve uzvî olmıyanlardan yalnız, sıcakda uçabilenler
molekülden yapılmışdır. Çok sıcakda bile uçmayan anorganik bileşikler ise,
molekülden yapılmamışdır. Bunlar iyon şebekesidir ve sulb ve billûr hâlindedir
ve ısıtılınca parçalanır. İyon şebekesi, çok sayıda, artı ve eksi atomların,
ya’nî iyonların dizisi demekdir.
Bugün yüzbinlerle uzvî cism tanıyoruz. Bunların molekülleri
çok büyük olabilir. Meselâ, kanımızın kırmızı boyası olan molekül, 16.669
atomdan yapılmışdır. [m. 1936] yılında İstanbul Üniversitesinde ord. profesör
F.Arnd yanında travay yapan Hüseyn Hilmi Işık “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fenil-siyan-nitro-metan metil esteri) isminde
bir sentez yaparak, bunun her molekülü içinde yirmibir aded atom bulunduğunu
tesbit etmişdir.
HAYÂT NEDİR?: Bugün, bunun kat’î cevâbını veremiyoruz. Erdımızda
hayâtın nasıl ve
ne zemân başladığına Âdem oğlu akl erdiremiyor.
İlk canlı madde
(Protoplazma): Protoplazma,
plâstik ya’nî balçık çamuru hâlindedir. Dışardan bakıldıkda bulanıkdır. Yumurta
sarısı ortasındaki esmer leke, civcivin protoplazmasıdır. Protoplazma, muhtelif
makinalardan müteşekkil bir organizasyon ve bundan dolayı uzviyyet ismini
verdiğimiz fe’âl, cânlı bir teşekküldür. Hayâlimizde, bir cep sâatini, binlerce
def’a küçültelim: Bir mercimek, bir kum, bir toz ve nihâyet görünmez şeklde
düşünelim. Nokta kadar tesavvur etdiğimiz ve işlemekde olan sâate, mikroskopla
bakdığımızı düşünürsek, bunu tekrâr binlerce def’a büyütmüş ve hiçbir parçası
ve fe’âliyyeti değişmemiş bir hâlde görürüz. İşte, protoplazmayı böyle, ya’nî
fevk-al’âde küçük ve mükemmel tanzîm olunmuş bir makine olarak düşüneceğiz. Bu
makinanın, bugüne kadar mikroskopla ancak büyük parçalarını tanıyoruz.
Protoplazmanın yarıdan ziyâdesi sudur. Ya’nî, cenâb-ı Hak,
cânlıları sudan yaratmışdır. Bu su, sâf olmayıp, muhtelif tuzların bir
eriyiğidir. Bu muhtelif tuzların muhtelif vazîfeleri vardır. Elektrik
iletirler, osmotik basınc yaparak protoplazmayı gergin tutarlar. Eriyikdeki
şeker yanarak, bu makinanın enerjisini te’mîn eder. Protoplazmanın demiri,
teneffüse lâzım olan gazı içeri çeker. Kireç, protoplazmanın kanalizasyon
teşkilâtını idâre eder... ve sâire...
HÜCEYRE (Cellule): Cânsız âlemde, tuz,
elmas gibi birçok cismler, billûr hâlinde bulundukları gibi, protoplazma da,
mu’ayyen vazîfelere göre gruplanmış mikroskopik parçalar hâlinde bulunur. Bu
parçalara, hüceyre diyoruz. Hüceyre hayâtın ilk müstekıl parçasıdır. Cânlılar,
hüceyrelerden yapılmışdır. Hüceyre hayâtından başka hayât göremiyoruz. Bir buğday filizi, hüceyre kulesi,
küçük hayvânlar bir hüceyre serâyı, insan da, büyük bir hüceyre şehri
demekdir. Bir hüceyrenin genişliği, ortalama (
larının
biri yerine, bir insan heykeli yapılsa idi ve birisi, o günden i’tibâren,
hergün, bu heykelden, el parmaklarından başlıyarak her sâniyede birer hüceyre
koparsa idi, bugün heykelin ancak bir elinin yarısı gitmiş bulunurdu. Zîrâ, bir
senede otuzmilyon sâniye vardır. Bu heykel, cânlı olsa idi, her sâniyede bir
hüceyre gayb etmesine rağmen, bugün yaşar ve cânlı bir târîh olurdu.
Yukarıda söylediğimiz muhtelif
şuâ’lar, birer enerji taşımakdadır. Şuâ’ alan, emen bir cism, enerji almış olur.
Meselâ, ısınır. İnsan hüceyreleri ziyâ ve bilhâssa harâret dalgalarını alır. Bu
sûretle kazandığı kudretle çalışır. Ya’nî insan hüceyresi, bir elektrik
makinasına, bir radyoya benzer. Şu hâlde insan vücûdü otuztrilyon hüceyre
motorundan yapılmış mu’azzam bir fabrikadır. Kimyâ reaksiyonlarında, atomların
dışarı verdikleri enerjinin, kesik kesik, ya’nî küçük dânecikler hâlinde salındığı
anlaşılmışdır. Bu enerji dâneciklerine (Kvant) denilir.
KALB VE DAMARLAR: Vücûd fabrikasının
çalışma merkezi kalbdir. Kalbin tekallüsü [kasılması], yumruk sıkmak gibi,
basît bir sıkışma olmayıp, kanın hareketi istikâmetinde giderek kalbin ucunda
nihâyetlenen bir titreşim dalgası şeklindedir. Böyle bir tekallüs dalgası,
yarım sâniye devâm edip, sâniyenin altıda biri kadar süren bir aralıkla
tekerrür eder. Bu tekerrürler, kalb fe’âliyyetinin nizâm ve âhengidir.
Kalbimiz, günde yüzbin def’a çarpıp, yüzbin def’a, bir sâniyenin altıda biri
kadar zemân istirâhat ediyor. Ya’nî, günde beş sâate yakın dinleniyor. Demek ki
ortalama bir insan ömrü altmış sene kabûl edilirse, böyle bir insanın kalbi,
oniki sene kadar istirâhatde kalıyor. Kalbimiz, her çarpışında 100 cm3
kan çekerek, günde damarlara
İğne kalınlığındaki bir et parçasında bin kapiller vardır.
Bir insanda elli kilo adele bulunduğuna göre, kapiller adedi kolay hesâb
olunabilir. Her kapiller, ortalama yarım milimetre uzunluğundadır. İnsandaki
bütün kapiller ucuca konursa, dünyâyı dört def’a saracak bir boru elde edilir.
Herbirinin ağız genişliği yanyana getirilirse
laşmakdadır.
Ya’nî bir kan hüceyresi, yirmidört sâatde, üçbin def’a kalbden vücûde
gönderilmekdedir. İş esnâsında veyâ âteşli hastalıklarda, kalbin çarpma kuvveti
azalınca, kan sür’ati iki misline kadar artar. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billâh! Beyt:
Müntezamdır cümle ef’âlin
senin,
Aklı ermez, hikmetine
kimsenin!
KAN: Bir insanda beş-altı litre kan bulunur. Kanının üçde
biri giden kimse tehlükesiz yaşıyabilir. Kan suyuna (Plasma)
denir. Plasma içinde alyuvarlar [Hemati]
ve akyuvarlar [Lökosit] yüzer.
Bundan başka, (Fibrinogen) denilen
azotlu bir madde, erimiş hâlde bulunur. Kesilen yerden çıkan kandaki
fibrinogen, iplikler hâlinde pıhtılaşır. Bu pıhtıya (Fibrin)
denir. Fibrin, kan akmasını durdurur. Fibrin çökelirken, kandaki
yuvarlar da, pıhtı içinde çökelir. Bir cam tüpe alınan kan da, böyle
pıhtılaşır. Pıhtı üstündeki berrâk sıvıya (Serum) denir.
Serum içinde erimiş albümin maddesi, tuzlar bulunur. Bulaşıcı hastalık
zemânlarında kanda hâsıl olan (Anti-toksin)ler
de, serumda erir. Cam tüpe alınır alınmaz, içine pıhtılaşmayı önliyen madde
[meselâ sodium sitrat tuzu eriyiği] konan kan, pıhtılaşmaz. Yalnız, kandaki
yuvarlar çöker. Çökme hızı, serumdaki albüminin cinsine ve mikdârına göre
değişir. Hastalıklar, serum albüminini değişdiriyor. Çökme hızı, birçok
hastalığın tanınmasına yarıyor.
Bir milimetreküp kanda, beşmilyon hemati vardır. Eritrosit
de denilen bu alyuvarlar kemik iliğinde hâsıl olur ve otuz-kırk gün çalışdıkdan
sonra, ihtiyâr olurlar. İhtiyâr eritrositleri, dalak, kandan alarak öldürür.
Kan zâyı’ edince veyâ ba’zı hastalıklarda kandaki eritrosit sayısı azalır. Renk
solar, iştihâ gider. Hâlsizlik, baş ağrısı, kulak çınlaması, kalb çarpıntısı,
el, ayak soğuması olur. Bu hâle anemi (Kansızlık) denir.
Hâlbuki, kan azalmamış, kandaki eritrosit azalmışdır. Çabuk ihtiyârlıyarak veyâ
az hâsıl olarak, kanda azalıyorlar. Bâsur, mi’de, barsak gizli kanamaları,
deriden, damardan, burundan ba’zan akan kanamadan dahâ tehlükeli olan anemilere
sebeb olur. Çünki onlar hep akar. Yılan ve
mantar zehri, eritrositleri öldürüyor ve hâsıl olmalarını azaltıyor. Kurşunla
zehrlenme, sıtma ve başka birkaç bulaşıcı hastalık, barsak solucanı, ba’zı
tehlükeli şişler [tümörler], ba’zı vitamin noksânlığı ve bebeğin iyi
beslenmemesi, ba’zan çok yorulmak da eritrositleri azaltır. Başka sebebden
meydâna geldiği için buna (segonder=bilvâsıta, ikinci anemi) denir. Bundan
başka, primer veyâ essansiyel (asl hastalık) olan, kendiliğinden olan (Kloroz) ve (Pernisiyöz
anemi) adında iki kansızlık hastalığı dahâ vardır. Kloroz, yetişgin
kızlarda olur. Eritrosit sayısı değişmez veyâ azalması cüz’î olur.
Lökositler, kanın polis me’mûrları gibidir. Sağlam insanın
bir milimetreküp kanında, altıbin ile sekizbin arası lökosit vardır. Vücûde
mikrop girince sayıları artar. Bir damla kandaki lökosit sayısından, vücûdde
mikrop gavgası olup olmadığı anlaşılır. Lökositler de, kemik iliğinde hâsıl
oluyor. Bunların lenfosit denen çeşidleri, lenfa bezlerinde hâsıl olmakdadır.
Hastalığın cinsine göre, lökosit ve lenfosit artışları başka başka olur. Bir
yarada bulunan kıyh [irin], akyuvar ölülerinin yığınıdır. Bunlar, mikrop
savaşında ölmüşdür.
Bilemediğimiz bir sebeble, kanda lökosit çoğalmasına (Lösemi) kan kanseri denir. Lökosit artması fazla
ise, (Miyole lösemi) denir. Lenfosit
artması dahâ çok ise (Lenfatik lösemi) denir.
Bu hastalıkda, ateş, buğaz ağrısı, lenfa bezleri şişmesi, dalak şişmesi, diş
etleri ve deri altı kanaması, hâlsizlik olur.
Bir milimetreküp kanda, ikiyüz-üçyüzbin kadar (Trombosit) denen, çok küçük dânecikler de
vardır. Bunlar da, kemik iliğinde hâsıl oluyor. Bunlar, kan çıkan yerde
yığılarak, kanın pıhtılaşmasını kolaylaşdırıyor. Kanın ömrü yüziki gündür.
Ya’nî, yüziki gün sonra, insanın kanı temâmen değişir.
TANSİYON: Kan basıncı demekdir.
Her boruda bulunan suyun basıncı vardır.
Bağçe sularken hortumdaki deliklerden suyu fışkırtan,
su basıncı olduğu gibi, damarlardaki kanın da bir basıncı vardır. Aortdaki kan
basıncı, ince damardaki kanın basıncından çokdur. Kol atardamarında tansiyon
onikidir. Ya’nî, oniki santimetre yüksekliğindeki cıvanın, tabanına yapdığı
basınca eşitdir. Bu da 12x13,6=163 gram/santimetre karedir. (Basınc), bir santimetrekare yüzey üzerine, dik
etki eden kuvvet demekdir. Normal tansiyon mikdârı, yaşa göre ve insanın
yapısına göre değişir. Bâzû atardamarı tansiyonu onaltı olan sağlam insan
çokdur. Damar kireçlenerek veyâ üzülmek, kızmak sonucu sinir bozulması ile,
kasları büzülerek [kramp] daralırsa, tansiyon artar. Nikotin gibi ba’zı zehrler
ve böbrek hastalığında kana yayılan toksinler de, damarları daraltarak
tansiyonu yükseltir.
Kan tazyîkınin yükselmesi devâmlı ise, sebeblerini aramalı,
bunları tedâvî etmelidir. Bedeni ve âsâbı yormamalı, üzülmemelidir. Âsâbı
teskîn edici ilâc almalıdır. Kâfî mikdârda uyumalıdır. Az tuzlu ve az yağlı
perhîz yapmalıdır. İdrâr söken ilâc vermelidir. Kramp, kabz olursa, potassium
vermelidir. Baş ağrısına aspirin değil, antihistaminler vermelidir. Nöbet
hâlinde, pirinc, meyve ve şekersiz perhîz yapılır. A vitamini, ökse otu [Gui], sarmısak fâidelidir. Menopose zemânında
kadınlarda olan tazyîk artması mühim değildir. Tuzu az perhîz, ikinci kısmın
kırkaltıncı maddesinin yirmidokuzuncu sırasında yazılıdır. Diyastolik tazyîk, ya’nî ölçü âletinin gösterdiği küçük
tazyîk onüçden yukarı ise, kalb veyâ böbrek üzerinde durulur. Tuzsuz
perhîz ve yatakda istirâhat lâzım olur. Tazyîk
düşürücü ilâclar verilir. Böbrek, kalb, kebed, bağırsak hastalarında, bunlar
tedâvî edilince, tansiyon normale iner. Bu tedâvîlerin tabîb tarafından
yapılması lâzımdır. Bilhâssa kadınlarda, kan kaybını durdurmak için, sabâh
akşam aç karna, nohud kadar damla sakızı yutmak ve (Sang-Dragon) kardeşkanı
denilen kırmızı sakızdan 1-
Tansiyon düşmesi de tehlükelidir. Düşük tansiyonu tabî’î
hâle yükseltmek için tuzlu ayran ve bol su içmeli, yine düşerse tabîbe mürâce’at
etmelidir.
KAN GRUBLARI: Birinci cihân harbinden
önce, kansız bir kimseye, başka bir insanın kanı şırınga edilince, ba’zan,
hemen ölüyordu. Bunun önüne geçilemiyordu. Ba’zı kimselerin kanının serumunda,
belli iki maddenin bulunduğu görüldü. Agglütinin denen bu maddeler birbirine
benzemez. Biri α [alfa] ile ikincisi β [beta] ile gösterilir. Ba’zı
kimsenin alyuvarlağında da, pıhtılaşabilen iki madde bulunuyor. Bunlar da,
birbirine benzemez. Birine A, ikincisine B denir. Bir insana kan verildiği zemân,
A özellikli alyuvarlar, α maddesi bulunan seruma gelince veyâ B özellikli
alyuvarlar, β bulunan seruma gelince (Agglutination)
olur. Ya’nî, dışardan gelen kandaki alyuvarlar bir araya yığılıp,
pıhtı hâlinde çöker ve kan verilen kimse hemen ölür. Her insanın kan serumunda,
kendi alyuvarlarındaki pıhtılaşabilen maddeyi pıhtılaşdırmıyan agglütinin
bulunur. Yoksa, herkesin kanı, kendiliğinden pıhtılaşarak ölürdü. Bu bakımdan
dört dürlü kan gurubu vardır:
1 - 0 [sıfır] grubu: Bu grubda bulunanların alyuvarlarında A
ve B maddeleri yokdur. Serumlarda α ve β vardır. Bunların alyuvarları
hiç bir serumda pıhtılaşmaz. Herkese kan verebilirler. Verdikleri kan az
olduğundan, serumla verilen α ve β agglütininleri, kan alan kimsenin
alyuvarlarını pıhtılaşdırmaz. Bu grubdakiler, başka grubdakilerden kan
alamazlar.
2 - A grubu: Bu
grubda olanların alyuvarlarında, yalnız A maddesi vardır. Serumlarında yalnız
β bulunur. Bunlara yalnız kendi grublarında veyâ 0 grubunda bulunan
kimselerin kanı verilebilir. Bunlar, yalnız kendi grublarında veyâ AB grubunda bulunanlara
kan verebilirler.
3 - B grubu: Bu grubda bulunanların alyuvarlarında
yalnız B vardır. Serumlarında, yalnız α bulunur. Bu grubdan veyâ 0
grubundan kan alabilirler. Ancak kendi grubuna veyâ AB grubundakilere kan verebilirler.
4 - AB grubu: Bu grubda olanların alyuvarlarında hem A
ve hem de B bulu-
nur.
Serumlarında hem α hem β
bulunmadığından, dışardan gelen alyuvarları çökdürmezler. Her grubdan
kan alırlar. Çünki dışardan gelen α ve β agglütininleri hem azdır,
hem de bunların kanında dağılarak dahâ te’sîrsiz kalıp, alyuvarları çökdürmez.
Bunlar AB den başka grubdakilere kan veremezler.
Bir insan bütün hayâtı boyunca, bu
dört grubdan birisinde bulunur. Herkes kendi kan grubunu öğrenmeli, nüfûs cüzdanına
yazılmalıdır. Fekat gebelik, lohusalık, narkoz, radioterapi ve arsenikli
ilâcların, kan grubunu ba’zan değişdirdiği görülmekdedir.
Yüz kişi üzerinde yapılan tecribede, kırkbeş kişi 0, onbir
kişi A, kırk kişi B ve dört kişi AB grubunda bulunmuşdur.
Kan grubu ölçülmesi, adlî işlerde de fâideli olmakdadır.
Şübheli birinin elbisesinde görülen kan lekesinin grubu, bu kimsenin kan
grubuna uygun bulunmazsa, (Elim kesildiği
zemân üstüme kan damlamışdı) gibi sözünün yalan olduğunu meydâna çıkarır.
Çocuğun kan grubu, babasının veyâ anasının kan grubuna
benzer. Bir çocuğun kan grubu, anasının kan grubuna benzemezse, babasının kan
grubunda olduğu anlaşılır. Bu çocuğun babası olduğu sanılan adamın kan grubu,
çocuğun kan grubuna benzemezse, bunun babası olmadığı anlaşılır. Fekat, bu
çocuğun grubunda olan bir adamın, bu çocuğun babası olduğu kesin olarak
söylenemez. Çünki, aynı grubda bulunan, başka çok adam vardır.
Grubu belli olan (test serum)dan, bir cam üzerine, bir damla
konur. Üzerine bir damla % 10 luk sodium citrat eriyiği konur. Bir damla da kan
konur. İki dakîka sonra berrâk kalırsa, agglütinasyon yokdur. Bulanırsa,
vardır. (Test serum) piyasada satılmakdadır. Bozulmadan iki-üç ay saklanabilir.
TENEFFÜS CİHÂZI: Sıhhatli bir insân,
sâatde bin nefes alır. Vücûd fabrikasının mikrop ve gazlara karşı mühim kapısı,
nefes yollarıdır. Ağız ve burun boşluğunu ciğerlere rabt eden onbeş
santimetrelik hava borusu [Trake]nin yukarı ucu gırtlak [Hançere] olup, burada
hava borusu, ses iplikleri vâsıtası ile daralmış, bir ince yarık hâline
gelmişdir. Bu yarık, nefes yolunun otomatik kapanabilen kapısı olup, toz, balık
kılçığı ve tahrîş edici gazların te’sîri ile kendiliğinden kapanır. İnsan arzû
etse de, klor, amonyak ve diğer zehrli gazları teneffüs edemez. Hava borusu,
göğüs boşluğunda, yarım milimetre inceliğinde, yirmibeşmilyon kadar ince
kollara ayrılır. Her kol, yine 15-20 dâne son kollara ayrılır. Her son kolun
ucu kese gibi şişkin olup, bu hava kesecikleri, kollar ucunda üzüm salkımına
benzer. Bu hava keseciklerinin hepsine (Akciğer) diyoruz.
Akciğerde, kalbden gelen kan damarları da, kollara ayrılır. Ayrıla ayrıla
nihâyet ciğerde dörtyüzmilyon kapiller meydâna gelir. Bu kapiller, hava
keseciklerini sarar. Gaz basıncından dolayı, kandaki CO2 nin
fazlası, hava kesesine ve kesedeki oksigen de kapillere, ya’nî kana geçer. Bu
gaz mübâdelesi, bir sâniyede vukû’ bulur. Orta bir nefes almada, keselerin mecmû’ sathı yüzelli, derin
teneffüsde dörtyüz metre karedir. Ciğerde birinci hâlde üç litre hava
mevcûd olup, bunun yarım litresi, ya’nî altıda biri mübâdele olur. Bir insanın
ciğerlerinden dakîkada yatarken sekiz, otururken onaltı, yürürken yirmidört,
koşarken elli litre hava geçmekdedir. Harb maskeleri süzgeçlerinin mukavemeti
ölçülerinde bu mikdâr, otuz litre kabûl edilmişdir. Devâmlı spor ve mümârese
ile, ciğerlerde bir teneffüsde mübâdele edilen hava mikdârı, beşbuçuk litreye
çıkabilmekdedir. Tecribeli dalgıçlar, su altında dörtbuçuk dakîka, nefes
almadan durabilmekdedir. Bir hayvânın kanına oksigen verirsek, teneffüs
yavaşlar, hattâ durur. Zîrâ dimâgdaki teneffüs merkezi, artık, göğsü karından
ayıran perdeye hareket emri veremez. Kandaki karbon dioksid gazının artması
ise, teneffüs merkezini îkâz ederek, teneffüsü hızlandırır.
HAVA (ATMOSFER): Bir hava deryâsının
dibinde yaşamakdayız. Hava, orta-
lama
yüz kilometre yükseklikde olup, yukarısında dahâ hafîf gaz tabakaları ile
örtülüdür. Okyânusların sekizyüz metre derinliğinde yaşıyan balıklar, havaya
çıkarılınca parçalandığı gibi, insanlar da, hava basıncı altından çıkarılınca
yaşayamaz. Hava, deniz kenârında, bir santimetre kare satha, bir kilogram
tazyîk yapmakdadır. Bu basınc mikdârına,
bir (Atmosfer) denir ki, yetmişaltı
santimetre [76 cm] yüksekliğindeki cıvanın basıncına eşitdir. Cıvanın
özgül ağırlığı 13,6 gr/cm3 olduğu için, binotuzüç santimetre
[76x13,6=1033,6] suyun basıncı, ya’nî on metre ve otuzüç santimetre
yüksekliğindeki suyun basıncı, bir atmosferdir. İnsan derisinin yüz ölçümü,
ortalama birbuçuk metre kare olduğuna göre, hava, hepimizi onbeş ton kuvvetle
ezmekdedir. Bu büyük kuvvet altında, pestil hâline gelmeyişimiz, teneffüs
sâyesindedir. Teneffüs yolları, akciğer keseleri, kapiller ve
kan damarları ile, vücûdümüzün bütün
hüceyrelerine hava gitdiğinden, içimizde de, hâricdeki tazyîka müsâvî bir
basınc mevcûddür. Sıcak havada tazyîk azalır, barometre düşer. Soğukda ise
yükselir. Bu tazyîk tehavvülü, sıhhatimiz için çok mühimdir. Bu tehavvül
olmasaydı, bildiğimiz hastalıkların dörtde biri mevcûd olmazdı. Sıhhî ıklîmler,
kırların ve kışın yaylaların, ilkbehârda hâtt-ı üstüvâ [ekvator] adalarının
ıklîmleridir.
Hava ile yeryüzü, elektrik bakımından birbirine karşı, bir
pilin kutupları vaz’ıyyetindedir. Hava artı, erd eksi yüklüdür. Bu iki kutup
arasında yaşamakda olan insan elli litre tuzlu su taşıdığından, kuvvetli bir
nâkildir. Üzerimiz yüzbinlerce kıl ile örtülü olduğundan bir verici istasyonu
hâlindeyiz.
Yüz litre havada, yetmişsekiz litre
azot, yirmibir litre oksigen, bir litre argon gibi necîb gazlar ve
Havada oksijen bulunmasaydı veyâ oksijen mikdârı yüzde 21
den az veyâ çok olsaydı, zararlı olur, hiçbir canlı nefes alamaz, yaşayamazdı.
Yer yüzünde hiçbir insan, hayvan, nebât bulunmazdı. Yağmurlu, karlı ve
fırtınalı havalarda oksijen mikdârı hiç değişmiyor. Allahü teâlâ değişmekden
muhâfaza ediyor. Allahü teâlâ, insanlara büyük ni’met olarak, Peygamberleri
gönderip îmânı bildirdi. Havadaki oksijen mikdârını yüzde 21 olarak sâbit
tutuyor. Bu ni’metlerin kıymetlerini anlamalı, her nefesde hamd etmeliyiz.
Görmek, işitmek ve söylemek ni’metlerinin kıymetlerini hiç düşündünüz mü? Bu
ni’metler için, gece gündüz durmadan hamd etsek karşılık yapabilir miyiz? Lâzım
olan hamd ve şükr yapılmadığı için, bunları geri alıyor mu? Almıyor. Afv
ediyor. Hamd ve şükr etmiyenlerin, hattâ inkâr edenlerin, dünyâ ni’metleri
içinde, râhat ve mes’ûd yaşadıklarını, ba’zı sevilmişlerin de sıkıntılar
çekdiklerini görüyoruz. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin
zındanda işkence yapılarak öldürülmesi ve imâm-ı Rabbânînin üç oğlunun bir günde
vefât etmeleri böyledir. Bunun sebebini ârifler anlamakda ve talebelerine
bildirmekdedir. Bunlar sizi aldatmasın! Çünki, Allahü teâlânın afv ve sabr
sıfatları, diğer sıfatları gibi sonsuzdur. Bizim gibi câhiller, böyle afv ve
merhamet sâhibi Rabbimize karşı kusûrlarını bilmeli, Ona karşı şükrde hiç kusûr
yapmamalı, emrlerine ve yasaklarına, ya’nî islâmiyyete bütün gayretimiz ile
sarılmalıyız.
Bir azot deryâsı olan hava içinde yaşadığımız ve hergün bin
litre azot ciğerlerimize kadar girdiği hâlde, hayâtımıza çok lüzûmlu olan bu
azotu, hüceyrelerimize havadan alamıyoruz. Mahlûkatı sıkan en büyük derdlerden
biri açlıkdır. Her sene
milyonlarca
hayvân ve nebât açlık derdinden telef olmakdadır ve şu sâatde binlerce aç insan
mevcûd olup, doyasıya yimeğe muvaffak olamamakdadır. Bu açlar, bilhâssa pahâlı
olan protein maddelerine, ya’nî içinde yüzdükleri azot deryâsına, ciğerlerine
kadar girmiş iken, istifâde etmekden âciz oldukları azot maddesine açdır. Bu
hâl, insanların aczini göstermeğe kıymetli bir misâl teşkîl etmekdedir. Zîrâ,
eğer teneffüs ile oksigen gazını alıp kanımıza katdığımız gibi, azot gazını da
tutmak hâssası kanımıza bahş edilmiş olsaydı, yeryüzündeki bütün açlık
ihtiyâcımız, bir soluma ile te’mîn edilebilecekdi ve artık aç kimse kalmıyacak,
avcılık nihâyet bulup, milyonlarca cânlı, açlık sıkıntısından kurtulacak, açlık
dolayısı ile ekmek ve et için insanlar birbirlerine saldırmıyacak, yeryüzü bir
harb sâhası hâlinden çıkarak, bir Cennet ravzası hâline dönecekdi. Bunların hepsi, insanın hergün ciğerlerine giren bin litre
azotdan, sekiz gram (yedi litre)sini uzviyyetine alabilmesi ile
olacakdı.
Havanın yüksek tabakaları hafîf ve oksigence fakîrdir. Böyle
havada, hem teneffüs güçleşir, hem de rûhî teşevvüşler hâsıl olur. Teneffüs
güclüğü, ya’nî oksigen azlığının te’sîri, alkolün te’sîrine benzer. Bu
te’sîrler insanlara göre değişir. Dörtbin metreye kadar birşey duyulmaz. Bundan
sonra nefes darlığı, boğulma hissi, baş ağrısı, ateş basması gibi dağ hastalığı
alâmetleri başlar. Fekat, bu şartlara alışarak teessür zâil olur. Dokuzbin
metreden sonra diğer ârızalar baş gösterir ki, vücûd bu şartlara uymaz. Bu
zemân, oksigen bombaları ile sun’î hava verilmezse veyâ diğer tedbîrler
alınmazsa ölüm hâsıl olur.
Hüceyrelerimizde, oksigen, gıdâları yakınca, karbondioksid
meydâna geliyor. Bu da, ciğerlerden havaya veriliyor. İnsan sâatde 20-40 ve günde
500-
İnsan vücûdü, içinde elli litre sıcak
mâyı’ bulunan bir fıçı gibidir. Fıçının serbest sathı ciğerler olup, takrîben
ikiyüz metrekaredir. Bu sıvı, bu yüzeyden ve bütün derimizden, buhârlaşır. Ağız
ve burnumuzdan havaya su buhârı veriyoruz.
MİKROP: Mikrop nedir? Mikroplar,
dünyâmızda en ziyâde yayılmış mahlûklar olup, o kadar çokdur ki, diğer bütün
cânlıların mecmû’ sayısı, bunların yanında sıfır gibidir. Üzerinde binlerle
mikrop yaşamayan bir toprak parçası, havada, bir toz, bir su damlası, bir sinek
ayağı ve hiçbir insan kılı mevcûd değildir. İnsan bir camı ağzına sürünce, cam
üzerinde düzinelerle mikrop kümesi meydâna gelir. Her insan bûsesi, insanların
birbirine binlerce mikrop vermesi demekdir. Masa üzerinde yürüyen bir sinek,
karda gezen insanın izleri gibi, mikrop yığınları bırakır. Süt hayvândan
bakraca akdığı zemân, her kahve kaşığında binlerce mikrop bulunur. Bu mikdâr,
her sâatde katkat artar. Bir mikrobun yirmidört sâatde çoğalarak yetmiş milyona
çıkdığı görülmüşdür. Tereyağındaki mikroplar, sütden on kat fazladır. İnsan ve
hayvânların bulunduğu yerde, mikrop mikdârı fevk-al’âde artar. Bir kaşık nehr
suyunda, şehre girmeden evvel otuzbin, şehrden çıkınca milyarlarca mikrop
vardır. Mikroplar havada uçmaz. Havadaki herbir toz, yüzlerce mikrop taşıyan
birer balondur. Mikroskop 998 [m. 1590] de keşf edildi.
İNSAN VE MİKROP: Mikroplar, diğer hayvân
ve nebâtlar gibi canlı mahlûklar olup, insanlara zararlı veyâ fâideli olmak
gâyesinde değildir. Bunların, yegâne gâyesi, her cânlıda olduğu gibi, yaşamak
arzûsudur. Birçok insan, mikrop deyince,
yanlış
olarak, insana düşman olan mahlûk zan eder. Hâlbuki Allahü teâlâ, çok şeyleri
yaratmasına, mikropları sebeb ve vâsıta kılmışdır. Cenâb-ı Hakkın irâdesi ile,
dilemesi ile, muhtelif işlerin yapılmasında vazîfe görüyorlarsa da, umûmî
olarak zararsız, fâideli ve zararlı [pathogene] olmak üzere üç sınıfdırlar.
Onbinlerce nev’leri olup, hemen yüzde sekseninin insanlarla alâkası yokdur.
Yüzde iki kadarı, fâidelidir. Meselâ, bize, peynir, sirke, hamur, maya ve sâire
yaparlar. Bir kısmı ile de, berâber yaşamakdayız. Her nefesde, binlercesi
içimize girer. Bunlar, tavuk, kedi, köpek, koyun ve sâire gibi, ehlî
hayvanlarımız gibidir. Lâkin bunlar, bize dahâ yakın olup kümesde, ahırda
değil, hârice açık bulunan a’zâmızda ikâmet eder. Cild, ağız, burun, teneffüs
yolları, mi’de, bağırsak ve sâire yerlerimiz bunlarla doludur. Bunlar, basît ve
beceriksiz değildir. İçlerinde san’atkârları ve mütehassısları mevcûddür.
Yalnız ağzımızda, elli çeşid mikrop çalışmakdadır. İnce bağırsaklarda da,
muhtelif ihtisâslara mâlik yirmibeş dürlü mikrop nev’i vardır. İnsan, bu
işçilerinin yevmiyesini gıdâ olarak verip, güc hazm olan gıdâların hazmını
bunlara yapdırır. Bir def-i hâcetde, abdesthâneye, yüzbinlerce mikrop terk
edilmekdedir.
Her insanda mevcûd bu sayısız mikroplar, zararlı değildir.
Hâricden durmadan vücûdümüze zararlı mikrop da girmekdedir. Hiçbir gün yokdur
ki, hepimiz verem mikrobu yutmamış olalım. Süt ineklerinin yarıdan fazlası
tüberkülozdur. Pastörize edilmiyen her sütde verem mikrobu üçbine kadar çıkdığı
nâdir değildir. Hemen her tereyağının yüz gramında, binlerce verem mikrobu
vardır. Öldüğü zemân vücûdünde verem hastalığı başlamamış insan, yok gibidir.
Tüberkülozdan bademcikleri şişmemiş çocuk azdır. Diğer hastalık mikropları da,
heryerde mevcûddür. Herkesin ağız ve burnunda difteri ve grip mikropları
yaşamakdadır. Cildimizde, çıbân mikropları, kanı zehrliyen mikroplar dâimî
müsâfirimizdir. Hâlbuki üzerimizi saran bu düşmanlardan zarar görmiyoruz.
Yalnız veremli sütden bir damla içen kimse birkaç haftada ölmeli idi. Bunun
sebebi: Bir bardak sütde, meselâ üçbin verem mikrobu yanında, ayrıca kırk
muhtelif nev’den milyarlarca zararsız mikrop vardır. Diğer mikropların yanında
verem mikrobunun milyonda bir azlığı, olgun bir insan kalabalığını isyâna teşvîk
etmek isteyip, birşey yapamıyan üç-beş fesâdcının azlığına benzer. Diğer
tarafdan, uzviyyete giren zararlı mikroplar zarar yapamaz. Zîrâ durmadan ta’kîb
olunurlar. Küçük çocuklarda bu ta’kîb kuvvetli olmadığından, bunlara kaynamamış
süt vermemelidir. Lâkin büyükler senelerden beri hergün zararlı mikropları yuta
yuta bunlarda, müdâfe’a vâsıtaları teşekkül etmişdir. Alışan insanın günde
içdiği sigara mikdârını, birisi birdenbire içerse, hasta yapmasına benzer. Bizi zararlı mikroplardan koruyan üçüncü ve en
mühim vâsıta, içimizdeki sâdık arkadaşlarımız olan mikropların, yabancı
mikropları istememeleridir. Bunlar, yerlerini yabancı mikroplara bırakmak
istemez. Demek ki, hastalığın insana geçmesi muhakkak olmıyor. Hadîs-i şerîfde
de böyle buyurulmuşdur.
SÂRÎ HASTALIKLAR NE ZEMÂN MEYDÂNA
GELİR?: Bir
tarafdan (İnfection) ya’nî hastalık mikrobunun gelmesi, diğer tarafdan, berâber
yaşamakda olduğumuz mikropların azalması sebebiyle meydâna gelir. Ekmek
üzerinde küflerin tufeylî olarak yaşadığı gibi, mikropların üzerinde yaşıyan
parazitler de vardır. Bakteriophage denilen bu parazitler, mikropların za’îf
zemânında çoğalır, büyük ve yardımcı mikroplarımızı yirler. Bu sûretle
vücûdümüz, yardımcı mikroplardan fakîrleşir.
Ada, yayla, sayfiye havalarında mikrop bulunmadığından,
buralara seyâhat eden, bilhâssa gençlerde yardımcı mikroplar azalarak,
mukavemet görmiyen, meselâ herkesde, her zemân mevcûd anjin mikropları
fe’âliyyete geçerek, Klimatik anjin meydâna gelir. Yine bu sebebden, seyâhate
çıkan gençlerde, şiddetli tüberküloz zuhûr eder. Ormanlık yaylalarda, meselâ
bizim güzel Uludağımızın Kirazlı yaylasında, aslâ verem mikrobu yokdur. Lâkin
genç seyyâh, çadırında yerde yatmakdadır. Burası ile, odada karyolasında yatmak
arasındaki muhît şartları pek farklıdır. Gencin, Patojen mikroplara karşı
müdâfe’asında, sâdık yardımcıları ve ön-
cüleri
olan kendi mikropları, bu şart değişmesinden müteessir olarak kuvvetden
düşerler. Hava ve mevsim değişmelerinde
sârî hastalıkların çoğalması da bu sebebdendir. Mevsim değişmesinden maksad,
hava şartlarının bozulması değil, değişmesidir. Meselâ, latîf behâr mevsiminin
ânsızın gelmesinde, yardımcı mikropların hayât şartları ânsızın değişerek,
mukavemetleri bir müddet için sarsılır.
Mikroplar pek küçükdür. Bir milimetreküp kanda beşmilyon
kırmızı yuvarlar (Hematie) vardır. Bir hemati içine bir tifo basili kolayca
yerleşir. Bir tifo basili içinde de, tüberküloz
basili kolayca yerleşip gezebilir. Verem basili, mikropların en küçüğü
değildir. Çubuk şeklindeki bir verem mikrobu üzerine, virüs sınıfından
binüçyüz uzviyyet yerleşebilir. İnsanın vereme yakalanması için, asgarî bin
tâze kuvvetli mikrobun ciğerlere girmesi
lâzımdır. Bir tüberkülozlunun sabâh kahvaltısı yapdığı masa örtüsünde onbinlerce
tükürük damlası ve her damlada binlerce mikrop görülmekdedir. Bir öksürükle
meydâna gelen damlacıklar, mikrop mermîleri olup, üçbuçuk metre kadar uzağa
gider. Bu mermîlere rastlıyan ve bilhâssa çocuklar, tehlükededir. Çocuklar,
tüberküloza, büyüklerden on def’a dahâ kolay yakalanır.
VİRÜS: Bir mikrop kümesi,
Şamberlan [ya’nî pişmiş porselen] süzgecinden süzülürse, mikroplar geçmez. Bir
sıvı süzülür. Difteri, dizanteri ve verem mikroplarından
bu sûretle elde edilen mâyı’ler,
hastalık hâsıl etmez. Fekat nezle, grip gibi mikroplardan elde edilen mâyı’ler
hastalık yapar. Demek ki, böyle hastalıklar, yalnız mikroplar ile değil, süzülebilen, pek dahâ küçük virüs
dediğimiz cismlerle bulaşır. Virüsler, mikropdan yirmibin defa dahâ
küçükdür. Bunlar da, mikroplar gibi, yetişir, ürer ve sirâyet eder. Bugün üçyüz
çeşid virüs tanınmış ve bunlardan yirmibeşi görülmüşdür. Bunların, sâdece
stoplazmadan ibâret oldukları anlaşılmışdır. Bugün virüsler dondurularak billûr
hâle getirilebiliyor. Bu şekldeki virüs temâmen cânsız, bir kimyâ maddesi
gibidir. Fekat, müsâid bir yere konduğu zemân, cânlılığını göstererek ürer ve
hastalık yapar. Ancak, elektron mikroskopla görülebilir. Virüsle bulaşan
hastalıklar, kızıl, kızamık, su çiçeği, nezle, grip, çocuk spinal felci, kuduz,
papağan hastalığı, domuz vebâsı ve sâiredir. Virüsler, bu hastalıkların
mikroplarını kuvvetlendirirler. Mikropları za’îfleten ve hattâ mahv eden
virüsler de vardır ki, bunları yukarda bakteriofaj diye söylemişdik. Fen,
bakteriofaj vermek sûreti ile belki birçok hastaları tedâvî etmeğe muvaffak
olacakdır.
TOXİN: Mikroplar insanlara
çeşidli yoldan zarar verir. İnsanı bir eve benzetirsek, tüberküloz basilleri,
bu evin dıvârlarını yıkar. Difteri basili, açık bırakılmış hava gazı musluğuna
benzer. Bu basilin kendi birşey yapmaz. Bademciklerde oturup, beyâz ve kırmızı
kana Toxin dediğimiz bir zehr gönderir. Bu zehr, kalb ve böbrekleri bozar. Tetanoz basili de, ufak bir yara üzerinde usluca
oturup, vücûde tetanoz toksini gönderir. Bu toksin, en kuvvetli
zehrlerden olan Strikninden ikiyüz defa te’sîrli olup, bir gramı, yirmimilyon
fâreyi veyâ dörtbin insanı öldürür. Vücûde yayılan bu toksin, mırdar iliği
zehrliyerek, insan gerile gerile ölür.
ANTİTOXİN: Vücûdümüz, içeri giren
her yabancı maddeye karşı bir koruyucu madde (Antikor)
husûle getirip, bununla kimyâca birleşdirerek, zararsız hâle sokmağa
çalışır. İçeri bir toksin girince, antitoksinler meydâna gelerek, yeniden
gelecek toksinlerle birleşirler. Kızıl, kızamık ve su çiçeğine karşı meydâna
gelen antitoksinler, kanda dâimî kalıp, insan ikinci defa bu hastalıklara
yakalanmaz. Nezle, grip, difteri ve başka
hastalıkların antitoksinleri ise, zemânla vücûdden dışarı atılır.
Düşmanı mikropla yenmek, ikinci cihân harbinde düşünüldü.
Mikrop silâhları ve koruma vâsıtaları üzerinde çalışıldı. Yer küremiz etrâfında
dönen sun’î peykleri mahreklerine oturtan büyük füzeler gibi birkaç roketle,
meselâ, İngiltereye saçılacak mikropların, kısa bir zemânda İngiliz milletinin
üçde birini harb edemez hâle getireceği hesâblanmakdadır. Bu füzelerde, mikrop
yüklü tüyler bulunacak,
bu
tüyler havada dağılıp, çok geniş sâhaya, sârî hastalık mikropları saçacakdır.
Bugün, mikrop silâhları üzerinde, çok çalışılmakdadır.
YORGUNLUK: Zararlı maddeler,
mikrop, toksin, virüs, zehrli gazlar gibi, vücûdümüze yalnız hâricden gelenler
değildir. Adalelerimiz hareket ederken, vücûdümüzün derinliklerinde zehrli
madde hâsıl olur. Yorgunluk hissini yapan bu zehr, süt asidi dediğimiz alfa
oksi propiyonik asiddir. Yorgun bir adalede teşekkül etmiş olan bu asid dışarı çıkarılırsa, adale eski fe’âl
hâlini alır. Yorulan bir uzvda diğer maddeler de teşekkül edip, kan ile
her tarafa ve bilhâssa dimâga girerek yorar. Şu hâlde yorgunluk, süt asidi ve
diğer toksinlerle kanın zehrlenmesinden ibâretdir. Bir köpek kuvvetden düşerek
yatıp uyuyuncıya kadar çalışdırılır ve uyuyunca bundan kan alınarak, râhat ve keyfli bir köpeğe verilirse, bunun yorularak
uyuduğu görülmekde ve bunun aksi de vukû’ bulmakdadır. Yorgun ve
yıpranmış bir insana, râhat bir insanın kanı verilerek, fe’âl bir hâle
getirilmekdedir. Fekat, yarının insanına verilerek bunu yorgunlukdan ve uykudan
devâmlı kurtaracak, bütün ömrünü fe’âliyyet ve râhatlıkla geçirmesine yarıyacak
bir antitoksin bulunacağı zan
edilmemelidir. Zîrâ yorgunluk, yalnız bir kimyâ hâdisesi değil, diğer
bütün vücûd hâdiseleri gibi, insanların anlıyamadığı , mübhem bir hayât
hâdisesidir. Yorgunluğu gidermek, çalışmakdan meydâna gelen zehrleri
temizlemekle berâber, hüceyreleri dinlendirmek de demekdir.
Bir otomobil, ancak yakma tertîbatının, gazı patlatması ile
hareket etdiği gibi, adale motorlarımız da, dimâgımızın sinir cereyânını
vermesi ile hareket eder. Her adale parçası, bir tel, bir sinir ile
dimâga bağlıdır. Yalnız hareket için, adaleleri dimâgımıza bağlıyan milyonlarca
sinir olup, bunların milyarlarca ince kolları mevcûddür. Amerikadaki vahşîlerin
oklarının ucuna sürdükleri Kürar [Curare] ismindeki zehr, bu sinirlerin
uçlarını felce uğratır. Adale hareket edemez. Ağrı yapmadığından, insan
zehrlendiğini anlamaz. Elini, ayağını oynatamıyarak yere yıkılır veyâ taş gibi
dikili kalır. Görür ve işitir ise de, gözünü kırpamaz, dilini oynatıp
bağıramaz. Kabr azâbı da bunun gibidir. Meyyit, elem, acı duyar. Fekat,
kıpırdıyamaz. Kürar, zehrlerin en fenâsıdır. En son, teneffüs adaleleri
uyuşarak, zevallı ses çıkaramadan ölür. Dünyâda tabî’î ve sun’î kötülükler
çokdur. Bunların en kötüsü kürardır.
ZEHR NEDİR?: Umûmî bir zehr ta’rîfi
yapılamaz. Keçi, yirmi gram morfin yiyip, sıçramasına devâm eder. Şu hâlde
morfin zehr değil midir? Ada tavşanları zevkle belladon yir de müteessir olmaz.
Tuz rûhu zehr olamaz. Zîrâ mi’delerimiz bizzât bunu yapıyor ve hiçbir zararı
olmıyor. Zehrli ve fâideli cismlerin tâm ta’rîfini yapmak çok gücdür. Zîrâ:
a) Zehr, bunu alan cânlının nev’ine tâbi’dir.
Keçiye zehr olmayan morfin, insan için zehrdir.
b) Zehr, aynı nev’e mensûb cânlıların şahsiyyetine
de tâbi’dir. Babaya zararsız olan sigara, üç yaşındaki çocuğunu öldürür.
c) Zehr, alışmağa da
tâbi’dir; alışmış bir ihtiyâra dokunmıyan sigara mikdârı, ilk def’a içen ihtiyârı
öldürebilir.
d) Zehr, alınan mikdâra tâbi’dir. Her cismin bir
dayanabilecek mikdârı vardır. Ancak bu mikdârdan fazlası zehrdir. En şiddetli
zehr bildiğimiz siyanürlerin kanda dolaşan mikdârı zehrlemez. Mi’deye
doldurulan beş litre su ise, insanı öldüren zehrdir. Hattâ yeni doğan bir
nevzâd için, bir bardak su zehrdir.
e) Zehr, zemâna da tâbi’dir. Sabâh aç karna içilen
bir büyük sigaranın zehr te’sîri, öğle yemeğinden sonra içilen aynı sigaranın
te’sîrinin on katıdır.
f) Zehr, berâber alındığı diğer maddelere de
tâbi’dir. Aynı mikdâr kafeini hâvî çay ve kahvenin te’sîrleri başka başkadır.
Aynı sûretle, aynı mikdârda ispirtoyu hâvî Absent ile şerâbın zehr te’sîrleri
farklıdır.
Bu altı misâl, dahâ başka dürlü 6x6 kadar çoğaltılabilir.
Lâkin, zehrin ta’rîfinin güclüğünü anlatmağa bu kadarı da yetişir.
TÜTÜN: Bugün fırın sayısında satış mağazaları bulunan ve
hükûmetlerce reklâmları yapılarak
değeri ekmeğin üstüne çıkmış bulunan tütünün müessir maddesi nikotindir.
Korkunç zehrler arasında yer alan bu cismin bir damladan az mikdârı, insanı
öldürür. Gagası önünde nikotine batırılan bir cam çubuk tutulan bir serçe,
derhâl ölür. Bir sigara içinde bulunan nikotin, deri altına şırınga edildikde,
iki insanı öldürür. Tütün dumanında nikotinden başka birçok şiddetli zehrler
vardır. Meselâ, bir sigara dumanında bir miligram sîyan asidi, yüzde beş karbon
monoksid, amonyak, yüzde birbuçuk kükürtlü hidrogen mevcûddur. Tıbbî kitâblar,
sigaranın fizyolojik te’sîrini îzâhdan evvel şu misâli söylüyor: Almanyada
yüzsekiz yaşında bir ihtiyâr, yeni yaşını tebrîke gelenlere, yüz seneden beri
durmadan sigara içdiğini ve şimdiki kuvvet ve zindeliğini sigaraya medyûn
bulunduğunu söylemekdedir.
Sigara içmek, tütünü kuru tebhîr etmek, ya’nî kuru cismleri
damıtmak, gaz hâle geçirmek demekdir.
Sigara yanarken nikotinin yüzde yirmibeşi harâb oluyor. Yüzde otuz kısmı
dumanla havaya gidiyor. Yüzde kırkbeşi de sigara içinden ağza doğru çekiliyor
ise de, bunun üçde ikisi sigaranın soğuk kısmında mâyı’ hâlde kalıp, ağza,
sigaradaki nikotinin, ancak yüzde onbeşi dâhil oluyor. Sigaranın yanan mahalli
ile ağız arasındaki mesâfe ne kadar az ise, vücûde o kadar çok nikotin gelir.
Şu hâlde, ince uzun sigaralar, kısa kalın sigaralardan dahâ hafîfdir. Nikotin
te’sîrinden korunmak istiyenler, sigarayı ağızda değil, elde tutmalıdır. Ağır
sigaralar, nikotini çok sigaralar değil, içerken vücûde yüzde onbeşden çok
nikotin veren sigaralardır. Kuru tütünler, yaşlarından fazla, gevşek sigaralar,
sıkı ve sert sigaralardan fazla, hızlı çekenler, yavaş çekenlerden fazla,
ciğerlerine çekenler, burna çekenlerden ve burna çekenler, dudak
tiryâkilerinden fazla nikotin alır. Ağza giren nikotinin mühim bir kısmı,
tükürük ile mi’deye gidip mi’de ifrâzını azaltarak iştihâyı keser. Şu hâlde,
yemek yiyenlerin bulunduğu yerde sigara içmek ve oda havasını sigara dumanı ile
karışdırmak büyük kabâhatdir. Bunun içindir ki, birçok fıkh kitâblarında,
sigara, tab’an [şer’an değil] mekrûh denilmekdedir. Nikotin, ağız ve mi’de
zarlarında kana karışır. Bunun da büyük kısmını, karaciğer tutarak parçalar ve
asid üriğe çevirir. Bundan dolayı, fazla sigara içenler, nekris ve rumatizmaya
yakalanabilir. Zâten herşeyin fazlası zararlıdır. Kanla dolaşan nikotin, böbrek
üstü bezlerini tahrîş ederek adrenalin ifrâzı artıp kan tazyîki yükselir ve
derideki damarlar sıkışarak, renk solar. Bağırsakları harekete getirip, ishâl
yapar. Safra yollarını daraltdığından, safrası ve karaciğeri za’îf olan, fazla
tütüne dayanamaz. Dimâga te’sîri henüz iyi bilinemiyor. Nikotin uzviyyetden çok
yavaş atılır. Cum’a günü sigaraya başlayan
insanın idrârında, ancak gelecek Cum’a nikotin görülmeğe başlar. Nikotinin en iyi
tanıma vâsıtası sülükdür. Nikotine çok hassas olan bu hayvân, dörtmilyonda bir
nikotinli suda bile büzülmeğe başlar. Sigarayı fazla içmenin zehr olduğu
muhakkakdır. Birbirine rekâbetle tütün kullanan iki birâderin, onyedinci
pipoda, birlikde öldüklerini, bir babanın sigara içdikden sonra, iki günlük
çocuğu yirmi dakîka kucağında tutması ile, çocuğun nikotin tesemmümü ile ağır
hastalandığını ecnebî kitâblar yazmakdadır. Bununla berâber, kendilerini
zemânla ve yavaş alışdıran ve mu’tâdına göre kullanan büyüklere, hiç zarar
vermemekdedir. Sigaranın tüberkülozu, kanseri ve damar sertliğini kolaylaşdırdığı hakkındaki korkunç hikâyelerin,
temâmen yanlış olduğu tesbît edilmişdir. Bu hastalıklara yakalananlarda,
sigara içmeyenlerin mikdârı içenlerden az olmadığı muhakkakdır.
[m. 1964] yılı şubat ayında, Amerikada New-York eyâleti tıb
derneğinde konuşan göğüs hastalıkları mütehassısı Dr. Alvan L.Barach, sigara
içerken dumanı içeriye çekmiyenlerde akciğer kanseri yapdığını gösterecek bir
delîl yokdur demiş-
dir.
Birleşik Amerika sağlık işleri bakanlığının yüzlerle tabîb ve kimyâger
çalışdırarak aylarca yapdırdığı incelemelerin sonucu, [m. 1963] sonbehâr
gazetelerinde devletce açıklandı. Bu yazıda, (Sigarayı çok içenlerde, kanser
dahâ çok görülmüşdür. Kansere sebeb, tütün değil, sigara kâğıdının yanmasından
hâsıl olan katran olduğu tesbît edilmişdir. Bunun için, tütünü, sigara şeklinde
değil, tütün yaprağının sarması, pipo ve nargile, lüleli çubuk şeklinde
içmelidir) denilmekdedir. Tütün dumanında, kanserojen bir maddenin, ya’nî
kanser yapan bir prodüinin bulunduğu idantifiye edilememişdir. Fazla duman
verilen hayvanlarda tümör tevlîd etmek kâbil olmamışdır. Bunun içindir ki,
araşdırıcılar, işi istatistiklere dökmüşlerdir. Yukarıda yazılı Amerikan raporu
da, tıbbî, fennî isbât sonucuna değil, istatistiklere dayanarak bildirilmişdir.
O hâlde bu rapor, problemi îzâh ve hal etmiş değildir. Nitekim Avrupa ve
Amerikada birçok doktorlar, bu raporu ve
açıklamaları körü körüne kabûl etmemekdedirler. (Eczâcılık
mecmû’ası), [m. 1970] yılı (12) ci sayısında diyor ki, (İnfarktüs) denilen kalb sektesinden sonra
görülen ölümün, çok sigara içenlerde, sigara içmiyenlere nazaran onaltı def’a
dahâ az olduğu Amerikada tesbît edildi. Nikotinin norepinefrin teşekkülüne
te’sîr etdiği Amerikada görüldü. Bu da, sigaranın zihn yorulmasını önlediğini
göstermekdedir.
Ba’zı şahslar, nikotine karşı hassâs olabilir. Bu keyfiyyet,
yumurtaya, çileğe karşı hassâs insanların bulunmasına benzer. Bunlar, sigara
içince, hazm ve sinir bozukluğu, çarpıntı, damar tekallüsü, tansiyon yükselmesi
gibi hâller görülür. Lâkin tütün içenlerin yüzde doksanında ve hele az içen
büyüklerde hiçbirşey görülmemekdedir. O hâlde, büyük bir insanın az mikdârda
içdiği tütüne, sıhhî bakımdan harâm denemez. Böyle bir iddi’â, tecribeye, fenne
uygun olmaz.
Doktor Gautier, Pârisde basılan fransızca (Formulaire)de koyu çayın ve kahvenin, sigaranın
zararını giderdiğini yazmakda, tütünle zehrlenmeğe karşı, bir bardak suya bir kahve
kaşığı tanen veyâ mazı tozu, yâhud bir damla tentürdiyod koyup içmeli ve yatıp
çok örtünmelidir demekdedir.
ZEHRLİ GAZLAR VE KORUNMA ÇÂRELERİ: Zehrli bir cismin harbde
kullanılabilmesi için, bir takım taktik şartları da hâiz olması lâzımdır ki,
bunları her zehrde toplamak kolay değildir. Bundan dolayı, kimyâ sanâyı’inin
birinci cihân harbine verdiği üçbinden ziyâde zehrli maddeden, ancak otuzu
kullanılmış ve bunlardan oniki kadarı işe
yaramışdır. Bu savaşda gaz atışı, düşmana zâyi’ât verdirerek değil, rûhî te’sîr
yapmak sûreti ile rol oynamışdır. Her yeni çıkan gaza karşı korunma
vâsıtalarının bulunması ve kıt’alarda gaz disiplini meydâna gelmesi ile bu
silâhın korkusu kalmamışdır.
Bugün iyi korunma vâsıtalarına ve bunların kullanılması
ta’lîm ve terbiyesine mâlik olan bir millet için gaz tehlükesi yokdur. İlerdeki
harblerde, ilk olarak meydâna çıkarak, eldeki korunma vâsıtalarından geçecek
olan her yeni bir silâh ve bomba, korunma çâresi bulununcıya kadar rol
oynıyacak ve belki de savaş netîcesi üzerine mühim te’sîr yapacakdır.
ELEKTRONİK ÂLETLER: Elektronik
kelimesini,elektron kelimesi ile karışdırmamalıdır. Elektronik kelimesi, bir
ilm koluna verilen ismdir. Bu ilm kolu, elektromanyetik dalgaların üzerine
kurulmuşdur.
Bir endüksiyon makarasının ikinci makarasındaki ince bakır
telden, çok sayıdaki sargıların iki ucu, iki küçük küreye bağlanır. Birbirine
yakın olan iki kürenin biri antene [gerilmiş bakır tele], ikincisi, su
borusuna, böylece toprağa bağlanır. Kalın bakır telden içerdeki az sayıda sargılara
pilden akım verilince, iki küre arasında kıvılcım şeklinde elektron atlaması
olur. Elektronlar, anten ile, toprak arasında, sâniyede milyonlarca def’a gidip
gelir. Sâniyedeki gidip gelme sayısına (Titreşimli
akımın frekansı) denir. Evlerimizde kullandığımız elektrik akımının
frekansı ellidir. Frekansları onbinleri aşan alternatif akımlara, (Yüksek frekanslı) de-
nir.
Elektrik akımı geçen tellerin etrâfında, bir miknâtıs sâhası hâsıl olur. Anten
ile toprak arasında hâsıl olan akım [elektrik titreşimi] de, kuvvetli miknâtıs
meydâna getirir. Bu miknâtıs, dalgalar hâlinde, fezâda [boşlukda] her tarafa
yayılır. (Elektro-manyetik dalga) denen
bu dalgaların yönü ve şiddeti değişdiği için rast geldikleri kapalı devrelerde,
meselâ antenlerde, endüksiyon akımı meydâna gelir.
Bugün yüksek frekans alternatörleri ile ve triyod lâmbaları
ile, elektrik titreşimleri ve böylece, elektro-manyetik dalgalar yapılmakda,
bunlarla, telsizler, radyolar, radar ve elektronik beyinler çalışdırılmakdadır.
Elektronik beyin [Computer]lerin iç
yapısını, beşbin dânesi bir yüksüğe sığan küçük transistörler ve diodlar ve
bunları bağlıyan binlerce karışık elektrik devreleri teşkîl eder. Bunların
i’mâl ve tesbîti, elektronik beyin ve otomatik makinelerle yapılır.
Elektronik beynin giriş kısmında, husûsî daktilolarda
delinmiş ve üzerindeki delikler, belli harf veyâ işâreti bildiren kartlar veyâ
delikli şerîtler yâhud da bir yazıcı daktilo ile yapılacak işi gösteren bir
program, makineye verilir. Program, makinenin özel işâretleriyle ve istenen işi
yapdıracak şeklde, mütehassıslar tarafından hâzırlanır. Bir kerre hâzırlanan program, belli bir iş için her
seferinde kullanılabilen bir deste delikli kart olabilir. Programdan
sonra ma’lûmât verilir. Girişde kullanılan vâsıtalarla, kısa zemânda netîce
alınır. Kartdaki delikler, devrelerin açılıp kapanmasını sağlar.
Elektronik beyin, kendisine verilen ma’lûmâtı ve programı
hâfıza kısmı denen yerde kayd eder. Bu kısm, içinden tel geçen ferromagnetik
halkalardan ibâret, kor denen, [Core: çekirdek] yüzbinlerce
magnetik devreden ibâretdir. Altı kor birleşip, bir postahânedeki numaralı
posta kutuları gibi düşünülebilen pozisyonları teşkîl eder. Her pozisyon,
korlarındaki akımın yönüne göre magnetize olarak teyp gibi ma’lûmâtı kayd eder.
Bunlara ma’lûmâtın girişi çıkışı, sâniyede beşbin def’a olabilir.
İşlemler merkez kısmında yapılır. Sâniyede, bin ile dört bin
arasında toplama, çıkarma, yirmibeş ile ikiyüzelli arasında çarpma, bölme,
beşbin Lojik işlem yapabilir. Sekizyüz bilinmiyenli, sekizyüz denklemi bir
insan, hiç yimeden, içmeden, ikiyüzelli senede, kompütür, ya’nî bilgisayar ise,
birkaç sâatde yapar. Fen kollarındaki yeni keşfler için ve nemâz vaktlerini
anlamak için lüzûmlu hesâbların yapılmasında, hastalıkların teşhîsinde,
fabrikaların az mütehassısla çalışdırılmasında, elektronik âletlerle çalışan
tertîbli [programlı] hesâb makinaları (Robot)lar
kullanılıyor. Robot, makine adam demekdir. Bunlar, mekteblerde, evlerde
öğretmen yerine ders vermekde, problem çözmekdedirler. Gemilerin, tayyârelerin
yerlerini bulmakda, menzil hesâblarını yapmakda, harb gemilerinde atış
kontrolünde, hava tahmînlerinde, tayyârelere ve rampadan atılan füzelere yol
gösteren radar Beaconlarında hep elektronik âletler kullanılmakdadır. Telsizle
idâre edilen tayyâreler, roketler, kıt’alar arası füzeler, elektronik
bilgilerin kullanıldığı yerlerdir.
Amerikalılar, 1975 de elektronik beyinle incelemeler yapan, (Viking 1 sonda cihâzı)nı Merîh yıldızına
yolladılar. Bu cihâz, ellialtı milyon kilometrelik yolu onbir ayda kat’ etdikden
sonra, 1976 temmuz ayında Merîh üzerine kondu. Çalışmağa başladı. Toprak alıp,
biyolojik ve fizik ve kimyâ tahlîlleri yapıp, Pasadena ilm merkezine bildirdi.
Merîh toprağında bol oksigen gazı olduğu ve radio-aktif karbon bulunduğu
anlaşıldı. Pasadenadaki hayâtî tecribeler mütehassıslarından Dr. Herold Klein,
Viking 1 cihâzının gönderdiği haberlerin çok heyecân verici olduğunu
söylemişdir.
Ruslar, askerî harcamalarının çoğunu, câsûsluk işlerinde
kullanıyorlar. Elektronik sanâyı’ın sırlarını, Amerikalılardan çaldıkları
tesbît ve resmî raporlarla neşr edildi.