Bu mektûb,
hakîkatleri bilen, ma’rifetler sâhibi, hâce Hüsâmeddîn Ahmede yazılmış olup, bu kâinâtın hepsi, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının
aynası olduğu, Zât-i ilâhîden ise, hiç nasîbleri
olmadığı ve maddenin kendi kendine varlıkda duramıyacağı, maddenin hakîkî
varlık olmadığı ve birçok şeyler bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun. Onun seçdiği, sevdiği
kimselere selâmetler olsun! Muhterem efendim. Fârisî mısra’ tercemesi:
Her ne olursa olsun,
dostdan konuşmak dahâ tatlı!
İşitilmemiş, duyulmamış ma’rifetleri yazıyorum. Lutfen iyi
dinleyiniz! En yüksek insanların murâkabe yolunu bildiriyorum. Çok dikkatli
okuyunuz! Biliniz ki,
âlem
[ya’nî herşey], Allahü teâlânın ismlerinin
ve sıfatlarının nümûnesi, örneği, aynasıdır. Mahlûkun hayâtı, Onun
hayâtının aynası, bilgisi, Onun ilminin aynası, kudreti de, Onun kudretinin
görünmesidir. Kulların herşeyi de böyledir. Fekat âlemde, Zât-i ilâhînin,
[ya’nî kendisinin] aynası yokdur. Hattâ, Zât-i ilâhînin bu âlem ile hiç
münâsebeti yokdur. Hiçbirşeyle ortaklığı yokdur. Ne ismde, ne de sûret ve
görünüşde, iştirâk, benzerlik yokdur. O, âlemlerden ganîdir, [hiçbirşeye muhtâc
değildir]. Hâlbuki, Onun ismleri ve sıfatları böyle değildir. Sıfatlarının bu
âlem ile, ismleri münâsebetli ve sûretleri, görünüşleri müşterekdir. Allahü
teâlâda ilm sıfatı vardır. Mahlûkda da, o ilmin sûreti, benzeri vardır. Onda,
kudret sıfatı olduğu gibi, bunda da, o kudretin sûreti vardır. Zât-ı ilâhî,
böyle değildir. Mahlûkların, bundan nasîbleri yokdur. Kendi kendilerine
varlıkda kalabilmek, onlara verilmemişdir. Mahlûklar, Onun ismleri ve sıfatları
sûretinde yaratıldıkları için, kendileri, sıfatdır. Hakîkatde hiçbiri madde
değildir. Maddelikle alâkaları bile yokdur [ya’nî kendi kendilerine varlıkda
durmuyorlar]. Varlıkda durabilmeleri, Zât-i ilâhî iledir. Fizikciler,
kimyâgerler, eşyâyı, madde ve maddenin sıfatları, ya’nî hâssaları, özellikleri
diye ikiye ayırıyor [ve yaratılmıyan, yok olmıyan sandıkları madde, varlıkda
kendi kendine duruyor ve dünyânın temel taşını teşkîl ediyor diyorlar]. Bu
sözleri, maddeyi bilmediklerindendir. [Bugünkü tecribeler de, Lavoisier, Dalton
ve Robert Boylenin ve dahâ sonra gelen kimyâgerlerin anladıkları madde
bilgisini, çok mühim bir şeklde değişdirmişdir. Bugünkü fiziğin temellerinden
biri olan Einsteinin relativite nazariyyesine göre, enerjinin de, madde gibi,
bir kütlesi vardır. Belki de madde, teksîf edilmiş kudretden başka birşey
değildir.]
Kimyâcılar der ki: Sıfat, ya’nî özellik yalnız başına
bulunamaz. Hep madde ile birlikde bulunur ve maddenin nasıl olduğunu bildirir.
Bunların, sıfat madde ile bulunur demeleri, hakîkatde, sıfatın sıfat ile
bulunmasıdır. Sıfat da, madde de, Zât-i ilâhî ile kâim olmakda, varlıkda
kalmakdadır. Kendi kendine duran madde yokdur. Bütün cismleri, herşeyi varlıkda
durduran, ancak Odur. Ya’nî Allahü teâlâ, kayyûm-i âlemdir. Madde kendi kendine
varlıkda durmuyor ki, sıfatları da onunla durabilsin. Sıfatlar, maddenin zâtı,
kendisi olmadığı gibi ve yalnız madde ile bulunup, kendi kendilerine
bulunamıyacakları gibi, bütün eşyâ da, madde de, Zât-i ilâhî ile bulunmakdadır.
Hiçbirinin zâtı yokdur. Maddenin zâtı, [kendisi] olmayınca, sıfatları onunla
bulunamaz. Zât, yalnız Allahü teâlânındır. Herşey, Onun zâtı ile varlıkdadır.
Herkesin, kendine, zâtına, ben demesi, hakîkatde, herşeyi varlıkda durduran bir
Zâtı göstermekdedir.
(Ben) diyenler, neye işâret
etdiğini bilse de, bilmese de, bu böyledir. Bununla berâber, Allahü teâlâ, hiçbir işâretle gösterilemez. Hiçbirşeyle birleşmiş
değildir. Bu ince bilgileri iyi anlamıyan, tevhîd-i vücûdî ile
karışdırmasın! Vahdet-i vücûdü söyliyen, bir zâtdan başka mevcûd yokdur der.
Onun ismlerini ve sıfatlarını, nazarî kabûl edilmiş bilir. Mahlûkların
hakîkatleri bile vücûd [varlık] görmemişdir. (A’yân [eşyâ], varlığın kokusunu
duymamışdır) der. Hâlbuki bu fakîr, sıfât-i ilâhiyyeyi, hâricde [ya’nî ilmde
değil, nazarî değil] ayrıca var bilirim. Ehl-i sünnet âlimleri de, böyle
bilmekdedir. Esmâ ve sıfât-ı ilâhînin aynaları olan bu âlemi de mevcûd bilirim.
Kendi kendine varlıkda durmağı, ya’nî maddeliği bu âlemde göremem. Herşeyin,
Zât-i ilâhî ile kâim olduğunu [varlıkda durduğunu] iyi bilirim.
Süâl: Demek ki, mahlûkların
zâtı, Zât-i ilâhîden başka değildir. Herşey, Zât-i ilâhî ile birleşmişdir. Bu
ise, olamaz. Mahlûk, kadîmin aynı olur mu?
Cevâb: Mahlûkların zâtı, ya’nî
mâhiyyet ve hakîkati, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynaları olan
birçok a’râz, ya’nî hâllerdir ki, bunlar, Zât-i ilâhînin aynı değildir. Zât-i
ilâhî ile birleşik değildir. Yalnız bu hâller, Zât-i ilâhî ile vardır. Herşeyin
kayyûmu [varlıkda durdurucusu] Odur.
Süâl: Herkes kendi zâtına ben
deyince, Zât-i ilâhîyi gösterirse, mahlûkların zâtı, mâhiyyet ve hakîkatleri,
Zât-i ilâhînin aynı olur. Çünki, herkes ben deyince, ken-
di
hakîkatini, mâhiyyetini gösterir. Tevhîd-i vücûdî sâhibleri de böyle demiyor
mu?
Cevâb: Evet, herkes, ben
deyince, kendi hakîkatine işâret eder. Fekat, hakîkatleri, a’râz ya’nî hâller
topluluğu olduğundan, bunlara işâret olunamaz. Çünki, hâllere, yalnız olarak
işâret edilemez. İnsanın hakîkati, işâret kabûl etmeyince, bu işâret, bu
hakîkatin kayyûmu olan Zât-i ilâhîye olur. O hâlde mahlûk başkadır. Hâlık
başkadır. Tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin sözü gibi değildir. Şaşılacak şeydir ki,
mahlûkun ben demesi ile Hâlık teâlâya işâret edilmiş olmakla berâber, mahlûk,
kendi hâlinde mahlûk olarak kalıyor. (Sübhânî) demek
ve (Enelhak) demek doğru olmuyor. Belki
de, ayrılığı görerek, bunları söyliyemiyor.
Süâl: Mahlûkun Zât-i teâlâ ile
varlıkda durabilmesi, Zât-i teâlâda değişiklik olması değil midir? Bu ise
olamaz.
Cevâb: Mahlûk, Zât-i teâlâya
hulûl etmemiş, birleşmemişdir. Yalnız varlıkda kalması, Zât-i teâlâ iledir.
Süâl: Mahlûklar hep a’râz,
hâller ve sıfatlar olunca, bir yerde bulunması lâzımdır. Çünki hâl, kendi
kendine bulunamaz dedik. Bu yer, Zât-i teâlâ olamaz. Adem [yokluk da] olamaz.
Bu yer neresidir?
Cevâb: A’râz [ya’nî hâller,
özellikler] kendi kendine varlıkda kalamaz. Başka birşeyde bulunur. Fizikciler,
bu berâberliği, hulûl şeklinde anladıklarından, a’râz için bir yer arar. A’râz
[hâller] yersiz olmaz der. Hâlbuki, söylediğimiz ma’nâda varlıkda durmak için,
yer lâzım değildir. Biz anlıyoruz ki, herşey, Zât-i teâlâ ile durmakdadır ve
hulûl ve yer, hiç yokdur. Fizikciler, bu sözümüze ister inansın, ister
inanmasın. Onların inanmaması, bizim gördüğümüzü, bildiğimizi değişdiremez.
Böyle olduğunu biliyoruz. Onların şübhesi; bilgimizi bozamaz. Bu sözümüzü, bir
misâl ile açıklıyalım: Hokkabazlar, birçok garîb şeyler gösterir. Herkes, bu
gösterilerin, kendiliklerinden varlıkda durmadıklarını bilir. Hokkabaz ile
durduklarını ve bir yerde de olmadıklarını bilir. Yine bilirler ki, bunlar
hokkabaza hulûl etmemişdir. Yalnız onun ile varlıkda bulunuyorlar. İşte Hak
teâlâ, eşyâyı his ve vehm mertebesinde yaratmışdır. Onları varlıkda
durdurmakdadır. Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve ni’metleri bunlara bağlı
kılmışdır. Bu eşyâ, varlıkda kendi kendilerine durmuyor. Hulûl olmadan,
birleşmeden, Zât-i ilâhî ile durmakdadır. İkinci bir misâl, bir dağın veyâ gök
yüzünün, aynada görünmesidir. Aklı olmıyan, bunları cism sanır.
Kendiliklerinden aynada duruyor der. Fekat birisi, aynadaki şeklleri sıfat
sanır ve ayna ile bulunuyor der ve sıfat oldukları için, bunlara bir yer
lâzımdır, bilirse, bu kimse de abdaldır ki, başkalarına uyarak, meydânda olan
bilgisini inkâr etmekdedir. Çünki, aklı olan, bu şekllerin yeri olmadığını,
yere muhtâc olmadıklarını bilir. İşte, keşf ve şühûd erbâbı, bütün eşyâyı,
aynadaki sûretler gibi görür. Allahü teâlâ, bu sûretlere kuvvet vermiş, yok olmakdan
korumuşdur. Âhıretdeki sonsuz işleri, bunlara bağlamışdır. Kelâm ilmi
büyüklerinden ve mu’tezîle mezhebi âlimlerinden Nizâm, herşeyi sıfat bilmiş,
maddeyi inkâr etmişdir. Kısa görüşlü olduğundan, bu sıfatların, Hak teâlâ ile
durduğunu bilemedi. Aklı olanlar tarafından ayblandı. Çünki, sıfatın, başkası
ile bulunması lâzımdır. Sôfiyye-i aliyyeden (Fütûhât-i
Mekkiyye) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”,
herşey sıfatdır ve hepsi,