Bu
mektûb, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede yazılmışdır. Mektûbâtın üçüncü cildinin seksenyedinci mektûbundaki ince bilgilerden
birkaçını açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği kullarına selâm
olsun! Şefkat ve merhamet ederek bu fakîre [ya’nî İmâm-ı Rabbânîye
“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] gönderdiğiniz kıymetli mektûbu okuyarak
şereflendim. Diyorsunuz ki, Ecmîrde iken yazmış olduğunuz mektûbun birkaç
yerine buradaki büyüklerden biri karşı gelmekdedir. Bunları açıklayınız! O
mektûbda şübheli görülen yerleri birkaç sevdiğimiz de bildirmişdi. Bu şübheleri
çözmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç önsöz yazıyorum. Allahü teâlâ
hepimize doğru yolu göstersin!
Kıymetli efendim! (Seyr-i
murâdî) ve (Seyr-i mürîdî) denilen
tesavvuf yolculukları, bu yolcuların vicdânları ile, ya’nî kalbleri ile
anladıkları bir yolculukdur. Başkasına bildirilmesi, inandırılması lâzım olan şeylerden
değildir. Bu sözleri isbât etmek için delîl göstermeğe
lüzûm yokdur. Böyle olmakla berâber, keskin görüşlü, anlayışlı yaratılan bir kimse,
böyle yolculukları söyleyenlerin hâllerini, gidişlerini inceler, bereketlerini,
ilmlerini ve ma’rifetlerini görürse, onun (Seyr-i
murâdî) dediği bir yoldan ilerlemiş, yükselmiş olduğunu hemen anlar.
Sözünü isbât etmesini, delîl, sened göstermesini istemez. Gökde kamerin her
gece doğuş ve batış yerlerini ve aldığı şeklleri gören anlayışlı bir kimsenin,
ayın güneşden aldığı ışıkları yaydığını anlaması gibidir. Keskin görüşlü,
bilgili olmıyanlar için, bu kadar görmek ve incelemek delîl olmaz. Üstâdım hâce
Bâkî Billah hazretleri, bu fakîrin ilerlemesinin (Seyr-i
murâdî) olduğunu dahâ başlangıçda bildirmişdi. Orada bulunan
kardeşlerimiz arasında, bu müjdeyi işitmiş olanlar vardır. Mesnevînin aşağıdaki
beytlerinin bu fakîrin hâline uygun olduğunu buyurmuşlardı. Fârisî mesnevî
tercemesi:
Ma’şukların sevgisi,
gizlidir gizli,
Âşıkın aşkı da, davul sesi
gibi,
Fekat aşk, âşıkları üzer
eritir,
Ma’şûkları ise, besler,
sevindirir.
Murâdlardan vâsıl olanlar, (Râh-i
ictibâ) ile, [seçilmişlerin yolu ile] kavuşurlar. Bu yol,
Peygamberlerin ilerledikleri yoldur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. (Avârif) kitâbının sâhibi [Şihâbüddîn-i
Sühreverdî] “kuddise sirruh”, (Meczûb-i sâlik) ve
(Sâlik-i meczûb)ları anlatırken, bunu
açıkca bildirmişdir. İkinci yola, (Râh-i mürîdân) ve
murâdların yoluna (Râh-i ictibâ) demişdir.
(Şûra) sûresindeki
âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ,
dilediğini kendine seçer, kendine kavuşmak isteyenlere de, kavuşduran yolu
gösterir) buyruldu. Evet, ictibâ
yolu, aslında Peygamberlere mahsûsdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.
Ümmetlerinden onlara tâbi’ olanlara da, onlara mahsûs olan kemâllerden ihsân
olunduğu gibi, bunu da nasîb ederler. Yoksa, ictibâ yolu, yalnız Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs olup, ümmetlerinden hiç kimseye verilmez
demek değildir. Böyle olduğu işitilmemişdir.
Kıymetli efendim! Sâlike feyzlerin Resûlullah vâsıtası ile
gelmesi “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”, (Muhammedî-meşreb)
olan bu sâlikin hakîkatinin, (Hakîkat-i
Muhammedî) ile birleşinceye kadardır. Resûlullaha tam uymakla, belki
de Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile urûc makâmlarında bu hakîkat, o hakîkat
ile birleşince, Resûlullah artık vâsıta olmaz. Çünki, birşeyin başka birşeye
vâsıta, aracı olması, bu iki şeyin başka başka oldukları zemândadır. İkisi
birleşince, bunlar için, birbirlerine vâsıta olmak, perde olmak, perdelenmek
gibi şeyler düşünülemez. İki şey birleşince, her işleri ortak olur. Sâlik,
tâbi’ iken, uymakda iken, tufeylî iken, ikisi arasındaki işler, hizmetci ile
hizmet olunan kimsenin işleri gibi başka başkadır.
Sâlikin hakîkati, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hakîkati ile birleşir sözünü açıklıyalım: (Hakîkat-i
Muhammedî) “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, bütün hakîkatleri
kendinde toplamakdadır. Bunun için, bu hakîkate (Hakîkat-ül-hakâik)
de denir. Başkalarının hakîkatleri bu hakîkatin parçaları
gibidirler. Muhammedî-meşreb olan sâlikin hakîkati, o hakîkatin bir parçasıdır
ve onun özelliğindedir. Muhammed-il-meşreb olmıyan sâlikin hakîkati de, o
hakîkatin bir parçası ise de, onun özelliği başkadır. Böyle sâlik, urûc
ederken, yükselirken, hakîkati eğer hakîkat-i Muhammedî ile birleşirse, önce
aynı özellikde olan bir Peygamberin hakîkati ile birleşir. O Peygamberin
kemâlâtına ortak olur. Fekat, tekrâr bildirelim ki, bu ortaklık hizmetcinin
hizmet olunana olan ortaklığı gibidir. Sâlik, Resûlullaha tam uyarsa, belki de
yalnız Allahü teâlânın ihsânı ile, bunun hakîkatinde Resûlullahın hakîkatine
karşı sevgi hâsıl olur. Onunla birleşmek ister, iki hakîkat birleşir. İki
hakîkat arasındaki sevgi, Allahü teâlânın ihsânı ile, bu fakîrde hâsıl olmuşdu.
Bu sevgi kapladığı zemân, (Allahü teâlâyı Muhammed aleyhisselâmın Rabbi olduğu
için seviyorum) demişdim. Meyân şeyh Tâc ve başkaları, benim bu sözüme şaşırmışlardı. Sizin de, bunu hâtırlayacağınızı
sanıyorum. Böyle fazla sevgi hâsıl olmadıkca, iki hakîkat birleşemez.
Bu, Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, dilediğine ihsân eder. Allahü
teâlâ, pek çok ihsân sâhibidir.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, sâliklere
feyz gelmesine vâsıta olmasını açıklıyorum. İyi dinleyiniz! (Cezbe) yolunda, Allahü teâlâ çekdiği için ve tâlibe
çok ihsânda bulunduğu için, vesîleye, vâsıtaya lüzûm yokdur. (Sülûk) yolunda ise, tâlib ilerlemeğe
çalışdığından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta lâzım değil ise de,
cezbenin temâm olması için sülûk lâzımdır. Sülûk, tevbe ve zühd ve başka belli şeyleri
yapmağa çalışmakdır. Ya’nî islâmiyyete uymakdır. Sülûksüz olan cezbe, temâm
olmaz, noksân kalır. Hind kâfirlerinden ve mülhidlerden, sapıklardan, cezbesi
olan çoklarını gördüm. Fekat, bunlar, islâmiyyetin sâhibine uymadıkları için
cezbeleri noksân ve bozukdur. Cezbeleri bir görünüşden ileri gidememişdir.
Süâl: Cezbeye kavuşmak için,
hiç olmazsa biraz seçilmiş ve sevilmiş olmak lâzımdır. Allahü teâlânın düşmanı
olan kâfirlerde nasıl oluyor da cezbe bulunuyor?
Cevâb: Kâfirlerden bir kısmının
hakîkatlerinde biraz muhabbet bulunabilir. Bu yoldan, kendilerine cezbe hâsıl
olabilir. Fekat, islâmiyyetin sâhibine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
uymadıkları için bu cezbelerinin sonu gelmez. Ellerinden kaçırırlar. Bu
cezbeleri, onlar için huccet olacak, bu yoldan da sorguya çekileceklerdir. Cehl
ve inâd ile bunu elden kaçırdıkları için, suçlanacaklardır. Allahü teâlâ,
hiçbir kuluna zulm etmez. Onlar kendilerine zulm ediyorlar. Cezbe yolunda sülûk
ederek, ya’nî islâmiyyetin sâhibine uymağa çalışarak kavuşanlar, arada vâsıta
ve perde olmadan kavuşurlar. (Yerin dibine bir ip uzatsaydınız, Allahü teâlâya
kavuşurdunuz!) sözü bunu göstermekdedir ki, Allahü teâlâya çekilirseniz, en
bilinmiyen makâmlara varırsanız, sizinle Allahü teâlâ arasında bir vâsıta, bir
perde bulunmaz demekdir. Belki hâtırlıyacaksınız, üstâdımız Bâkî-billah
hazretleri “kuddise sirruh”, (Ma’ıyyet, ya’nî Allahü teâlâ ile berâber olmak
yolundan kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. Terbiye
yolu ile, ya’nî sülûk ile kavuşmakda, aracı, vâsıta lâzımdır) buyurmuşdu.
Ma’ıyyet yolu, cezbe yollarından biridir. (Kişi,
sevdiği ile berâberdir) hadîs-i şerîfi bu sözümüzü
kuvvetlendirmekdedir. Çünki bir kimse, sevdiği ile berâber olunca, aradan
vâsıta kalkar. Dikkat buyurunuz! Her zıllın, görüntünün, kendi aslı ile
bağlılığı vardır. İkisi arasında hiçbirşey perde olmaz. Allahü teâlâ lutf
ederek, zıl aslına doğru çekilirse ve islâmiyyetin sâhibine uymak ni’metine de
kavuşursa, bu zıl aslına ulaşır. Bu ulaşmak, aralarında vâsıtasız, perdesiz olur.
Bu asl, Allahü teâlânın ismlerinden bir ism olduğu için, ism ile ismin sâhibi
arasında da bir perde yokdur. Zıl böylece,
aslının aslına, ya’nî ismin sâhibine kavuşur. Demek ki, Allahü teâlânın
zâtına, kendisine, bî-
çûn
olarak, ya’nî bilinmiyen, anlaşılamıyan bir şeklde kavuşanlar için, vâsıta ve
perde bulunmaz. Böyle kavuşana Allahü teâlânın sıfatları vâsıta ve perde
olmayınca, başka şeyler perde olabilirler mi?
Süâl: Allahü teâlânın
sıfatları, kendisinden ayrı değildirler. Allahü teâlâya kavuşanlara sıfatların
vâsıta, perde olmaması, nasıl olur?
Cevâb: Sâlikin aslı, Allahü
teâlânın ismlerinden bir ismdir. Sâlik, bu aslının zıllıdır, görüntüsüdür.
Sâlik, bu aslına kavuşunca, kendisi ile zât-ı ilâhî arasında bir vâsıta, bir
perde yokdur. Çünki ism ile ism sâhibi arasında bir vâsıta yokdur. Bunun için,
sıfatların aradan kalkması lâzım gelmez.
Bunu yukarıda, sâlikin hakîkatinin hakîkat-i Muhammedî ile birleşmesini
anlatırken bildirmişdim. Zıllın aslına kavuşmasını bildirirken de biraz
geçmişdi.
Tenbîh: Cezbe yolunda aracı,
vâsıta bulunmaz sözünden, ba’zı kimseler için Resûlullahın “aleyhi ve alâ
Âlihissalâtü vesselâm” vâsıta olmasına lüzûm olmayacağı anlaşılmamalıdır.
Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymalarına ihtiyâcları
kalmıyacağı sanılmamalıdır! Böyle anlamak küfr ve ilhâd ve zındıklık ve Onun
dînine inanmamak olur. Sülûk yapmadan, ya’nî islâmiyyete uymadan mevcûd olan
cezbe noksân olur, bozuk olur ve ni’met şeklinde görünen azâb olur. Kıyâmetde
hesâba çekilmesine, azâb yapılmasına sebeb olur. Doğru keşfler ve açık olan
ilhâmlar, kesin olarak bildirmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” vâsıta olmadıkca ve Ona uymadıkca,
tesavvuf yolunun hiçbir ma’rifetine kavuşulamaz. Başlangıçda ve yolda
bulunanlar için olduğu gibi, sona varmış olanlar için de, O yüce Peygambere
uymadıkca ve Ona nasîb olan ni’metlerin artıklarını toplamadıkca,
tesavvuf yolunun hiçbir feyzi ve bereketi hâsıl olmaz. Fârisî beyt tercemesi:
Ey Sa’dî! Safâ yolunda
ilerlemek,
Mustafâya uymakla nasîb olur
hep!
Ahmak Eflâtun, yapdığı mücâhedelerle ve riyâzetlerle
nefsinde hâsıl olan safâyı görünce, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” uymak lâzım olmadığını sandı. (Biz temizlenmiş insanlarız.
Temizleyicilere ihtiyâcımız kalmamışdır) dedi. Peygamberlere uymadan, yalnız
riyâzet çekmekle hâsıl olan safânın, altın yaldızla örtülen bakır gibi veyâ
şekerle kaplanan zehr gibi olduğunu anlıyamadı. Bakırla karışık altını saf
hâlde ayırmak için ve nefsi emmârelikden kurtarıp itmînâna kavuşdurmak için,
Peygamberlere uymak lâzımdır “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Hakîkî hakîm ve
tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât”, nefs-i emmâreyi yıkmak, azgınlıkdan kurtarmak için gönderdi. Onu
yıkmak, belki islâh etmek, kurtarmak için bu büyüklere “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” uymakdan başka çâre olmadığını bildirdi. Bu büyüklere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymadıkca, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler
yapılsa, onun emmâreliği kıl kadar azalmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun
hastalığını giderecek yegâne ilâc, Peygamberlerin dinleridir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. Bundan başka
hiçbir şey, nefsi felâketden kurtaramaz!
Cezbe için sülûk lâzımdır. İster cezbeden önce olsun, ister
sonra olsun, sülûksüz cezbe fâidesizdir, kıymetsizdir. Cezbenin sülûkdan önce
olması dahâ kıymetlidir. Böyle olunca, sülûk cezbeye yardımcı olur. Sülûkdan
sonra olan cezbe ise, sülûke hizmetci olur. Sülûk ni’meti, onu cezbeye
kavuşdurur. Cezbenin önce olması, böyle değildir. O önceden çekilmekdedir,
da’vetlidir, (Murâd)dır. Sülûkü önce
olan ise, (Tâlib)dir. Murâd olunanların
başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. Bu da’vet Ona yapılmış,
önce O çağırılmışdır “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”. Başkaları, Ona
tufeyl olarak, yanısıra kabûl olunmakdadırlar. İster murâd olsunlar, ister
tâlib olsunlar, Onun arkasındadırlar.
Hadîs-i kudsîde, (O olmasaydı, Allahü teâlâ
mahlûkları elbette yaratmazdı ve
rübûbiyyetini
belli etmezdi) buyuruldu. Başkaları Onun gerisinde bulundukları için ve bu
da’vet yalnız Ona yapıldığı için, herkes Ona muhtâcdır. Feyzlere, bereketlere Onun vâsıtası ile kavuşurlar. Bunun için, bütün
insanlara Onun Âli denilse yeri vardır “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü
vesselâm”. Bütün insanlar, Ondan sonradırlar ve arada O olmayınca kemâle
kavuşamazlar. Hepsinin varlığı, Onun varlığına bağlı olunca, varlıkdan hâsıl
olan kemâller, O vâsıta olmayınca nasıl hâsıl olabilir? Âlemlerin Rabbinin
sevgilisi, elbet böyle olur “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”!
İyi dinleyiniz! Keşf yolu ile anlaşıldı ki, Allahü teâlânın
sevgilisi olması “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”, zât-i ilâhîye muhabbeti
iledir. Araya hiçbir sıfat ve şân ve i’tibâr karışık değildir. Allahü teâlâ,
kendisini de bu muhabbet ile sevmekdedir. Başka kullarını sevmesi böyle
değildir. Şuyûn ve i’tibârât ile veyâ esmâ ve sıfat ile, hattâ ismlerinin ve
sıfatlarının zılleri ile sevmekdedir.
Bunu dahâ açıklıyalım. Resûlullahın vâsıta olması, iki
dürlüdür: Birincisinde, sâlik ile matlûb arasında perde olur. İkincisinde ise,
sâlik Ona takılarak, Onu vâsıta ederek, Ona
Süâl: Yalnız bir ma’nâda olsa
bile, Resûlullahın vâsıta olmaması, Resûlullah için bir kusûr, bir noksânlık
olmaz mı “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâmü vettehiyye”?
Cevâb: Arada vâsıta olmaması,
Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” kemâlini, üstünlüğünü gösterir. Onun için
kusûr olmaz. Hattâ, arada vâsıta olması kusûr olur. Çünki, tâbi’ olunanın
arkasına takılmakla, Ona uymakla, yüksek derecelerin hepsine kavuşmak, Onun kemâlini
gösterir. Bu ise, Onun vâsıta olmamasında vardır. Vâsıta olduğu zemân, böyle
değildir. Vâsıta olmadığı zemân, şühûd perdesizdir. Bu ise, kemâl derecelerinin en üstünüdür. Vâsıta olunca, hâsıl
olan şühûd ise, perdelidir. Görülüyor ki, vâsıta olmamak kemâldir,
üstünlükdür. Vâsıta olmak, kusûrdur, noksânlıkdır. Hizmet eden, her makâmda Ona
uymakdadır. Ona uymakla, Onun ni’metlerine ortak olmakdadır. Bu ise, hizmet
olunanın büyüklüğünü, şerefinin çokluğunu gösterir. Bunun içindir ki,
Resûlullah “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”, (Ümmetimin
âlimleri, İsrâil oğullarının Peygamberleri gibidir!) buyurdu.
Âhıretde Allahü teâlâyı görmek de, vâsıtasız
ve perdesiz olacakdır. Sahîh olan hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsan nemâza başlayınca,
Allahü teâlâ ile kul arasında olan perde kalkar). Bunun için, nemâz
mü’minin mi’râcıdır. Nemâzın mi’râc olması, tesavvuf yolunda sona kavuşanlar
için tamdır. Çünki, perdenin kalkması, sonda
olanlar içindir. Görülüyor ki, vâsıta ve perde aradan kalkmakdadır. Bu
ma’rifet, Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek bu fakîre [ya’nî imâm-ı
Rabbânîye] bildirilen ma’rifetlerin en incelerindendir. Fârisî beyt tercemesi:
Ben o toprağım ki, behâr
bulutları,
saçıyor üzerime sâf
damlaları.
Şu
beyt de ne güzel söylenmişdir:
Fakîrin kapısına gelirse
şâh,
şaşırıp ey hoca, sakın
çekme âh!
Tesavvuf büyüklerinden çoğu, Resûlullah vâsıta olur dedi.
Çoğu da, olmaz buyurdu. Hiçbiri sözlerini açıklamadı. Hangisinin kemâl,
hangisinin kusûr olduğunu bildirmediler. Zâhir âlimleri, vâsıta olmaması tam
îmân iken, buna küfr dedi-
ler.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vâsıta olmaz diyenler dalâlete düşer,
sapık olur sandılar. Vâsıta olmağı, îmânın kemâli zan etdiler. Böyle
söyliyenleri kâmil sandılar. Hâlbuki, Resûlullahın vâsıta olmaması, Ona uymanın
tâm olduğunu gösterir. Vâsıta olması ise, Ona
uymanın noksân olmasını bildirir. Böyle olduğunu yukarıda bildirmişdik. Bunlar,
işin özünü anlamamışlardır. Yûnüs sûresindeki
âyet-i kerîmede meâlen, (Belki anlamadıkları
için inanmıyorlar. Onun sözünün özünü anlamadılar. Bunlardan önce olanlar da,
böyle inanmamışlardı) buyruldu.
Efendim! Tesavvufcuların (Üveysî)
demeleri, üstâdı yokdur demek değildir. Çünki, üveysî demek, onun
yetişmesinde rûhâniyânın da hizmeti olmuşdur demekdir. Hâce-i Ahrâr “kuddise
sirruh” [Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhînin hizmetinde yetişdiği hâlde], üstâdı
bulunduğu hâlde, Behâüddîn-i Buhârînin rûhâniyyetinden de yardım gördüğü için,
Hâce-i Ahrâra Üveysî denilir. Bunun gibi, Behâüddîn-i Buhârînin üstâdı, Seyyid
Emîr Gilâl hazretleri idi. Fekat, ayrıca hâce Abdülhâlık Goncdüvânînin
rûhâniyyetinden de istifâde etdiği için, Behâüddîn-i Buhârîye Üveysî
denilmişdir. Bir kimse, üstâdı bulunduğunu söylemekle berâber, Üveysî olduğunu
da bildirince, ona üstâdını inkâr ediyor demek şaşılacak insâfsızlık olur.
[(Dürr-ül-me’ârif) kitâbının
seksenyedinci sahîfesinde, Abdüllah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki,
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” veyâ Evliyâdan birine üveysî olmak
için, hergün tenhâ bir yerde iki rek’at nemâz kılıp, bir Fâtiha okuyarak,
sevâblarını onun mubârek rûhuna göndermeli, bir müddet oturup, hep onun rûhunu
düşünmelidir. Birkaç gün sonra, onun üveysîsi olur. (Hüvelganî)
risâlesi, (Makamât-i Mazheriyye)nin
sonunda Hindistânda basılmışdır. Bu risâlede, Abdüllah Dehlevî hazretlerinin
melfûzâtında diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” üveysîsi
olmak istiyen, yatsı nemâzından sonra, hayâlinde, Resûlullahın iki mubârek
ellerini tutup, yâ Resûlallah! Beş şey için sana bî’at eyledim: Bunlar,
Kelime-i şehâdet, nemâz kılmak, zekât vermek, Ramezân ayında oruc tutmak ve
yola gücü yetenin hacca gitmesidir demelidir. Birkaç gece böyle yapınca,
murâdına kavuşur. Bir Velînin üveysîsi olmak
için, tenhâ bir yerde, iki rek’at nemâz kılıp, sevâbını O Velînin rûhuna
göndermeli ve rûhunu düşünerek beklemelidir). Ehl-i sünnet i’tikâdında
olup ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, elbette O Velînin üveysîsi olur. (Mektûbât-ı ma’sûmiyye), ikinci kısm,
otuzsekizinci mektûbunda diyor ki, (İnsanın Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmasına mâni’ olan en büyük hicâb, onun nefsidir. Nefsin aradan kalkması
kitâb okumakla, işitmekle olmaz. İnsân-i kâmilin sohbeti lâzımdır. Bu sohbet
nasîb olmazsa, uzaklardan kalb ona bağlanırsa, çok sevilirse, onun kalbinden,
feyzler, bereketler, muhabbet mikdârınca, tâlibin kalbine akarak kemâle
kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Kişi sevdiği ile
berâberdir) buyuruldu.)]
Efendim, (Abdülbâkî) sözü, bâkî olan Allahü teâlânın kulu,
kölesi demekdir. Yoksa bir insanın ismi olarak söylenilmiş değildir. Bu söz her
ne kadar insanların ismi olarak da
kullanılmış ise de, benim mürşidim, Allahü teâlânın bir kulu ise de, beni
terbiye eden, yetişdiren, bâkî olan Allahü teâlâdır demekdir. Burada
kelimeyi değişdirmek ve edebe uygunsuz davranmak nasıl düşünülebilir?
Efendim, Bâyezîd-i Bistâmî “kuddise sirruh”, sekr hâlinde,
ya’nî şu’ûrsuz iken (Sübhânî) dedi. Bu
söze kusûr denilse, bu kusûrun onda her zemân bulunması lâzım gelmez. Bunun
için, başkasının ondan üstün olmasına sebeb olmaz. Çünki, Evliyâdan hâle, vakte
göre ba’zı ma’rifetler hâsıl olur ise de, başka vaktde ve başka hâlde, o
ma’rifetlerin noksânlık olduğunu anlıyarak, bunları bırakır. Bunların üstündeki
ma’rifetlere ve makâmlara yükselir. Mektûbunuzda diyorsunuz ki, çok zemân sekr
hâlinde bulunan Evliyânın böyle uygunsuz söylemeleri suç sayılmıyabilir. Fekat,
sahv hâlinde bulunanların, ya’nî hep şu’ûrlu olanların böyle şeyler
söylememeleri lâzımdır. Efendim, böyle şeyleri söyliyenlerin ve yazanların,
sekr hâlinde oldukları anlaşılmalıdır! Sekr karışmıyan hâllerde böyle şeyler
yazılamaz. Fe-
kat,
şunu da bilmelidir ki, sekrin çeşidli dereceleri, muhtelif mertebeleri vardır.
Sekri çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. Bâyezîd-i Bistâmînin
sekri çok olduğundan, (Benim bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından dahâ
yüksekdir) demişdir. Sahv hâlinde olanlarda, sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır.
Sekrsiz olan sahv, noksânlıkdır. Hâlis, karışıksız sahv, avâmda bulunur. Sahv
hâline kıymet verenler, sahvın çok olduğu hâli demişlerdir. Sekr bulunmıyan
sahvı demek istememişlerdir. Sekre kıymet verenler de, sekrin dahâ çok
bulunduğu hâli söylemişlerdir. Çünki, sahv karışmamış olan hâlis sekr, âfetdir,
felâketdir. Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh”, sahv sâhiblerinin reîsi olduğu
hâlde ve sahv sekrden dahâ kıymetlidir dediği hâlde, sekr karışık olan o kadar
sözleri vardır ki, saymakla bitmez. (Bilen de Odur. Bilinen de Odur) ve (Suyun
rengi, içinde bulunduğu kabın rengidir) ve (Hâdis, kadîme yaklaşınca, eseri,
izi kalmaz) sözlerini o söylemişdir. (Avârif) kitâbının
sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî], sahv sâhiblerinin üstünlerinden iken
kitâbında sekr karışık o kadar çok ma’rifetler vardır ki, sayılmakla bitmez. Bu
fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri], onun sekr karışık ma’rifetlerinden
birkaçını toplamışdım. Evliyânın gizli ma’rifetleri açığa vurmaları, hep sekr
karışık hâllerinde olmuşdur. Övünmeleri, üstünlük göstermeleri de, hep
sekrdendir. Kendisinin başkasından dahâ kıymetli olduğunu bildirmeleri, hep
sekrden ileri gelmekdedir. Hâlis sahv hâlinde, esrârı meydâna çıkarmak, bu
yolda küfr sayılır. Kendini başkasından üstün bilmek de, şirk olur. Sahv
hâlinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz karışdırmağa
benzer. Tuzsuz ta’âm, tadsız olur. Kimse beğenmez. Fârisî beyt tercemesi:
Eğer aşk olmasaydı, aşk
derdi olmasaydı,
Bu kadar tatlı sözü, kim
söyler, kim duyardı!
Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretlerinin,
(iki ayağım, Evliyânın hepsinin boyunları üzerindedir) sözünü sekr hâlinde
söylemiş olduğunu, (Avârif) kitâbının
sâhibi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bildiriyor. Böyle bildirmesi, bu
sözün kusûr olduğunu anlatmak için değildir. Onu övmek içindir. Çünki bildiğini
söylemişdir. Övünmeği, üstünlüğü bildiren böyle sözler, ancak sekr karışık
hâllerde söylenir. Hiç sekr bulunmıyan sahv hâlinde böyle konuşamazlar. Bu
fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], bütün
yazılarımda, bu tâife-i aliyyenin ilmlerini, esrârını açıklamakdayım. Bütün
bunların tam sahv hâlinde yazılmış oldukları hâtır-ı şerîfinize gelmesin! Hiç
öyle değildir. Çünki, bunları açıklamak, bu yolda harâmdır ve çirkindir ve gevezelik olur. Çok kimseler vardır
ki, hiç sekr karışmamış sahv hâlinde, çok konuşurlar. Bunlar, niçin
böyle esrâr söylemezler? İnsanları hayrete düşürmezler? Fârisî beyt tercemesi:
Hâfızın feryâdı boşuna değildir,
Sözlerinde şaşılacak çok
şey vardır!
Efendim, esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin
anladığı ma’nâ ile söylenmiş değildirler. Bu yolun büyükleri “kaddesallahü
teâlâ esrârehüm”, her zemân böyle şeyler söylediler. Bunları söylemek, bu büyüklerin
âdeti olmuşdur. Bu fakîrin ortaya çıkardığı bir yenilik değildir. (Bu, islâmda
ilk kırılan şişe değildir) sözünü burada tekrârlamak yerinde olur. O hâlde, bu
gürültüler, bu sataşmalar niçindir? Eğer islâmiyyete uygun görünmiyen bir söz
varsa, ufak bir yardımda bulunarak, ona islâmiyyete uygun ma’nâ verilebilir.
Böylece, bir müslimâna kötü gözle bakmakdan kurtulmak lâzım olur. Kötü işleri
yaymak ve fâsıkın yüz karasını ortaya koymak, dînimizde harâmdır ve çirkin bir
işdir. Bir zan ile, bir şübhe ile, bir müslimâna kötü damgası basmak uygun
mudur? Yer yer dolaşıp, onu sapık olarak yaymağa çalışmak bir din adamına
yakışır mı? Müslimân olan ve müslimânları seven bir kimse, bir insandan
islâmiyyete uygun görünmeyen bir söz işitince, bu söyliyeni incelemelidir. Söz
sâhibi, sapık ve zındık ise, buna cevâb vermeli, doğrusunu söyle-
meli, sözüne iyi ma’nâ aramamalıdır. O sözün sâhibi müslimân
ise, Allaha ve Resûlüne îmân etmiş ise, onun sözünü düzeltmeğe çalışmalı, iyi
ma’nâ vermeğe uğraşmalıdır. O söze iyi ma’nâ bulamazsa, söz sâhibinden
sormalıdır. O da bulamazsa, kendisine nasîhat vermelidir. (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i
münker) islâmiyyetin emridir. [(Ahkâm-ı
islâmiyye), Allahü teâlânın emr ve yasak etdiği şeyler demekdir.]
Fekat bunun fâideli olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır.
Eğer fâideli olmak için değil de, bir müslimânı kötülemek için yapılıyorsa,
buna birşey diyemem. Allahü teâlâ, hepimizi iyi yolda bulundursun! Şuna dahâ
çok şaşdım ki, bu fakîrin mektûbunu [üçüncü cildin seksenyedinci mektûbunu]
gösterip dedikodusunu yapanı görünce, sizin talebelerinizde de, bu fakîre karşı
şübhe ve soğukluk hâsıl olduğu, şerefli mektûbunuzdan anlaşılmakdadır. Sakın bu hâl, onlara mürşidlerinden aksetmiş olmasın.
Şübheli sanılan yerleri sizin çözmeniz, aydınlatmanız, işi bu fakîre
kadar uzatmamanız lâzım gelirdi. Fitneyi söndürmeniz îcâb ederdi. Oradaki
sevdiklerimize de ne diyeyim ki, şübheyi gidermeğe
güçleri yetdiği hâlde, susmuşlar, yardım etmekden kaçınmışlardır. Yâ Rabbî! Bizlere
acı, doğru yolda bulunmamızı nasîb eyle!