Bu mektûb,
Mirzâ Şemseddîne yazılmışdır. İslâmiyyetin bir sûreti, bir de hakîkati olduğu ve tesavvuf yolunun başında da, sonunda da islâmiyyete uymak
lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun
seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İslâmiyyetin bir sûreti, ya’nî dış
görünüşü, bir de hakîkati, ya’nî aslı, özü vardır. İslâmiyyetin sûreti, Allahü
teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdiği bilgilere inanmak ve
islâmiyyetin ahkâmına uymakdır. [(İslâmiyyet),
hükmler, emrler ve yasaklar demekdir. Ahkâma uymak demek, emr edilen şeyleri
yapmak, yasak edilen şeylerden kaçınmakdır.] İnsanın nefs-i emmâresi îmân etmez
ve islâmiyyetin sûretine uymak istemez. Onun yaratılışı böyledir. Bundan dolayı
islâmiyyetin sûretine uyanların îmânı, îmânın sûretidir. Ya’nî, görünüşde
îmândır. Nemâzları, orucları ve bütün ibâdetleri, ibâdetlerin sûretidir. Ya’nî,
hep görünüşde ibâdetdirler. Çünki, insan deyince, insanın nefsi anlaşılır.
Herkes (Ben) deyince nefsini
bildirmekdedir. İnsan ibâdet yaparken, nefsi küfr hâlindedir. Yapdıklarının
yerinde bir iş olduğunu inkâr etmekdedir. Böyle bir insanın îmânı ve
ibâdetleri, hakîkî ve doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu
için îmânın ve ibâdetlerin sûretlerini, görünüşlerini, hakîkî olarak, doğru
olarak kabûl buyuruyor. Böyle kullarını
Cennete koyacağını söz veriyor, müjdeliyor. Cenneti ve Cennetde olan
kullarını Allahü teâlâ sever. Onlardan râzıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsân
sâhibi olduğu için, yalnız kalbin tasdîk etmesini, inanmasını îmân olarak kabûl
buyurmuşdur. Nefsin iz’ân etmesini, inanmasını istememişdir. Böyle olmakla
berâber Cennetin de hem sûreti, hem de hakîkati vardır. Dünyâda islâmiyyetin
yalnız sûretine kavuşanlar, Cennetin de yalnız sûretine kavuşacaklar, yalnız
onun zevkıni, tadını alacaklardır. Dünyâda islâmiyyetin hakîkatine kavuşanlar,
Cennetin de hakîkatine kavuşacaklardır.
Cennetin yalnız sûretine ve yalnız hakîkatine kavuşanlar,
aynı ni’metlerden meselâ aynı meyvesinden yidikleri hâlde, başka başka lezzet
duyacaklardır. Resûlullahın zevceleri, mü’minlerin anneleri olup, Cennetde
Resûlullahın yanında bulu-
nacaklar,
aynı meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tad alacaklardır. Duydukları
lezzet, hep aynı olsa idi, mü’minlerin annelerinin, bütün insanlardan dahâ
üstün olmaları lâzım gelirdi “aleyhinnessalâtü vesselâm ve rıdvânullahi teâlâ
aleyhinne”. Bunun gibi, her dahâ üstün olan kimsenin zevcesinin de,
başkalarından dahâ üstün olması lâzım gelirdi. Çünki zevceler, Cennetde,
zevclerinin yanında bulunacaklardır. İslâmiyyetin sûretine uyanlar, âhıretde
azâbdan kurtulacak, sonsuz se’âdete kavuşacaklardır. Evliyâlık da, iki
dürlüdür: (Vilâyet-i âmme) ve (Vilâyet-i hâssa), ya’nî, seçilmiş olanların
vilâyeti. İslâmiyyetin yalnız sûretine uyanlar, vilâyet-i âmmeye kavuşmuş olurlar.
Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ, îmân edenlerin
velîsidir) olan âyet meşhûrdur.
İslâmiyyetin sûretini elde eden, ya’nî vilâyet-i âmmeye,
Allahü teâlânın sevgisine kavuşanlar, tarîkatda, ya’nî tesavvuf yolunda
ilerliyerek, vilâyet-i hâssaya kavuşabilirler. Bu yolda ilerliyen müslimâna (Sâlik) denir. Sâlikin nefsi yavaş yavaş,
emmârelikden kurtulup itmînâna, râhata kavuşur. Azgınlığı gider. Şunu iyi
bilmelidir ki, vilâyet-i hâssaya kavuşmak için çalışan sâlikin, hep
islâmiyyetin sûretine uyması şartdır. Tesavvuf yolunda en önemli vazîfe olan (Zikr-i ilâhî), islâmiyyetin emrlerinden biridir.
İslâmiyyetin yasaklarından sakınmak da, bu yolda lâzımdır. Farzları yapmak,
sâlikin ilerlemesini kolaylaşdırır. Tesavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol
gösteren âlim aramağı da islâmiyyet emr etmekdedir. Çünki, Mâide sûresinde, (Ona
kavuşmak için vesîle arayınız!) buyurulmuşdur.
[(Künûz-üd-dekâık)deki hadîs-i
şerîflerde buyuruluyor ki, (Âlimler, Peygamberlerin
vârisleridir), (Evliyâ ol kimselerdir ki, Onlar görülünce, Allah hâtırlanır),
(Herşeyin hâsıl olduğu yer vardır. Takvânın elde edildiği yer, âriflerin
kalbleridir), (Bâtın ilmi, Allahü teâlânın esrârından bir sırdır!). (Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, müslimânların fakîrlerini vesîle ederek düâ
ederdi),
(Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir!),
(Onlar, öyle kimselerdir ki, yanlarında bulunanlar şakî olmaz!), (Ümmetimin
âlimlerine saygılı olunuz! Çünki onlar yeryüzünün yıldızlarıdır), (Allahın öyle
kulları vardır ki, birşey için yemîn etseler, Allah o şeyi yaratır), (Âlimlerin
yanında bulunmak ibâdetdir), (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında Peygamber
gibidir), (Bir âlimin ölmesi, bir şehr halkının ölümünden dahâ büyük ziyândır),
(Derecesi en üstün olanlar, Allahü teâlâyı zikr edenlerdir), (İnsanların en
kıymetlisi, mü’minlerin âlimleridir), (Zikr etmek, nâfile oruc tutmakdan dahâ
iyidir), (Allah sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir), (Resûlullah, Allahü
teâlâyı çok zikr ederdi), (İnsan, sevdiğini çok
zikr eder).]
Görülüyor ki, islâmiyyetin hakîkatine kavuşmak için,
islâmiyyetin sûretine uymak şartdır. Çünki, vilâyetin ve nübüvvetin bütün
kemâlleri, islâmiyyetin sûreti üzerine kurulmuşdur. İslâmiyyetin yalnız
sûretine uyan, vilâyetin kemâllerine kavuşur. Hem sûretine, hem de hakîkatine
uyan ise, nübüvvetin kemâllerine de kavuşur. Bunu, aşağıda inşâallah dahâ
açıklıyacağız.
Vilâyete kavuşmak, tesavvuf yolunda çalışmakla olur.
Vilâyete kavuşmak için, ya’nî Velî olmak için, mâ-sivâyı kalbden çıkarmak
lâzımdır. (Mâ-sivâ), Allahdan başka
şeyler demekdir. Ya’nî bütün mahlûklardır. Allahü teâlânın, lutfü ve ihsânı
ile, mâ-sivânın hepsi, kalb gözünden silinince, ismleri bile unutulunca, (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilallah) temâm olur. Bundan sonra (Seyr-i fillah) denilen (İsbât) makâmına kavuşmak için çalışılır. Bu
makâmda, kalb yalnız Allahü teâlâyı hâtırlamakdadır. Bu makâma (Bekâ) makâmı ve (Hakîkat)
denir. Vilâyetin sonu, bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve
hakîkatde bekâ makâmına kavuşan sâlik, vilâyete kavuşmuş, Velî olmuşdur. Nefs-i
emmâresi mutmainne olmuş, küfrden, inkârdan kurtulup, Rabbinden râzı olmuşdur.
Rabbi de ondan râzıdır. Yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık yok olmuşdur.
Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” itmînâna kavuşan nefs,
azgınlığından kurtulmaz demişler. Fârisî beyt tercemesi:
Mutmainne olsa da nefs,
kötülükleri
hiç gitmez.
demişler ve bir gazâdan dönüşde buyurulmuş olan (Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda başlıyacağız!) hadîs-i
şerîfinde bildirilen büyük cihâd, nefse karşı yapılan cihâddır demişlerdir. Bu
fakîre keşf olunan ve vicdânım ile anladığım ise, bunların dediği gibi
değildir. İtmînân hâsıl olunca, nefsde hiç azgınlık ve taşkınlık bulmuyorum.
İslâmiyyete tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki, nefs de, mâ-sivâyı temâmen unutmuş
olan kalb gibi olmakda, Allahdan başka hiçbirşeyi görmez ve bilmez hâle
gelmekdedir. Mevkı’ sevgisi, birşeye kavuşunca sevinmek, kaçırınca üzülmek onda
hiç kalmıyor. Bunun islâmiyyete uymaması, azgınlık, taşkınlık yapması nasıl
olabilir? İtmînâna kavuşmadan önce, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmasına,
azgınlık, taşkınlık derlerse, sözlerinin yeri vardır. Fekat, itmînâna
kavuşdukdan sonra, islâmiyyete uymaması, taşkınlık yapması olamaz. Bu fakîr
[ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri] çok inceledim. Bu bilmeceyi çözmek için pek
uğraşdım. Nefs mutmainne olunca, kıl kadar azgınlık, taşkınlık yapamamakdadır.
İslâmiyyete tam teslîm olmuş, her kötülüğü yok olmuşdur. Sâhibi için kendini
yok etmişdir. Böyle olan nefsin islâmiyyete uymaması, olacak şey değildir.
Nefs, Allahü teâlâdan râzı olunca, Allahü teâlâ da ondan râzı olunca, artık
taşkınlık, azgınlık yapabilir mi? Azgın olandan râzı olunmaz. Allahü teâlânın
râzı olduğu nefs, râzı olmıyacak bir şey yapabilir mi?
Hadîs-i şerîfde bildirilen (Cihâd-ı ekber), bu fakîrin anladığına göre,
bedene, cesede karşı
yapılan cihâd olabilir. Çünki, insanın bedeni, birbirine zıd, ters olan dört
dürlü maddelerden yapılmışdır. Her çeşid madde, başka şeyler istemekde ve başka
şeylerden kaçmakdadırlar. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. İnsanın
şehvânî istekleri, bedenden doğmakdadır. Gazab etmesi, istememesi de bedenden
ileri gelmekdedir. Hayvanlarda (Nefs-i nâtıka) yokdur.
Onlarda da şehvet, gadab, hırs, hased vardır. İnsanda bu cihâdın sonu olmaz.
Nefsin itmînâna ermesi, bu cihâdı ortadan kaldırmaz. Kalbin vilâyet makâmına
kavuşması ile, bu cihâd yok olmaz. İnsanda bu cihâdın bulunması, çeşidli
fâideler sağlamakdadır. Böylece, beden temizlenir.
Âhıretde yüksek derecelere kavuşur. Dünyâ hayâtında, beden, kalbe tâbi’dir. Âhıretde,
iş bunun tersinedir. Orada, kalb bedene tâbi’ olur. İnsan ölünce, âhıret hayâtı
başlar. Bu cihâd da biter.
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, nefs itmînân
makâmına gelince ve islâmiyyete uymakla şereflenince, (İslâm-ı hakîkî)ye kavuşulur ve îmânın hakîkati
hâsıl olur. Bundan sonra yapılacak her iş, islâmiyyetin hakîkati olur. Nemâz
kılınca, nemâzın hakîkati kılınmış olur. Oruc tutunca, orucun hakîkati tutulmuş
olur. Hac yapınca, haccın hakîkati yapılmış
olur. İslâmiyyetin bütün hükmlerine uymak da, hep böyledir. Görülüyor ki,
ilk yol ile hakîkat, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati arasında bir
geçiddir. Vilâyet-i hâssa ile şereflenmedikce, islâm-ı mecâzîden kurtulup,
islâm-ı hakîkîye kavuşulmaz. [İslâmiyyetin sûretine uymak, islâm-ı mecâzîdir.
İslâmiyyetin hakîkatine uymak ise, hakîkî müslimânlıkdır.] Bir müslimân, Allahü
teâlânın ihsânı ile, islâmiyyetin hakîkatine kavuşur, islâm-ı hakîkî ile
şereflenirse, Peygamberlere tam uyarak ve O büyüklere vâris olarak, (Kemâlât-i nübüvvet) denilen makâma kavuşabilir.
O yüksek derecenin ni’metlerini bol bol elde edebilir. İslâmiyyetin sûreti,
kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydâna getiren mubârek bir ağaç olduğu gibi,
nübüvvet kemâlleri de, mubârek bir ağaç gibi olan islâmiyyetin hakîkatinin
meyveleri gibidir. Vilâyetin kemâlâtı, sûretin meyveleridir. Nübüvvet kemâlâtı
ise, bu sûretin hakîkatinin meyveleridir. Bunun içindir ki, vilâyetin kemâlâtı,
Peygamberlik kemâlâtının sûretleridir. Peygamberlik kemâlâtı, bu sûretlerin
hakîkatleridir.
Şunu iyi anlamalıdır ki, islâmiyyetin sûreti ile
islâmiyyetin hakîkati, nefsden dolayı birbirinden ayrılmakdadır. İslâmiyyetin
sûretine kavuşanın nefs-i emmâresi taşkınlık yapmakda ve inanmamakdadır.
İslâmiyyetin hakîkatine kavuşunca, nefs
mutmainne
olmakdadır. Müslimân olmakla şereflenmekdedir.
Bunun gibi, sûret gibi olan (Kemâlât-i vilâyet) ile, bu sûretlerin hakîkatleri gibi olan
(Kemâlât-i nübüvvet) arasındaki ayrılık
da, bedenden ileri gelmekdedir. Vilâyet makâmında, bedeni meydâna getiren dört
dürlü maddeler, kendi isteklerinde, kendi
azgınlıklarındadır. Meselâ, nefsi itmînâna kavuşmuş olan bir Velînin
bedenindeki enerji, kudret, iyi olduğu, üstün olduğu da’vâsındadır. Bedendeki
toprak maddeleri, kötülük ve aşağılık yapdırmak istemekdedir. Sıvı ve gaz
hâlindeki maddeler de, fizik ve kimyâ özelliklerini ve reaksiyonlarını meydâna
getirmek çabasındadır. Kemâlât-i nübüvvet makâmına kavuşunca, bedendeki
maddelerin hepsi, adâlet, denge hâlini alır. Aşırı ve zararlı hâlleri kalmaz.
Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm” (Şeytânım
müslimân oldu), ya’nî teslîm oldu buyurması, belki de bu denge
hâlini haber vermekdedir. Çünki, insanın dışında şeytân bulunduğu gibi, içinde de vardır. İnsanın içindeki şeytânı, onun
kudretinin, enerjisinin taşkınlığıdır. Enerji artınca, insanda kibr ve yükseklik
hâsıl olur. Kötü sıfatların en aşağısı da, bu kibr sıfatıdır. Enerjinin teslîm
olması, selâmet bulması, bu kötülüğün ondan gitmesidir.
(Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olan bir Velînin
hem kalbi, hem de nefsi itmînâna kavuşmuşdur. Hem de bedendeki üç çeşid maddesi
ve enerjisi denge hâline gelmişdir. Vilâyetde ise kalb temâmen, nefs de şöyle
böyle itmînâna kavuşmuşdur. Nefsin itmînâna kavuşmasına şöyle böyle dedik.
Ya’nî az çok, yaklaşık olarak dedik. Çünki, nefsin itmînâna tam olarak, olgun
olarak kavuşması, beden maddelerinde denge hâsıl oldukdan sonra olur. İşte
bundan dolayı vilâyet sâhiblerinin bedenlerindeki maddeler dengeye gelmedikleri
zemân, mutmainne olan nefsin eski sıfatlarına döneceğini bildirmişlerdir.
Bedendeki maddelerin i’tidâle gelmesinden sonra, itmînâna kavuşan nefs, eski
sıfatlarına dönmez. Görülüyor ki, nefsin eski kötülüklerine dönmesini ve
dönmemesini söylemek, makâm sâhiblerinin görüşlerinin başka olmalarından ileri
gelmekdedir. Her Velî, kendi makâmına uygun olanı söylemişdir.
Süâl: Bedendeki maddeler de
dengeye geldikden ve islâmiyyete uymıyan taşkınlıkları kalmadıkdan sonra,
bunlarla cihâd etmek nasıl olur? Mutmainne olan nefs ile cihâd yapılmadığı
gibi, bu maddelere karşı da cihâd yapmak lüzûmu ortadan kalkmaz mı?
Cevâb: Nefsin mutmainne olması
ile bedendeki maddelerin dengeye gelmeleri, birbirine benzemez. Nefs mutmainne
olunca, yok gibi olur. Âlem-i emrden olan beş latîfe nasıl yok gibi
oluyorlarsa, nefs de böyle olur. Bedendeki maddelerin, dünyâda kaldıkca,
islâmiyyetin ahkâmına uymaları lâzım olduğundan sekr ve istihlâk ile ilgileri
yokdur. İstihlâk olanda, ya’nî benliği yok olanda, emre karşı durmak, taşkınlık
etmek kalmaz. Sahv hâlinde olan, ya’nî benliği, şu’ûrü gitmiyen ise, emrlere
uygunsuz davranabilir. Bu davranış her emre karşı değildir ve çeşidli fâidelere
sebeb olmakdadır. Bu davranış, Allahü
teâlânın lutf etmesi ve koruması ile, yalnız müstehabları yapmamak olup,
bundan ileriye gitmez. Bundan dolayı, dengeye gelmiş olan beden maddelerine
karşı cihâd yapılabilir. Mutmainne olan nefs ile cihâd yapmak ise câiz
değildir. Bu bildirdiklerimi, Mektûbâtın
birinci cildinde, büyük oğlum [Muhammed Sâdık “rahmetullahi aleyh”] için
yazmış olduğum mektûbda [ikiyüzaltmışıncı mektûbda] dahâ uzun bildirmişdim.
Anlaşılamıyan yer kaldı ise, o mektûba da bakınız!
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, islâmiyyetin hakîkatinin netîceleri ve meyveleri olan (Kemâlât-i nübüvvet) makâmları da aşılınca, artık ilerlemek, çalışmakla, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olmaz. O makâmlarda nasîb olan herşey, rahmân olan Allahü teâlânın yalnız lutf etmesi ile ve ihsânı ile olur. Bu makâmlarda îmânın, ilmin te’sîri yokdur. Kazanılanlar, yalnız ihsân ile, ikrâm iledir. Bu makâmlar, önceki makâmlardan pekçok dahâ yüksek ve pekçok genişdir. Öyle nûr-
ludurlar ki, önceki makâmlarda bu nûrlar hiç bulunmaz. Bu makâm, yalnız (Ülül’azm) olan Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” verilmişdir. Bunlara tam uyan pek az
seçilmişlere de ihsân ederler.
İslâmiyyet, bütün bu yüce makâmların temelidir. Bütün kazancların
sermâyesidir. Ağaç ne kadar dal budak verse de ve duvar ne kadar yükselse ve
üzerine yüksek binâlar yapılsa da, köksüz ve temelsiz olamaz. Köke, temele her
zemân muhtâc olurlar. Bir binâda ne kadar çok kat yükselirse yükselsin,
aşağıdaki katlara hep muhtâcdırlar. Hiçbir kat, altındaki kata olan
ihtiyâcından kurtulamaz. Aşağıdaki katlardan biri çürük olursa, yukardaki
katların hepsi de çürük sayılır. Onlardan biri yıkılınca, yukardakiler de
yıkılır. Demek ki, islâmiyyet her zemân ve her makâmda lâzımdır. Hangi makâmda
olursa olsun, herkes islâmiyyete uymağa muhtâcdır. Allahü teâlâ, ihsân ederek,
bu makâmdan da yukarı çıkılırsa, ele geçenler, ihsân ile değil, muhabbet ile
olur. Bu makâmın bu yüksek derecesi, Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâma
mahsûsdur “aleyhi ve aleyhim ve alâ Âl-i küllinissalevâtü vetteslîmâtü
vettehıyyâtü velberekât”. Bu yüce Peygambere tam uyanlardan ve izinde
gidenlerden dilediklerini de bu ni’metle şereflendirirler. [Bu en yüksek makâm,
âlem-i misâlde bir köşk şeklinde görünmekdedir.] Bu köşk çok yüksek görünüyor.
Ebû Bekr-i Sıddîk, O yüce Peygambere tam uyduğu için, vâris olarak, bu köşkün
içinde görünüyor. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk
da, bu ni’metle şereflenmişdir. Mü’minlerin annelerinden Hazret-i Hadîce ve
Hazret-i Âişe-i Sıddîka da zevcelik bağı ile, bu köşkde görülmekdedir
“radıyallahü anhüm ecma’în”. Her işin doğrusunu yalnız Allahü teâlâ bilir. Yâ
Rabbî! Bize merhamet et! Bizleri doğru yola kavuşdur! Kıymetli kardeşim,
ma’rifetler sâhibi şeyh Abdülhay, senelerce sohbetde bulundu. Şimdi memleketine
gidiyor. Oraların makâmı kendisine verilmişdir.
Bunu size birkaç satır ile bildirmek lâzım oldu. Ehlullah [ya’nî Allah
adamları, ya’nî Evliyâ], hangi memleketde bulunursa, oradaki insanlar
için büyük bir ni’metdir. Bunların se’âdete kavuşmaları için büyük müjdedir.
Onları tanıyabilenlere, anlıyabilenlere ne mutlu!
[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cild, 97. ci
mektûbunda buyuruyor ki, (İnsânın yaratılması, ibâdet yapmak içindir. İbâdet
yapmak da, yakîn ya’nî hakîkî îmâna kavuşmak içindir. Hicr sûresinin son
âyetindeki (hattâ) kelîmesi, belki de
(için) demekdir. İbâdet yapmadan önceki îmân, sanki îmânın sûretidir. İbâdet
yapınca, îmânın hakîkati hâsıl olur. (Vilâyet) ya’nî
evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demekdir. Fenâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı şeylerin,
kalbden çıkmaları, kalbde kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın râzı
olduğu, beğendiği şeylerin kalbde bulunmasıdır). İbâdet, Resûlullahın
sünnetine, yoluna tâbi’ olmak demekdir. Bu yola (İslâmiyyet)
denir. İslâmiyyete tâbi’ olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin
bildirdikleri gibi îmân etmek, Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve harâmlardan,
bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Harâmların en kötüsü, kul hakkıdır. Hükümet
adamları buna çok dikkat etmelidir. Adâlet yapmaları, islâmın en büyük düşmanı
olan ingilizlere aldanmamaları, sulh zemânında, zevk ve safâya sapmayıp,
düşmanlardaki silâhları temîn etmeleri, milleti tıb, ticâret, zırâat, san’at ve
harb işlerinde yetişdirmeleri emr olundu. Bunlar, hakîkî bir âlimden öğrenilir.
Bu âlime (Mürşid) denir. Bir mürşid
bulup, onun sözlerinden, hâllerinden öğrenilir. Mürşid bulamazsa, bir mürşidin
kitâbından öğrenilir. Mürşidin sohbeti veyâ kitâbı, en büyük bir ni’metdir.
Ebedî se’âdete sebebdir. İnsân, bu sebebi çok sever. (İhsân sâhibini sevmek, insânların yaratılışında vardır) hadîs-i
şerîfi meşhûrdur. İnsân, mürşidini sevdiği kadar, onun kalbinden feyz alır.
Fenâ makâmına kavuşur. İbâdetlerini ihlâs ile yapmak nasîb olur. Her hareketi
zikr olur. Kalb ile zikr söylemek de, fenâ makâmına kavuşdurur ise de, kalbine
feyz gelerek kavuşmak, dahâ sür’atli olur.]