Bu mektûb, hâcı Muhammed Firketîye
yazılmış olup, hiçbir maddenin Allahü teâlâya ayna olamıyacağını
bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve seçdiği, beğendiği kullarına
selâm olsun!
Bu fakîrlere karşı olan sevginizin, bağlılığınızın
çokluğundan dolayı gönderdiğiniz kıymetli mektûb, bizleri pek sevindirdi.
Bağlılığınız, sizi dâimâ, bağlandığınız ile berâber bulundurur. Onun nûrlarının
size akmasına, aks etmesine sebeb olur. Bu büyük ni’mete, çok şükr etmelisiniz!
(Kabz), ya’nî sıkıntı ve (Bast), ya’nî neş’e insanı uçuran iki kanad
gibidir. Sıkıntı hâsıl olunca, üzülmeyiniz. Neş’eli olunca da, sevinmeyiniz!
Her yerde, herşeyde Allahü teâlâyı görmek istediğinizi
yazıyorsunuz.
Sevgili yavrum! Kulun, kölenin arzûsu ve emrleri unutması
olur mu? Kulun istekleri, kendi kısa görüşü kadar olur. Herşeyde Allahü teâlâyı
görmek arzûsu, kısa görüşlü olmakdandır. Bu cismler, maddeler, Allahü teâlâya
ayna olabilir mi? Bu mahlûklar aynasında görünen, ancak Onun sıfatlarının
sayısız akslerinden biridir. Allahü teâlâyı, verâların verâsı [uzakların uzağı]
olarak aramak lâzımdır. İnsanın içinden ve kendinden başka şeylerden uzakda,
dışarda aramalıdır. Sizin şimdi ilerlediğiniz derece, arzûnuzun çok üstündedir.
Sakın, başkalarına bakarak, geriye dönmeyiniz ve yüksekden, aşağıya düşmeyiniz!
Bu büyüklerin yolu, çok yükseklere gider. Allahü teâlâ, yükselmek istiyenleri
sever. Onu bir ân unutmamanıza ve herkesle iyi olmanıza düâ ederim!
Bu mektûb, mîr Mensûr için
yazılmışdır. Kâinâtın hakîkatini bildirmekde ve kendi keşfi ile Muhyiddîn-i
Arabî hazretlerinin keşfi arasındaki farkı açıklamakdadır:
Gördüğümüz ve geniş, düz, uzun ve yassı olarak anladığımız
bu Kâinât, ya’nî bütün varlıklar, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine göre ve Onun
izinde bulunanlara göre, hâricde mevcûd olan, var olan tek bir varlıkdır. Bu
tek varlık Allahü teâlânın kendisidir. Kâinât, bu tek varlığın zuhûrudur,
görünüşüdür derler. Bu kâinâta (Zâhir-i vücûd) dediler.
Allahü teâlânın ilminde bulunan çeşidli sûretler, bu tek varlığa aks etmiş,
burada çeşidli şekllerde görünmüşlerdir derler. İlmdeki bu şekllere (Bâtın-ı vücûd) ve (A’yân-ı
sâbite) demişlerdir. Tek ve basît olan o varlık, geniş, uzun, yassı
gibi şekllerde hayâl olunmakdadır. Câhil olsun, âlim olsun, herkesin gördüğü
çeşidli şekller, Allahü teâlâdır. Câhiller bu görünenleri âlem sanır. Hâlbuki
âlem, ilm-i ilâhîden dışarı hiç çıkmamışdır. Hâricde var değildirler. Çeşidli
şekllerde, sûretlerde ilmde bulunan âlem, ayna gibi olan vücûd-i ilâhîye aks
etmiş, hâricde görünmüşdür. Câhiller, bu görünenleri, âlemin kendisi
sanmışlardır derler. Molla Abdürrahmân Câmî “aleyhirrahme”, böylece buyuruyor
ki:
Mahlûkları, eskidenberi,
çeşid
çeşid ayırmakdayız.
Pek iyi anladık ki, hepsi,
birdir,
O da Zât-i ilâhî!
Bu fakîrin [ya’nî imâm-ı Rabbânînin] keşfi ve i’tikâdı
şöyledir ki, bu görünenler varlık değil, vehmdir. Allahü teâlâ, bu çeşidli
mahlûklarını (Mertebe-i vehm)de
yaratmışdır. Hepsini çeşidli şekllerde, bu mertebede durdurmakdadır. Görülen,
duyulan, bilinen herşey, mahlûkdur.
Tesavvuf yolcularından birçoğu, bunları vâcib, [ya’nî Allahü teâlânın kendisi]
sanmış, hakîkî varlık olarak görmüşler ise de, hepsi âlemdir. Hepsi mahlûkdur.
Allahü teâlâ, ötelerin ötesidir. Onu hiç göremeyiz,
bilemeyiz.
Keşf ile, şühûd ile bilinemez. Fârisî beyt tercemesi:
Mahlûk, Onu nasıl görebilir?
Hangi aynada görülebilir?
Hâricde mevcûd olan, yalnız Allahü teâlâdır. Mahlûkların
hepsi, vehm mertebesinde olup, Onun
kudretinin görünüşleridir. Vehm mertebesi, hakîkî varlık mertebesinin zıllidir,
görüntüsüdür. Vehm mertebesine, hâric mertebesinin zılli olduğu için, (Hâric) demek mümkindir. Bunun gibi, vücûdün
zılli olduğu için, mevcûd denilebilir. Vehm mertebesindeki varlıklar [ya’nî
mahlûklar], hâricdeki varlık gibi [ya’nî Allahü teâlâ gibi], (Nefs-ül emrî)dirler. [Ya’nî bir hayâl, bir
düşünce olmayıp, kendileri vardır.] Sıfatları, işleri vardır. Sonsuz var
olacaklardır. (Muhbir-i sâdık), ya’nî
hep doğru söyleyici Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” böyle olacağını haber
vermişdir.
Yukarıda bildirilen iki keşfden
hangisinin, Allahü teâlâyı iyi tenzîh etdiğini, (ülûhiyyet
sıfatları)na dahâ yakışır olduğunu iyi düşünmelidir. Hangisinin,
tesavvuf yolunun başlangıcı ve ortası ile, hangisinin de yolun sonu ile ilgili
olduğunu iyi anlamalıdır. Bu fakîr de, senelerce onlar gibi inanıyordum. Bu
i’tikâda uygun, şaşılacak hâller ve garîb müşâhedeler hâsıl oluyordu. O makâmda
çok lezzetler duyuyordum. Sonra, Allahü teâlâ lutf ederek, anlaşıldı ki,
görülen, bilinen şeylerin hiçbiri, O değildi. Hepsini yok etmek lâzımdır.
Cenâb-ı Hakkın ihsânı ile kendileri yok oldular. Hak sanılan bâtıl yok oldu.
Gaybın sevgisi hâsıl oldu. Mevhûm, mevcûddan ayrıldı. Kadîm, hâdisden
temizlendi.