Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddînin oğlu
hâce Cemâleddîn Hüseyne yazılmış olup, nihâyetin, âfâk ve enfüsün dışında
olduğunu bildirmekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü
teâlâya hamd olsun. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği O büyük Peygambere
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düâ ve selâm olsun. Onun kıymetli olan
Âline, akrabâsına ve yüksek olan Eshâbına “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”,
kıyâmete kadar düâ ve selâm olsun!
Bir sâlik niyyetini düzeltdikden ve kendini dünyâ
arzûlarından kurtardıkdan sonra, Allahü teâlânın ismini zikr etmeğe başlar ve
güc riyâzetler çeker [(Riyâzet) nefsin
arzûlarını yapmamak demekdir] ve şiddetli, ağır mücâhedeler yapar [(Mücâhede) nefsin
istemediği şeyleri yapmakdır] ve tezkiye hâsıl eder [ya’nî nefsi temizlenir] ve
kötü huyları iyi huylara döner ve günâhlarına tevbe eder ve Allahü
teâlâya dönmek nasîb olur, dünyâ sevgisi kalbinden çıkar ve sabr, tevekkül ve
rızâ hâsıl olur ve bu kazandıklarının ma’nâlarını, işâretlerini yavaş yavaş ve
sıra ile, âlem-i misâlde görmeğe
Bundan sonra olan seyre, (Seyr-i
enfüsî), (Seyr-i fillah) derler. Bu seyrde, (Bekâ-billah) hâsıl olur derler. Bu makâmda,
sülûkden sonra, cezbe hâsıl oluyor derler.
Sâlikin latîfeleri, birinci seyrde, tezkiye bulduğu,
insanlık kusûrlarından temizlendiği için, bu latîfeler, sâlikin rabbi [terbiye
edicisi, yetişdiricisi] olan ism-i ilâhînin akslerini, zıllerini, kendilerinde
gösterecek bir ayna gibi olmuşlardır. Bu ismin çeşidli kısmlarının tecellîsine,
görünmesine ayna olmuşlardır.
İkinci seyre, enfüsî şunun için denir ki, sâlikin enfüsü,
ya’nî kendisi, ismlerin akslerine,
zıllerine ayna olmuşdur. Yoksa sâlik, kendinde seyr etmekde değildir. Nitekim seyr-i
âfâkîye de, âlem-i misâl ayna olduğu için, Seyr-i âfâkî denmişdi. Yoksa, sâlik
âfâkda seyr etmiyordu. Bu ikinci seyr, hakîkatde, enfüs aynalarında ismlerin
zıllerinin, hayâllerinin seyridir. Hattâ bunun için, (Âşıkda ma’şûkun seyri)
demişlerdir. Fârisî beyt tercemesi:
Hareket eden, ayna
değildir,
aynadaki sûretlerdir.
Bu seyre, seyr-i fillah da denmesine sebeb, sâlik bu seyrde,
Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanır. Bir sıfatdan bir sıfata geçer. Çünki,
aynadaki sûretlerin sıfatlarının ba’zısından aynanın da nasîbi olur. Bundan
dolayı, sanki Allahü teâlânın ismlerinde seyr etmiş gibidir.
İşte tesavvufcuların sözlerinin ma’nâsı budur. Makâm
sâhiblerinin hâli ve söz sâhiblerinin murâdı herkesin anladığı gibi olmaz.
Herkes anladığı kadar söyler. Bu sözden,
başkaları da anlayışı kadar ma’nâ çıkarır. Bir kimse, sözü ile birşeyler
anlatmak ister. Dinleyenler, bu sözden başka şeyler anlıyabilir.
Tesavvufcuların seyr-i enfüsîye sıkılmadan seyr-i fillah
demeleri ve çekinmeden Bekâ-billah ismini vermeleri ve kavuşmak, yetişmek
bilmeleri bu fakîre ağır geliyor. Bu sözlerine doğru ma’nâ vermek, düzeltmek
için güçlük çekiliyor.
Seyr-i âfâkîde, sanki, kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i
enfüsîde, iyi ahlâk ile ahlâklanmak vardır. Çünki, kötülüklerden ayrılmak, Fenâ
makâmına uygundur. İyiliklere kavuşmak, Bekâ makâmına uygun olur. Bu seyr-i
enfüsînin nihâyeti yok demişlerdir. İnsanın ömrü sonsuz olsa, bu seyr bitmez
sanmışlardır. Çünki, mahlûkun sıfatlarının nihâyeti yok demişlerdir. Allahü
teâlânın sonsuz sıfatları, sâlikin latîfeleri aynasında tecellî etmekde, Onun
kemâlâtından bir kemâl görünmekdedir. O hâlde, bu seyr bitmez ve sonu gelmez.
Seyr-i âfâkîde hâsıl olan Fenâ ile seyr-i enfüsîde hâsıl
olan Bekânın ikisine birden, vilâyet [Evliyâ olmak] demişler ve kemâlin,
yükselmenin sonu buraya kadardır sanmışlardır. Bundan sonra, seyr [yolculuk]
olursa, geriye doğru olur ki buna (Seyr-i anillah) demişlerdir.
Geriye inerken, bir dördüncü yolculuk vardır ki, buna da (Seyr-i fileşyâ) demişlerdir. Üçüncü ve dördüncü
seyrler, başkalarını kemâle getirmek ve irşâd etmek içindir. İlk iki seyr,
vilâyeti hâsıl etmek içindir, demişlerdir.
Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ
ile kul arasında, yetmişbin nûrdan perde ve yetmişbin zulmetden perde vardır) buyuruldu.
Tesavvufculardan bir kısmına göre, seyr-i âfâkîde yetmişbin
perde aşılmakdadır. Çünki, yedi latîfeden her birinde onbin perde geçilir
dediler. Bu seyr temâm olunca, perdelerin hepsi aradan kalkmış olup, sâlik,
seyr-i fillah yapmağa başlar ve (Vuslat) makâmına
erişir sandılar.
İşte, Evliyânın seyr ve sülûk dedikleri şeyler bunlardır.
İnsanın kemâle gelmesi ve başkalarını da irşâd etmesi böyle olur derler.
Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek, bu fakîre bu
bilgilerden zâhir etdikleri ve ne sûretle yetişdirdiklerini, ni’meti bildirmek
ve şükrünü yapmak maksadı ile, aşağıya yazıyorum. Kalbi uyanık olanlar istifâde
eder.
Hak teâlâ, bî-çûn ve bî-çigûnedir. Ya’nî hiçbirşeye
benzemez. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Âfâkda olmadığı gibi, enfüsde de bulunmaz.
O hâlde, seyr-i âfâkîye, seyr-i ilallah demek ve seyr-i enfüsîye seyr-i fillah
ismini vermek doğru olmaz. Bu her iki seyr de, (Seyr-i
ilallah) olur. Seyr-i fillah, âfâk ve enfüs ile ilişiği olmıyan
ötelerin ötesi bir seyrdir. Şaşılacak şeydir ki, seyr-i enfüsîye, seyr-i fillah
demişler. Bu seyri bitmez tükenmez bilip,
sonsuz olarak seyr edilse, temâmlanamaz sanmışlar. Hâlbuki, enfüs de, âfâk
gibi mahlûk olduğundan, mahlûklarda seyr etmiş oluyorlar. Böylece, büyük
hatâya, sonsuz husrâna düşüyorlar. Sonra, ebedî olarak Fenâ hâsıl olamayınca,
Bekâ hiç hâsıl olmaz. Vüsûl, kavuşmak, nasıl olur? Yaklaşmak ve kemâl nasıl
elde edilir? Sübhânallah! Tesavvuf büyükleri, böylece, serâbı su sanarak ve
seyr-i ilallaha seyr-i fillah diyerek, mahlûku Hâlık düşünerek ve zemânlı mekânlı
olana, bî-çûn diyerek kendilerini avutunca, küçüklerden ve görüşleri kısa
olanlardan şikâyet etmeğe sıra gelir mi? Yazıklar olsun! Nasıl oluyor da,
enfüse Hak teâlâ diyorlar. Hudûdü ve sonu olan bu seyri, nihâyetsiz sanıyorlar.
Seyr-i enfüsîde sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın ismleri ve
sıfatla-
rı
görünüyor diyorlar. Hâlbuki, bu görünenler, ismlerin ve sıfatların akslerinden,
zıllerinden bir zıldir. İsmlerin ve sıfatların kendileri değildir. Burasını bu
mektûbun sonunda dahâ açıklayacağız, inşâallahü teâlâ.
Allahü teâlâ, bî-çûn ve bî-çigûnedir. Anlaşılabilen,
düşünülebilen herşey, Ondan uzakdır. O hâlde, âfâk ve enfüs aynalarında
yerleşemez. Bu aynalarda görülenler, zemânlı, mekânlı şeylerin görünüşüdür.
Âfâk ve enfüsü geçerek, Onu, âfâk ve enfüsün ötesinde aramak lâzımdır. Âfâk
olsun, enfüs olsun, Onun Zâtı, mahlûklar aynasına yerleşmiyeceği gibi, ismleri
ve sıfatları da, bunlara yerleşmez. Buralara aks eden herşey, ismlerin ve
sıfatların aksleri, zılleri ve misâlleridir. Hattâ, ismlerin ve sıfatların
zılleri ve nümûneleri de, âfâk ve enfüsün dışındadır. Burada, kudretin
görünmesinden başka birşey yokdur. Çünki, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları
da, kendisi gibi bî-çûn ve bî-çigûnedir. Benzerleri ve nümûneleri yokdur. Âfâk
ve enfüsden dışarı çıkılmadıkca, ismlerin ve sıfatların akslerinin ve
zıllerinin ne demek olduğu anlaşılamaz. Nerde kaldı ki, ismler ve sıfatlar
anlaşılmış olsun. Şaşılacak şeydir ki, bu fakîre bildirilenler, gösterilenler,
o büyüklerin tatdıklarına ve gördüklerine hiç uymuyor. Bunlardan birini
söylesem, kim inanır? Kim kabûl eder? Eğer söylemeyip saklasam, yanlışın doğru
ile karışmasına ve Hak teâlâya câiz olmıyan şeylerin söylenmesine göz yummuş
olurum. Onun için, ister istemez, doğrusunu ve Allahü teâlâya söylenmesi
yakışanı bildireceğim.
Uygun olmıyanları red edeceğim. İster inansınlar, ister
inanmasınlar. Bunu düşünmüyorum ve üzülmüyorum. Kendi bilgisinden, keşflerinden
şübhesi olan, başkalarının inanmamasından korkar. İşin doğrusu güneş gibi
açıkda olunca, keşflerin doğruluğu, ayın ondördü gibi meydânda olunca ve
akslerden, hayâllerden kurtulmuş ve misâllerin, nümûnelerin üstüne çıkarılmış
olunca, bilgilerde hiç şübhe olur mu? Hocam [Muhammed
Bâkî] “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hâllerin doğru olmasına alâmet, bunlara tam
bir yakîn ve inanmakdır). Bundan başka, Allahü teâlânın lutfü, ihsânı ile, bu
büyüklerin söyledikleri hâllerin herbiri, ayrı ayrı bu fakîre [ya’nî İmâm-ı
Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz] bildirildi. Tevhîd, ittihâd, ihâta
ve sereyân ma’rifetleri gösterildi. O büyüklere gösterilen ve bildirilenlerin
içyüzü hâsıl oldu. İlmlerinin, ma’rifetlerinin incelikleri meydâna çıkarıldı.
Bu makâmda çok zemân kaldım. Bütün bunların, azına çoğuna kavuşdum. Bunlarda
artık şübhe ve tereddüd kalır mı?
Nihâyet Allahü teâlânın lutfü ile anlaşıldı ki, bu
görünenlerin, anlaşılanların hepsi, zıllerin, akslerin, hayâllerin oyunlarıdır,
görünüşleridir. Misâllere, hayâllere kapılmakdan başka birşey değildir.
Aranılan, bunların ötesindedir. İstenilen, bunlardan başkadır. Bunu anlayınca,
çâresiz, bu ma’rifetlerin hepsinden yüz çevirdim. Bî-çûn olan Zât-ı ilâhîye
teveccüh eyledim. Yeri, mikdârı ve sıfatı olan herşeyden uzaklaşdım. Hâlim
böyle olmasaydı, büyüklere uymayan söz söyleyebilir mi idim? Bu ayrılık, Allahü
teâlânın zâtında ve sıfatlarında olmasaydı ve Allahü teâlânın takdîs ve tenzîhi
için olmasaydı, bu büyüklere uymayan sözü yine söylemezdim. Ağzımı açamazdım.
Çünki, onlara ihsân olunan ni’metlerin artıklarını toplayan bir dilenci gibi
idim. Onların ni’met sofralarını temizleyen bir hizmetciyim. Yine söylüyorum
ki, bu fakîri [ya’nî İmâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], lutf
ederek terbiye eden, yetişdiren onlardır. Katkat ihsânları ile fâidelendiren
onlardır. Fekat, ne yapayım? Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında olduğundan
ve Onun mukaddes cenâbına yakışmıyan kelimeler kullanıldığından, bunun
karşısında susmak ve başkalarının inanmamasından korkmak, dîne ve diyânete
sığmaz ve kulluğa uymaz.
Vahdet-i vücûd ve benzeri ba’zı bilgilerde, âlimlerin
tesavvufculardan ayrılması, akl yolu ile ve istidlâl iledir. Bu fakîrin
ayrılması ise, keşf ve şühûd, ya’nî görmek iledir. Âlimler, tesavvufcuların
bilgilerinin çirkin olduğunu söylüyor. Bu fakîr ise, güzel olduğunu, fekat
maksadın, arzûnun bunlar olmadığını, bunları bıra-
kıp
ilerlemek lâzım geldiğini söylüyorum. Şeyh Alâüddevle “kaddesallahü teâlâ
sirrehül’azîz” de, vahdet-i vücûd bilgilerine uymuyor. Âlimlerin bildiği gibi,
çirkin biliyor. Buna şaşılır. Çünki, onun bilgisi, keşf yolu iledir. Keşf
sâhibi, bu bilgileri çirkin bilmez. Çünki, vahdet-i vücûdda garîb hâller,
şaşılacak ma’rifetler vardır. Bu bilgiler, çirkin değildir. Fekat bu bilgilere
saplanıp kalmak da güzel değildir.
Süâl: Bu sözlerden, tesavvuf
büyüklerinin bâtıl bir yolda bulundukları ve hakîkatin, onların keşf ve
buluşlarından başka olduğu anlaşılıyor.
Cevâb: Bâtıl, hiçbir hakîkate
dayanmıyan şey demekdir. Hâlbuki, bu hâller ve ma’rifetler, muhabbetin fazla
olmasından hâsıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu büyükleri o kadar kaplıyor
ki, başka şeylerin ismi ve cismi hâtırlarına gelmiyor. Başka birşey
görmiyorlar. İster istemez, sevmek serhoşluğu ile, üzerlerini bu hâlin
kaplaması ile, başka şeyleri yok biliyorlar. Allahü teâlâdan başka birşey
görmüyorlar. Bu hâle bâtıl denir mi? Burada bâtıl yokdur. Bunları, hak
kaplamışdır. O büyükler, Allahü teâlânın sevgisine dalarak, kendilerini ve her
şeyi yok etmişlerdir. Bâtıl, bunların yanına yaklaşabilir mi? Bunlar temâmen
haklıdır ve hak içindirler. Yalnız görünüşü bilen âlimler, bunların hakîkatini
anlayabilir mi? Görünüşde uygunsuzlukdan başka ne anlarlar? Onların
büyüklüğünden ne elde edebilirler?
Sözün doğrusu şudur ki, bu hâllerin ve ma’rifetlerin
ötesinde, başka kemâller ve üstünlükler vardır ki, o kemâlâtın yanında bu
hâller ve ma’rifetler, okyânus yanındaki bir damla su gibi kalır. Fârisî beyt
tercemesi:
Gök, Arşa bakınca,
aşağıdır,
fekat, toprağa nazaran çok
yüksekdir.
Yine sözümüze dönelim! Perdelerin yırtılmasında diyorlar ki,
seyr-i âfâkîde nûrlu ve zulmetli perdelerin hepsi aradan kalkar. Bu fakîre
göre, bu sözleri de yerinde değildir. Hattâ, temâmen başka dürlü anlıyorum.
Görüyorum ki, zulmetli perdelerin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak,
ya’nî seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi temâmlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin
aradan kalkması için de, Allahü teâlânın ismlerinde ve sıfatlarında seyr etmek
lâzımdır. Ya’nî ismleri, sıfatları, şânları ve i’tibârları hiç görmemelidir.
Ancak bu zemân, nûrdan perdelerin hepsi kalkarak, (Vasl-ı
uryânî) hâsıl olur. Böyle olanlar pek azdır. Seyr-i âfâkîde,
zulmetden olan perdelerin yarısı bile aradan kalkmaz. Nûrdan perdeler hiç
kalkar mı? Perdeler çok çeşidlidir. Onun için şaşırmışlardır. Meselâ, nefsin
perdelerinin zulmeti, kalbin perdelerinin zulmetinden çokdur. Zulmeti az olan
perdeler, nûrânî perde gibi görünmüşdür.
Görüşü keskin olanlar, zulmânî perdeyi nûrânî perde ile karışdırmaz.
Zulmete nûr demez. Bu, öyle bir ni’metdir ki, dilediğine ihsân eder. Allahü
teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
Bu fakîri [ya’nî İmâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ
sirrehül’azîz”] yetişdirmek için şereflendirdikleri yolda hem cezbe, hem sülûk
vardır. Latîfeleri [insanların kötü huylarından] temizlemek ve Allahü teâlânın
sıfatları ile doldurmak, bir aradadır. Tasfiye [sülûk] ve tezkiye [cezbe], bu
yolda berâberdir. Seyr-i enfüsîde, seyr-i âfâkî dahî yapılmış olur. Tasfiye
içinde, tezkiye de hâsıl olur. Cezbe, sülûkü de hâsıl eder. Âfâk, enfüsün
içinde bulunur. Fekat, latîfeleri temizlemek cezbeden önce ve tasfiye,
tezkiyeden öncedir. Bu yolda, göz önünde olan enfüsdür. Âfâk değildir. Bunun
için, bu yol ile çabuk varılır. Hattâ, diyebilirim ki, bu yol, elbette
kavuşdurur. Kavuşdurmamak ihtimâli yokdur. Allahü teâlâdan istikâmet ve fırsat
dilemek lâzımdır.
Bu yol, elbette kavuşdurur dedim. Çünki, bu yolun başlangıcı
cezbedir ki, elbette kavuşdurur. Sâlikleri yolda bırakan, yâ sülûk konaklarıdır
veyâ sülûkü bulunmayan kuru cezbelerdir. Bu mâni’lerin ikisi de, bu yolda
yokdur. Çünki, sülûk, cezbeye bağlıdır. Cezbe ile berâber, cezbenin içinde
hâsıl olur. Burada, hâlis sülûk ol-
madığı
gibi, kuru cezbe de yokdur. Onun için, sâlikin yolu kesilmez. Bu yol,
Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs olan caddedir. Bu
büyükler, çeşidli derecelerine göre, bu yoldan vâsıl olmuşlardır. Âfâkı ve
enfüsü bir adımda geçmişler, ikinci adımı, âfâk ve enfüsün ilerisine
koymuşlardır. Sülûk ve cezbeyi geride bırakmışlardır. Çünki, sülûkün nihâyeti,
Seyr-i âfâkînin sonuna kadardır. Cezbenin nihâyeti, Seyr-i enfüsînin sonuna
kadardır. Seyr-i âfâkî ve enfüsî temâm olunca, sülûk ve cezbe de temâm olur.
Bundan sonra ne sülûk kalır ne cezbe. Bu sözümüzü sülûk ve cezbe sâhibleri
anlıyamaz. Çünki, onlara göre, âfâk ve enfüsün üstünde yol yokdur. İnsanın ömrü
sonsuz olup, hep seyr-i enfüsî yapsa, yine temâmlıyamaz. Bu büyüklerden biri
buyuruyor ki, fârisî beyt tercemesi:
Eğer bütün ömrünce yürüse
de insan,
Kendinden dışarı çıkmağa
bulmaz imkân.
Bu yolu bana gösterenler o kadar büyükdür ki, Onların
sâyesinde gözümü açdım. Onların sâyesinde bunları söyliyebiliyorum. Tesavvufun
elifbâsını Onlardan öğrendim. Mevleviyyet derecesine Onların teveccühü ile
kavuşdum. Eğer ilmim varsa, Onların ilm deryâlarından birkaç damladır. Eğer
ma’rifet sâhibi isem, Onların iltifâtlarının eseridir. Nihâyetin başlangıcda
yerleşmiş bulunduğu yolu Onlardan öğrendim. Kayyûmluk cihetine çeken ipin ucunu
Onlardan aldım. Onların bir bakışı ile, öyle şeylere kavuşdum ki, başkaları
kırk gün çile çekmekle göremez. Onların sözünden öyle şeyler edindim ki,
başkaları senelerle çalışmakla ele geçiremez. Fârisî iki beyt tercemesi:
Şemseddînin bir bakışına
Tebrîzde kavuşan kişi,
Çile çıkaranlara güler,
ayblar dâim herkesi.
Nakşibendiyye, nasıl
kâfile sürücüdür?
Kâfilesini gizlice maksada
götürür.
Bu büyükler, yola, seyr-i enfüsîden başlıyor. Seyr-i âfâkîyi
bununla berâber yapmış oluyor. Bu hâle, (Sefer der
vatan) sözü ile işâret ediyorlar.
Bu büyüklerin yolu pek kısadır. Maksada çabuk ulaşdırır.
Başkalarının yolunun sonu, bu yolun başlangıcına varır. Bunun içindir ki, (Biz,
nihâyeti, başlangıca yerleşdirdik) buyurmuşlardır. Velhâsıl, bu büyüklerin
yolu, başka tesavvuf yollarından çok yüksekdir. Diyebilirim ki, bunların huzûru
ve âgâh olmaları [Allahü teâlâ ile her ân beraber olmaları], Onların çoğunun
huzûrunun üstündedir. Bunun içindir ki, (Bizim bağlılığımız, bütün bağlılıkların
üstündedir) buyurmuşlardır. Fekat, âfâk ve enfüsün dışında ve sülûk ve cezbenin
üstünde Evliyâya yol olmadığı için, bu büyükler de, ister istemez âfâk ve
enfüsün ötesinden konuşmamışlar. Cezbe ve sülûkün dışından haber vermemişler.
Evliyâlık kemâlâtına uygun olarak, (Evliyâ, Fenâ ve Bekâdan sonra herşeyi
kendilerinde görür. Kendilerinde bulurlar) buyurmuşlardır. Kendilerinde seyr
etdikleri için, Zâriyât sûresinin (Kendinizde bulunmakdadır, niçin görmüyorsunuz?) meâlindeki âyet-i
kerîmesine uymuşlardır.
Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun ki, bu büyükler,
enfüsün dışından haber vermedi iseler de, enfüse bağlanıp kalmış da
değildirler. Enfüsü de, âfâk gibi (Lâ) deyip
yok etmek istiyorlar. Allahü teâlâdan başka olan herşey gibi, onu da yok
biliyorlar. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Her
gördüğün, her işitdiğin ve her bildiğin, O değildir. Bunların hepsini, (Lâ) derken, yok etmek lâzımdır). Fârisî beyt
tercemesi:
Nakşibenddirler fekat, her
nakşa bağlanmazlar,
insanlar, şaşkınlıkdan,
başka nakş ararlar.
Başka şeyleri yok etmek başkadır. Başka şeylerin yok olması
başkadır.
Evliyâlıkda cezbe ve sülûkdan ve âfâk ve enfüsden dışarı
çıkılamaz dedik. Çünki, vilâyetin bu dört temelinin üstünde, (Kemâlât-i nübüvvet) başlar. Evliyâlık, buraya
ulaşamaz. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Eshâbının çoğu ve
Eshâb olmıyanlardan pek az bahtiyârlar, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü
vettehıyyât” tam uydukları için, bu devlete kavuşmuşdur. Cezbe ve sülûkü içinde
bulunduran bu yoldan seyr ederek ilerlemişler, sülûk ve cezbenin dışına
çıkmışlardır. Zıllerden, hayâllerden kurtulmuşlar, enfüsü de, âfâk gibi, geride
bırakmışlardır. Burada, başkalarına şimşek gibi çakıp biten (Tecellî-yi Zâtî)ler, devâmlı olmuşdur. Hattâ
bunların işi, ister şimşek gibi olsun, ister devâmlı olsun, bütün tecellîlerin
üstündedir. Çünki, bütün tecellîlerde [görünüşlerde] az da olsa, zıl, aks
bulunur. Hâlbuki, bu büyüklere, nokta kadar zıl, büyük dağ gibi gelir. Bu
büyüklerin kazanclarının başlangıcı, Zât-ı ilâhînin çekmesi ve sevgisidir.
Cenâb-ı Hakkın lutfü ile, bu sevgi her ân artarak, başka şeylerin sevgisi yavaş
yavaş azalır. Başka şeylere bağlılık, yavaş yavaş yok olur. Bir se’âdetli
kimseyi, Allah sevgisi kaplıyarak, başka herşeyin sevgisi kalmayınca ve Allah
sevgisi, bütün bu sevgilerin yerine yerleşince, onun aşağı sıfatları ve bütün
kötü huyları yok olur. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeylere, uzun bir sülûke ve
sıkı riyâzetlere ve çetin mücâhedelere lüzûm kalmadan kavuşur. Çünki, sevmek,
sevgiliye, itâ’at etmeği ister. Sevgi son haddini bulunca, itâ’at da temâm
olur. Sevgiliye, insan gücünün yetişebildiği kadar, tam bir itâ’at hâsıl olunca
(Makâmât-i aşere) ele geçer. [Makâmât-i
aşere: Tevbe, zühd, vera’, sabr, fakr, şükr, havf, recâ, tevekkül ve rıdâ
olduğu (Neşrül-mehâsin)de yazılıdır.] Bu
(Seyr-i mahbûbî) ile, seyr-i âfâkî gibi,
seyr-i enfüsî de temâmlanmış olur. Çünki, hep doğru söyleyici “aleyhi ve alâ
âlihissalâtü vesselâm” (İnsan, sevdiği ile
berâberdir) buyurdu. Sevgili, âfâk ve enfüsün dışında olduğundan
seven de Onunla berâber olacağından âfâk ve enfüsün dışına çıkar. Böylece,
seyr-i enfüsîyi de, geride bırakmış olur. Berâberlik devletine kavuşur. İşte,
bu büyükler, muhabbet devleti sâyesinde, âfâk ve enfüs ile uğraşmazlar. Âfâk ve
enfüs, onlara tâbi’ olur. Sülûk ile cezbe, bunların işlerine bağlı bulunur. Bu
büyüklerin sermâyesi, muhabbetdir. Muhabbet,
sevgiliye itâ’at etmeği ister. Sevgiliye itâ’at ise, ahkâm-ı islâmiyyeye
uymakla olur. Çünki, sevgilinin beğendiği şey, yol, ahkâm-ı
islâmiyyedir. O hâlde, muhabbetin çok olmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeye çok
uymakdır. (Ahkâm-ı islâmiyye)ye uymak,
farzları yapmak ve harâmlardan sakınmak demekdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye tam
uyabilmek ise, ilm, amel ve ihlâs ile olur. Her sözde, her işde, her hareketde,
her duruşda, kendiliğinden hâsıl olan ihlâs, muhlas olan kimseye nasîb olur.
Muhlisler, bu mu’ammâyı anlıyamaz. (Muhlisler,
büyük tehlükededir) buyuruldu.
Yine sözümüze dönelim! Seyr ve sülûkden maksad ve cezbe ve
tasfiyeden beklenilen şey, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan
temizlemekdir. Bu çirkin sıfatların başı, nefse düşkün olmak ve onun
arzûlarına, isteklerine tutulmakdır. O hâlde, Seyr-i enfüsî lâzımdır. Kötü
sıfatlardan güzel sıfatlara dönmek lâzımdır. Seyr-i âfâkî lüzûmlu değildir.
Maksad, gâye bu seyre bağlı değildir. Çünki, âfâka düşkünlük, nefse düşkün
olmakdan ileri gelir. İnsan, herşeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu,
malını sevmek, onlardan istifâde edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı,
Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekden kurtulduğu için
evlâd ve mal sevgisi de, bununla berâber yok olur. O hâlde, seyr-i enfüsî
muhakkak lâzımdır. Seyr-i âfâkî, buna bağlı olarak, bununla berâber müyesser
olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyrleri, yalnız seyr-i
enfüsî idi. Seyr-i âfâkî, bununla berâber yapılıyordu. Evet, seyr-i âfâkî de,
ara yerde, hiç durmadan, devâmlı yapılır. Sonuna varılırsa, bu da iyidir.
Fekat, arada takılıp kalınırsa ve sonuna varılmazsa, hemen hemen fâidesiz olur.
İstenilen gâyeye mâni’ olan şeylerden biri sayılır.
Seyr-i enfüsî ne kadar ilerlerse, o kadar kârlı olur. Bu
seyri temâmlıyarak enfüsden dışarıya çıkmak, çok büyük ni’metdir. Enfüsdeki
değişiklikleri âfâk ayna-
sında
görmeğe, kendindeki değişmeleri âfâkda görmeğe ne lüzûm var. Kalbin temizliğini
âlem-i misâlde anlamak ve bu temizliği, âlem-i misâlde kırmızı nûr olarak
görmek de böyledir. Niçin kendi vicdânına bırakmıyor ve değişikliklerini ve
temizliğini kendi firâseti ile anlamıyor. Meşhûrdur ki, birisi oniki sene
tabîbe muhtâc olmamış, hâllerindeki değişikliği kendi vicdânı ile anlamışdır.
Sıhhatini ve hastalığını kendi firâseti ile bilmişdir. Evet, seyr-i âfâkîde,
ilmler, ma’rifetler, tecellîler ve zuhûrlar çok olur. Fekat, bunların hepsi
zıllerin görünüşüdür. Misâllerle, hayâllerle avunmakdır. Ba’zı mektûblarda
bildirdiğimiz gibi, seyr-i enfüsî zıllere, akslere bağlıdır. O hâlde, Seyr-i
âfâkî, zıllerin zılline bağlı olur. Çünki, âfâk, enfüsün zılleri gibidir ve
enfüsü gösteren ayna gibidir. Enfüsdeki değişiklikleri, âfâk aynasında görmek
ve latîfelerin temizlenmesini ve sıfât-ı ilâhiyye ile sıfatlanmasını âfâk
aynasından anlamak, insanın rü’yâda, âlem-i misâlde kendini pâdişâh görmesine
veyâ zemânın kutbu görmesine benzer. Hâlbuki, ne pâdişâhdır, ne de kutb olmuşdur.
Bu rü’yâdan, onun, hâricde, uyanık iken de pâdişâh ve kutb olabileceği
anlaşılır. Tezkiye [latîfelerin temizlenmesi] seyr-i enfüsîde olur. Seyr-i
âfâkîde görülen bu tezkiyenin kâbil ve mümkin olmasını haber verir. Seyr-i
enfüsîde kendini temiz görmedikce ve vicdânı ile, kendini temizlenmiş
bulmadıkca, Fenâ hâsıl olmaz. Makâmât-i aşereye kavuşamaz. Yedi hâlden eline
ancak hava girer. Görülüyor ki, Seyr-i enfüsî de, Seyr-i ilallahın içindedir.
Seyr-i ilallahın temâmlanması ile, Fenânın hâsıl olması, Seyr-i enfüsînin temâm
olmasına bağlıdır. Seyr-i fillah, Seyr-i enfüsîden çok sonra hâsıl olur.
Ey mes’ûd insan! Seyr-i enfüsîde, insanın kendine olan
bilgisi ve sevgisi kalmadığı için, kendine bağlılığı da kalmaz. Bunun sonucu
olarak, başkalarına bağlılığı da yok olur. Çünki, kendine bağlı olduğu için,
başkalarına da bağlanmışdır. O hâlde, Seyr-i âfâkî, Seyr-i enfüsînin altında
yapılmakdadır. Sâlik, yalnız Seyr-i enfüsîyi yapınca, hem kendine bağlılıkdan,
hem de başkalarına bağlanmakdan kurtulur. İşte bu söylediklerimizden, Seyr-i
enfüsînin ve Seyr-i âfâkînin ma’nâsı kolayca anlaşıldı. Çünki, enfüsde seyr,
âfâkda da seyrdir. Kendine olan bağlılıkları yavaş yavaş ortadan kaldırmak,
enfüsde seyrdir. Seyr-i enfüsî yaparken, âfâka olan bağlılıkların çözülmesi de,
seyr-i âfâkîdir. Hâlbuki başkalarının anlatdığı seyr-i âfâkî ve
Seyr-i enfüsîyi açıklamak güçdür. Evet, doğru olan şeylerde güçlük olmaz.
Seyr-i enfüsîde, sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü
teâlânın ismleri ve sıfatları görünüyor diyorlar. Buna tahliyeden
[boşaltmakdan] sonra doldurmak diyorlar. Bu görünenler, hakîkatde ismlerin ve
sıfatların zıllerinden bir zıllin görünüşüdür. Önce ismlerin ve sıfatların
zıllerinden bir zıl, tâlibin aynasında görünür. Onun zulmetlerini ve kötülüklerini temizler. Ya’nî, tasfiye ve tezkiye
yapar. Bu tasfiye ve tezkiye, Seyr-i enfüsî temâm olunca hâsıl olur.
Latîfeler tahliye olup, ismlerin ve sıfatların görünmesine elverişli olur.
Seyr-i enfüsîde elde edilen (Tahliye),
tasfiye ve tezkiyenin temâm olmasına bağlıdır. Seyr-i âfâkîde görünen tahliye,
hakîkî tahliye değildir. Bunun için, seyr-i enfüsîde ismler ve sıfatlar
görülmez. Demek oluyor ki, zılle kavuşmak, sevgiliden başka herşeyden
ayrılmakdan önce olur. Ya’nî, sevgilinin zıllerinden bir zıl, sâlikin aynasında
görülmedikce, sevgiliden başka şeylerden kesilmek olamaz. Fekat, sevgiliye
kavuşmak, başkalarından kesilmekden sonra hâsıl olur. Şu hâlde, tesavvuf
büyüklerinden, kavuşmak [peyvesten] öncedir diyenler, bir zılle kavuşmağı demek
istemişlerdir. Kavuşmak sonradır diyenler ise, asla kavuşmağı bildirmişlerdir.
Böylece, her iki tarafın ayrılığı, yalnız kelimededir. Şeyh Ebû Sa’îd-i Harrâz
“kuddise sirruh” burada başka dürlü söylüyor ve (Kurtulmadıkca bulamazsın ve
bulmadıkca kurtulamazsın! Hangisi önce olduğunu bilmiyorum) demişdir.
Anlaşılıyor ki, zılli bulmak, kurtulmakdan
öncedir. Aslı bulmak kurtulmakdan sonradır. Burada şübhe edecek birşey yokdur.
Nitekim sabâh vakti güneş doğmadan evvel, güneş ışınlarının zılleri görünüp,
yer yüzünü karanlıkdan temizler. Zulmetler gidip, her taraf tasfiye buldukdan
sonra, güneşin ken-
di
doğar. Burada da, güneşin zıllinin görünmesi, zulmetlerin gitmesinden öncedir
ve güneşin doğması, zulmetlerin tahliyesinden ve zıllin tasfiyesinden sonradır.
Fekat, burada zulmetlerin tahliyesi ve ortalığın tasfiyesi, zıllerin zuhûrundan
önce olmuyor.