Bu mektûb, Muhammed Hâşim-i Keşmîye
“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” yazılmış
olup, âriflerin, kalbleri ile Allahü teâlâyı nasıl gördükleri anlatılmakdadır:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun
seçdiği kullarına selâm olsun!
Süâl: Tesavvuf büyüklerinden
ba’zıları, kalb gözleri ile, Allahü teâlâyı gördüklerini söylemişdir. Meselâ,
Şeyh-ul’ârif “kuddise sirruh” [Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî] (Avârif-ül-me’ârif) kitâbında, (Allahü teâlâ,
kalb gözü ile müşâhede olunur) diyor. Hâlbuki, Ebû İshak Gülâbâdî “kuddise
sirruh” Sôfiyye-i aliyyenin eskilerinden ve reîslerindendir. (Te’arrüf) ismindeki kitâbında diyor ki,
(Büyüklerimiz, söz birliği ile dedi ki, dünyâda Allahü teâlâ, baş gözü ile de,
kalb ile de görülemez. Ancak, kalbde bir yakîn, kanâ’at hâsıl olur). Bu iki
sözün arasını bulmak nasıl olur?
Cevâb: Bu mes’elede, bu fakîr, (Te’arrüf) kitâbının sözünü beğenmekdeyim. Bu
dünyâda, kalblerin Allahü teâlâdan nasîbi, yakîn hâsıl olmakdan başka değildir.
Buna, ister rü’yet desinler, ister müşâhede desinler. Kalb göremeyince, göz
elbette göremez. Bu dünyâda gözün Allahü teâlâyı görmesi mümkin değildir.
Kalbde hâsıl olan yakîn, Âlem-i misâlde, rü’yet şeklinde görülmekdedir. Çünki,
Âlem-i misâlde her düşüncenin, her ma’nânın bir şekli vardır. Bu dünyâda,
insana en iyi yakîn hâsıl eden şey, rü’yetdir. Kalbdeki yakîn de, âlem-i
misâlde, rü’yet şeklinde görünüyor.
Kalbde hâsıl olan yakîn, rü’yet şeklinde görüldüğü için,
yakîn hâsıl olunan şey de (görünen şey) şeklinde oluyor. Sâlik, bu yakîni,
âlem-i misâl aynasında görünce, âlem-i misâlin ayna olduğunu unutarak, sûreti
[görünüşü] hakîkat [asl] sanıyor. Rü’yet hâsıl oldu diyor. Yakînin sûretini gördüğünü anlıyamıyor. Bu hâl,
tesavvufcuların meşhûr olan hatâlarından biridir. Âlem-i misâldeki
sûreti görmek kuvvetlenirse, sâlik, gözümle gördüm zan ediyor. Hâlbuki göz ile
de, kalb ile de görülemez. Sôfiyye-i aliyyenin çoğu, böyle yanılarak, kalb ile
gördük sanmışlardır.
Süâl: Kalbde kendisine yakîn
hâsıl olan şeyin âlem-i misâlde sûreti bulununca, Allahü teâlânın sûreti,
görünüşü olmak lâzım gelmez mi?
Cevâb: Allahü teâlânın misli
yokdur. Fekat, misâli vardır dediler. Âlem-i misâlde sûret görünür dediler. Nitekim (Füsûs) kitâbının
sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî] “rahmetullahi aleyh” Cennetde görmeği de,
âlem-i misâldeki sûret olacak demişdir. Âlem-i misâldeki sûret, Allahü teâlânın
âlem-i misâldeki sûreti değildir. Kalbde yakîn hâsıl olan şeyin sûretidir.
Kalbde yakîn hâsıl olan, keşf olan ise, Zât-ı ilâhî değildir. Zât-ı ilâhînin,
nisbetleri, i’tibârlarıdır. Ârifin işi, Zât ile olunca, böyle
hayâller
meydâna çıkar. Hiç rü’yet ve mer’î yokdur. Çünki, Zât-ı ilâhînin âlem-i misâlde
sûreti yokdur. Yakînin sûretini, rü’yetin sûreti sanmışlardır.
Âlem-i misâlde maddelerin, zâtların sûreti olmaz. Ma’nâların
sûreti olur. Âlemler [mahlûklar], Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının
görünüşleridir. Zâtlıkları, kendi varlıkları yokdur. Bunun için, âlemin hepsi,
ma’nâ demekdir. [Âlemde madde yokdur.] Onun için, âlemin, âlem-i misâlde sûreti
vardır. Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları da, Zât-ı ilâhî ile durabildiği
için, ma’nâ gibidirler. Bunların âlem-i misâlde sûretleri olabilir. Fekat,
Zât-i ilâhînin hiç sûreti olamaz.
Sûret, hudûdlü olur ve kaydlı olur. Âlemler, Onun
mahlûkudur. Hiçbir mahlûk, Onu hudûdlayamaz. Bir kayd ile bağlıyamaz. Allahü
teâlânın misâli var demek, yalnız zât-ı ilâhînin değil ba’zı bakımlardan, ba’zı
cihetlerden misâli olur demekdir. Fekat, Zât-ı ilâhînin değil, ba’zı
i’tibârlarla, ba’zı bakımlardan misâli olur demek, bu fakîre ağır geliyor.
Belki, zıllerinden uzak bir zıllin misâli olabilir. Tekrâr edelim ki, âlem-i
misâlde, sıfatların ve ma’nâların sûreti vardır. Zâtın sûreti yokdur. O hâlde, (Füsûs) kitâbının sâhibinin (Allahü teâlâ,
Cennetde, âlem-i misâldeki sûreti olarak görünecekdir) demesi, Onu rü’yet
değildir. Hattâ, sûretini bile rü’yet değildir. Çünki, Zât-ı ilâhînin sûreti
yokdur ki görülebilsin. Âlem-i misâldeki sûret, Onun zıllerinden uzak bir
zıllin sûretidir. Bunu görmek, Zât-ı ilâhînin rü’yeti değildir. Muhyiddîn-i
Arabî “kuddise sirruh”, Cennetde Allahü teâlânın görünmesine inanmamakda,
mu’tezileden ve felsefecilerden geri kalmamakdadır. Cenâb-ı Hakkın görünmesini,
öyle bir şeklde isbât etmiş oluyor ki, isbâtından, görülemiyeceği anlaşılıyor.
Ya’nî görülemiyeceğini mükemmel isbât etmiş oluyor. Çünki, kinâye söz, açık
sözden dahâ mükemmel anlatır. Fekat, mu’tezile ile felsefeciler, akllarına
uyuyorlar, Muhyiddîn-i Arabî ise, yanlış olan keşfine uymakdadır. Belki de
felsefecilerin ve mu’tezilenin delîlleri, şâhidleri, Muhyiddîn-i Arabînin
hayâlinde yerleşerek, keşfinin yanlış olmasına ve onlara uymasına sebeb
olmuşdur. Fekat, Ehl-i sünnetden olduğu için, bu keşfini, rü’yeti isbât olarak
göstermişdir.
(Te’arrüf) kitâbı sâhibinin
“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (söz birliği) demesi, zemânındaki
tesavvufcuların söz birliği olsa gerekdir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ
bilir.
İlâhî nedir bu aşk, yakdı cismü cânımı?
bundaki zevk başkadır, duyulur izhâr olmaz.
Ne tarafa giderim, bırakıp sultânımı,
seni sevdi bu gönül, ölse ele yâr olmaz!
Herkese nasîb olmaz, huzûrundaki ânlar,
ebedî hâtıradır, bu bulunmaz zemânlar.
Kadrinizi biz gibi, bir nebze anlayanlar,
derler ki, bu devrde, sen gibi serdâr olmaz.
Feth etdiniz kalbimi, gizli bir miftâh ile,
bundan sonra, nefsimin ısyânları nâfile!
Her bülbül âşık olur, böyle vefâlı güle,
kim demiş zemherîrde, ılık bir behâr olmaz.
Her sözünüz kalbime âb-ı hayât katresi,
senden başka rûhumun yok kurtuluş çâresi.
Ey! Cihânın şu ânda, bir teki, bir dânesi!
biz günâhkârlar için, bundan büyük kâr olmaz!