Tesavvuf, kalbi sâf yapmak, temizlemek demekdir. Bu
da, zikr-i ilâhî ile olur. Bütün insanların se’âdet-i ebediyyeye, ya’nî dünyâ
ve âhıret iyiliklerine kavuşması, hakîkî sâhibimiz olan Allahü teâlânın ismini
çok zikr etmekle hâsıl olur. Şu kadar var ki, zikri, bir Velîden veyâhud onun
izn verdiği, ahkâm-ı islâmiyyenin ve hakîkatin edeblerini değişdirmiyen, bid’at
karışdırmıyan, ona, doğru bağlanmış bulunan bir zâtdan öğrenmesi, ondan izn alması lâzımdır. Böyle öğrenmeksizin yapılan
zikrin fâidesi pekaz olur, belki de hiç olmaz. Çünki, izn alarak yapılan
zikr, mukarreblerin işidir. İznsiz zikr ise, ebrârın işidir. Bunun için, (Ebrârın ibâdetleri, iyilikleri, mukarreblere günâh,
kusûrdur) buyurulmuşdur. [İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”
yüzdoksanıncı ve Abdüllah Dehlevî doksandokuzuncu mektûbunda buyuruyorlar ki,
(Zikrin fâideli olması ve te’sîr edebilmesi için ahkâm-ı islâmiyyeye uymak
şartdır. Farzları ve sünnetleri yapmak ve harâmlardan ve şübheli olan şeylerden
sakınmak lâzımdır. Bunları da sâlih olan Ehl-i sünnet âlimlerinden [veyâ
bunların kitâblarından] öğrenmelidir). Zikri, bizim kitâblarımızda
bildirdiğimiz gibi yapan kimse, izn alarak yapmış olur.]
Zikri merâk etdiğinizi biliyorum.
Bunun için açık yazıyorum.[1]
Zikr, arabî bir kelimedir. Türkçede hâtırlamak, anmak
demekdir. Hâtırlamak da, kalb ile olur. Söylemekle olmaz. Şimdi üç dürlü zikr
bilinmekdedir:
1- Dil ile söylemekle
yapılan zikrdir. Söylerken, kalb birlikde hâtırlamaz. Yalnız dil ile söylenen
zikrin kalbi temizlemekde fâidesi pek az olur. İbâdet sevâbı hâsıl olur. Zümer sûresinde, meâli, (Kalbleri
Allahü teâlâyı zikr etmiyenlere azâb vardır) olan
yirminci âyetinde bildirilen azâb bunlar
içindir.
2- Yalnız kalb ile yapılan
zikrdir. Dil söylemez. İşte bizim yolumuza mahsûs olan zikr budur. A’râf sûresi ellidördüncü [54] âyetinde meâlen, (Rabbinizi, yalvararak ve gizli ve sessiz çağırınız) ve
Ra’d sûresi, otuzuncu [30] âyetinde meâlen, (Biliniz ki, kalbler,
yalnız Allahü teâlâyı zikr etmekle râhat bulur) ve A’râf sûresi
ikiyüzdördüncü [204] âyetinde
meâlen, (Rabbini, içinden zikr et!) buyuruldu ve başka birçok âyet-i kerîmede ve
sayısız hadîs-i şerîflerde ve din büyüklerinin kitâblarında bu zikr
bildirilmekdedir.
3- Dil ile kalbin birlikde
yapdığı zikrdir. Allah adamları, Evliyâ “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”,
yükseklere erişdikden sonra, böyle zikri yapabilirler.
Kalb ile yapılan zikr, en önce Fahr-i âlemin “sallallahü
aleyhi ve sellem” hicret gecesinde, Sevr dağındaki mağarada, Ebû Bekr-i Sıddîka
“radıyallahü anh”, diz üstüne oturtup, gözlerini kapamasını emr ederek sessiz
yapdırdığı zikrdir.
Büyüklerin yolda bulunanlara öğretdikleri râbıta, Tevbe sûresinin yüzyirminci âyetinin, (Hep sâdıklarla birlikde bulunun!) ve En’âm sûresinin
elliikinci âyetinin, (Rablerini istiyenlerle
berâber olmağa çalış!) meâllerinde
emr olunan berâberlikdir ve (Allahü teâlânın
sevdiklerini hâtırlamak, rahmet etmesine sebeb olur) hadîs-i
şerîfine uymakdır. Bunlar gibi, başka âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler de
vardır. Asyada, Mâverâ-ün-nehr ve Buhârâda, oniki asrdan beri gelmiş bulunan
Hanefî âlimlerinin büyükleri de, talebesine böyle yapdırmışlardır.
Hergün âdet ederek, sabâh veyâ akşam nemâzından sonra, yâhud uygun gördükleri bir zemânda, abdestli, temiz bir yerde, yalnız olarak, kıbleye karşı oturulurdu. Gözler kapanırdı. Dil ile yirmibeş kerre (Estagfirullah) denir, herbirini söy-
---------------------------------
[1] (Bir kimse, bu mektûbu okuyup, seve seve yaparsa, ona izn verilmiş
olur demişlerdir. Zikrden ve râbıtadan istifâde edebilmek için, Ehl-i sünnet
i’tikâdında olmak ve farzları yapmak, harâmlardan sakınmak lâzım olduğu
doksandördüncü ve yüzdoksanıncı mektûbların sonunda ve ikinci cildin
kırkyedinci ve ellinci mektûbunda bildirilmişdir. Böyle olmıyanlarda, fâide
yerine zarar olur) demişlerdir.
lerken,
(Günâhlarıma pişmân oldum. Bir dahâ yapmamağa söz veriyorum. Günâhlarımı afv
eyle!) diye düşünülürdü. Sonra:
Bir Fâtiha ile üç İhlâs okuyup, sevâbı, Fahr-i âlem “sallallahü
aleyhi ve sellem” ile Muhammed Behâeddîn-i Buhârî ve Abdülkâdir-i Geylânînin
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” rûhlarına hediyye edilir ve kalb ile
düşünerek, rûhlarından yardım istenir. Beni de yolunuzun yolcuları arasında
bulundurunuz diye yalvarılırdı.
İhlâs-ı şerîf okumadan, yalnız bir Fâtiha dahâ okur,
sevâbını Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile imâm-ı Rabbânî
Müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî ve mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
“kaddesallahü teâlâ esrârehümâ”nin rûhlarına hediyye eder, bunların da
rûhlarına kalb ile yalvararak, kendilerinin talebelerinden, mensûblarından
saymalarını ricâ ederlerdi.
Yalnız bir Fâtiha dahâ okunur. Sevâbını Fahr-i âlem
“sallallahü aleyhi ve sellem” ile seyyid Abdüllah ve seyyid Tâhâ “kaddesallahü
teâlâ esrârehümâ” rûhlarına hediyye eder, bâtınlarından kalb ile yardım ve feyz
isterlerdi.
Bir Fâtiha dahâ okuyarak, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve
sellem” ile seyyid Muhammed Sâlih ve seyyid Fehîm-i Arvâsînin “kaddesallahü
teâlâ esrârehümâ” rûhlarına hediyye eder,
rûhlarından kalb ile yardım ve feyz isterlerdi.[1]
Bundan sonra, kısaca (Tezekkür-i
mevt) ederlerdi. Ya’nî, kendini ölmüş ve teneşir tahtası üzerinde
yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak
düşünürlerdi. Mezârda olduğu hâlde, Allahü teâlâ ile arasında vesîle ve vâsıta
olan zâtı [meselâ, yukarıda rûhlarına Fâtiha okuduğu Velîlerden birini]
karşısında görür gibi, hayâline getirir, nûrlu alnına, ya’nî iki kaşı arasına
edeb ile bakar gibi olurlardı. Herşeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmiyerek,
sevgi ve saygı ile, onun mubârek yüzünü hayâlinde veyâ gönlünde durdururlardı.
Buna, (Râbıta) demişlerdir. Mâide sûresi, otuzbeş
[35]. ci âyetinde, (Ona kavuşmak için, vesîle, vâsıta arayınız!) emri ile ve başka âyet-i kerîmeler ve
hadîs-i şerîflerle ve islâm âlimlerinin kitâblarında bildirilmişdir. Tesavvufun
bütün yollarında ve ençok büyüklerimizin yolunda en değerli ilerletme vâsıtası
olduğu bildirilmişdir. Bu râbıta, en az onbeş dakîka sürer. Dahâ az olursa,
te’sîri de az olur.
Râbıtasız zikr etmek, insanı ilerletmez. Zikr etmeden râbıta
yapmak, ilerletir buyurmuşlardır. Râbıta, her işde yardımcıdır. Zikr etmeğe
yardımı ise, pekçokdur. Allahü teâlânın evi olan kalbi, nefsin pisliklerinden
ve şeytânın aldatmasından temizler. Zikrin yerleşmesi için kalbi hâzırlar.
Râbıta, üç kısmdır:
1 - Velînin yüzünü,
karşısında bulunuyormuş gibi, hâtırlamakdır. Böyle râbıta, zikre başlarken
yapılırdı.
2 - Yüzünü kendi kalbinde bulundurmakdır. Böyle râbıta,
zikr ederken, kendiliğinden hâsıl olunca, kalbde durduğunu düşünerek, zikr
etmek olurdu.
3 - Kendisini, Velînin şeklinde, kıyâfetinde görmek, ya’nî
böyle râbıta yapmakdır. Kur’ân-ı kerîm okurken ve dinlerken, ders, va’z
dinlerken, nemâz kılarken, her ibâdeti yaparken, kendini o kıyâfetde düşünür.
Bunları yapan, kendi değil, odur der. Böyle yapılan ibâdetlerden çok lezzet
duyulurdu.
Râbıta yapmakla çabuk ilerlerdi. Allahü teâlânın rızâsına
kavuşurdu. Üçüncü kısma (Tam râbıta) denirdi.
Tam râbıta yapan, kendi kalbini düşünürdü. Kalb, ya’nî gönül,
sol memenin altında ve iki parmak aşağıda, yürek denilen bir parça etde bulunan
nûrdan bir kuvvetdir. Yürek, yumurta veyâ kozalak gibidir. Buna, (Kalb-i sanevberî) denir. Burada bulunan nûrdan
kuvvete, (Kalb-i hakîkî) denir. Kalb-i
sanevberî, kalb-i hakîkînin yuvası gibidir.
Kendine sıkıntı vermeden, nemâzda oturur gibi edeble
otururlardı. Başını ve vü-
---------------------------------
[1] Bunlara, seyyid Abdülhakîm efendi de ilâve edilir.
cûdünü
azıcık kalbe eğer. Gözlerini yumar, ya’nî kaparlardı. Çünki göz, kalbin
kılavuzu gibidir. Göz ne ile meşgûl olur ise, kalb de onunla meşgûl olur.
[Bütün his organları da böyledir.] Bunun
için, duygu organlarının hiçbiri birşey duymamalıdır. Hiçbir uzvunu
oynatmazlardı. Dudaklar birbirine yapışırdı. Dil damağa değer, (Allah) kelimesini, hayâli ile, düşünerek, o
(nûrdan kuvvet) üzerinden geçirir. Hayâl ile, zevk, şevk, saygı ile, (Onun gibi, hiçbirşey yokdur)
âyet-i kerîmesine uyarak, hiçbirşeye benzemeyen bir zâtın ismi olan
Allah, Allah, Allah derlerdi. Söylerken, hiçbir sıfatını düşünmez. Hattâ hâzır
ve nâzır olduğunu bile hâtırlamazlardı. Tesbîhi alıp, sağ elinin baş parmağı
ile Allah, Allah diyerek, tesbîh dânelerini atar. Kalbine bir düşünce gelmemesi
için uygun göreceği gibi çabuk veyâ ağır ağır zikr ederlerdi. Zikrin, kalbin
yakınında olması lâzımdır. Zikr günde, en az beşbindir. Ramezân-ı şerîfde
onbeşbin, başka aylarda yedibin, mümkinse her zemân onbeşbin olurdu. Zikr, bu
kadar anlatılabilir. Yapınca anlaşılır. İyi
yapmak çok yapmakla olur. (Ölüm gelmeden önce zikr et! Çünki, kalbin
temizliği zikr ile olur. Allahü teâlânın zikrinden başka, her ne olursa olsun,
can çıkarmakdır) sözü meşhûrdur.
Tesavvuf bilgilerinin mütehassısları, (Zikr etmekle kalb
temizlenir. Zikr etmekle, Allahın sevgisi elde edilir. Zikr etmekle, ibâdetin
tadı duyulur. Zikr etmekle, îmân kuvvetlenir. Zikr etmekle, nemâz kılmak hevesi
artar. Zikr etmekle, ahkâm-ı islâmiyye kolaylıkla yapılır. Zikr etmekle,
taklîdcilikden kurtulup, vicdânîliğe kavuşulur. Kur’ân-ı
kerîmdeki (Allahü teâlâyı çok zikr ediniz!) emri bunu göstermekdedir) derlerdi. [Zikrin
nasıl yapılacağı, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin, cild 2, 113.cü mektûbunda
yazılıdır. Bu mektûbun tercemesi, (Kıyâmet ve
Âhıret) kitâbı 165.ci sahîfede vardır.]
Tesavvuf yolunda ilerlemek için, önce tevbe, sonra istihâre
yapılırdı. Tevbe yapmak için kısaca, (Yâ Rabbî! Bulûğum ânından şimdiye kadar
yapdığım günâhlara pişmân oldum. Şimdiden sonra da, inşâallahü teâlâ hiç günâh
işlememeğe söz veriyorum) denir. Günâhlar ayrı ayrı sayılmaz. Sonra gusl
abdesti alınır. Guslden sonra, o gece (İstihâreye
niyyet etdim) diyerek iki rek’at nemâz kılıp, yatılırdı. Birinci rek’atde
(Kâfirûn), ikinci rek’atde (İhlâs) sûresi okunurdu. Hergün, böyle zikr
ederlerdi. Tevfîk Hak teâlâdandır derlerdi.
İmâm-ı Birgivînin (Kırk hadîs)i,
yirmibirinci hadîsine göre, her mü’minin istihâre yapması sünnetdir. İbni
Âbidînde diyor ki, (İstihâre nemâzından sonra şu düâ okunur: Allahümme innî
estehîrüke bi-ilmike ve estakdirüke bi-kudretike ve es’elüke min fadlikel’azîm
fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta’lemü velâ a’lemü ve ente allâmül-guyûb).
Yedi gece böyle istihâre yapılır. Sonra, kalbe gelen şey yapılır. İstihâreden
sonra, abdestli olarak, kıbleye dönüp yatılır. Rü’yâda beyâz veyâ yeşil görmek
hayra alâmetdir. Siyâh veyâ kırmızı görmek şerre alâmetdir denildi. İstihâre
nemâzını başkasına kıldırmak sünnet değildir. İstihâre yapmasını öğrenmeli, bu
sünneti kendisi îfâ etmelidir. Bedenle yapılan ibâdetleri başkasına yapdırmak
câiz değildir.
31 Mayıs 1339 [1923]
Zil-ka’de 1341
Esseyyid Abdülhakîm
Resûlullahın
vârisi, müceddid-i elf-i sânî,
İlm-i zâhirde müctehid, tesavvufda Veysel Karânî.
Dîni
yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü’mine,
Uyandırdı gâfilleri, yüce imâm-ı Rabbânî.
İyi
bildi ilm-i hâli, şer’a uygundu her hâli,
Küfr sarmışken cihânı, oldu Ebû Bekr misâli.
Sohbetinden
feyz aldılar, hem kumandan,hem de vâlî,
Ömer
Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî.