Bu mektûb, mevlânâ Hüseyne yazılmış
olup, Arşı ve Kürsîyi bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun beğendiği, seçdiği kullarına
selâm olsun!
Arş-ı Mecîd, Allahü teâlânın şaşılacak mahlûklarından
biridir. Âlem-i halk ile âlem-i emr arasındadır. Âlem-i kebîrdendir. Âlem-i
halkın en büyüğüdür. Âlem-i halka da benzer, âlem-i emre de benzer. (Âlem-i halk), [madde âlemidir] yerler, dağlar,
gökler olup, [bu âleme (Âlem-i şehâdet) de
denir. (Âlem-i mülk) de denildiği, (Reşehât)da yazılıdır] bu âlem, altı günde
yaratılmışdır. Fussılet sûresinde, dokuzuncu âyetde
meâlen, (Yer küresini iki günde yaratdı) buyuruyor. Arş, âlem-i halkdan önce yaratıldı.
Nitekim, Hûd sûresinde, yedinci âyet-i kerîmede
meâlen, (Allahü teâlâ, gökleri ve yeri altı günde
yaratdı ve Arşı, su üzerinde idi) buyuruldu.
Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldığını gösteriyor.
Demek ki Arş, yerin yapısında olmadığı gibi, göklerin yapısına da benzemez.
Çünki Arş, âlem-i emre çok benzer. Bunlar ise, hiç benzemez. Arş, yerden
ziyâde, göklere benzer. Bunun için göklerden sayılmakdadır. Fekat o, yer küresi
olmadığı gibi, gök de değildir. O hâlde, yere ve göke benzer tarafı yokdur.
Kürsîye gelince, Bekara sûresi,
ikiyüzellibeşinci âyeti olan Âyet-el-kürsîde meâlen, (Onun Kürsîsi, göklerden ve yerden
genişdir) buyuruldu. Demek ki, Kürsî
de, göklerden başka bir şeydir. Kürsî, âlem-i emrden değildir. Çünki, Arşın
altında olduğu söylenilmişdir. (Âlem-i emr) ise,
Arşın üstündedir. [Maddeli ve zemânlı değildir. Âlem-i emre, (Âlem-i melekût) ve (Âlem-i
ervâh) da denir.] Kürsî, âlem-i halkdan olunca ve göklerden ayrı
olarak yaratıldığı için, bu altı günün dışında yaratılması lâzım geliyor.
Nitekim, âlem-i halkdan olan su, altı günün dışında yaratıldı ve dahâ önce
yaratıldı. Kürsî için bize birşey
bildirilmediğinden onu başka zemâna bırakıyorum. Bilgi vermesini, Hak
celle ve âlânın lutfünden, kereminden bekliyorum. Yâ Rabbî! Bilgimizi artdır!
Yukarıdaki yazı, iki şübheyi aydınlatmış oldu: Biri, yer ile
gökler olmayınca, altı gün nasıl belli olur? Pazar günü, pazartesiden nasıl
ayırd edilir? Arşın göklerden önce yaratıldığı bilinince, zemânın belli olacağı
anlaşılır ve günler hâsıl olur. [Gece gündüz olması lâzım değildir. Nitekim,
kutublarda altı ay gündüz ve altı ay gece oluyor. Fekat altı aylık, ya’nî
yüzseksen günlük zemân diyoruz.] Günlerin birbirinden ayrı olması için, güneşin
doğup batması şart değildir. Nitekim, Cennetde günler ayrı ayrı olacakdır.
Hâlbuki, Cennetde güneşin doğup batması yokdur.
İkinci şübhe, bu fakîrin [ya’nî İmâm-ı Rabbânînin] bilgisine
göredir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde, (Yere ve
göke sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım) buyurdu. Buradan
anlaşılıyor ki, tam zuhûr, mü’min kulun kalbine mahsûsdur. Hâlbuki, birkaç
mektûbda tam zuhûr, Arşa mahsûsdur demişdim ve kalbdeki zuhûr, Arşdaki zuhûrdan
bir şuâ’ olduğunu bildirmişdim. [Kelimeleri Peygamberimizden “sallallahü aleyhi
ve sellem”, ma’nâları, Allahü teâlâdan olan hadîs-i şerîflere, (Hadîs-i kudsî) denir.] Yukarıda bildirilenden
anlaşıldı ki, Arş-ı mecîdin hâli, hükmü, yerin ve göklerin hâli, hükmü gibi
değildir. Mü’minin kalbine sığmaz ve Arşa sığar. Cevâbı şudur ki, yer ve gökler
ve bunların içinde bulunan herşey, böyle geniş değildir. Yalnız mü’min kulun
kalbinde bu genişlik vardır. Hadîs-i kudsîde, kalbin, yer ve göklere göre geniş
olduğu bildirildi. Bütün mahlûkâta göre geniş buyurulmadı ki, Arş da hesâba
katılmış olsun. O hâlde, başka mektûblardaki yazılarımız, hadîs-i kudsîye
uymuyor denilemez.
Arş-ı mecîde tam zuhûr vardır. Yeri ve gökleri, içindekilerle
berâber, Arşın karşısına korsak, hemen yok olurlar ve eserleri bile kalmaz.
Yalnız, mü’min insanın kalbi kalır. Çünki, ona benzemekdedir.
Arşın üstündeki âlem-i emre olan zuhûr öyledir ki, Arş da
bunun yanında hiç kalır. O hâlde, her üst makâma olan zuhûr, aşağısına göre hep
böyledir. Âlem-i emr
bitince, hayret ve cehl âlemi başlar. Bu âlem için, ma’rifet
olursa, mahlûkların aklına, anlayışına uymıyan, bilinmiyen bir ma’rifetdir.
İnsanın ve kalbin kemâlini de biraz
bildirelim: Arş-ı mecîd herne kadar en genişdir ve tam zuhûra mâlikdir.
Fekat, kavuşmuş olduğu bu ni’metden haberi yokdur. Bu kemâle şü’ûru olmaz.
İnsan kalbi ise, şü’ûrludur. Kendini bilir. Kalbin bir ikinci şerefi, üstünlüğü
de şudur ki, bir insanın hepsi (Âlem-i sagîr) [küçük
mahlûk]dir. (Âlem-i halk) ile (Âlemi emr)den meydâna gelmişdir. Bunların
toplanması ile, bir hey’et, birlik hâsıl olmuşdur ki, ayrı bir ehemmiyyet, hükm
taşır. (Âlem-i kebîr)de [insandan başka,
bütün mahlûklarda] böyle bir hey’et yokdur. Eğer varsa, hakîkî değil,
görünüşdedir. Bu hey’et yolu ile insana ve insanın kalbine gelen feyzler,
fâideli şeyler, Âlem-i kebîre ve bu âlemin kalbi gibi olan Arş’a pek az nasîb
olur. İnsanda bulunan toprak maddeleri, bütün âlemin yapı taşıdır. Çok uzak
olduğu hâlde, en çok onda zuhûr etmekdedir. Toprak maddelerinin kemâlâtı,
âlem-i sagîrin [insanın] bütün hey’etine sirâyet etmişdir. Âlem-i kebîrde böyle
bir hey’et [topluluk] bulunmadığından, orada sirâyet etmez. O hâlde, insan
kalbi, bu kemâlâta da mâlikdir. Arş ise, mâlik değildir.
Kalbe mahsûs olan bu kemâlât, bu üstünlükler, bir bakımdan
olan üstünlükdür. Her bakımdan üstünlük, Arşa olan zuhûrdadır. Arş’a, çölleri,
ovaları aydınlatan, geniş bir ışık kaynağı dersek, kalb, o kaynakdan yakılmış
bir kibrit gibidir. Şu kadar var ki, ba’zı şeyler katarak, bu kibritin ışığı
başka dürlü parlatılmakdadır. Bu parlaklık, bir bakımdan olan bir üstünlükdür.
Herşeyin hakîkatini, özünü doğru olarak, ancak Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî!
Bizlere verdiğin nûru temâmla, günâhlarımızı magfiret et! Sen herşeyi
yapabilirsin! Efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbına
“radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” ve Peygamberlerin ve yakın olan meleklerin
hepsine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, Allahü teâlâ iyilikler, selâmetler ve
bereketler versin!
Azrâil, başına geldiği zemân,
kırılır ayakla kol, yavaş yavaş.
Mevlâm nasîb etsin din ile îmân,
akar gözlerinden sel, yavaş yavaş.
Yüksek uçan gönül, yorulur birgün,
ölçü terâzîsi, kurulur birgün.
Herkesin yapdığı, sorulur birgün,
döner mi, yâ Rabbî, dil yavaş yavaş.
Hep nefsine uydun, tevbe etmedin,
her bulduğun yidin, şükr etmedin.
Nihâyet, bu kara toprağa geldin,
çekilir dünyâdan el, yavaş yavaş.
Kabrin üzerine dikerler taşı,
bir avuç toprağa koyarsın başı.
Baba, oğlun görmez, kardeş kardeşi,
gider, geri dönmez yol, yavaş yavaş.
Kâfûrlu, ılık suyu koyarlar,
o nazlı bedeni, tekmîl soyarlar.
Öldüğünü konu komşu duyarlar,
gelir geri ahbâblar, yavaş yavaş.