Bu
mektûb, Seyyid mîr Muhibbullah-i Mankpûrîye yazılmış olup, kelime-i tevhîdin ma’nâsını
bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına
selâmlar, kusûrsuzluklar olsun! (Lâ ilâhe
illallah!) Ya’nî ülûhiyyete, ma’bûdiyyete hakkı olan, yalnız Allahü
teâlâdır. Şerîki, ortağı, benzeri yokdur. Vâcib-ül-vücûddür, varlığı, elbette
lâzımdır. Noksânlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri, Onda yokdur. (Ma’bûd), ibâdet olunan şey demekdir. (İbâdet), kulluk etmek, tapınmak, ya’nî hudû’ ve
tezellüldür. Ya’nî, kendini aşağılamak, alçaltmak demekdir. Bütün kemâlât,
yükseklikler, iyilikler kendisinde bulunan, hiçbir noksânlığı olmıyan ve
herşey, var olmak için ve varlıkda kalabilmek için, Ona muhtâc olan ve kendisi
hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc olmıyan ve herkese fâide ve zarar yalnız
Ondan gelen ve Onun izni ve emri olmadıkca, hiçbirşeyin, hiçbirşeye zarar ve
iyilik yapamıyacağı, Ondan başka herşeyin önü ve sonu yokluk olup, hep var olan
bir kimseye ancak ibâdet olunur. İbâdet, yalnız böyle bir kimsenin hakkıdır.
Allahü teâlâdan başka, böyle bir kimse yokdur ve olamaz. Bu yüksek sıfatlar
başkasında da var dersek, Ona, başkası denilemez. Başka olmak için, farklı
olmak lâzımdır. Böyle bir başkasını, ondan farklı, ayrı düşünürsek, ülûhiyyet
ve ma’bûdluk şartları, bu ikincisinde noksân olur. Ülûhiyyet ve ma’bûdluk hakkı
olamaz. Çünki, bunun, birinciden ayrı olması için, ma’bûdluk sıfatlarından
birinin, bunda bulunmaması lâzımdır. Bunun için de, noksân olmuş olur. Bu
ikincisinin, kemâl sıfatlarını temâm kabûl edip de, ayrılık olmak için, noksân
sıfatlardan bir dânesini kendisinde bırakırsak, yine kendisi kusûrlu olmuş
olur. Meselâ, herşey Ona muhtâc olmasa, muhtâc olmıyanların ibâdet etmesi niçin
lâzım olur? Eğer, bir işde, birşeye muhtâc olursa, yine noksânlık olur. Eğer
herşeye iyilik ve zarar Ondan olmasa, Ona ne lüzûm olur. İbâdete neden lâyık
olur? Eğer, Onun izni, haberi olmadan, bir kimse, birşeye iyilik ve zarar
yapabilirse, Ona yine lüzûm kalmaz. İbâdet olunmağa hakkı olmaz. Bütün kâmil
sıfatları kendinde toplayan, ancak bir olmak, şerîki, ortağı bulunmamak
lâzımdır. İbâdete hakkı olan, yalnız bir olmak lâzımdır. O da bir olan, Allahü
teâlâdır.
Süâl: Söylenilen şeklde
farklı, ayrı ikinci bir ma’bûd olamaz ise de, belki bizim bilmediğimiz, başka
sıfatları bulunan farklı bir ma’bûd dahâ bulunamaz mı? Böylece, O da noksân
olmaz.
Cevâb: O bilmediğimiz sıfatları
da, yâ kâmil sıfatlardır veyâ noksân sıfatlardır. Her iki şeklde de, yine aynı
mâni’ mevcûddur. O yine noksân olmuş olur. Allahü teâlâdan başkasının ibâdete
hakkı olmadığını göstermek için, şunu da söyliyelim ki, Allahü teâlâ, herşeyin
varlığı için, bütün ihtiyâclarına kâfî olunca ve her şeye fâide ve zarar Ondan
gelince, başka bir ma’bûd işsiz kalır. Hiçbirşey, Ona muhtâc olmaz. O hâlde,
Onun ibâdet edilmeğe niçin hakkı olur. Ya’nî, Ona karşı zillete ve alçak
görünmeğe ne lüzûm olur? Kâfirler, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ediyor,
yalvarıyor, ihtiyâclarını ondan umuyor. Kendi yapdıkları putlara, heykellere
tapınıyor. Bunlar, kıyâmetde bize şefâ’at, yardım edecek diyorlar. Ne kadar
aldanıyorlar. Bunların şefâ’at edebileceğini nereden anlıyorlar? Yalnız zan ile
veyâ başkasına aldanmakla, birini, ibâdetde, Allahü teâlâya şerîk yapmak, ne
büyük şaşkınlık, ne büyük zarardır. İbâdet, kolay ve ehemmiyyetsiz birşey
değildir ki, ölüp giden bir insana, taşa, heykele kulluk edilsin. Elinden
birşey gelmiyene, hattâ kendinden dahâ zevallı olana, ibâdet olunmak hakkı
verilsin. Ülûhiyyet olmadıkca, ibâdet edilmeğe hak olmaz. (Ülûhiyyet sıfatları) bulunana ibâdet edilir. Bu
sıfatları bulunmıyanın ibâdet olunmağa hakkı yokdur. Ülûhiyyetin birinci şartı
ise, vücûb-i vücûddur. Ya’nî varlığı lâzım olmak, elbette var olması lâzım
olmakdır. Varlığı lâzım olmıyan, ilâh olamaz ve ibâdete müstehak olamaz. Ne
kadar ahmaklıkdır, şaş-
kınlıkdır
ki, varlığı lâzım olan, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yokdur, dedikleri hâlde,
başkalarına tapınıyorlar. Bilmiyorlar ki, ma’bûd olmak için, ibâdet olunmak
için, varlığın lâzım olması şartdır. Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım kimse
olmayınca, ibâdete lâyık da, Ondan başkası bulunmaması îcâb eder. Ondan
başkasına ibâdet etmek, başkasının vücûdünü de lâzım bilmek olur.
İşte (Lâ ilâhe illallah) kelime-i
tayyibesini tekrâr tekrâr söylemekle, vücûdü lâzım olanın Allahdan başkası
olmadığı ve Ondan başkasının ibâdete hakkı bulunmadığı bildirilir. Bu ikisinden
en fâidelisi, başkasının ibâdete hakkı olmadığıdır ki, bunu ancak Peygamberler
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmişdir. Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü
vettehıyyât” uymayanlar da, Allahü teâlâdan başkasının vücûdü lâzım değildir
diyor. Vâcib-ül-vücûd birdir diyorlarsa da, ibâdete müstehak olmakda
aldanıyorlar. Allahü teâlâdan başka, ibâdet olunmağa lâyık kimse olmadığını
anlıyamıyor, başkalarına tapınmakdan sıkılmıyorlar. Kilise yapmakdan
çekinmiyorlar. Kiliseleri yıkan, putlara, heykellere, diri veyâ ölü bir insana
tapınmağı önleyen, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”.
Bunlar, Allahü teâlâdan başkasına tapanlara (Müşrik)
demişlerdir. Müşriklerin, (Allahü teâlâdan başkasının varlığı lâzım
değildir. Ondan başkası, olsa da olur, olmasa da olur. Vâcib-ül-vücûd yalnız
Odur) deseler de, başkasına tapdıkları için, yine müşrik olduklarını beyân
buyurmuşlardır. Çünki, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet olunmamasına ehemmiyyet
vermişlerdir. Ya’nî söze değil, işe kıymet vermişlerdir. Çünki, Ondan
başkasının ibâdete hakkı olmayınca, Ondan başka Vâcib-ül-vücûd yok demekdir. O
hâlde, bir kimse, Peygamberlerin dînine uymadıkca, ya’nî Allahü teâlâdan
başkasının ibâdete lâyık olmadığını bilmedikce, şirkden, müşrik olmakdan
kurtulamaz. Şirkin kısmlarından ve insanın kendinde ve dışarda bulunan ilâhlara
tapınmakdan sıyrılamaz. İnsanı bundan kurtaran, ancak Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dinleridir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gönderilmesinden maksad da, insanları bu devlete, bu ni’mete kavuşdurmakdır.
Bu büyüklere uymadıkca, şirkden kurtulmak nasîb olmaz. Onların milletine
girmedikce, tevhîd mümkin olamaz. Nisâ sûresi,
kırksekiz ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ, müşriki afv
etmiyecekdir) buyruldu. Burada, müşrik kâfir demekdir. Çünki,
dinlere inanmamak küfrdür. Şirk, küfrün kısmlarından biridir. Bir
kısmını söylemekle, hepsi söylenmiş oldu. Bunun için, şirk afv olmıyacağı gibi,
islâmiyyetin herhangi bir hükmünü inkâr eden de kâfir olup afv olunmıyacakdır.
O hâlde, (Niçin âyet-i kerîmede, yalnız şirk afv olunmaz, buyrulmuşdur?)
demenin yeri yokdur.
Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı
meydândadır. Hattâ hadsîdir. Ya’nî düşünmeğe lüzûm kalmadan, akla geliverir.
Bir kimse, ibâdetin ma’nâsını iyi anlasa ve Allahü teâlânın yukarıda
bildirdiğimiz sıfatlarını iyi düşünse, Ondan başkasının ibâdete hakkı
olmadığını hemen bilir. Bunu bildirmek için söylenilenler, meydânda olan
şeyleri haber vermek gibidir. Böyle haberlerin red olması, i’tirâz olunması,
münâkaşa edilmesi olmaz. Bu haberlere lüzûm kalmadan, kendiliğinden görmek
için, îmân nûru, îmân ışığı lâzımdır. Meydânda olan, bedîhî, çok şeyler vardır
ki ahmaklar, kalın kafalılar göremez. A’zâsı hasta ve a’sâbı bozuk çok kimse
vardır ki, göze çarpan ve çarpmıyan birçok âşikâr şeyleri göremez.
Süâl: Tesavvuf büyükleri
“kaddesallahü teâlâ esrarehüm”, (Arzû etdiklerin, ma’bûdun olur) buyurmuşdur.
Bunun ma’nâsı nedir ve doğrusu nasıldır?
Cevâb: Bir insanın maksûdu,
arzûsu, teveccüh etdiği, özendiği, sağ kaldıkca ele geçirmek istediği ve ele
geçirmek için, her zillete, alçalmağa katlandığı, hiç vaz geçmediği şey ise, bu
maksûdu, ma’bûdu olur ve bu hâli ibâdet olur. Çünki ibâdet, zilletin, inkisârın
son derecesidir. Allahü teâlâdan başka ma’bûd tanımamak için, Ondan başka maksûd
olmamak, Ondan başka murâd olmamak lâzımdır. Bunun için de, (Lâ ilâhe illallah) derken, Ondan başka maksûd
olmadığını bilmek lâzımdır.
Bu ma’nâ ile, bu
kelimeyi o kadar çok tekrâr ederler ki, hiçbir maksûdları kalmaz. Ondan başka
birşey arzû edilmez. Böylece, başka ma’bûdumuz yokdur, sözleri doğru
olur ve çeşidli ilâhlardan kurtulmuş olurlar. Ondan başka maksûd bırakmamak
sûreti ile, Ondan başka ma’bûd bırakmamağa kavuşmak, îmânın kâmil olması için
şartdır ve Evliyâya mahsûsdur. İnsanın, kendinde bulunan ma’bûdlarından
kurtulmasına bağlıdır. Nefs, itmînâna kavuşmadıkca, bu derece ele geçmez.
Nefsin itmînân bulması ise, Fenâ ve Bekânın temâmlanmasından sonradır. Parlak
olan islâm dîninin, ışıklı se’âdet-i ebediyye yolunun esâsı, temeli, kolaylık,
hafîflik ve kulları zahmetden, yorulmakdan kurtarmakdır. Çünki, insanlar,
za’îf, nâzik yaratılmışdır. Bunun için, islâmiyyet diyor ki, bir kimse,
maksadına kavuşmak için, Allah göstermesin islâmiyyetin dışına çıkarsa,
[farzlardan birini bırakır, bir harâm işlerse, meselâ nemâzı, orucu bırakır
veyâ içki içer, çıplak gezerse], bu maksûdu, onun ma’bûdu olur, ilâhı olur.
Maksûdu için islâmiyyetin dışına çıkmazsa, onu ele geçirmek için, harâm
işlemezse, islâmiyyet, o maksûdu red etmez, men etmez ve onu maksûd bilmez.
Onun maksûdu yalnız Allahü teâlâdır ve Onun dînini gözetmekdir, der. O maksûda
karşı, o kimsede, yaradılış îcâbı, bir arzû hâsıl olmuşdur. Fekat, bu arzûsu,
islâmiyyete olan arzûsunun mikdârına yetişememişdir.
Tesavvuf bilgileri îmânı kemâle ulaşdırdıklarından, burada
Allahü teâlâdan başka maksûd olmamak lâzımdır. Çünki, başka maksûd olursa,
ba’zan, nefsin yardımı ile, bunun arzûsu, Allahü teâlânın maksûd olmasını
aşabilir. Onu ele geçirmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak arzûsunu
basdırarak, ebedî, sonsuz felâkete sebeb olabilir. Bunun için, îmânın kâmil
olmasında, başka maksûdların kalmaması, mutlaka lâzımdır. Böylece, îmânın
azalması veyâ sönmesi önlenmiş, emniyyete alınmış olur. Evet, ba’zı
bahtiyârlar, ihtiyâr ve irâdelerinden kurtuldukdan sonra, bunlara yeniden irâde
ve ihtiyâr verilir. İrâde-i cüz’iyyeleri kendilerinden gitdikden sonra,
bunları, irâde-i külliye ile şereflendirirler.
[Tesavvuf bilgileri îmânı kemâle ulaşdırır dedik. Tesavvuf,
Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demekdir. Ya’nî, her sözünde,
her işinde, herşeyde islâmiyyete yapışmakdır. Ne yazık ki, uzun zemândan beri
birçok câhiller, fâsıklar, alçak maksadlarına kavuşmak için, büyük
âlimlerimizin ismlerini, âlet olarak kullanıp, çeşidli ocaklar kurmuş,
islâmiyyetin, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebeb olmuşlardır. Hele son
zemânlarda, bid’atler ve harâmlar az veyâ çok, bütün tekkeleri kaplamış,
tarîkatcilik, islâmiyyeti yıkmak için en te’sîrli bir âlet hâlini almışdı.
Tekkelere müzik sokuldu. Çalgı çalarak, tegannî ederek, dans ederek yapılan
taşkınlıklara ibâdet denildi. (Dînî türk mûsikîsi) diye bid’atler uyduruldu.
Bunların bid’at olduğu, Kâdî-zâdenin (Birgivî
vasıyyetnâmesi) şerhinde uzun yazılıdır.
Şeyh ve tarîkatcı olarak ortaya çıkan ba’zı kimselerin,
ağızlarına ateş koyduklarını, ağızlarından alevler çıkdığını, bir yanağına
bıçak, şiş sokarak öteki yanağından çıkdığını, sokak ortasına yatarak,
üzerinden kamyon geçirildiği hâlde, kendilerine hiçbirşey olmadığını
görenlerden işitiyoruz. Bunların kerâmet olduğunu söyliyorlar. Görenler de
inanıyorlarmış. Allahü teâlâ bunların Mûsâ aleyhisselâm zemânında da
bulunduğunu haber veriyor. Bunlara kerâmet değil, sihr diyor. Böyle, göz
boyamaları, (Fetâvâ-yı hadîsiyye)nin
yüzondokuzuncu sahîfesinde ve (Mektûbât)ın
266. cı mektûbu sonunda ve üçüncü cildinde uzun bildirilmiş, harâm olduklarına
fetvâ verilmişdir. Bu büyücü, üfürükcü şeyhlerin, tarîkatcıların yalan sözleri,
(Hadîka) ve (Berîka)da
da uzun yazılıdır. Bunların din adamı değil, müslimânları aldatan şeytân
oldukları acı acı bildirilmişdir. Bu gösterileri, din değildir. Dinsizlikdir.
Avrupadaki, Japonyadaki kâfirler de, sahnelerde, sirklerde, bunlarınkinden dahâ
acîb, dahâ garîb şeyler gösteriyorlar. İslâmiyyet, oyun, komedi, maskaralık,
müzik dîni, sihrbazlık, canbazlık, hokkabazlık dîni değildir. İslâmiyyet,
inanması, yapması, sakınması lâzım olan şeyleri, güzel ve çirkin huyları
öğrenmek ve emrlere uymak, herkese iyilik yapmak dînidir. Şeyh-ul-islâm Ahmed
ib-
ni
Kemâl efendinin (El-münîre) kitâbında
diyor ki: Müslimâna ilk vâcib olan şey,
ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır. Ahkâm-ı islâmiyye, Allahü teâlânın ve
Resûlünün “sallallahü aleyhi ve sellem” emr ve yasak etdiği şeyler demekdir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Bir kimsenin havada uçduğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü
yâhud ağzına ateş koyup yutduğunu görseniz, fekat islâmiyyete uymıyan bir iş
yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları
doğru yoldan sapdırıcı biliniz!). (El-münîre)den terceme temâm oldu.
Bu hadîs-i şerîf hak yolda olan tesavvufcu ile, bâtıl yolda olan tarîkatcıları,
birbirlerinden kesin olarak ayırmakdadır. Osmânlıların son senelerinde,
memleketde, hadîs-i şerîfin haber verdiği sahte, câhil, fâsık tarîkatcılar
türemişdi. Çok şükr olsun ki, Allahü teâlâ bunu önledi. Ebû Bekr-i Sıddîk ve
Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü anhümâ” ve seyyid Ahmed Rıfâ’î, seyyid şerîf
Ahmed Bedevî, Ebül-Hasen Alî bin Abdüllah Şâzilî, seyyid Abdülkâdir-i Geylânî,
mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Muhammed Behâeddîn-i Buhârî, hâcı Bayram-ı velî ve
Ziyâüddîn-i Hâlid-i Bağdâdî gibi din büyüklerinin mubârek ismlerini, kâtı’ı
tarîk-ı ilâhî olan câhillerin elinde ve dilinde oyuncak olmakdan kurtardı.
Bugün memleketimizde ve bütün dünyâda bir Mürşid-i kâmil, bir Ârif-i mükemmil bulunduğunu
bilmiyoruz. Evet, (Kutb-i medâr) her
zemân bulunur. Şimdi de vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
zemânında da vardı. Bunlara, (Kutb-ül-aktâb) da
denir. Fekat, bunlara inzivâ lâzımdır. Bunları kimse tanımaz. Hattâ, ba’zan,
kendileri bile kendilerini bilmez. (Kutb-i irşâd) ise,
kayyûm-i âlemdir. Herkese rüşd ve îmân, bunun vâsıtası ile gelir. İslâmiyyeti
korur. Dîn-i islâm başı boş kalmaz. Din düşmanları pervâsızca, dîni yıkmağa,
değişdirmeğe saldıramaz. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü sirrehül’azîz”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, otuzbeşinci
ma’rifetde buyuruyor ki: (Kutb-i ebdâl) [ya’nî
Kutb-i medâr] âlemde, dünyâda herşeyin var olması ve varlıkda durabilmesi için
feyz gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâd ise, âlemin irşâdı ve hidâyeti için
feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Herşeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi,
derdlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin âfiyetde
olması, Kutb-i ebdâlin feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tevbe
etmek ise, Kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Her zemânda, her asrda
Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zemân, bunsuz olamaz. Çünki, âlem
bununla nizâm bulmakdadır. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası ta’yîn
edilir. Fekat, Kutb-i irşâdın her zemân bulunması lâzım değildir. Öyle zemânlar
olur ki, âlem îmândan ve hidâyetden büsbütün mahrûm kalır. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, o zemânın Kutb-i irşâdı idi. O zemânın Kutb-i
ebdâli de, Ömer “radıyallahü anh” ve Veysel-Karnî “kaddesallahü teâlâ
sirrehül’azîz” idi. Kutb-i irşâd ile, bütün insanlara îmân ve hidâyet
gelmekdedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet, kötülük hâline döner.
Şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehr hâline dönmesine
benzer. Yâhud safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Me’ârif) kitâbından terceme, temâm oldu.
(Berîka)nın üçyüzseksenbeşinci
sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin çoğu derin âlim ve müctehid
idiler. Kutb-i irşâdların hepsi böyle idi. (Buhârî)deki
hadîs-i şerîfde, (İlm üstâddan öğrenilir) buyuruldu.
Ma’rifet ise, keşf ve ilhâm ile hâsıl olur. İlm, keşf ile, ilhâm ile hâsıl
olmaz. İlmin kaynağı Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdir). Üçyüzyetmişyedinci
sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin çoğu müctehid idi. Gazâlî, Sevrî
ve İbrâhîm bin Edhem böyle idi. Kutb-i irşâdlar böyle idi). (Hadîka)nın üçyüzyetmişsekizinci sahîfesinde
diyor ki, (Me’ârif-i ilâhiyye ve hakâyık-ı rabbâniyye bilgileri, keşfle ve
ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün
islâmiyyet bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İslâmiyyet
bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve kitâblar
göndermesine lüzûm olmazdı). Bugün ve bundan sonra, herhangi bir câhilin,
büyüklerin kitâblarından çalarak ezberlediği yaldızlı sözlerine aldanma-
mağa,
câhil tarîkatcıların tuzağına tutulup, Ehl-i sünnetden ayrılmamağa çok dikkat
etmelidir].
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân eylediğin îmân ve yakîn nûrunu
artdır. İslâmiyyet ışığı ile aydınlanmamızı nasîb et. Kabâhatimizi ört.
Günâhlarımızı afv eyle!