İcâre, bir malın, kendini değil de,
menfe’atini ya’nî kullanılmasını satmak olup, kirâya vermek demekdir. Îcâb ve
kabûl ile yapılır. Bu satışın semenine (Kirâ,
ücret) denir. Mal sâhibine (Âcir) veyâ
(Mûcir), kirâcıya ve işverene, ya’nî
ücreti ödeyene, (Müste’cir), kendi
kuvvetini veyâ san’atini kirâya verene, ya’nî çalışan kimseye (Ecîr) denir. Müste’cir, mûcirin malından, ecîrin
de kuvvetinden veyâ san’atinden fâidelenip, buna karşı ücret ödeyen kimsedir.
(Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ül-muhtâr)da diyor ki, bir mal, şer’an ve
aklen nerede kullanılabilirse, o maksadla kullanmak için kirâya verilir.
Kumaşı, ev ve mutbah eşyâsını, süs, gösteriş olarak bulundurmak için; evi,
oturmayıp, köleyi, altını, gümüşü ve otomobili kullanmayıp, başkalarına
gösteriş yapmak için kirâ ile almak fâsid olur. Ücret vermesi lâzım gelmez.
Çünki, bu mallar, îcâb eden yerlerde kullanmak için kirâya verilmemişdir. Bunlar
yersiz kullanılsa bile, kirâ vermek lâzım olmaz. Koklamak için çiçeği, kokan
şeyi ve okumak için kitâbı kirâya vermek câiz değildir. Ücreti ve zemânı
söylenerek âriyet vermekle de kirâya verilmiş olur. Fekat ücreti söylemeden
kirâya vermek âriyet olmaz. Fâsid icâre olur.
İcârenin sahîh olması için, ücretin ve menfe’atin
bildirilmesi şartdır. Mekânın ve tarlanın menfe’ati, zemân bildirmekle belli
olur. San’at sâhiblerinin, menfe’ati, zemânı ve işi birlikde söylemekle, nakl
vâsıtalarında ise, bu ikiden herhangi birini söylemekle belli olur. Vakfın,
yetîmin, Beyt-ül-mâlın olan tarla, üç seneden, ev, dükkân ise, bir seneden
fazla kirâya verilemez. Uzun zemân kirâya verilmeleri için, Hanbelî mezhebi
taklîd edilmelidir. Fekat, kirâ şartlarının hepsinin Hanbelî mezhebine uygun
olması lâzım olur. Kirâ süresi içinde bozulup telef olan veyâ kullanırken helâk
olan şeyleri kirâya vermek câiz değildir. Meselâ para kirâya verilmez. Çünki,
kullanırken elden gider. Sütü için hayvânı, meyvesi için ağacı veyâ asmayı,
koyun otlatmak için tarlayı, yünü için hayvânı kirâya vermek câiz değildir,
fâsiddir. Altından ve gümüşden zînet eşyâsı süs olarak kullanmak için ve
elbise, kumaş, giymek için kirâya verilir. Kadınlar yalnız zevclerine karşı
süslenebilirler.
(Fetâvâ-yı
Feyziyye)de diyor ki, (Bey’de olduğu gibi, icâre de, lâzım
olmıyan şart ile fâsid
olur. Meselâ, değeri ma’lûm olan malını gemi ile belli iskeleye götürmesi için,
belli ücret ile sözleşirken, gemicinin malın gümrüğünü kendi malından vermesini
şart etmek fâsid olur. Fâsid icârelerde, sözleşilen ücret değil, ecr-i misl
verilir. Bey’de olduğu gibi, icâreyi de ikâle ve fesh etmek câizdir).
Müslimânın [Dâr-ül-islâmda] kâfire ücret ile hizmet etmesi
mekrûhdur. İbni Âbidîn beşinci cild, ikiyüzellibirinci sahîfede diyor ki, (Ücret
ile kâfirin şerâbını taşımak, kilise ta’mîr etmek ve hıristiyana zünnâr gibi
küfr alâmetlerini satmak İmâm-ı a’zama göre câizdir. Müslimân müşterîye mecûsî
mesti yapmak veyâ fâsık elbisesi dikmek mekrûhdur. Çünki, mecûsîye ve fâsıklara
benzemeğe sebeb olmakdır). Kâfir kadının müslimân çocuğa ve müslimân kadının
kâfir çocuğa süt anne tutulması câizdir. [Buradan anlaşılıyor ki, ölümden
kurtarabilmek için, müslimâna kâfir kanı da vermek câiz olur.] Bir menfe’ati,
başka cins menfe’at karşılığı kirâya vermek câizdir. Meselâ evin kirâsı
karşılığı olarak tarlayı kirâlamak câizdir. Fekat, elbiseyi kirâya verip, kirâ
olarak başka elbise almak câiz olmaz. Bir yeri, nemâz kılmak için kirâya vermek
câiz değildir. Bunun kirâsını almak harâm olur. Burasını bir iş yapmak için
kirâlamalı ve nemâz da kılmalıdır.
Tahtâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesi, son cildin sonunda
diyor ki, (Zâlim sultânların uşr olarak milletden alıp kullandıkları malları,
uşr denilse dahî, uşr olmaz. Divândan Câmekiyyelerini almış olurlar, ya’nî,
millete hizmet edenlere, devletin vereceği ücretleri, milletden toplamış
olurlar. Bu al-
dıklarını,
hizmet edenlere vermeleri lâzımdır. Tüccârdan aldıkları vergiler de böyledir.)
Bir san’at sâhibine malzeme vererek birşey yapdırmak da, onu
kirâ ile tutmak demekdir. Kirâ, deyn de, ayn da olabilir. Bey’de olduğu gibi,
icâre de şart ile fâsid olur. (Mecmû’a-i Cedîde) sâhibi
“rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Vakf dükkânın kirâcısı, mütevellînin izni
ile dükkânı başkasına ferâğ [devr] ederken, dükkândan ölünceye kadar
çıkarmamağı şart eylese, bu ferâğ câiz olmaz. Dükkânı geri alabilir). Burada
da, üç dürlü muhayyerlik vardır: İcâre de ikâle olunabilir. Söz kesilince,
ücret vermek lâzım olmaz. Ya’nî, âcir ücrete mâlik olmaz. Fekat, kendiliğinden
peşin verir ise veyâ sözleşirken peşin verilmesi şart edilmeyip de, ayrılmadan
önce, peşin olması şart edilirse, ücret
mûcirin mülkü olur. Kirâyı vermezse, malı teslîm etmez. Etmiş ise, kirâcıyı habs
etdirebilir. Mukâveleyi fesh edebilir. Fekat, malını geri teslîm almadan
satamaz. Söz kesilirken şart etmekle, kirâ peşin olmaz. Peşin olan ücret
verilmezse, âcir malı vermekden, ecîr de işi görmekden vazgeçebilir. Ücretin,
müddet bitince verilmesi de şart olunabilir. Mal sâhibi veyâ başkası, malı
kirâcıdan zorla alırsa, kirâcı kullanamadığı zemânın kirâsını vermez.
Mal sâhibi, kirâyı peşin alıp, malı teslîm etmezse, geçen
zemânın ücretleri mülkünden çıkar. Kirâcıya
geri vermesi lâzım olur. Peşin verilmiş böyle paranın zekâtını hangisinin
vereceğini, (Fetâvâ-i hindiyye) şöyle
anlatıyor: Kirâladığı evin on senelik kirâsı olarak bin lira peşin veriyor. Ev
kendine teslîm edilmiyor. Âcir, bir sene sonra, elindeki bin liradan dokuzyüz
lirasının zekâtını verir. İki sene sonra sekizyüz liranın verir. Her sene yüz lira noksânının ve ödediği
zekât noksânının zekâtını verir. Müste’cir, bir ve iki sene sonra zekât
vermez. Çünki, kendine geri verilecek para, nisâb mikdârını aşmaz. Üç sene
sonra, üçyüz liranın, her sene, yüz lira fazladan, vermiş olduğu zekâtları
düşerek kalanların zekâtlarını verir. Kirâ olarak, bin lira kıymetinde bir
câriye vermiş olsaydı, âcir hiç zekât vermezdi. Çünki, aldığı câriye ticâret
malı değildir. Müste’cir ise, eskisi gibi zekâtını verir. Ücret olarak hacm ile
veyâ vezn ile ölçülen mal vermiş olsaydı, mal deyn ise, para gibidir. Ayn ise,
câriye gibi olurdu. Âcir evi teslîm etmiş, parayı peşin almamış ise, zekât
vermeleri aksine döner. Ya’nî âcir, müste’cir için yazdığımız gibi, müste’cir
de, âcir gibi zekât verirler.
Mal sâhibi, günlük kirâyı, her akşam istiyebilir. San’at
sâhibleri, işçilik ücretini eşyânın sâhibinden alıncıya kadar, eşyâyı
vermiyebilir. Eşyâ helâk olup, teslîm edemezse ücret alamaz. Kendisinin yapması
şart edildi ise, başkasını çalışdıramaz. İşçiliği olmıyan hizmetlerde, meselâ
hammâl, kayıkcı, şoför, ücret almadığı için eşyâyı habs edemez. Eşyâ helâk
olursa ücretini alır.
Ev ve dükkân kirâya verilirken içinde ne yapılacağı
söylenmez ise, binâya zarar vermiyecek her iş yapılabilir. Kirâcı evi ve
dükkânı teslîm almadan önce, başkasına da kirâya verebilir. Taşınabilen şeyleri
veremez. Kirâya verilmiş malı, başka bir kimse kullansa, gasb etmiş olur.
Kirâcı kirâ vermez.
Velîsinin izni olmadan, çocuğa iş yapdıran, ücret vermeğe
mecbûrdur.
Kirâya verilen mal, kirâcıya teslîm edilince emânet olup,
kirâcının elinde kasdsız telef olunca ödemez. Âdet hâricinde kullanmak kasd
sayılır. Tarla kirâya verilirken, ne ekileceği bildirilmeli veyâ herşey
ekilebilir demelidir. Tarla, binâ yapmak, ağaç dikmek üzere de kirâlanabilir.
Müddet bitince, bunları kaldırmak veyâ tarla sâhibinin bunları satın alması
lâzımdır. Yonca da ağac gibidir. Ekin yetişmeden kirâ müddeti biterse, oluncıya
kadar müddet uzatılır. Hayvân, binmek ve yük taşımak için, elbise, giymek için
kirâlanır. Şarta uymayıp, hayvân, ev ve elbise zarar görürse, kirâcı tazmîn
eder. Zarar vermiyen şeyleri şart ederse, yapmak lâzım olmaz. Meselâ, evde iki
kişi oturacak denirse, üç, beş de oturabilir. Hayvâna, kamyona konacak eşyânın
cinsi değil, ağırlık şart edilir. Fekat, zararlı şey
yüklenmez.
Hayvânı çekerek veyâ döğerek sakat ederse öder. Hammâl, kamyon, şart edilen
yoldan gitmeyip, eşyâ telef olsa, gitdiği yol işlek değilse veyâ ârızalı ise
öder. Böyle değilse ödemez. Mektûblaşma ile de kirâlamak câizdir. Kirâlamada
cevâb vermemek, kabûl demekdir. Kirâcı, tarlaya buğday ekeceğim deyip de yonca
ekerse, sâhibi kirâyı artdırabilir. Terzi, caket yerine pantalon dikse, kumaş
sâhibi, isterse pantalonu alır, isterse kumaşı ödetir. Mal sâhibi, dahâ fazla
kirâ veren bulunca, müddet bitmeden, mukâveleyi bozamaz. Kirâda bulunan malı
satın alan başka kimse, kontratı bitmeden kirâcıyı çıkaramaz. Müşterî, kontrat
bitinciye kadar bekler veyâ bey’i mahkeme ile fesh etdirir. Senelik kirâsı
söylenip, müddet söylenmez ise, müddet bir sene olur. Müddet, söz kesildiği gün
başlar. Ücret ise, malı teslîm aldığı gün başlar.
Bir dükkânı kirâlayıp teslîm alan kimse, bir müddet iş
yapmayıp, dükkân kapalı kalsa, kirâyı tam vermesi lâzımdır. Bir senelik olmak
üzere, her aylığı şu kadar liraya olarak câiz
olduğu gibi, senelik toptan söylemek de câizdir. Kirâcı, san’atını
değişdirirse, iflâs ederse, başka şehre yerleşirse kirâ fesh olur.
Bir evin, bir odası yâhud bir dıvârı yıkılsa, kirâcı
çıkabilir veyâ tam ücret ile başka odasında oturur.
Kirâdaki binânın ve eşyânın ta’mîri ve
zemânla tıkanmış boruların ta’mîri ev sâhibine âiddir. Ta’mîr etmezse, kirâcı evden
çıkabilir. Fekat, yapdırmağa ev sâhibini cebr edemez. Ev sâhibinin izni ile
kendi yaparsa, parasını kesebilir. Kendiliğinden yaparsa, kesemez. Kullanmağa
lâzım şeylerin [meselâ hamur ocağı] ta’mîr parasını kirâdan kesemez.
Kirâcı, mala zarar verirse, mal sâhibi çıkaramaz. Fekat,
mahkemeye verir.
Habshâne ve gardıyan ücretini (Beyt-ül-mâl) öder.
Beyt-ül-mâl yoksa, alacaklı öder. Mahkeme masraflarını, da’vâcı öder. Kirâ
müddeti hitâmında, ev sâhibi gâib ise, kirâ müddeti, kendiliğinden bir misli
uzar. Kirâcı gâib olunca da böyledir. Ya’nî, mal sâhibi, kirâcının çoluk
çocuğunu evinden çıkaramaz. Fekat müddet bitmeden önce, başkasına kirâya vermiş
ise, müddet sonunda, birinci akd biter. İkincisi başlar. Birinci kirâcının
çoluk çocuğunu evden çıkarabilir. Müddet hitâmında, iki taraf da, icâreyi fesh
edebilir. Fekat, akd yapılmış olanın yanında fesh edilmesi lâzımdır.
Kirâ müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise, kirâcı çıkar.
Malı, olduğu gibi teslîm etmesi lâzımdır. Teslîm etmezse, gasb etmiş olur.
Fekat, kullanma sebebi ile, herkes için hâsıl olması âdet olan harâblık,
kabâhat sayılmaz.
Bir mahalden, bir mahalle gitmek üzere mu’ayyen bir hayvân,
araba, motor, kamyon kirâlandığı gibi, mu’ayyen insanın veyâ eşyânın
götürülmesi de sözleşilebilir. Vâsıta, yolda kalırsa, birinci şekldeki
kirâlamada, müşterî muhayyer olup, dilerse, ta’mîr oluncıya kadar bekler,
dilerse, vazgeçip oraya kadar olan parayı verir. İkinci sözleşme hâlinde ise,
vâsıta sâhibi, başka vâsıta ile hemen götürmeğe mecbûrdur. Vâsıtadan eşyâyı
indirmek de ona âid olur. Yol tehlükeli olup geri dönülürse, hiç ücret
verilmez.
Hamâm ve hacâmat parası almak câizdir. Erkek hayvânın dişiye
aşması ücreti alınmaz, harâmdır. [Dişi, erkeğin köyüne götürülürse, aygırın
sâhibine gıdâ ve hizmet masrafı ödenir.] Ustanın, yapdığı şeyi belli zemân için
garanti etmesi, sahîh değildir. Bu zemân içinde bozulursa, ta’mîr etmez.
(Hülâsa)da diyor ki, (Dinlemek
için hâfızı ve okumak için kitâbı kirâlamak câiz değildir). Kur’ân-ı kerîm
öğreten hocaya hediyye vermek lâzımdır.
Ezân, imâmlık, Kur’ân-ı kerîm ve mevlid okumak, din bilgisi
öğretmek için ücret almak câiz değil ise de, imâmlık, müezzinlik ve ilm
öğretmek için almağa izn verilmişdir. Harâm işler için ücret almak câiz
değildir.
Her dürlü kirâyı, ücreti vermiyen habs olunur. [Her çeşid
nakl vâsıtalarının üc-
retini
vermek, hiyle yapmamak lâzımdır. Umûmî hizmetlerde, emniyyet ve sıhhat
işlerinde çalışan memûrların, işçilerin, idârecilerin ücretlerini hükûmetler,
belediyeler vermekde ve her dürlü masraflarını karşılamakdadırlar. Bu
ödemeleri, milletin vekîlleri olarak yapıyorlar. Bu paralara kaynak olmak için,
milletden vergi alıyorlar. Bu vergileri ödememek veyâ hiyle yapmak, günâh olur.
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Redd-ül-muhtâr)ın
uşr bahsi sonunda ve (Bahr-ür-râık) sâhibi
“rahmetullahi teâlâ aleyh” Şurb fasllarında diyor ki, (Kimsenin mülkü olmıyan
umûmî nehrin temizlenmesi masrafı, Beyt-ül-mâlın cizye ve harâc kısmından
verilir. Zekât ve uşr kısmından verilmez. Çünki zekât paraları, yalnız fakîr
olan müslimânlara verilir. Beyt-ül-mâlın bu kısmının geliri yoksa, oradaki
insanlar temizler. Temizlemezlerse, fakîrler zor ile çalışdırılır. Zenginlerden
de, para alınıp, masraflar karşılanır). (Mecelle)nin
1321. ci maddesinde de böyle yazılıdır. Uşr bahsi sonunda ve Beyt-ül-mâlı
anlatırken bildirilen umûmî hizmetlerin masrafları da, hep böyle karşılanır.
Görülüyor ki, hükûmetin ve belediyelerin, yapdıkları hizmetlerin masraflarını
milletden istemeğe, hattâ zor ile almağa hakları vardır.]
(Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi
teâlâ aleyh” beşinci cildde, icâreyi anlatırken, otuzdördüncü sahîfede diyor
ki: Günâh işliyenleri, meselâ şarkı söyliyenleri, ölü için medhiyye söyleyip
ağlıyanları ve çalgıcıları kirâ ile tutmak sahîh değildir. Oyun için davul
çalmak da böyledir. Askerler için, düğün için davul çalmak câizdir. Şarkıcının,
çalgıcının kazandığı parayı, sâhiblerine geri vermesi lâzımdır. Sâhibleri bilinmezse,
fakîrlere sadaka vermelidir. Bunlar, kirâ ile tutulmayıp, önceden şart etmeyip,
hediyye olarak verilirse, alması halâl olur. Fekat, yine tayyib, iyi para
değildir. Çünki, âdet hâline gelen hediyyeler, şart edilen ücret gibidir.
İbâdet yapmak için de adam kirâlamak ve nemâz kılmak için ev
kirâlamak, Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde sahîh değildir. Meselâ, ücret ile
ezân okutmak, hacca göndermek, imâm tutmak, Kur’ân-ı kerîm öğretmek, din dersi
öğretmek câiz değildir. Şâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde, kabr başında ve
sâhibinin yanında ücret ile Kur’ân-ı kerîm okutmak câizdir. Fekat, bu
mezheblerde, beden ile yapılan ibâdetlerin sevâbları, başkalarının rûhuna
gönderilemez. Sonradan gelen din âlimleri [din düşmanları değil], Kur’ân-ı
kerîm ve din dersi öğretmek ve ezân, imâmlık için para ile adam tutmak câiz
olur dedi. Bunlara, sözleşilen ücretin verilmesi lâzım olur. Vermiyen habs
olunur. İbni Âbidîn bu satırları açıklarken buyuruyor ki: Aslında, ücret ile
ibâdet yapdırmak câiz değildir. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîm okuyunuz. Fekat, bunu geçim vâsıtası
yapmayınız!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Ezân okuyun. Ezân için ücret almayın!) buyuruldu.
Son zemânlarda, dinde gevşeklik olduğundan, Kur’ân-ı kerîmin ve din
bilgilerinin unutulmaması ve imâmlığın, müezzinliğin yapılabilmesi için ücret
ile yapdırılması zarûret hâline gelmişdir. Fekat bu fetvâ, bütün ibâdetlerin
ücret ile yapılabileceğini göstermez. Yalnız saydıklarımız zarûret olup,
mezhebin aslından dışarıda bırakılmakdadır. Hâfızlara ücret ile Kur’ân-ı kerîm
okutmak zarûret olmadığı için, muhakkak
câiz değildir. Tâc-üş-şerî’a, (Hidâye) şerhınde
diyor ki, (Ücret ile okunan Kur’ân-ı kerîmden, ne ölüye, ne de okuyana
sevâb hâsıl olmaz.) Aynî, (Hidâye) şerhınde
diyor ki, (Hâfızlar, para için, mal için okumamalıdır. Hâfız da, parayı veren
de günâha girer.) (Cevhere) kitâbında,
(Ücret ile, belli bir zemân Kur’ân-ı kerîm okutmak câiz değil diyenler olduğu
gibi, câiz diyenler de oldu. Doğrusu da budur) diyor. Burada, (Kur’ân-ı kerîm
öğretmek) yerine, yanlışlıkla (Kur’ân-ı kerîm okutmak) yazıldığı hâtıra
gelmekdedir. Nitekim (Cevhere)nin [1301]
yılı İstanbul baskısında, (Câiz değildir diyenler haklıdır) diyor. Kur’ân-ı
kerîm öğretmek ile Kur’ân-ı kerîm okumağı karışdırmamak lâzım olduğunu,
şeyh-ul-islâm Hayreddîn-i Remlî açıklamakda ve (Kur’ân-ı kerîmi ücret ile
okumak, bâtıldır, bid’atdir. Dört halîfe zemânında, hiç kimse bunu işlemedi.
Kur’ân-ı kerîm öğretmeğe zarûret vardır. Mezâr başında, ücret ile Kur’ân-ı
kerîm okutmak için ise zarûret yokdur) buyurmak-
dadır.
Câiz olup olmamak şübhesi, Kur’ân-ı kerîm öğretmek için alınan paradadır.
Kur’ân-ı kerîm ve mevlid okumak için ücret almağa câiz diyen olmamışdır. Din
kardeşinin kabrini ziyâret edip, rûhuna Kur’ân-ı kerîm okumak iyidir. Fekat,
ölürken bunu vasıyyet etmek câiz değildir. Okuyana yardım niyyeti ile de câiz
olmaz. Para vererek Kur’ân-ı kerîmden Rukye [muska] yazdırmak câiz buyurmuşlar
ise de, bu, tedâvî ücretidir [ve kâğıd, mürekkeb ücretidir]. İbâdet ücreti
değildir. İbni Âbidînden terceme temâm oldu.
Hamza efendi “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, (Bey’ ve Şirâ) risâlesinde diyor
ki, (Para ile Kur’ân-ı
kerîm ve başka şeyler [Mevlid] okutmak harâmdır. Bu parayı fakîrlere sadaka
verip, sevâbını ölüye bağışlamalıdır. Ücret ile yalnız Kur’ân-ı kerîm, din dersi
öğretmek, imâmlık, müezzinlik câiz görülmüşdür).
[(Hadîka) ve (Berîka) son sahîfelerinde diyor ki, (Hâfız
pazarlık etmeden, Allah rızâsı için hatm, cüz’ veyâ mevlid okursa, okutanın
hediyye etdiğini alması câiz olur. İ’tirâz ederse, aldığı harâm olur). Okutanın
da az vermesi câiz değildir. İmâm-ı Zâhidî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hâvî) kitâbında, (Hatm okutmak için, hâfıza,
kırkbeş dirhem [gümüş veyâ dörtbuçuk miskal, ya’nî bir liralık üç altın]den az
hediyye vermek câiz değildir) buyuruyor. Ne kadar çok verirse, sevâbı o kadar
çok olur. İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzkırkdokuzuncu sahîfede buyuruyor ki:
(Hâkimlik gibi ibâdetleri, ücret şart etmeden kabûl edip işe başlamalı, sonra
iş veren ne verirse almalıdır. Bu kadar para verirsen yaparım, vermezsen yapmam
demek bâtıl olur, ücreti alması harâm olur). Hâfız, okumak için, çok veren ile
az vereni ayırd etmemelidir. Ayırd ederse, para kazanmak için hâfız olmuş
demekdir. Bu ise, harâmdır. Hâfızlar, Kur’ân-ı kerîm ve mevlid okumakla
geçinmemeli. Bunları, para düşünmeden, Allah rızâsı için okumalıdır. İmâmlıkla, san’atle veyâ ticâretle
geçinmelidirler. Kur’ân-ı kerîmi basdırıp satanlar, bunu kitâbcılık ticâretine
âlet edenler, Kur’ân-ı kerîm öğretilmesine, okunmasına sebeb olmak niyyeti
ile olursa, câiz ve sevâb olur. Aldığı satış parası halâl olur. Fekat, böyle
niyetin alâmeti vardır ki, mal oluş fiyâtına yakın, az bir kârla satmalıdır.
Geçimi başka kitâblardan sağlanıyorsa, Kur’ân-ı kerîmi kârsız satmalıdır. (Şir’a)da diyor ki, (Mu’âz bin Cebel “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine, falanca, Kur’ân-ı kerîm yazıp satıyor dediklerinde,
bu, Kur’ân-ı kerîm satmak değildir. Kâğıd ve işçilik ücreti istemekdir.
Kur’ân-ı kerîmi satmak demek, onu para ile, ücret ile öğretmekdir buyurdu).
Kur’ân-ı kerîmi, okuyarak geçim vâsıtası yapmak için ezberliyen hâfızlar ve
tecvîd ile okumayıp, tegannî ile okuyan
hâfızlar, gerçekden hamele-i Kur’ân değildir. (Çok
hâfızlar vardır ki, Kur’ân-ı
kerîm, bunlara la’net eder) hadîs-i şerîfinde bildirilenlerden
olurlar].
Kirâya verdiği malı teslîm etmezse, teslîm edinciye kadar
habs olunur.
Müşterek olan mal, ancak ortağa kirâya verilir. İmâmeyn
başkasına da verilebilir buyurdu. Bir evi, birkaç kişiye kirâya vermek câizdir.
Ma’lûm ücret ile süt ana tutmak câizdir. Çocuğu ve bezlerini yıkamak, yidirmek
de ona âid olur. Erkek, âilesini süt analığa göndermiyebilir.
Fâsid icâre: İpliğin bir kısmını,
dokumacıya kirâ olarak bırakmak üzere dokutmak, eşyâdan bir kısmını, kirâ
olarak vermek üzere taşıtmak için hayvân kirâlamak, unun bir kısmını, kirâ
vermek üzere, buğday öğütmek fâsiddir. Bir kimse, birinin malını, iznsiz
kullansa, ücret vermez.
Ecîr-i
müşterek: Serbest işçi demekdir. Ya’nî herkese işler. Yâhud,
yalnız bir kişiye, zemân
belli olmadan işler. Ancak işini bitirince, ücreti verilir. Eşyâ, elinde,
emânet olup, helâk olursa ödemez. Fekat, helâk olmasına kendi sebeb olursa,
kasd bulunmasa dahî öder. Doktor, dişci, eczâcı, fen hâricinde, yanlış iş
yapıp, hasta zarar görürse öderler.
Ecîr-i hâs: Belli zemânda, belli işi
yapmak için husûsî tutulan işçidir. Elindeki mal, kasdsız helâk olursa, ödemez.
İşçiye farklı ücret ile iki veyâ üç iş gösterilip,
hangisini
yaparsa onun ücretini vermek câizdir. Dört iş göstermek olmaz. Sözleşilen zemân
iyi bilinmezse de, ücreti verilir. Ücret söylenmedi ise, tutulan kimse, işçi
veyâ san’at sâhibi olarak çalışan biri ise, o memleketdeki ücret üzerinden
hakkı verilir. Eğer böyle biri değilse, yardıma gelmiş olacağından birşey
verilmez. Çağırmadan gelene de ücret verilmez.
Bir işçi, kendi çalışması şart ise, yerine başkasını
çalışdıramaz.
Hammâl, yükü eve sokar. Fekat, yerine koyması lâzım
değildir.
Dellâl ve simsâr, işçi gibidir. Fekat, bunlar iş karşılığı
değil, elindeki malı satarsa ücret alır. Ücreti alacağına karşı tutmak üzere,
borclusunu ücret ile çalışdırmak câiz değildir. [(Dürr-ül-muhtâr)da
vakf kısmı sonu.]
Terziye kumaş verip, bir haftada
dikersen yüz lira, iki haftada dikersen elli lira veririm demek, İmâmeyne göre
câizdir. Dükkânda terzilik yaparsan, kirâsı yüz lira, demircilik yaparsan
ikiyüz lira demek câizdir.
Boyacıya kumaş veren kimse, kırmızı istemişdim, sen mavi
boyamışsın dese, boyacı da, mâvi istemişdin dese, kumaş sâhibinin sözü kabûl
olunur. Terzinin caket yerine pantalon dikmesi de böyledir. Bunların ücreti
verilmez. Kumaşı da öderler veyâ sâhibi isterse yapılan şeyi alıp piyasaya göre
işçilikden keser.
Malın kullanılacak hâli kalmazsa, icâre fesh olur. Kirâcının
özrü ile de fesh olur. Meselâ diş tabîbi ile pazarlık etdikden sonra, ağrının
kesilmesi veyâ ticâret için dükkân kirâladıkdan sonra, sermâyesinin helâk
olması veyâ borcu çıkıp ödeyecek başka malı bulunmaması gibi veyâ sefere gitmek
için kamyon tutmuş iken, bir sebeble seferden vazgeçmesi gibi. Fekat, şoför
seferden vazgeçerse, mukâveleyi bozamaz ise de, şoförün hastalanması özr olur.
Bir tüccâr, san’atkâr iflâs ederse, çırağı ile mukavelesi bozulur. Başkasına
çalışan san’atkâr böyle değildir. Kirâya verilen şeyin satılması da özr
değildir. Ya’nî mukâvele bozulmaz. Kirâladığı dükkânda yapdığı san’atı bırakıp,
başka san’ata başlamak özr olur. Bir ev kirâladıkdan sonra, sefere çıkmak da
özr olur. İki tarafdan birinin ölmesi de özrdür. Bir kirâcı, kirâladığı şeyi,
dahâ yüksek ücret ile kirâya vermesi câiz ise de, kirâ farkını sadaka vermesi
lâzımdır. Müşterek bir malı, ortaklar, müşterek kirâya verebilir. Ayrı ayrı
verirlerse fâsid, biri hissesini kirâya verirse, bâtıl olur.
SİGORTA: İbni Âbidîn
“rahmetullahi aleyh”, (Redd-ül-muhtâr) kitâbında,
kâfirin emân ile, ya’nî izn verilerek islâm memleketine gelmesini anlatırken
diyor ki, başka bir memlekete, onların izni ile giren kâfire (Müste’min kâfir) denir. Dâr-ül-islâma müste’min
olarak gelen bir kâfir, burada yaşamakda olan bir zimmî gibi, ya’nî bir gayr-i müslim vatandaş gibi korkusuz yaşar. Onun
haklarına mâlik olur. Bunun malını da, fâsid sözleşme ile almamız câiz olmaz.
Bu müste’mine veyâ zimmîye olan borcunu ödemiyen müslimân habs olunur.
Şu kadar var ki, müste’mini öldürene kısâs yapılmaz. Yalnız, (Diyet) denilen para cezâsı alınır. İbni Âbidîn, (İstîlâd)ı anlatırken buyuruyor ki, (Kıyâmetde, zimmînin ve hayvânların hakları
altından kurtulmak, müslimânın hakkından kurtulmakdan dahâ gücdür.
Zimmînin malını gasb eden veyâ çalan bir müslimân, kıyâmetde bunun azâbını
çekecekdir).
Dâr-ül-harbde bulunan bir (Müste’min
müslimân), meselâ, Türkiyeden Fransaya, ticâret için gitmiş olan bir
müslimân, kâfirlerin malını, fâsid akd ile alabilir. Çünki, Dâr-ül-harbde
bulunan müste’minin, kâfirlerin mallarını, onların rızâsı ile alması câizdir.
Meselâ, onlara para verip fâiz alması, kumar oynayıp alması câiz olur. Çünki,
onların malı, bizlere halâldir. Fekat, gadr, ya’nî sözümüzde durmamak, hıyânet
etmek, her yerde harâmdır. Gönül rızâsı ile malını almak, gadr değildir.
Malına, cânına, kadınına, kızına saldırmak gadr olur. Harâm olur. Fekat, müslimân
memleketinde bulunan müste’min kâfirin malını, gönül rızâsı ile olsa bile, câiz
olmıyacak yol ile almak, gadr olur. Çünki, islâm memleketinde, islâmiyyetin
emr-
lerine
uygun hareket edilir. İslâm memleketinde, müste’min ile de, müslimânlar ile
yapılması câiz olan sözleşmeler yapılır. Alması islâmiyyetde lâzım olmıyan
malları alınamaz. Âdet olsa da, alması yine câiz olmaz. Meselâ Meryem anayı
ziyâret için Kudüse gelenlerden ve turistlerden ayakbasdı parası veyâ başka
ismlerle birşey almak câiz olmaz. Müslimân hâcıdan ayakbasdı parası almak da
harâmdır.
Dâr-ül-harbde bulunan müslimân esîrin, onların malına,
cânına saldırması câizdir. Esîri serbest bıraksalar, râhat dolaşsa, çalışıp
kazansa da, saldırması câiz olur. Çünki, onlara söz vermiş, müste’min olmuş
değildir. Fekat, esîrin de, onların kadınlarına, kızlarına tecâvüz etmesi câiz
değildir. Çünki, nikâhlı âileden ve satın alınan câriyeden başka bir kadını
vaty etmek, hiçbir yerde câiz değildir. Bu ikisinden başka kadını vaty ederse,
zinâ olur. Mükâteb ve iki kişi arasında müşterek olan ve başkasına nikâhlı olan
câriyesini ve başkasının câriyesini vaty etmek câiz değildir. (Câriye), harbde düşmandan esîr alınıp,
Dâr-ül-islâma getirilmiş olan kâfir kadını demekdir. Ganîmet malları gibi,
gâzîlere taksîm olunurlar. Harbde esîr alınmıyan bir insanı satmak ve satın
almak câiz değildir.
Dâr-ül-harbde, meselâ bir hıristiyan ülkesinde bulunan
müslimân müste’mine, onların hükûmeti gadr ederse, meselâ, kanûnsuz olarak,
malını alırsa veyâ habs ederse, bu da, esîr gibi olur. Bu müslimânın da onlara
gadr etmesi câiz olur.
Sigorta parası almak da böyledir.
Meselâ, müslimân tüccâr, malını bir harbînin, ya’nî Dâr-ül-harbde bulunan
ecnebî, yabancı kâfirin gemisi ile gönderiyor. Gemi sâhibi olan kâfire, navlun,
ya’nî yol kirâsı veriyor. Ayrıca, Dâr-ül-harbde meselâ Londrada bulunan bir
harbîye, (Sikürte) ya’nî sigorta parası
denilen, belli bir ücret de veriyor. Gemi yanar veyâ batar veyâ soyulursa veyâ
başka şeklde, gemideki mal elden giderse, o harbî, bu malın bütün değerini,
sigorta parası karşılığı olarak, müslimân tüccâra ödüyor. Bu câizdir. Fekat,
harbînin, sultânın izni ile islâm memleketinde oturan müste’min bir vekîli de
vardır. Tüccâr sigorta sözleşmesini bu vekîli ile yapıyor. Sigorta parasını,
tüccârdan, bu vekîl olan kâfir alıyor. Denizde, tüccârın malından bir parça yok
olursa, bu parçanın değerini temâmen, bu vekîl ödüyor. Anladığımıza göre,
müslimân tüccârın, yok olan malının değerini bu vekîlden alması halâl olmaz.
Çünki, bu para, dâr-ül-islâmda yapılan sözleşme ile islâmiyyetin izn vermediği
bir alacakdır. [Kumar parası gibidir.]
Süâl: Emânetci, mal sâhibinden
emânet parası alınca, mal helâk olursa, malı ödemesi lâzım geliyor. [Kumar
olmıyor.] Sigorta da böyle değil midir?
Cevâb: Sigortacıdan alınan
para, emânetcinin ödemesi gibi değildir. Çünki mal, sigortacıya teslîm edilmiş
değildir. Gemiciye teslîm edilmişdir. Eğer, sigortacı, geminin sâhibi olursa,
ecîr-i müşterek, ya’nî serbest, genel işçi olur. Mal elinde emânet olur.
Verilen sigorta parası, emânetciye verilen para gibi olur. Bundan başka,
emânetci ve ecîr-i müşterek, batma, ölüm ve benzerleri gibi, sakınılamıyacak
sebeblerle elden çıkan malı ödemezler.
Süâl: Kefâleti anlatmağa
başlarken, deniliyor ki, bir kimse, birine, (Bu yoldan git! Bu yol emîndir, korkusuzdur)
diyor. O da bu yoldan gidiyor. Yolda soyuluyor. Söyliyen kimse, bunun malını
ödemez. (Bu yol emîndir. Eğer korkulu ise, soyulur isen öderim) derse, ödemesi
lâzım olur. Sigorta da böyle değil midir?
Cevâb: Yol emîndir demek, emîn
olduğunu biliyorum demekdir. Bir kimse, bilmiş olduğunu söylemekle kefîl olmaz.
(Eğer söylediğim gibi değilse, öderim) deyince kefîl olur. Kefîl olarak
aldatırsa, ödemesi lâzım olur. (Yolda soyulur isen öderim) demediği için kefîl
olmaz. Ödemesi lâzım gelmez. Kefîl olacağını söylemesi, aldatmadığına
alâmetdir. Meselâ, değirmene buğday getiren köylüye, değirmenci, bu kovaya koy
dese, köylü de koysa, kovanın deliğinden, buğdaylar suya dökülüp sürüklense,
gitse, değirmenci, koy derken kovanın delik olduğunu biliyorsa, buğdayları
öder. Çünki, söylerken aldatmış oldu. Demek ki, aldatmak demek için,
söyliyenin, tehlüke bulunduğunu bilmesi ve karşısındakinin ise, bilmemesi lâ-
zımdır.
Köylü, kovanın delik olduğunu görerek, bilerek buğdayını koyarsa, malını, kendi
isteği ile ziyân etmiş olur.
Sigortacının, tüccârı aldatmak kasdı olmadığı meydândadır.
Geminin batıp, batmıyacağını bilmez. Hırsızların, yol kesenlerin tehlükesi
varsa, bunu, sigortacı gibi, tüccâr da bilir. Tüccârın sigorta parası vermesi
de, yolda tehlüke olduğunu bilip, malı elden çıkınca, bedelini alabilmesi
içindir. Sigorta işi, yolcunun veyâ köylünün aldatılmasına benzememekdedir.
Müslimân tüccârın, Dâr-ül-harbde, [ya’nî İngiltere gibi
putlara tapınılan bir memleketde] bulunan bir harbî ortağı olup, bu ortağı,
orada, sigortacı ile sözleşme (anlaşma) yapar ve helâk olan malın bedelini,
orada sigortacıdan alıp, buradaki müslimân ortağına gönderirse, müslimân
tüccârın, gelen bu parayı alması halâl olur. Çünki, fâsid olan sözleşme,
Dâr-ül-harbde ve iki harbî arasında olmuşdur. Onların malı, kendi istekleri
ile, müslimâna gönderilmişdir. Alması günâh olmaz.
Müslimân tâcirin, Dâr-ül-harbe gidip, sigortacı kâfir ile
orada sözleşme yapması ve helâk olan malın değerini, Dâr-ül-islâmda,
sigortacının vekîlinden alması câiz olur. Çünki, Dâr-ül-harbde bir harbî ile
yapılan sözleşmenin kıymeti yokdur. Harbînin malını, onun rızâsı ile almış
olur. Kâfir ile sözleşmeği Dâr-ül-islâmda yapıp, malın bedelini kâfirden
Dâr-ül-harbde alırsa, kâfirin isteği ile olsa bile, alması halâl olmaz. Çünki,
bu parayı Dâr-ül-islâmda yapılan fâsid akd,
ya’nî sözleşme sonucu olarak almakdadır. Dâr-ül-islâmda yapılan her akd
mu’teberdir. Şer’î hükmleri yapılır. Bu akd, fâsid olduğu için harâmdır. İbni
Âbidînden terceme, burada temâm oldu.
Son asrın büyük âlimlerinden Muhammed Bahît-ül-Mutî-î
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Sükertah) risâlesinin
24. cü sahîfesinde, (Te’mîn, ya’nî sigorta sözleşmesi, fâsid bir akddir. Çünki,
muhtemel olan bir tehlükeye bağlanan bir sözleşmedir. Bu ise kumardır) diyor.
Ahmed İbrâhîm efendi de, (Mecellet-üş-şübbân-ül
müslimîn)in 1941 senesinin 3. cü sayısında, (Hayât sigortası, bir
tehlükeye bağlanan bir kumardır) demekdedir. Bu âlimlere karşılık, doktor
Sıddîk Muhammed Emîn Darîr, (Hedy-ül-islâmî)nin
1975 senesi altıncı sayısında, (Sigorta yardımlaşmadır. Bir kimseye gelen
tehlükeyi, birçok kimsenin paylaşmasını
te’mîn etmekdedir. Sigortacı bu
yardımlaşmağa kefîl olmakdadır. Sigortalı ve sigortacı, alacakları
ve verecekleri paradan emîndirler. Sigorta, tehlükenin zararından kurtulmak
içindir. Kumar ise kendini tehlükeye atmakdır. Sigorta ciddî bir sözleşmedir.
Kumar ise oyundur. Evet, sigorta, (Garer) bulunan,
ya’nî sonu muhtemel ve şübheli olan bir (Akd)dir,
bir sözleşmedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, garer bulunan satışı yasak etmişdir. Yakalamadan önce balığı
satmak böyledir. Sigortadaki garer, garer-i fâhişdir. Fekat umûmî
ihtiyâc olunca ve başka çâre bulunmayınca, garer bulunan akdler câiz olur.
İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ihtiyâcı
şöyle ta’rîf etmekdedir: Memnû’ olanı kullanmazsa meşakkat hâsıl olacak hâldir.
Fekat, kullanmazsa ölüm hâsıl olmaz). Tehlükeye, zarara düşen insanın,
yardıma ihtiyâcı inkâr edilemez. Fekat, kâr, kazanc için kurulmuş olmıyan
teberru’ yardım şirketleri bu işi görür. Kâr, kazanc için kurulmuş olan sigorta
şirketlerine lüzûm yokdur. Yardım şirketlerini, teberru’ edenler arasından
seçilenler veyâ hükûmetler idâre eder.
Muhammed Emîn Darîr, kendi fikri ile, kendi mantıkı ile
büyük fıkh âlimlerine karşı geliyor. Hâlbuki, fikri de, mantıkı da fıkh ilmine
uygun değildir. Evvelâ kumara yardımlaşma diyor. Düşünmiyor ki, islâmiyyet,
kumar şeklinde şübheli olan yardımlaşmayı harâm etmiş, kazâ, felâket gelene,
hayr sâhiblerinin teberru’ ederek, yardım yapmalarını teşvîk etmişdir. Zarar
görene, harâm yoldan değil, halâl yoldan yardım etmek lâzımdır. Sigortalı için,
alacağından emîn olduğunu söylemesi, felâket geleceğini önceden bildiğini
söylemek olur ki, bu sözü fıkh bilgisine ters düşdüğü gibi, îmâna da
dokunmakdadır. Çünki, gaybı bilmek sözü insanı küfre gö-
türür.
Felâket gelirse alacağından emîndir demek
istiyorsa, bu söz, sigortanın kumar olduğunu, harâm olduğunu söylemekdir
ki, sigortayı savunurken, red etmiş olmakdadır. Birçok tüccâr, tehlükeli kazanc
yollarına atılmakdadır. Bu tehlükeler ticâreti ve san’atı harâm etmemişdir.
Hâlbuki, kumarda bu tehlükelerin hiçbiri yokdur. Hattâ kumar, tehlükesiz,
zahmetsiz bir kazanc olduğu için harâm olmuşdur. Harbe hâzırlık yarışlarındaki
ve ilm öğrenmekdeki kumara oyun demek ise, şaşılacak bir haksızlıkdır. Evet,
oyunlarda kumar olur. Fekat her kumara oyun demek doğru değildir. Merhûm şeyh
Ebû Zühre “rahmetullahi teâlâ aleyh” de,
sigortanın kumar olduğunu, garer bulunduğunu ve tehlüke olunca,
sigortacının, tehlüke olmayınca da sigortalının gaben-i fâhiş ile zarar
etdiğini, her sözleşmede, iki tarafın zarar ve kârlarında müsâvât, adâlet
bulunmasının esâs olduğunu bildiriyor. Hayât sigortasının ise, açık bir kumar
ve fâiz olduğunu yazıyor. Ayrıca 1972 yılında Libyada Beydâ şehrinde toplanan
konferansda, zarar ve tehlüke için olan sigortalar, dört mezhebin fıkh
ilmlerine uymuyor ise de, âdet hâlini aldığından ve idhâlâtı artdırdığından
câiz olacağına, hayât sigortasının ise açıkca kumar olup harâm olduğuna karâr
verildiğini yazıyor. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, hiçbir sigorta halâl
değildir. Tehlüke ve zarar sigortasına da câiz denilemez. Yardım sandıkları bu
işi yapmakdadır. Fekat, yardım sandıklarına, hayr sâhibleri ve hükûmet para
koyar. Buraya para koyan, bundan, istifâde edemez. İstifâdeye kalkışırsa kumar
olur, harâm olur. Harâmların âdet hâlini alması, halâl olmalarına sebeb olamaz.
Görülüyor ki, müslimân olsun, kâfir olsun, herhangi bir
sigortacı ile Dâr-ül-islâmda yapılan sözleşme fâsiddir. Alınan ve verilen
paralar harâmdır. Bir müslimânın, kâfir olan sigortacılar ile Dâr-ül-harbde
sözleşme yapması ve ondan para alması halâl olur. Dâr-ül-islâmda semâvî, ya’nî
kazâ ile âfet ile olan zararlar, sigorta şirketleri tarafından değil, (Yardım cem’iyyetleri) tarafından ödenmelidir.
Böylece, hem millete hizmet olur. Hem, cem’iyyete
teberru’ [bağış] yapan hayr sâhibleri sevâb kazanır. Hem de, millet büyük bir günâhdan
kurtulur.
Sigortaya arabîde (Te’mîn) denilmekdedir.
Sosyalist darbe olmadan evvelki Libya kanûnlarının ve Mısr kanûnlarının 747. ci
ve Sûdân kanûnunun 617. ci maddelerinde, (Ukûd-ül-gurer)
başlığı altında ve Libyâ evkâf bakanlığının çıkardığı (Hedy-ül-islâmî) mecellesinin 1395 [m. 1975] mart
nüshâsında sigortalar hakkında geniş bilgi vardır. Bu bilgilerin çoğunun islâmiyyete
uygun olmadığı (Hedy-ül-islâmî)nin 1975
ve 1976 nüshâlarında yazılıdır. İslâmiyyetde sigortanın hiçbir nev’i yokdur.
İslâmiyyetde (Vakf) ve (Beyt-ül-mâl), (Yardım
cem’ıyyetleri) vardır. İşçi
sigortalarının ve emekli sandıklarının işlerini
Beyt-ül-mâl yapar. Beyt-ül-mâl, işçiden, me’mûrdan hiçbirşey almaz.
Aylıklarından ve ücretlerinden, hiçbirşey kesmez. Çünki bunlar fakîrdirler.
İşverenden, tüccârdan zekât alır. Bu işi hükûmet yapar. İşverenlerin,
tüccârların defterlerini, hesâblarını inceliyerek zekâtlarını alır.
Beyt-ül-mâla koyar. İşçilere, me’mûrlara, emeklilere buradan ev, ma’âş, geçim
te’mîn eder. Böylece her müslimân, râhat, mes’ûd olarak yaşar. İşçi
sigortalarında ve emânetcide toplanan ve ma’âşlardan kesilen malların, paraların
(Lukata) hükmünde olduklarını, büyük
âlim Abdülhakîm efendi, va’zlarında bildirmişdir. Lukata, yerde bulunan mal
demekdir. Bunlar ve mâl-ı habîs, sâhiblerine geri verilir. Sâhibleri
bulunmazsa, fakîrlere verilir. Eline geçen fakîrin mülkü olurlar. Hükûmet,
ticâret, zirâ’at, hattâ fabrika, ağır sanâyı’ yapmaz. Bunları husûsî teşebbüs,
ya’nî millet yapar. Her çeşid sigortanın harâm olduğu, Yûsüf Kardâvînin (El-halâl vel harâm) kitâbında vesîkaları ile
yazılıdır.
Kızılay, İhlâs vakfı gibi yardım teşkilâtı, dînin (Hibe) ahkâmına tâbi’dirler. Vakf değildirler.
Çünki, altın ve kâğıd liralar vakf edilince, kimsenin mülkü olmazlar. Yardım
cem’ıyyetlerine teberru’ edilen malları, paraları ise, alâkalı me’mûr kabz
edince, cem’ıyyet reîsinin mülkü olur. Cem’ıyyetde çalışan me’mûrlar, cem’ıyyet
reîsinin
vekîlleridir. (Hindiyye)de diyor ki,
(Birisine para verip, bunu falanca fakîre ver dese, o fakîre kendi parasından
verirse, aldığı parayı tazmîn etmesi [mislini ödemesi] lâzım olur. O parayı
başka fakîre verirse, tazmîn etmez. Verdiği hediyyeye ivez [karşılık] olarak az
birşey [meselâ makbûz denilen kâğıd] verilince, hediyyesini geri istiyemez.
Aldığı sadakayı harâma sarf etdiği veyâ muhtâc olmadığı bilinmiyen sâili boş
çevirmemelidir. Verdiklerini muhtâclara dağıtacağım deyince, sadaka vermesi
lâzım olur). Bunun için teberru’ alırken, (Bunları muhtâclara ve hayr yapanlara
vereceğiz) demelidir. Hediyye veyâ sadaka vermeğe teberru’ etmek denir.
Alacağını afv etmeğe ibrâ denir.
Yeni ilâc bulduk, diyor
tabîbler,
Lokman gibi, devâ bilse, ne
fayda.
Son nefesde söylemezse, bu
diller,
bülbül gibi dilin olsa, ne
fayda.
Milyonun olsa
da, rızkını yersin,
ecel şerbetini
birgün içersin!
Yalın ayak,
başın açık gidersin,
dünyâ dolu,
malın olsa, ne fayda!
İlmin, rütben çok olsa da
kardeşim,
îmânın yoksa, günâh ise
işin,
Secdeye hiç, koymadın ise,
başın,
dünyâya diktatör olsan, ne
fayda.
Sûr çalınıp,
yıldızlar dökülünce,
deniz kuruyup,
sular çekilince,
Dağlar da, pamuk
gibi atılınca,
harâmdan mal
toplamışsan, ne fayda.
Cehennem, uzakdan
gösterilince,
ateşin, mahşer yerine
sürünce,
Sırat köprüsüne, halk
yürüyünce,
arslan gibi gücün olsa, ne
fayda?
Halâl, harâm
demez, toplarsın malı,
yüzbin olsa,
dersin milyon olmalı.
Gözün aç, bu
dünyâ fânîdir fânî!
gidecek, sende çok dursa, ne fayda?
Birgün olur, götürürler
evinden,
kurtuluş yok, Azrâilin
elinden.
(Allah) adını bırakma
dilinden,
bin yıl kadar ömrün olsa,
ne fayda?
Zahmetli iş
yokdur, islâmiyyetde,
kalbi, rûhu besler, ibâdetler de.
Ne için müslimân
olmazsın, sen de?
kâfir, çok
iyilik etse, ne fayda?