İslâmiyyetde, banka kurmak, banka ile iş yapmak câiz midir? Önce şunu bildirelim. İslâmiyyetde fâiz harâmdır. Fâiz, yalnız
islâmiyyetde değil, semâvî dinlerin, ya’nî hak olan, doğru olan dinlerin hepsinde harâmdır. Fâizin azı da, çoğu da harâmdır.
En büyük günâhlardandır. Fâizin ve bankanın ne demek olduğunu iyi
anlamak lâzımdır. Dînimiz ticârete ve büyük
sınâ’î teşekküllerin meydâna gelmesine ve ferdin istihsâl kapasitesinin genişlemesine
yarıyan ve fâiz ile alışveriş yapmıyan şirketlerin, bankaların kurulmasına izn,
hattâ emr vermekdedir.
Dînini iyi öğrenen bir müslimân, harâm işlemeden ve fâiz
felâketine düşmeden her çeşid ticâreti yaparak halâl mal kazanır. Halâl ve
bereketli kazancı ile millete ve memlekete çok fâideli olur. (Hadîka)da diyor ki, (İmâm-ı Muhammed Şeybânîye,
mütehassıs olduğu tesavvuf bilgisinde niçin bir kitâb yazmadığını
sorduklarında, zühd ve takvâ, ancak, bütün işlerde ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla,
bâtıl, fâsid ve mekrûh sözleşmelerden sakınmakla elde edilebilir. Bunlar da,
fıkh kitâblarından öğrenilir. Alışveriş ve başka sözleşmeleri yapacak kimsenin
bunların sahîh ve halâl olması şartlarını öğrenmesi lâzımdır. Bunun için, bu
işlerin ilmihâlini öğrenmek her mükellefe farz-ı ayndır. Bu farzın yerine
getirilmesi için, bey’ ve şirâ kitâbını yazdım buyurdu).
FÂİZ NEDİR?: Bütün fıkh kitâbları
diyor ki, fâiz, ödünc vermekde, rehnde ve alışverişde, alıcıdan veyâ vericiden
birinin ötekine karşılıksız olarak vermesi şart edilen fazla mala denir.
Başkasına verilmesi şart edilirse, fâiz olmaz. Fekat bey’ fâsid olur denildi.
Bey’de, şart edilmeden verilen hediyye, fâiz olmaz. Hediyyenin ayrı bir mal
olması ve ayrıca teslîm edilmesi îcâb eder. Meselâ bir kimse, bir altın lira
verip dört çeyrek altın satın alsa ve ayrıca bir mikdâr para hediyye etse fâiz
olmaz. Bey’ de fâsid olmaz. Çünki, satarken hediyye vermek şart edilmemişdir.
Hediyye vermekde şart edilen fazla birşey de, fâiz olmaz. Bir ay bana hizmet
etmek şartı ile, şu malı, meselâ evimi sana hediyye etdim dese, o da kabûl edip
alsa, fâiz olmaz. Fekat, şart fâsid olup, hizmet etmesi lâzım gelmez. Hizmet
ederse de, zararı olmaz. (Hediyye) veyâ (Hibe), mevcûd ve ma’lûm bir aynı birine
karşılıksız temlîk etmekdir. Belli bir karşılık istiyerek vermek de câizdir.
Deyni ya’nî alacağını borclusuna veyâ borclusundan başkasına hediyye câizdir.
Fekat, başkasına hediyye ederken, kabz eylemesini de emr eylemesi ve onun kabz
etmesi lâzımdır. Kabz edince, deyn ayn olmakdadır. Ya’nî yukarıdaki ta’rîfde
bulunan (Ayn) kelimesi, (Sözleşmede veyâ
sonradan ayn olan) demekdir. [Bey’ ve
şirâda da, görülmiyen nakd, kabz edilince ayn olmakda, sözleşme yerinde lâzım
olan ta’yîn hâsıl olmakdadır.] Hediyyeyi kabûl etmek sünnetdir. Mükellef
olmak ve kendi mülkünü hediyye etmek şartdır. Hediyye, söz veyâ hâl ile olan (Îcâb) ve (Kabûl) ile
hâsıl ve sözleşme yerinde kabz edilmekle temâm olur. Lüzûmsuz şartla bâtıl
olmaz. Şartı yapsa da olur, yapmasa da olur. Hediyye verirken, belli birşeyi,
karşılık istemek, birisine olan borcunu ödemesini şart etmek câizdir. Hediyyenin
ve karşılığının, ayrılmadan önce verilmeleri lâzımdır. Ta’âm bulunan çantayı,
eşyâ bulunan evi, yük bulunan hayvânı hediyye sahîh olmaz. Bunları boş iken
veyâ yalnız yüklerini hediyye etmek sahîh olur. Ya’nî (Meşgûl) değil, (Şâgil)
hediyye edilir. Koyundaki yün, dikili ağac, ağacdaki meyve, memedeki
süt hediyye edilemez. Ayırması zarar verecek parça, ayrılarak hediyye edilemez.
Bir liralık altını, dört çeyrek altın ile değişdirirken, iki karşılıkdan
birinin ağırlığı fazla olur, bunu halâl ederse câiz olur. Çünki, ayırması zarar
verecek şeyi ayırmadan hediyye etmiş olur. Eti, dahâ ağır ete satarak fazlasını
hibe etmek ise, câiz olmaz. Çünki, fazlasını ayırmak zarar vermez. Alacağını
borcluya hibe eden, artık bunu geri istiyemez. Yedi şeyden biri varsa, ayn olan
hediyye de teslîmden sonra geri alınamaz. Bunlar bulunmazsa, hâkim karârı ile
geri almak sahîh olur ise de, mekrûhdur. Yedi mâni’: Ve-
rilen
aynda kıymetini artdıran ziyâdelik hâsıl olmak, ikisinden birinin
ölmesi, hediyyenin karşılığı olduğu bildirilerek
bir hediyye vermek [bunu başkasının da vermesi rücû’a mâni’
olur], hediyye edilen malın alanın mülkünden çıkması, ikisi arasında nikâh
bulunmak, aralarında nikâhı ebedî harâm eden akrabâlık bulunmak, hediyye edilen
malın helâk olması, geri almağa mâni’ olurlar. Sadaka, fakîre verilen
hediyyedir. Deyn olan hediyyeyi ve sadakayı geri almak hiç câiz değildir.
Birinin borcunu ondan iznsiz ödeyerek, onu kendine borclu yapmak câiz değildir.
Şâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde, fâiz, yalnız gıdâ
maddelerinde ve parada olur.
1 - Ödünc alıp vermekde fâiz: İmâm-ı
Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî “kuddise sirruh” birinci cildin, yüzikinci
mektûbunda buyuruyor ki: (Dahâ fazlasını ödemesi şartı ile ödünc vermek
fâizdir. Ya’nî böyle olan sözleşme harâmdır. Harâm anlaşma ile ele geçen malın
hepsi harâm olur. Meselâ, oniki kile ödemesi şartı ile, on kile buğday ödünc
verilse, alınan oniki kilenin hepsi harâm olur. [Fazla olan iki kilesi kul
hakkı olduğu için geri vermesi vâcib olur. On kilesi harâm olduğu için sadaka
vermesi lâzımdır.] Fâiz ile ödünc vermek ve almak harâm olduğu, Kur’ân-ı
kerîmde açıkca bildirilmişdir. İhtiyâcı olanın da, olmıyanın da, fâizle ödünc
alması harâmdır. İhtiyâcı olana fâiz harâm
olmaz demek, Kur’ân-ı kerîmin emrini değişdirmek olur. (Kınye) kitâbı, Kur’ân-ı kerîmin emrini
değişdiremez. Lâhor şehrinin büyük âlimlerinden olan mevlânâ Cemâl, (Kınye)nin birçok haberleri, kıymetli kitâblara
uymamakdadır, böyle haberlerine güvenilmez buyururdu. [İbni Âbidîn de, (Kınye)nin birçok haberi za’îfdir, güvenilemez
buyurmakdadır. Bu kitâbı, Zâhidî “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır.] (Kınye)nin bu yazısını doğru kabûl etsek bile,
buradaki ihtiyâc kelimesine, zarûret ve ölüm tehlükesi ma’nâsını vermek
lâzımdır. Böylece, Mâide sûresinin, (Ölüme sebeb olan sıkışık hâle düşen) meâlindeki dördüncü
âyetinin izninden istifâde edilmiş olur. Çünki, bu âyet-i kerîme
harâmdan afv olunabilecek özrü beyân buyurmakdadır. Fâiz ile ödünc almak için
her ihtiyâc özr olsaydı, fâizin harâm edilmesine sebeb kalmazdı. Çünki, fâiz
ödemeği ancak ihtiyâcı olan kabûl eder. İhtiyâcı olmıyan kimse, açıkdan para
vermek istemez. Allahü teâlânın bu yasak emri, yersiz, lüzûmsuz olurdu. Allahü
teâlânın kitâbına, böyle iftirâ edilemez. Abes, yersiz birşey bulunması
düşünülemez. Her ihtiyâcı olanın fâiz ile para alması câiz diye bir ân
düşünsek, ihtiyâc da, bir nev’ zarûretdir. Zarûretin dereceleri vardır. Ziyâfet
vermek için, fâiz ile para almak ihtiyâc değildir. Meyyitin bırakdığı malda
meyyitin ihtiyâcı, kefen ve cenâze masrafı olduğu, kitâblarda bildiriliyor.
Onun rûhu için ziyâfet vermeğe ihtiyâc denilmemişdir. Meyyit, sadakanın
sevâbına, herkesden çok muhtâc olduğu hâlde, onun rûhu için yemek [helva]
dağıtılmasını islâmiyyet emr etmemişdir. O hâlde, bunları yapmak, fâizle para
almak için ihtiyâc, özr olur mu? Ölünün ihtiyâcı kabûl edilse bile, fâizle
alınan para ile pişen yemekleri yimek halâl olur mu? Çoluk çocuğun çok olması,
erkeğin askerde bulunması, özr, ihtiyâc sanılarak, fâizle para almak câiz ve
halâl olur demek, bir müslimâna yakışmaz. Böyle belâya yakalanmış olanlara,
emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu göstermek lâzımdır. Bir
müslimân, nasıl olur da, böyle harâm işi yapabilir? İhtiyâcları halâlden te’mîn
edecek yol çokdur. [Bu yolları aramak lâzımdır. Arayıp bulamazsa, ancak nafaka
ihtiyâcı, ya’nî gıda, elbise ve mesken ihtiyâcı, zarûret hâlini alır. Bu da,
ancak mesken için vâkı’ olmakdadır.]
Bu zemânda, şübheli olmıyan kazanc
kalmadı diyorsunuz. Evet öyledir. Fekat, elden geldiği kadar, şübhelilerden kaçınmak
lâzımdır. Tarlayı abdestsiz sürmek, tohumunu abdestsiz ekmek, rızkın
bereketini, tayyib [güzel] olmasını giderir demişlerdir. Hindistânda, böyle
çalışan, hemen yok gibidir. Fekat, Allahü teâlâ, kulundan, elinden geldiği
kadar yapmasını istemekdedir. Fâiz ile para alıp ziyâfet vermekden sakınmak,
herkes için çok kolaydır. Halâle harâm, harâma halâl diyen kâ-
fir
olur. Fekat bu, kat’î, meydânda olan halâl ve harâmlar içindir. [Halâl, harâm
oldukları, Nass ile açık bildirilmiş olan yâhud açık Nass yok ise de, dört
mezhebde de sözbirliği ile bildirilenler içindir.] Zan olunanlar için değildir.
Hanefî mezhebinde mubâh olan çok şey vardır ki, Şâfi’î mezhebinde mubâh
değildir. Bunun aksi de vardır. Muhtâc olduğu şübheli olan birinin, fâizle para
alması halâl olur demiyene, açık bildirilen harâma halâl diyemiyene dil
uzatılmaz. Sapık, gerici denilmez. Halâl demesi için zorlanamaz. Onun haklı
olması dahâ kuvvetlidir. Hattâ, haklı olduğu meydândadır. Ona dil uzatanlar
haksızdır ve tehlükelidir. Mevlânâ Abdülfettâh, fâizsiz borc almak iyidir.
Niçin fâiz ile alıyorlar demiş. Siz de, böyle söyleme, Halâli inkâr mı
ediyorsun? diyerek onu tekdîr etmişsiniz. Yavrum,
bu sözünüz, kat’î olan halâl için doğrudur. İhtiyâcı olanın, fâiz ile borc
almasına halâl deseniz bile, bunu yapmamak, yine dahâ iyi olur. Vera’
sâhibleri, ruhsat, izn verilen şeyleri yapmamış, herkese, azîmet yolunu
göstermişlerdir. Lâhor şehrindeki müftîler,
ihtiyâcı olana câiz olur demiş ise de, ihtiyâcdan ihtiyâca fark vardır. Her
ihtiyâc, özr sayılırsa, fâizin harâm olacağı yer kalmaz. Fâizin harâm
edilmesi abes, lüzûmsuz bir emr olur. Oruc, yemîn keffâreti niyyeti ile de,
fakîrleri doyurmak için, fâiz ile borc almak câiz değildir. Fakîr doyuramıyan,
oruc tutar).
2 - Rehnde fâiz: Rehn
vermek, ya’nî ipotek (hypotéque) etmek demek, bir sebebden dolayı, birşeyi habs
etmek, alıkoymak demekdir. İslâmiyyetde ise, ödenecek mal karşılığı olarak, bir
malı, alacaklıda veyâ başka âdil bir kimsede, emânet bırakmak demekdir. Rehn
ancak, mal borcu için verilir. Öldürmek, yemîn hakları, işçinin iyi
çalışması, müsâfirin hırsızlık etmemesi için rehn istenmez. Rehn zor ile
alınmaz. Rehn, akd ile, ya’nî îcâb ve kabûl ile, ya’nî sözleşme veyâ
mektûblaşma ile yapılır. Rehni verip,
almaları, ya’nî malın teslîm olunması da lâzımdır. Teslîm olunmadan önce,
borclu rehni vermekden vazgeçebilir. Rehn bırakılan malın, satılmağa
elverişli olması şartdır. Dartı ile, hacm ile ölçülen herşey, altın, gümüş
eşyâ, para, rehn verilebilir. Ortak olan birşeydeki kendi payını rehn vermek
câiz değildir. Ağacdaki meyveyi ağacsız olarak, tarladaki ekini tarlasız olarak
rehn vermek ve meyveli ağacı meyvesiz olarak, ekinli tarlayı ekinsiz rehn vermek câiz değildir. Evi, eşyâsı ile de rehn
vermek câizdir. Hayvân, üzüm şırası rehn verilir. Alacaklı, rehnden
vazgeçebilir. Borclu vazgeçemez. Rehn, borc
ödeninceye kadar habs olunur. Önce, borc ödenir. Sonra, rehn geri
verilir. Borclu ölürse, bunun vârisi, rehni satarak, parası ile borcu öder.
Sonra, rehni alıp, müşterîye teslîm eder. Geri kalan parası, başka alacaklılara
verilir. Satış semeninin ödeme zemânı gelince borclu, rehni satmak için,
alacaklıyı veyâ başka bir âdil kimseyi vekîl
edip satdırır veyâ kendi satar. Semenden borcu ödeyip, sonra rehn kurtarılır.
Borclu, rehndeki malını, alacaklının izni olmadan satamaz. Satmak için,
istiyemez. Alacaklı, rehni alırken, bunu ileride satmağa kendisinin vekîl
edilmesini şart edebilir. Borclu bunu kabûl edince, sonra azl edemez. Borclu
ölürse de, azl olmaz. Rehn helâk olursa, kıymeti az ise, aradaki farkı
borcludan ister. Rehn, alacaklının borcu istemesine mâni’ olamaz. Malı olup da ödünc aldığını ödemezse, onu
habs etdirmesine de mâni’ olamaz.
Alacaklı, rehnin, borclunun mülkünden çıkmasına sebeb
olamaz. Satamaz, kirâya veremez. Rehni, ancak borclunun izni ile kullanabilir.
İkisinden biri, ötekinin izni ile, rehni başkasına âriyet verebilir. Sonra
herbiri, onu yine rehn yapabilir. Alacaklı, kendisindeki rehni, rehni veren
borclusuna da âriyet verebilir. Saklamıyarak veyâ kullanarak rehn helâk olursa,
kıymetini öder. Bir kimsenin, rehnde bulunan malı satın alması sahîhdir.
Alacaklı, elindeki rehn malı müşterîye vermiyebilir. Müşterî, borcun ödenerek,
rehnin kurtarılmasına kadar bekler. Yâhud, bey’i, mahkeme ile fesh etdirir.
Ödünc verirken, alacaklının rehnden istifâde etmesi için,
izn verilmesi şart edilirse, fâiz olur. Meselâ, hayvânı veyâ tarlayı, elbiseyi
kullanması, sütünü içme-
si
şart edilirse fâiz olur. Sonradan verilen izn ile, alacaklının rehni kullanması
câiz olur.
3 - Bey’ ve şirâda fâiz: Hanefî
ve Hanbelî mezheblerine göre, bir satışda fâiz bulunması demek, aşağıda
bildirilen iki şeyin veyâ birinin mebî’ ile semende ortak olarak bulunması
demekdir. Şâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde, bu iki şart ile berâber, altın veyâ
gümüş yâhud gıdâ maddeleri olmaları da lâzımdır.
1 - Kadr, ya’nî vezn veyâ hacm ile ölçülmeleri,
2 - Bir cinsden olmaları.
Fâiz bulunan satış veresiye yapılamaz. Dâimâ peşin olması
lâzımdır. Satışın peşin olması için, mebî’in de, semenin de te’ayyün etmeleri
lâzımdır.
Buğday, arpa, hurma ve tuzun, her zemân ve heryerde, hacm
ile ölçülmeleri, altın ve gümüşün de dartı ile ölçülmesi emr olundu. Bu altı
maddeden başka şeylerin, nasıl ölçüldükleri, âdete göre anlaşılır. 4. cü
maddeye bakınız!
Bir satışda, fâiz şartının ikisi de bulunmazsa, bu satışda
fâiz bulunmaz. Ya’nî birinin peşin fazla olması veyâ veresiye olması, fâiz
olmaz. Meselâ, on metre pazeni, onbeş metre basmaya peşin ve veresiye satmak
câizdir.
Bu şartların ikisi de bulunursa, yalnız eşid mikdârda peşin
satmak câiz olup, farklı mikdârda peşin ve aynı mikdârda olsa bile, birisini
veresiye olarak satmak fâiz olur. Zâten, fazlası peşin harâm olan satışlar,
veresiye, eşid mikdârda olsa bile, dâimâ harâm olur. Veresiye başkadır. Peşin
pazarlık edip, semeni sonra te’cîl etmek başkadır. Bir teneke buğdayı bir
teneke buğdaya peşin satışda, söz keserken ölçmek lâzımdır. Sonradan ölçülürse,
eşid bulunsa bile câiz olmaz. Bir kile buğdayı, bir kile buğdaya veresiye veyâ
bir kileden az veyâ fazla buğdaya peşin satmak fâiz olur. Ya’nî câiz değildir, harâmdır. Kadr ve cinsleri ortak
bulunan iki malın eşid mikdârda peşin satışının câiz olması için,
sıfatlarının başka olması lâzımdır. Para bozdurmak, bunun için, câiz
olmakdadır. Sıfatları da aynı olursa, satışdan fâide olmıyacağı için bey’ sahîh
olmaz.
İki şartdan birisi bulunup, birisi bulunmazsa, farklı
mikdârda peşin câiz olup, eşid mikdârda
olsalar da, veresiye satmak yine fâiz olur. Bir kile buğdayı, iki kile arpaya
veyâ beş yumurtayı altı yumurtaya peşin satmak [ve peşin kâğıd para
bozmak] câiz olur. Fekat beş metre basmayı, beş metre basmaya ve bir kamyonu,
başka bir kamyona veresiye satmak fâiz olur. Burada, yalnız, altın veyâ gümüş
karşılığında dartarak ölçülen başka cinsleri veresiye satın almağa izn
verilmişdir. Bunun için, para ile yapılan mal satışlarında fâiz yokdur. Kâğıd
para karşılığında yapılan mal satışlarında da, hiç fâiz yokdur.
Ağırlık ile ölçülen şeylerin her ikisi de bir habbe, ya’nî
bir arpa ağırlığından az ise, hacm ile ölçülenlerin her ikisi de yarım sâ’dan
az ise, bunlar ölçüye gelmez, ya’nî birinci şart yok kabûl edilmişdir. Bunun
için, bir avuc buğdayı, iki avuc buğdaya ve bir felsi iki veyâ dahâ çok felse,
peşin satmak câiz olur. Çünki, iki avuç içi, yarım sâ’dan azdır ve üç felsin
ağırlığı, bir habbeden azdır. İki santigram altını, dört santigram altına peşin
satmak fâiz olmaz. Bunları veresiye satmak fâiz olur. Bir kırât-ı şer’î, beş
arpa olduğundan, bir habbe, beş santigramdır.
Altını, gümüşü yarıdan fazla olan
alaşımlar, sâf altın ve sâf gümüş gibidirler. Satışda ve ödünc vermekde
bunların ağırlıklarına bakılır. Altını, gümüşü, yarıdan az olan alaşımlar, urûz
gibidir. İçindeki hâlisin ağırlığından fazla hâlis ile ve kendi cinsinden,
fazlası ile peşin satılabilirler. Çünki altının fazlası, karşılık maldaki başka
ma’denin karşılığı olur. Böyle paralar ve
fülûs denilen metal paralar, âdete göre, ağırlıkla da, aded ile de
ölçülmekdedir. Fekat, altının ve gümüşün, dâimâ, ya’nî karışımdaki mikdârı az
olsa da, kabz edilmeleri lâzımdır. Semen, ya’nî geçer akça olmadıkları zemân,
ta’yîn edilince, te’ayyün ederler.
Bir satışın peşin olması demek, pazarlık yerinden ayrılmadan
önce, iki malın da
ayn
olması demekdir. Buna, te’ayyün etmek denir. Altından ve gümüşden başka mallar,
söz kesilirken ta’yîn etmekle te’ayyün ederler. Bunların satışı (Mukâyada) olur. İki maldan yalnız birisi ta’yîn
edilmiş ise, ayn olan, mebî’ olur. Deyn olan mal ve altın ve gümüş, ayrılmadan
önce kabz olunmakla te’ayyün ederler.
(Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi
teâlâ aleyh” buyuruyor ki: (Buğdayı, buğday karşılığında satınca, ikisi de
ta’yîn edilirse, ya’nî ayn olurlarsa câizdir. Teslîm alınmaları lâzım gelmez.
Çünki, sarfdan başka satışlarda, mallar, ta’yîn etmekle te’ayyün ederler.
Te’ayyün edince, kendilerini vermek lâzım olur. Benzerleri verilemez. Ya’nî,
ikisi de hacm ile veyâ dartı ile ölçülen, bir cins veyâ başka cins [altından ve
gümüşden başka] iki malı birbiri karşılığında satmak için, söz kesilirken,
ikisi de ayn olmalıdır. İster hâzır olsunlar, ister gâib olsunlar, ta’yîn
edilmeleri yetişir. Sözleşme yerinden ayrılmadan önce teslîm alınmaları lâzım
olmaz. Altın ve gümüşün ise, ayrılmadan önce kabz olunması şartdır. Ya’nî birbirinin eline, cebine vermek lâzımdır.
Ayrıldıkdan bir iki dakîka sonra verse, sarf satışı sahîh olmaz.
Sarf satışında, alacağı hâzır olup, vereceği yanında
değilse, sözleşme etmeyip, hâzır olanı [ödünc veyâ] emânet almalı, vereceği
eline geçince, o zemân pazarlık ve söz keserek, ayrılmadan bunu teslîm
etmelidir.
Fâiz bulunan satışdaki iki maldan biri ayn, karşılığı deyn
ise, ayn olan mebî’, deyn olan semen olmak ve [söz kesilirken deyn olan]
semeni, ayrılmadan önce kabz etmek şartı ile câiz olur. Çünki, deyn ancak
teslîm alınmakla te’ayyün eder.
Eğer, deyn mebî’ ise, söz kesilen meclisde hâzır olsa bile,
bey’ câiz olmaz. (İle, ye) gibi bağ ile
söylenen fâiz malı, semen olur. Bu bağlar ile söylenmiyen, mebî’ olur. (Bu bir
kile buğdayı, bir kile tâze buğdaYA satdım. Bu bir kile buğdayı, bir kile tâze
arpaYA satdım) diyerek sözleşmeleri câiz olur. Çünki, her ikisinde de, ayn olan
mal, mebî’dir ve deyn olan, semendir. Fekat, sözleşme yerinden ayrılmadan,
deyni kabz etmek lâzımdır. Çünki, fâiz bulunan bey’in câiz olması için,
ayrılmadan önce, mebî’ ile semenin ayn olmaları lâzımdır. Deynin [misâlimizde,
semenin] te’ayyünü, kabz edilmekle olur. Aynı, kabz etmeden ayrılmaları câiz
olur. Eğer (Bir kile iyi buğdayı senden, bu bir kile buğday İLE satın aldım)
derse, yâhud (İki kile tâze arpayı senden, bu bir kile buğdaYA satın aldım)
derse, deyn olan, meclisde hâzır bulundurulsa dahî, câiz olmaz. Çünki, deyn
olan mal, mebî’ olmuş, ayn olmıyan şeyi satmışdır. Bu ise, câiz değildir.)
Fâiz bakımından yeni ile eski, tâze ile bayât arasında fark
yokdur. Meselâ, eski bakırı, yeni bakır ile aynı ağırlıkda ve peşin
değişmelidir. Yeni bakır hafîf ise, bununla az mikdâr başka mal veyâ para da
peşin vermelidir.
Altın ve gümüşden başka ma’denlerde, san’at, işçilik farkı
olabilir. Bir bakır semâveri, dahâ ağır bakır semâver karşılığı satmak câiz
olur. Çünki altından ve gümüşden başka ma’denler, san’at te’sîri ile, ağırlık
ölçüsünden çıkıp, aded ile satılabilir. Fekat bunları ağırlıkla satmak âdet
olan yerlerde, ağırlık farkı yine fâiz olur. Altın, gümüş eşyâ, san’at te’sîri
ile semenlikden çıkarak mebî’ olabilir. Ya’nî ta’yîn ile te’ayyün eder. Fekat,
kabz edilmesi ve altını, gümüşü yarıdan fazla olanların dâimâ ağırlık ile
ölçülmesi şartdır.
(Bedâyı’) kitâbının sâhibi
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cüz, 236. cı sahîfesinde diyor ki, (Aynı
sayıda fülûsü birbirleri ile değişdirirken [kâğıd veyâ metal para bozdururken]
veyâ fülûs verip fülûsdan başka şey [altın, gümüş veyâ başka bir ayn] satın
alırken, fülûs hep semen olur. Ta’yîn edilince te’ayyün etmez. Kabz edilmedikçe
deyn olur. Nakdeyn ile değişdirilirken, ayrılmadan önce, iki karşılıkdan
birinin kabz olunarak te’ayyün etmesi lâzımdır. Çünki, burada fâizin iki şartı
da yok ise de, deynin deyn karşılığı satılması bâtıldır. Fülûs, aynı sayıda
[ya’nî, i’tibârî kıymetleri aynı olarak] fülûs ile değişdirilirken, fâizin bir
şartı bulunduğu için [veresiyesi harâm olacağından] iki karşılığın da kabz
olunmaları lâzımdır. Fülûs, başka sayıda fülûs ile değişdirilirse, [bir yüzlük
verip, kıymetlerinin topla-
mı
yüzden az olan ufaklık alınırsa], fâizden kurtulmak için, iki karşılığın da
ta’yîn edilmeleri lâzımdır. Şeyhayne göre, ancak bu hâlde [ve selem satışında]
niyyet etmekle fülûs semenlikden çıkar. Urûz gibi olurlar. Ta’yîn edilince,
te’ayyün ederler. Fekat, yine aded ile ölçülürler. Fâizin bir şartı bulunduğu
için, ya’nî aynı cins oldukları için, ta’yîn edilmekle, satışın peşin yapılması
te’mîn edilmiş olur. Ta’yîn edilen malın
kendisi verilir. Benzerleri verilemez). Birisinin ta’yîn edilmesi de kâfî
ise de, deynin semen olması ve bunun ayrılmadan önce kabz edilmesi lâzım olur.
Bankada, bono kırdırmanın câiz olmadığı buradan da anlaşılmakdadır.
Zimmînin zimmîlerle ve müslimânlarla alışverişi,
müslimânların birbirleri ile alışverişi gibidir. Yalnız kendi aralarında domuz
ve şerâb satmaları da câizdir. Dâr-ül-harbde [ya’nî, yehûdî, hıristiyan veyâ
müşriklerin memleketlerinde] bulunan mürtedin malları onun mülkü değildir.
Altın ve gümüş, ağırlıkla ölçülür. Basılı liraların ağırlığı
belli olduğu için, liraları sayı ile de kullanmak câiz olur. Kullanırken,
ağırlıklarını düşünmek lâzımdır.
On dirhem gümüş para borcu olan kimse, alacaklısına, bunlar
yerine bir altın verse, ya’nî on dirhem borcuna karşı, bir altını peşin olarak
satsa câiz olur. Çünki gümüşler, semen yapılmış olup, te’ayyün etmeleri için,
borclunun teslîm alması lâzımdır. Zâten borcluda bulundukları için, yeniden
teslîm almasına lüzûm kalmamışdır. Çünki, mebî’in ve semenin birlikde te’ayyün
etmeleri, veresiye olan satışda fâizden sakınmak için şart edilmişdir. Ödenip
biten borcda, böyle fâiz olamaz. Borcda, ileride düşülecek fâiz tehlükesi
olabilir. (Dürr-ül-muhtâr). Üçüncü kısm,
onikinci maddesinin son sahîfesine bakınız! (Rıyâd-un-nâsıhîn)de
diyor ki:
Satışdaki ve ödünc vermekdeki fâiz için, Ömer Nesefînin
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Erba’în-i Selmânî) kitâbındaki
otuzüç misâli aşağıya yazıyoruz:
1 - Kile ile satılan birşey, kendi cinsine [meselâ
buğdayı buğdaya] peşin satılırken, birinin hacmi ziyâde olursa, fâiz olur.
2 - Hacmleri müsâvî, fekat biri veresiye [ya’nî söz
kesilen yerden ayrılıncıya kadar te’ayyün etmez] ise, yine fâiz olur.
3 - Dartarak satılan birşey, kendi cinsine [meselâ
beşibiryerdeyi, altın liralar karşılığı] peşin satılırken, verilen ile alınanın
ağırlığı müsâvî olmazsa, fâiz olur.
4 - Veznleri müsâvî, fekat biri veresiye ise, fâiz
olur. Vezn veyâ hacmleri müsâvî olmıyan peşin satışda, fâizden kurtulmak için,
vezni veyâ hacmi az olan malın yanına, aynı cinsden olmıyan, başka az birşey de
ilâve edip, iki şey bir arada iken, pazarlık etmelidir. Böylece fâizden
kurtulunur ise de, ilâve edilen şeyin kıymeti az ise, harâma yakın mekrûh olur.
O şeyi, pazarlıkdan sonra ilâve ederse câiz olmaz.
5 - Kile ile satılan şeylerden, aynı cinsden
olmıyanlar, birbiri ile [meselâ, arpayı buğdaya] satılırken, hacmleri aynı olsa
da, veresiye satmak, ribâ [ya’nî fâiz] olup, hacmleri farklı olsa da, her ikisi
peşin câizdir.
6 - Dartılarak satılan şeylerden aynı cinsden
olmıyanlar, birbiri ile [altın, gümüş ile] satılırken, ağırlıkları eşit olsa
da, biri veresiye olunca fâiz olur. Ağırlıkları farklı olsa da, ikisi peşin
[eline teslîm etmek] câiz olur. Altınlı ve gümüşlü eşyâyı, birbiri karşılığı
veresiye satmak fâiz olur.
7 - Vezn ile ve kile ile ölçülen ve ölçülmeyen herşey,
kendi cinsi ile, veresiye satılınca, mikdârı aynı olsa da, fâiz olur.
8 - Kile ile veyâ vezn ile ölçülen birşeyi, kendi cinsi
karşılığı, ölçmeden topdan satmak fâiz
olur. Mikdârları müsâvî ise de, fâiz olur. Çünki, böyle şeylerin satışında, söz
kesilirken, ölçülerek, mikdârlarının aynı olduğunu bilmek, bey’in sahîh
olması için, şartdır.
9 - Birkaç kimse arasında müşterek olan, kile veyâ vezn
ile ölçülen bir malı, ölçmeden paylaşmak fâiz olur. [Çünki, üçüncü kısm,
yirminci maddede bildirildiği gibi herbiri, kendi payında bulunan diğerinin
mülkünü, diğerinde kalan ken-
di
mülkü ile değişdirmiş olur. Ya’nî bunları birbirlerine ölçmeden satmış olurlar.
Herbiri diğerlerine bir defter, ikincisi bir mendil gibi şeyler de verip
halâllaşmalıdırlar.]
10 - Hacm ile veyâ
vezn ile ölçülen bir malı, ölçmeden ödünc vermek ve almak fâiz olur.
11 - Başakdaki buğdayı, buğday ile, müsâvî
mikdârda dahî satmak fâiz olur.
12 - Başakdaki buğdayı, başakdaki buğdaya
aynı mikdârda dahî satmak fâiz olur. Çünki, buğdayları başaksız ölçmek
lâzımdır.
13 - Ağaçdaki meyveyi, kopmuş aynı meyveye
satmak fâiz olur.
14 - Ağaçdaki meyveyi,
ağaçdaki aynı meyve ile satmak fâiz olur.
15 - Buğdayı, buğday ununa
ve kavrulmuş buğdaya, aynı hacmde dahî satmak fâiz olur. Çünki, buğdaydan, aynı
hacmde un hâsıl olmaz.
16 - Unu ve buğdayı, ekmeğe satmak fâiz
olmaz. Çünki ekmek, başka cinsden olmuşdur ve sayı ile ölçülür.
17 - Menşe’leri veyâ kullanış yerleri aynı
olmıyan veyâ insanlar tarafından sıfatları değişdirilen şeyler, aynı cinsden
değildir. Meselâ hurma sirkesi ile üzüm sirkesi ve koyun eti ile sığır eti ve
sütleri ve koyun yünü ile keçi kılı ve buğday ile ekmek aynı cinsden
değildirler. Keçi ve koyun eti ve sütleri, fâiz bakımından aynı cinsdendir.
18 - İmâm-ı Muhammede göre, ekmeği aded ile
ve vezn ile ödünc vermek fâiz olmaz. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre yalnız dartı ile
fâiz olmaz.
19 - Susam, zeytin, cevz gibi, yağ çıkarılan
cismler, kendi yağları ile satıldığı zemân, yağ, cismdeki yağ mikdârından
ziyâde ise câizdir ve yağın aynı mikdârı yağ karşılığı olup, ziyâdesi posa
karşılığı olur. Ziyâde değilse, az veyâ müsâvî ise veyâ belli değilse fâiz
olur.
20 - Üzümü, şırası karşılığı ve koyunu yünü
karşılığı ve meyveli ağacı aynı meyve karşılığı ve ekilmiş toprağı, çıplak
toprak karşılığı ve başakda yetişmiş buğdayı, yetişmemiş buğday karşılığı,
taşlı küpeyi taşsız küpe karşılığı, altınlı kılıncı veyâ kemeri altınsız aynı
kılınc ve kemer karşılığı ve kabuklu pirinci kabuksuz pirinc ile satmak da,
müsâvî veyâ az ise fâiz olur.
21 - Bir malı, kendisi veyâ vekîli, meselâ
on liraya satıp, müşterîye teslîm etdikden sonra, parayı teslîm almadan, malı
müşterîden, meselâ dokuz liraya geri satın almak fâiz olur. Parayı temâm
alınca, satın alabilir. Bir malı satdıkdan sonra, parasının hepsini temâm
teslîm almadan, o mal ile birlikde başka birşeyi, aynı fiyâtla geri satın almak
fâiz olur. Çünki, aynı fiyâtın bir kısmı, o
başka şey için olup, o malı dahâ ucuza almış olur ve fâiz olur. O başka
şeyi alması ise câizdir.
22 - Bir malı, meselâ iki ay sonra teslîm
etmek üzere satdıkdan sonra, noksân olarak, dahâ önce vermeği karârlaşdırmak
fâiz olur.
23 - İki kişi, birer çuval buğdayı, hacmini
ölçmeden, karışdırıp un yapdırdıkdan sonra, unu ikiye taksîm etmeği
karârlaşdırmak fâiz olur.
24 - Unları karışdırıp, ekmek yaparak ekmeği
ikiye bölmek de fâiz olur. Unların hacmini önceden ölçmek lâzım idi.
25 - Cevzleri veyâ
bâdemleri yâhud zeytinleri ölçmeden karışdırıp, yağ çıkardıkdan sonra yağı taksîm etmek
de fâiz olur.
26 - İki kişinin müşterek bir ineği olsa,
sütü birgün senin, birgün benim diye taksîm etseler, fâiz olur.
27 - İki kişi, meselâ bir
öküz veyâ bir at veyâ bir otomobil veyâ bir dükkân veyâ tarlalarını veyâ
tezgâhlarını, herbiri kullanmak üzere, mu’ayyen bir zemân için değişseler fâiz
olur.
28 - İçinde oturmak şartı
ile bir evi, ekmek şartı ile tarlayı, kendi kullanmak
şartı
ile bir otomobili borcludan rehn istemek fâiz olur. Çünki, rehn alınırken, bunu
kullanmağı şart etmek, rehnde fâiz olur.
29 - Birşeyi ucuz satın
almak veyâ ona pahâlı satmak şartı ile ödünc vermek fâiz olur.
30 - Mahsûlün yarıdan fazlasına ortak olmak şartı ile,
köylüye para veyâ tohm veyâ toprak verip onu çalışdırmak veyâ ona ödünc vererek
tarlasını alıp işletip, mahsûlün yarıdan azını ona bırakmak fâiz olur. Çünki,
kirâ mikdârının belli olması ve ödünc verilen malın aynı mikdârda benzerinin
ödenmesi lâzımdır.
31 - Az ücretle çalışdırmak, ondan hediyye
almak, ziyâfet istemek üzere ödünc vermek fâiz olur.
32 - Birşeyi, aldatarak pahâlı satmak veyâ
ucuz almak da fâiz olur. [Gaben-i fâhişe bakınız!].
33 - Satılan şeyin aybını
ve satın alınan şeyin kıymetini gizleyerek aldatmak fâiz olur.
34 - Libya büyük müftîsi şeyh Tâhir-uz-Zâvî,
fetvâsında diyor ki: (Hükûmet, me’mûrlara ödünc mesken parası vererek, yüzde
dört fazlası ile aylıklarından kesiyor. Bu, % 4 fazla aldığı, fâiz olur. Harâm
olur. Müslimân olan hükûmetin bunu alması, vatandaşların da vermeleri harâmdır.
Bu ödünc paranın, fâizsiz olarak, Allah rızâsı için
verilmesi lâzımdır). Bu fetvâ, Libyada çıkan 1973 Nisan târîhli (Hedy-ül-islâmî) mecmû’ası sonunda yazılıdır.
Yâhud, oturacak evi olmıyan, mesken parası almak için, bütün mu’âmeleleri yapdıkdan
sonra, parayı alırken (Vekîliniz olarak, bu para ile ev yapdırmağı kabûl etdim)
demeli. Parayı veren (Ben de kabûl etdim) demeli. Tapuyu alırken (Her ay ......
lira ödemek üzere ....... liraya bu evi satın aldım) demeli. Tapuyu
veren de (Bu evi sana satdım) demelidir. Böylece halâl olur.
(Dâr-ül-harb)de, ya’nî ahkâm-ı
islâmiyyenin tatbîk edilmediği İtalya, Fransa gibi putlara tapınılan yerlerde,
müslimânın, kâfirlere ödünc vererek, onlardan fâiz almasının câiz olduğu bütün
kitâblarda, fâiz bahsinin sonunda yazılıdır. Meselâ:
İbni Âbidîn diyor ki, (Dâr-ül-harbde, kâfirlerin mallarını
fâiz, kumar, fâsid bey’ ile almak halâldir. Bu yollarla müslimânın zarar etmesi
halâl değildir).
(Mültekâ) kitâbında, (İmâm-ı a’zam
ile imâm-ı Muhammed “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” buyurdu ki, Dâr-ül-harbde,
müslimân ile kâfir arasında fâiz olmaz). (Mecmâ’ul-enhür)de
diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Dâr-ül-harbde,
müslimân ile kâfir arasında fâiz yokdur) buyuruldu. Orada, onların
malını almak mubâhdır. Gönül rızâsı ile, gadr yapmadan almak câizdir. Diğer üç
mezhebde hiç câiz değildir).
(Dürer ve Gurer) kitâbında da bu hadîs-i
şerîf yazılarak, Dâr-ül-harbde bir müslimânın fâiz ile ve fâsid bey’ ile
[meselâ ikrâmiyyeli, piyangolu satış yaparak] kâfirden ve orada müslimân olandan
mal çekmesi câizdir. Çünki, onların malını rızâları ile almak mubâhdır diyor.
Fekat, mallarına saldırmak, zorla almak câiz değildir diyor. Şernblâlî, bunu
açıklarken, (Kumar ile alması da câizdir) diyor. (Kudûrî),
(Cevhere), (Vikâye), (Dürr-ül-muhtâr) ve (Redd-ül-muhtâr)da
ve (Fetâvâyı Hindiyye)de de böyle yazılıdır.
(Dâr-ül-harb)de bulunan müslimânların
birbirleri ile ve zimmî kâfir ile yapdıkları sözleşmelerin ahkâm-ı islâmiyyeye
uygun olması lâzımdır.
Kâdî zâde, (Feth-ul-kadîr) tekmilesinde
yukarıdaki hadîs-i şerîfi açıklarken diyor ki: (Hicretden önce Kureyş
müşrikleri, ehl-i kitâb olan rumların acem kâfirlerine yenilmelerine
sevinmişlerdi. Rum sûresi nâzil olup, acemlerin az zemân sonra yenilecekleri
bildirilince, Ebû Bekr-i Sıddîk, Kureyş kâfirleri ile sözleşme yapdı. Acemler
yenildi. Ebû Bekr-i Sıddîk da sözleşilen develeri Kureyş kâfirlerinden aldı. Bu
sözleşme kumar idi. Mekke şehri de, müşrik memleketi idi. Resûlullah, bu kumar
sözleşmesine ve şart edilen develerin kâfirlerden alınmasına izn verdi).
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Dâr-ül-harbde ya’nî
Avrupada, Amerikada, kâfirlerin kurduğu ve yalnız kâfirlerden fâiz alan bir
bankaya para yatıran bir mü’minin, bu paranın fâizini bankadan alarak
ihtiyâclarına harc etmesi halâldir. Bankaya para yatıran bir kimse, banka ile
ortaklaşa, parasını fâiz ile işletmeğe vermiş oluyor. Bu bankadan ödünc para
alıp fâiz verenlerin hepsi müslimân veyâ zimmî ise, bankaya yatırılan paranın
fâizini almak harâm olur. Bankadan para alıp fâiz verenler, müslimân ve harbî
kâfir karışık ise, o bankadan alınan fâiz ve hizmet karşılığı alınan ma’âş
mekrûh olur. Müslimân veyâ zimmî müşterîsi çok ise, harâma yakın, harbî kâfir
müşterîsi çok ise, halâle yakın mekrûh olur. Meşîhat-i islâmiyyenin İstanbulda
çıkardığı (Ceride-i ilmiyye) kitâbının
29 Şubat 1336 ve 9 Cemâzil-uhrâ 1338 târîh ve ellibeşinci sayısının
binyediyüzkırkdördüncü sahîfesinde yazılı fetvâda da, (Dâr-ül-harbde kâfir
bankasına para yatırıp, bankadan fâiz almak, şer’an halâl olur) buyurulmuşdur.
Bankada çalışarak ma’âş almak da, böyledir.
Hiçbir memleketde, hiçbir kimseden ve bankadan ve
kooperatifden, zarûret olmadıkca, hiçbir sebeb ile ödünc para alıp fâiz ödemek
câiz değildir. Zarûret başkadır, ihtiyâc başkadır. Zarûret, kendinin veyâ
nafakası lâzım olanların aç, susuz, çıplak veyâ sokakda kalarak hasta olması
demekdir. Zarûret olunca, ya’nî ölümden veyâ hastalıkla, bir uzvun yok
olmasından korku olunca, halâl yollardan, fâizsiz olarak, zarûretin
giderilmesine çalışılır. Halâl yol bulunamazsa, fâizle ödünc alınıp, bununla
zarûret giderilir ise de, sonra, ihtiyâcdan fazla birşeye para sarf etmeyip,
borcunu bir ân önce ödiyerek fâizden kurtulması farzdır. Kirâ ile ev tutmak
varken, ev satın almak zarûret değildir. Ticâret, san’at için sermâye bulmak da
zarûret değildir. Zarûret hâlinde olana da fâiz ile ödünc vermek harâmdır
[Eşbâh]. Harâmdan kurtulmak için, buna mu’âmele ve îne yolları ile ödünc
verilir, denilmişdir. Böyle, farzı yapmamakdan veyâ harâm işlemekden kurtuluş
yolu aramağa (Hîle-i şer’ıyye) denir.
Din câhilleri, gençleri aldatmak için, burada da yalan
söylüyorlar. İslâmiyyetde fâiz vermek olmadığı için, müslimânlar, ecnebîlerden
fâizle para alıp, millî servetimiz yabancılara gidiyordu diyorlar. Hâlbuki,
müslimânlar, kimseden, fâizle ödünc almazdı. Bunun, zinâdan dahâ kötü, büyük
günâh olduğunu bilirdi. Müslimânlar, birbirlerine, fâizsiz ödünc verirlerdi.
Böylece, büyük şirketler ve fabrikalar kurulurdu. Kimse fâizle para almağa
mecbûr kalmaz ve hâtırından bile geçirmezdi.
Banka nedir? İslâmiyyetde banka olur
mu?
Banka, aşağıdaki işleri yapan bir şirketdir:
1 - İstenildiği zemân ödemek şartı ile az bir fâizle
(va’desiz) para alır.
2 -
Mu’ayyen bir zemân sonra ödemek üzere, va’desiz olandan fazla fâiz ile (va’deli)
para alır.
3 - Fâizini her ay başında ödemek üzere (taksîtli
va’deli) para alır.
4 - Merkez bankaları banknot, ya’nî kâğıd para çıkarmak
vazîfesi de görür.
5 - Fabrikalara, şirketlere hissedâr olur. Onlara
sermâye te’mîn eder.
6 - Arsa, bağ, tarla satın alıp satar ve binâ yapıp
satar. İslâm bankası, her çeşid malı satın alıp, veresiye satar.
7 - Kıymetli eşyâyı, aksiyon [ya’nî hisse senedi] ve
obligasyon [tahvîl senedi] rehn alarak ve temeli atılmış binâlar, arsalar ve
kredi [i’tibâr] karşılığı olarak fâiz ile ödünc para verir.
8 - Va’deleri gelmemiş para senedlerini, bonoları,
iskonto [tenzîl] yaparak öder. İslâm bankası bunu yapmaz. Çünki harâmdır.
9 - Va’deleri gelen senedlerin paralarını borcludan
toplayarak alacaklıya verir.
10 - Değerli maddeleri saklamaları için,
kasaları şahslara kirâya verir.
11 - Şehrler ve memleketler
arası para göndermeği te’mîn eder.
12 - Tüccârların, poliçe veyâ çek ismi
verilen te’diye emri senedlerini, bunların bankadaki parasından öder.
13 - Bir tüccârın, diğer bir tüccârdan
alacağını, borclunun hesâbından düşerek alacaklının hesâbına geçirmek sûretiyle
tüccârlar arasındaki alışverişi kolaylaşdırır.
14 - Borsalarda, hisse ve tahvîl senedleri
alıp satar.
15 - Devletin ve anonim şirketlerin tahvîl
senedlerini piyasaya sürer.
16 - Fabrikalar açar ve çalışdırır.
17 - Nakl vâsıtaları
işletir.
Banka çalışmaları, hicretin altıncı asrında, İtalyada
başlamış ve her memlekete yayılmışdır. Memleketimizde ilk olarak, 1279 [m.
1863] da Osmânlı bankası ve birkaç sene fâsıla ile, muhtelif ecnebî bankalar
açılmış, gayr-i müslim vatandaşlar ve yabancılar, bunlarla fâizli alışveriş
yapmışdır. Meşrûtiyyetin i’lânından sonra, 1327 [m. 1909] de Türkiye Millî
Bankası, 1328 [m. 1910] de Türkiye Bankası, aynı senede Millî Banka, 1329 [m.
1911] da İstanbul Bankası, 1331 [m. 1913] de İstanbul Emlâk Bankası ve 1332 [m.
1914] de Osmânlı Ticâret Bankası açılmışdır. Zirâ’at Bankasının, [1329] da
sermâyesi 88.577.908 Osmânlı lirası, Emniyet Sandığının 100.767 lira, Türkiye
Millî Bankasının 1.000.000 lira idi.
Bankaların yapdığı, yukarıda yazılı onyedi vazîfeden çoğu,
islâmiyyetde yasak olmıyan, fâideli şeylerdir. Fâizin azı da, çoğu da harâmdır.
Çoğuna harâm, azına halâl demek yanlışdır. Çiftçiye, tüccâra, san’at
sâhiblerine yüksek fâizle ödünc veren ve düşük fâizle para toplayan bankalar,
milleti sömüren, kapitalistliğe, komünistliğe sürükliyen teşekküllerdir.
Bankaların zararlarından biri de, para sâhiblerini
tenbelliğe ve sefâhete alışdırmalarıdır. Eline çok para geçen tenbeller,
çalışmazlar. Çalışanlara yardım da etmezler. Paralarını bankaya yatırıp,
aldıkları fâiz ile, keyf ve zevk içinde yaşarlar. Mâcerâ peşinde koşarlar.
İşçiler, çiftçiler ve zor geçinen me’mûrlar ve hele işleri bozulup bankaya fâiz
ödemek için, evini barkını, çiftini çubuğunu satan iş adamları, bu taşkınca, şaşkınca
para saçan ve çalışanlara aşağı gözle bakan şımarık sömürücüleri görünce,
bunlardan nefret ederler. Bu hâl, vatandaşlar arasında ayrılık ve kin hâsıl
eder. Çalışanların gayretleri, hizmetleri gevşer. Memleketde iş sâhaları
azalır. İşsizlik, anarşistlik artar. Sosyal adâlet lâfda kalır. Ekonomik ve
ahlâkî çöküntülere sebeb olur.
Fâiz ile alışveriş yapmıyarak, müşterîlerinin çalışmalarına,
kârlarına, mudârebe, müzâre’a yolu ile ortak olan, ihtiyâcı olanlara, karz-ı
hasen olarak ödünc verip iskonto ve fâiz adı ile birşey almayan, yalnız hizmeti
ve masrafı karşılığı olarak ücret alan bir islâm bankasının millete çok fâideli
olacağı meydândadır. Çünki, sened yazmak ücretini ve pul paralarını, ödünc
alanın vermesi de câizdir. [Onüçüncü madde başına bakınız!] İslâm bankası,
ödünc verirken kefîl ister. Kefîl ile anlaşma yaparken, ödeme târîhi koyar.
Ödeme zemânı gelince borclu ödemezse, kefîlden alır. Böyle bankalara para
yatıranlar, paralarının işletildiği yerlerin kâr ve zararlarına ortak
olacaklarından, çalışanların heyecanlarını paylaşırlar. Onlara yardımcı
olurlar. Herkes bunları sever. Memleket, maddî, ma’nevî kalkınır.
İslâm bankası, ticâret, san’at ve inşâ’at yapanlara,
ihtiyâcı olanlara, fâiz ile ödünc para vermez. Muhtâc oldukları malları,
veresiye olarak taksît ile kendilerine satmak üzere, bunlarla anlaşır. Bunlar,
muhtâc oldukları her nev’ menkûl ve gayr-ı menkûl malların cinsini, mikdârını
ve evsâfını bankaya bildirirler. Banka, onları satın alıp, emânet olarak
bunlara teslîm eder. Üzerine kâr koyarak, sonra, bunlarla veresiye satış akdi
yapar. Uyuşdukları târîhlerde, borclarını bankaya, tak-
sît
ile öderler. Banka, mallara mâlik olmadan evvel, bunlarla akd yaparsa, bey’
bâtıl olur.
[(Cemâleddîn-i Efgânînin talebelerinden, Mısrın ileri
reformcularından Muhammed Abduh, Câmi’ül-ezherin (m. 1963) senesinde ölen
müdîri Şaltut ile yapdığı Kur’ân-ı kerîm tefsîrinde, banka fâizinin meşrû’
olduğuna fetvâ vermişdir. Dahâ sonra, din adamlarının ve çevresinin ağır
baskısı altında kalarak, bu fetvâsından rücû’ eder görünmüşdür. Buna benzer
teşebbüsler Hindistânda da yapılmışdır). Çalışdığı müessesenin fâiz ile verdiği
mesken parasından istifâde etmek istiyen kimse, (Sizden ev satın almak
istiyorum. Aldıkdan sonra, bedelinin ma’âşımdan taksîtlerle kesilmesini
dilerim) demeli, müessese de, islâm bankasının yapdığı gibi, satın aldığı veyâ
inşâ etdirdiği binâyı görünce, tesbît edecekleri semen ile, buna veresiye
satmalıdır. Binâyı görüp sözleşmeden evvel ma’âşından kesilenleri müesseseye
ödünc verir. Sonra bunlar semenden düşülür.]
VAKF - Bir vakf mescid harâb
olup ta’mîr eden bulunmaz ise veyâ etrâfında, ev, insan kalmayıp, kullanılmaz
ise de, Tarafeyne göre yine vakf olarak kalır. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, hâkimin izni ile satılıp, parası, aynı cinsden olan
başka bir vakfa sarf edilir. Bir kimsenin başka başka vakflarının gelirleri
[paraları] birbirlerine sarf edilemez.
Binâ, tarla, kuyu gibi nakl edilmiyen şeyler sözbirliği ile
vakf olunur. Nakl edilmiyen şey ile birlikde buna lâzım olan nakl olunan şey de
İmâmeyne [Ebû Yûsüf ve Muhammede] göre vakf olunur. Vakf edilmesi âdet olan
nakl edilebilir şeyler, imâm-ı Muhammede göre, yalnız olarak da vakf olunur. Bu
imâma göre, altın, gümüş [ya’nî para] da vakf olunur. Hacm ile ve vezn ile ölçülen
herşey de böyledir. Tabut, teneşir, tabut örtüsü, Kur’ân-ı kerîm ve başka
kitâblar gibi âdet olan vakflar da böyledir. Hacm ile, vezn ile ölçülen eşyâ
satılıp, bedelleri ve vakf paraları fakîrlere ödünc verilir ve mudârebe yolu
ile sermâye olarak tüccâra verilerek kâra ortak olunur. Vakfın hissesine düşen
kârları, fukarâya sadaka olarak dağıtılır. Vakf olunan paranın misli, hep
vakfın emrinde kalması lâzımdır. Bununla birşey satın alınamaz ve bir borc
ödenemez. Buğdaylar, fakîr olan köylüye tohumluk ödünc verilip, yeni mahsûlden
ödenmek şartı ile vakf olunur. Sütü fakîrlere verilmek üzere inek vakf olunur.
Ev eşyâsı gibi vakfı âdet olmıyan şeyleri vakf câiz değildir. Vakfın
gelirinden, önce ta’mîr, sonra hizmet edenlerin ve nâzırın ücretleri ödenir.
İbni Âbidîn diyor ki, (Vakf, mükellef kimsenin, kendi mülkü
olan ma’lûm mütekavvim malının menfe’atini,
bir şarta bağlamadan, müslim veyâ zimmî, bütün veyâ belli fakîrlere terk
etmesidir. İmâmeyne göre, vakf edilen mal, vakf edenin mülkünden çıkar. Vakf,
ibâdet değil, kurbetdir. Sevâb kazanmak niyyeti ile yapılan mubâhlara (Kurbet) denir. Vakf edilen maldan yalnız veyâ en
sonra bir mescidin veyâ fakîrlerin fâidelenmesini bildirmek şartdır. Âdete göre zenginler de istifâde edebilir. Malını
vakf eden kimse, bunu hâkime tescîl etdirdikden yâhud mütevellîye teslîm
etdikden sonra, vazgeçemez. Öldükden sonra vakf olmasını söyleyince, bırakacağı
malın üçde birinden verilmesini vasıyyet etmiş olup vazgeçmesi câiz olur. Vakf
binâların ta’mîrleri, içinde parasız oturmağa hakkı olanların malları ile
yapılır. Yapamazlarsa, hâkim bunları çıkarıp, kirâya verip, ücretleri ile
ta’mîr etdirip, sonra bunlara teslîm eder. Kirâcı bulunmazsa, hâkim tarafından
(İstibdâl) olunur. Ya’nî, harâb binâyı satıp, semeni ile başkasını alıp, mütevellîye
teslîm eder. Başkasını satın alamazsa, semenini fukarâya dağıtır. Mürted,
müslimân olunca, mürted iken yapdığı vakf sahîh olur. Müslimân, mürted olunca,
önce yapmış olduğu vakf bâtıl olup vârislerinin olur. Zimmîlerin de, müslimân
veyâ zimmî fakîrler için vakf yapması câizdir. Kilise için ve harbî fakîrler
için, zimmînin de vakf yapması câiz değildir. Vakf eden kimse, bir (Mütevellî) ta’yîn edip, malı buna teslîm eder. Vakf ebedî olmak lâzımdır. Bir dahâ geri
alamaz. Osmânlı türklerinde al-
tın, gümüş para vakfı âdet olduğu için, câiz olmakdadır.
Birçok işlerde âdet, nass gibidir). Görülüyor ki, bir işin nasıl yapılacağı
nass ile bildirilmemiş ise, müctehidlerin ictihâdları ile yapılır. Bir iş
üzerinde çeşidli ictihâdlar varsa, müftî efendi, bunlar arasında, zemâna ve
âdete uygun ve elverişli olanını seçer. Zemâna, âdete uymak, bu demekdir.
Yoksa, zındıkların söyledikleri gibi, islâmiyyetin emrlerini değişdirmek,
ibâdetleri bırakarak, harâmları işlemek demek değildir.
(Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (Vakfın
nâzırı veyâ herhangi vazîfelisi, suç işlemedikce azl olunamazlar. Vakfı kirâya
vermek, mütevellînin vazîfesidir. Hâkim, vâlî karışamaz.
Bir vakfın, bir nâzırı ve bir mütevellîsi olsa, mütevellî nâzırın haberi
olmadan birşey yapamaz. Kayyım, mütevellî ve nâzır aynı hakka
mâlikdirler. Bir kimse bir çadırı veyâ vagonu mescid yapsa, muhtelif yerlere
götürülüp, içinde nemâz kılınsa, böyle mescid olmaz. Mescidin yeri
değişdirilemez. Nakl olunan şeyin vakfı, âdet olmadıkca câiz değildir. Fekat
bunu yapana sevâb vardır. Mâni’ olmamalıdır. Vâkıfın ta’yîn etdiği kimse nâzır
ve mütevellî olur. Nâzır ve mütevellî vâkıfdan sonra ölürse, bunların vasıyyet
etdiği olur. Bunlar yoksa, kâdî, ya’nî hâkim bir mütevellî ta’yîn eder. Bu
ta’yînde, vâkıfın evlâd ve yakınlarından ehl olanların tercîh hakları vardır.
Vakfın mütevellîsi emr eder, idâre eder. Akd yapar. Alışveriş yapar. Kâtib de,
bunları yazar. Deftere geçirir. Mütevellî, yapacağını kâtibe sormaz.
Yapdıklarını bildirir. Harâb olup istifâde edilemiyen bir vakfı, bundan dahâ
fâideli olan başka bir mal ile veyâ altın, gümüş ile değişdirmek câizdir ve
bunu ancak kâdî yapar. Hâkim-i şer’in, islâmiyyete uygun hükmü değişdirilemez.
Çeşidli ictihâd yapılmış olan şeylerde, kâdînin ya’nî hâkimin hükmü,
ihtilâfları ortadan kaldırır).
(Behcet-ül fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi
teâlâ aleyh” diyor ki, (Gelirinin sarf edileceği cihetleri belli olan vakf
paradan hâsıl olan gelirin bir kısmı bu cihetlere verilip, bir kısmı da
mütevellîde kalsa, bu para, aynı vâkıfın olsa bile, başka bir vakf câmi’in
ihtiyâclarına sarf edilemez).
(Fetâvâ-i Feyziyye)de diyor ki, (Bir kimse,
sıhhatde iken evini vakf ve zevcesinin oturmasını, o vefât edince, kirâsının
Medîne-i münevvere fukarâsına verilmesini şart etse, mütevellîye teslîm edip
mahkemede tescîl etdirdikden sonra ölse, vârisleri bu vakfı bozamazlar. Bir
kimse evini vakf edip, bunun satılarak parasının fakîrlere dağıtılmasını şart
etse, böyle vakf câiz olmaz, bâtıl olur. Çünki, vakf malı satmak sahîh
değildir. Mülkümü vakf etdim diyen kimse, tescîl etdirmeden önce vazgeçebilir.
Tescîl etdirdikden sonra vazgeçemez. Bir kimse, birisinde olan alacağını bir
cihete, [ya’nî bir yere] vakf etse, parayı alamadan önce ölse, vârisleri bu
vakfı bozabilirler. Bir kimse, evini vakf edip kirâya verilmesini ve kirâsının,
oğullarından yalnız Ahmede verilmesini şart etse, diğer çocuklarına birşey
verilmez. Bir kimse, mütevellîsi bulunduğu vakf paranın bir kısmını tüccâra,
esnâfa mudârebe ve sermâye olarak verip, birkaç sene bunlardan yalnız kârları
alıp vakfın masraflarına harc etse, sonra yerine başkası mütevellî olsa,
tüccârlar iflâs veyâ firâr etseler, yeni mütevellî, eskisine sermâyeleri tazmîn
etdiremez. Vakf paranın mütevellîsi, bunları tüccârlara mu’âmele ile ödünc
verse, sonra azl olsa, yeni gelen mütevellî bu paraları geri isteyince, buna
vermeğe mecbûrdurlar. Rehn alarak mu’âmele ile ödünc vermesi şart edilmiş olan
vakf parayı, mütevellîsi, rehnsiz ödünc
verip, ödünc alan, iflâs ederek ölse, para geri alınmasa, bunu mütevellî
öder. Bunun gibi, vekîl sâhibinin bildirdiği şarta uymıyarak zarara sebeb
olursa, bu zararı tazmîn eder. Mütevellî, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, vakf sâhibinin vekîlidir. İmâm-ı Muhammede göre “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, fakîrlerin vekîlidir. Belli bir yerde saklanması şart edilmiş
olmıyan vakf para, mütevellînin evinde yangında zâyı’ olsa, mütevellî ödemez.
Bir vakf dükkânı, mütevellî, ecr-i misli ile kirâya verirken, kirâcıdan câize
olarak, ya’nî hava parası da alsa, kirâcı bu câize
parayı geri alabilir. Vakf parayı, eşkıyâ, mütevellîden zor ile alsa, mü-
tevellî tazmîn etmez. Vedî’a olan eşyâ da böyledir. Mütevellî,
vakfın kirâsını almak için birini vekîl etse, vekîl aldığı kirâyı kendi
ihtiyâclarına sarf etse, bunu mütevellî değil, bu vekîl tazmîn eder. Kâdî,
vakfda şart edilmiş olmıyan bir vazîfe ihdâs edemez. Meselâ, vakf câmi’de bir
müezzin varken, ikinci müezzin berâtı veremez. Zeyd, bir vakfa birkaç sene
mütevellî olup, kâdî o senelerin hesâblarını tedkîk ile kabûl ve tasdîk eylese,
câiz olur. Şübhe eden olursa, cevâb taleb eder. Bir vakfın nâzırı, bunun
tevliyetini de kendi üzerine alamaz. Vakf sâhibinin ta’yîn etdiği mütevellî,
nâzırın bilgisi altında, vakfı idâre eder).
(İbni Âbidîn)de diyor ki: (Şart-ı
vâkıf, nass-ı şâri’ gibidir sözü meşhûrdur. Bu söz, kâdî, vâkıfın şartlarına
uymıyan hükm veremez, herkesin bu şartlara uyması lâzımdır demekdir. Yalnız,
yedi şart müstesnâdır. Bu yedi şartı kâdî değişdirebilir. Meselâ, hiyânet eden
mütevellîyi ve nâzırı azl etmesi vâcib olur).
(Dürr-üs-sukûk)de diyor ki, (Selânikde
Abdürrahmân beğ, meclis-i şer’ı şerîfde, beşyüz kuruş vakf edip, bunu mütevellî
ta’yîn etdiği Muhammed ağaya teslîm etdi. Şöyle şart ile ki, bu para her sene,
onu onbirbuçuk kuruş olarak mütevellî tarafından muâmele yolu ile ödünc verilerek
üretilecek, her sene hâsıl olan gelirden her gün onbeş akça sebîlciye verilip
su dağıtılacak, her gün iki akça verilerek sebîlin su yolları ta’mîr edilecek. Mütevellîye hergün iki akça verilecek.
Selânik müftîsi Mustafâ efendi, bu vakfa nâzır olup, her gün kendisine
bir akça verilecek. Bu vakfın her sene teftîş olunacak muhâsebesini tutmak
için, bir akça yevmiye ile muhâsebeci tutulacak. Muhammed ağa vefât edince,
Selânik müftîleri tarafından seçilen dindâr, sâlih ve bu işe muktedir bir
mütevellî bu vakfı idâre edecekdir. Yıllardan sonra bu şartlar yapılamazsa,
vakf paranın hepsi fukarâya dağıtılacakdır. Mütevellî Muhammed ağa, tevliyeti
kabûl ve beşyüz kuruşu teslîm alınca, vakf sâhibi, para vakfının üç imâma göre
câiz olmadığını, vakfın red edilmesini istedi. Mütevellî ise, para vakfının,
âdet olan yerlerde, imâm-ı Muhammede ve Züfere göre câiz olduğunu bildirerek,
parayı vermek istemedi. Kâdî, vakfın sıhhatine ve tescîl edilmesine karâr
verdi. Mahkeme hükmü ile, bu vakf sahîh oldu.
Kayserinin Kermir köyünde, Devlet-i aliyye tebe’asının rum
milletinden ve tüccârdan Aleksan, meclis-i şer’ı şerîfde der ki, Kayserîli
merhûm hazînedâr Alî ağa vakfının berât ile mütevellîsi Ahmed efendi, bu vakf
paradan bana beşbin kuruş ödünc verdi. Ben de bu parayı teslîm alıp kullandım.
Bu beşbin kuruş ve bu vakfın malı olup Ahmed efendiden bir sene sonra ödemek
üzere satın aldığım bir ceb sâatinin semeni olan yediyüzelli kuruş ki, cem’an
beşbinyediyüzelli kuruş, bu vakf için Ahmed efendiye borcumdur dedikde, mütevellî
Ahmed efendi ve aşağıda ismleri yazılı şâhidler ikrâr etdiler ve kefîller mal
ile kefîl ve zâmin olup, birbirlerinin zimmetine kefîl olduklarını bildirdiler.
Tasdîk ve tescîl olundu).
Vakf hakkında buraya kadar
bildirilenler gösteriyor ki, fâiz ile çalışan zararlı bankalar yerine, para, mal, mülk
vakfları kurmak mümkindir. Böylece, din ve dünyâ zararları önlenebilecek,
millete ve devlete çok fâideli olacakdır.
Bankalar ba’zan milyonlarca lira ikrâmiyye dağıtıyorlar.
Bunu bankaya fâiz ile para yatıranlar arasında kur’a çekerek, kazananlara
veriyorlar. Hâlbuki, yılda yüzde onbeşe kadar mu’âmele ile ödünc vermenin câiz
olduğunu onikinci maddede bildirmişdik. Bunun için, bankalar fâiz ödemeyip ve
ikrâmiyye vermeyip, bu paralar ile, para yatıranlardan ucuz olan bir malı,
yüksek fiyât ile satın alarak, bunlara fâiz yerine bu malın bedelini ödeseler
ve bankadan ödünc para alanlara ucuz malı, meselâ verdikleri makbûzu, satarak,
bunlardan fâiz yerine bu malın bedelini alsalar, böylece fâiz adı ile alıp
verdikleri paraları, bu malların semenleri olarak alıp verseler, hem
kendilerini, hem de milleti fâiz ve kumar günâhlarından kurtarırlar.
Ticâretde ve bilhâssa sanâyı’de, nakl vâsıtalarında
kullanılan büyük sermâyelere, oralarda veyâ
başka yerlerde çalışan herkes ortak edilirse, böylece kâra or-
tak olurlarsa, herkes parasını şirketlere yatırır. Bankalar
fâizle para alamaz olur. Milleti sömüremez olur. İslâmiyyetin emr etdiği gibi
çalışmağa mecbûr olurlar. Köylüyü, altından kalkılmaz fâiz borclarına,
felâkete, tenbelliğe sürükliyen ve birkaç kişinin menfe’ati için kurulmuş olan
bir bankayı, Allahü teâlânın emrlerine uygun, tüccârlara, san’at adamlarına,
fabrikalara sermâye vererek ortak olan, binâ, te’sîsler yapıp satan, her
cihetden verimli, fâideli islâm bankası şekline sokmak, pek mümkin ve çok
kolaydır. Bankaların, böylece, milletlerin refâh ve se’âdetine, memleketlerin
kalkınmasına çok hizmet edeceği muhakkakdır.
Süâl: Ev
yapdırmak için, hiç veyâ lüzûmu kadar parası olmıyan bir kimse, bankadan fâiz ile ödünc alıp ev
yapdırıyor. Bir yuva sâhibi oluyor. Fekat, fâizi ödemek de çok zor oluyor.
Ödiyemezse, borcu artıp, evi satılıp, emekleri boşa gidiyor. Sıkıntıdan
kurtulamıyor. İslâm bankası, bunu nasıl fâideli şekle çevirebilir?
Cevâb: İslâm bankası, buna fâiz
ile para vermez. Ondan, istediği evin bütün evsâfını öğrenerek, kendi
mühendisleri, ustaları ile ve en iyi malzeme ile, onun yapdırabileceğinden dahâ
iyi, medenî ihtiyâcları da karşılayan ev yapdırır. Sonra, banka, bütün
masraflarını ve kârını da katarak, bu evi ona taksît ile satar. O kimse,
zahmetsizce, iyi bir eve kavuşduğu gibi, banka da, fâizsiz yardım yapmış,
kendisi de halâl para kazanmış olur.
Süâl: Dâr-ül-harbde, ya’nî
Fransa gibi putlara tapınılan yerde bulunan ve müşterîleri kâfir olan bankaya
para yatırıp fâiz almak câizdir. Herhangi bir bankadan, zarûret olmadan para
çekip fâiz ödemek, her zemân ve her yerde harâmdır. Böyle olunca, kâfirler,
bankadan yüzbinlerce lira çekip büyük işler yapıyor. Müslimân tüccâr, bankadan
hiç para çekemediği için, büyük işler göremiyor. Ticâret kâfirlerin elinde
kalıyor. Müslimân tüccâr, onların elinde oyuncak oluyor?
Cevâb: Müslimân tüccâr,
müslimân zenginlerden karz-ı hasen olarak, ödünc alır. Böylece, bankaya
binlerce lira fâiz ödemekden kurtulur. Ödünc veren de, çok sevâb kazanır.
Tüccâr, islâmiyyete uymazsa, emniyyet, güven kazanamaz. Kimseden ödünc birşey
alamaz. Ödünc alamıyan bir tüccâr, hisse senedleri çıkarıp, müslimânları
kendine ortak yapmalı. Kâra ortak olmak için, zenginler, tüccâra çok para
verirler. Bankalar pek az fâiz verdiği için, paralarını bankaya değil, ticârete
yatırırlar. Böylece, yurdda ticâret, san’at gelişir. Memleket kalkınır. Hem de,
bankalar, zenginleri soyamaz, milleti sömüremez olurlar. Memleket refâha
kavuşur.
Süâl: Zenginler, tüccârlara ve
san’at sâhiblerine ortak olmuyor. Paralarını bunlara fâiz ile ödünc vermek
istiyorlar. Bunun çâresi nedir?
Cevâb: İslâm dîninde herşeyin
çâresi vardır. Her işde islâmiyyete uymak pek kolaydır. Bunun için, fıkh ilmini
iyi öğrenmek veyâ iyi bilen bir Allah adamını bulup, ona sormak lâzımdır.
Zengin, san’at veyâ ticâret sâhibine lâzım olan eşyâyı, makineleri, kendisi
için satın alır. Sonra, uyuşacakları yüksek fiyâtla, veresiye olarak, bunlara
satar. Belli zemânlar için ödeme senedi yaparlar. Böylece, san’at veyâ ticâret
sâhibinin işi fâizsiz yapılmış, zengin de, banka fâizinden katkat çok kazanc
sağlamış olur. Aralarına banka karışmamış olur.
Süâl: San’at sâhibine lâzım
olan demir eşyâ, makina ve benzerleri, zengine satılmıyor. Yalnız san’at
sâhiblerine satılıyor. Bu durumda ne yapılabilir?
Cevâb: İslâm dîni, her zorluğu
kolaylaşdırıcıdır. İslâmiyyetde, çözülemiyecek hiçbir mes’ele yokdur. Ehl-i
sünnet âlimleri, kıyâmete kadar yapılacak olan her işin, her yeniliğin, her
buluşun, insanların se’âdetleri için kullanılabilmeleri yollarını, Kur’ân-ı
kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlar, kitâblarına yazmışlardır.
Kendilerini müctehid sanan ve tanıtan ve yüksek islâm âlimleri ile boy
ölçüşmeğe kalkışan din câhillerine, îmân hırsızlarına ve dinde reform istiyenlere,
yapacak bir iş bırakmamışlardır. Müslimânların, dinde reform yapmaları, yeni
yeni şeyler uydurmaları değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını anlamağa,
öğrenmeğe ça-
lışmaları,
işlerini bunlara uygun yapmaları lâzımdır. Bu çalışmaları nefs ile cihâd olur.
Felâketden, azâbdan kurtulmak istiyenler için, ya’nî Kur’ân-ı kerîme,
islâmiyyete uymak istiyenler için, doğru yol budur. Kendi akllarına güvenerek,
Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ma’nâ, hükm çıkarmağa kalkışanlar,
yanılır, aldanır ve Ehl-i sünnetden ayrılırlar. Ehl-i sünnetden ayrılan da, yâ
sapık olur, yâ kâfir olur.
Kendisi için mal satın alamıyan bir zengin, para vermek
istediği san’at sâhibini, (Şu para ile, şu malı almak için, seni umûmî vekîl
yapdım) diyerek, vekîl yapar. San’at sâhibi de, vekîl olup, sened karşılığı,
parayı zenginden alır. Bu para ile, bu malı, kendi adına satın alır. Zengine
teslîm edip, senedini geri alır. Aralarındaki ikinci bir sözleşme ile, bu malı,
zenginden veresiye, yüksek fiyâtla satın alır. Böylece, ikisi de, fâiz
günâhından kurtulmuş ve dahâ çok kazanmış olurlar.
Süâl: Bankalar, zenginlerin,
hasîslerin sakladıkları paraları alıp, iş adamlarına veriyor. Kalkınmağa yardım
ediyorlar. Müslimânlar, banka ile iş görmezse, bankalar kapanır. Bankada
çalışan binlerce insan işsiz kalır. Bu zarar nasıl önlenebilir?
Cevâb: Zengin, parasını az bir
fâiz almak için bankaya yatırıyor. İş adamına verince, katkat çok kazanır.
Elbet bunu tercîh eder. Banka, bunların arasına giremez, iş adamını sömüremez
olur. Bankalar, her sene milyonlarca lirayı iş adamlarının cebinden alamayınca,
önceki sahîfede bildirdiğimiz fâideli hizmetlerine hız verir. Fâizsiz
kazanclarını artdırır. Hem kazanırlar, hem de kalkınmağa dahâ çok yardımcı
olurlar. Bankada çalışanların ücretlerini bu halâl kazançlarından öderler.