Derin âlim, büyük Velî, Abdüllah-i
Dehlevînin “rahmetullahi aleyh” (Mekâtib-i şerîfe)
kitâbındaki seksensekizinci mektûbu onbir sahîfedir. Bu uzun mektûbun son kısmının
fârisîden tercemesi, aşağıdadır:
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde öyle bilgiler vardır
ki, bunlar te’vîl edilmeden anlaşılamaz. [Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve
Resûlullah tarafından, açık bildirilmemiş ma’nâlarından,
islâmiyyete uygun olanı seçmeğe (Te’vîl) denir.
Bunu herkes yapamaz.] Evliyânın sözlerini de te’vîl etmek, meâlen
bildirmek lâzımdır. Te’vîl edilmezse, yanlış anlaşılır. Te’vîl edilince, Velîye
iftirâ etmek tehlükesi olmaz. İftirâ etmek harâmdır. Evliyâ-yı kirâmın, sekr
hâlinde [şu’ûrsuz] iken veyâ kavuşdukları ni’metleri anlatırken, yâhud
talebesini teşvîk için veyâ maksadını anlatacak kelime bulamadıkları zemân,
söyledikleri ba’zı kelimeleri te’vîle muhtâc olur. İmâm-ı Rabbânînin de, böyle
kelimeleri vardır. Abdülhak-ı Dehlevî “rahime-hullah”, Abdülkâdir-i Geylânînin (Fütûh-ul-gayb) kitâbının fârisî şerhinde
buyuruyor ki, (Âriflerin kalblerine ince ve anlaşılmaz bilgiler geldiği zemân,
bunları anlatacak kelime bulamazlar. Böyle sözlerini işitince, (doğrusunu
Allahü teâlâ bilir) demeli, inkâra kalkışmamalıdır). Tesavvuf yolundan maksad,
Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâda ve islâmın güzel ahlâkına
ve fıkh kitâblarının gösterdiği işleri yapmağa ve bid’atlerden sakınmağa ve
Allah dostlarının kalblerine gelen hâllere kavuşmakdır. Elhamdü-lillah bizim
yolumuzda, bu ni’metler hâsıl olmakdadır. Allahü teâlâ bu yolun feyzlerini, bu
fakîre de ve doğru yolu arayan bütün müslimânlara da nasîb eylesin! Bâtına
[kalbe] gelen ni’metlerin sonsuz olduğu, bu zemân anlaşılır.
Bir kimsenin maksadı bilinmeden, yalnız sözüne bakarak, ona
kâfir denilemez. Bir müslimânın, bir sözünün, yetmiş ma’nâsı, küfrünü, bir
ma’nâsı ise, îmânını gösterse, o kimseye kâfir denilmez. Hadîs-i şerîfde, (Küfrü açık bilinmiyen kimseye kâfir diyen, kâfir olur) buyuruldu.
İmâm-ı Rabbânî için, (Her zemân, Resûlullaha tâbi’ olmak lâzımdır diyorsunuz.
Hâlbuki, Resûlullahın riyâzetleri, mücâhede-
leri
ve kâfirlerle cihâdları sizde hiç görülmiyor) diyenler var. Buna cevâb olarak
deriz ki:
Her müslimânın, farzlarda, vâciblerde ve müekked
sünnetlerde, Resûlullaha tâbi’ olması lâzımdır. Âciz olmak, mücâhede ve gazâ
yapamamak için özrdür. Hem de, geceleri, mubârek ayakları şişinceye kadar
teheccüd nemâzları kılması ve çok açlık çekmesi ve muhârebelerde kahramanlıklar
göstermesi, Onun hasâisinden idi. Ya’nî yalnız Ona ihsan olunmuşdur. Allahın
arslanı, emîr-ül-mü’minîn Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Muhârebenin en
şiddetli zemânlarında, Resûlullahın yanına sığınırdık). Cihâd-i asgar olan
muhârebeler için ve cihâd-ı ekber olan, nefs ile mücâdele için, kuvvetli olmak
şartdır. İmâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler de âcizdir. Hadîs-i şerîfde,
(Kolay şeyleri yapınız! İşlerinizi
güçleşdirmeyiniz! Gücünüz yetdiği şeyleri yapınız! Allahü teâlâ, kolay olanları
yapmanızı istiyor) buyuruldu.
Allahü teâlâ, mihnetlere, meşakkatlara katlanmağı kolaylaşdırmışdır. [Bunun
için, derdlere, belâlara katlanmağı istiyor. Sabr edenleri seviyor.] İmâm-ı
Rabbânî, (Resûlullahın her işine tâbi’ olmalıdır) demiyor. (İ’tikâdda, fıkh
kitâblarında emr olunan işlerde, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyede ve kalb ile yapılan
zikrlerde ve terakkîlerde tâbi’ olmalıdır) diyor. Siz de biliyorsunuz ki,
bunlara tâbi’ olmıyan, Velî olamaz. İmâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler, onun
sözlerini anlıyamıyanlardır. [İslâm âlimlerinin, kitâbımızdaki sözlerini
anlıyamıyan câhiller de, dîni dünyâ kazançlarına âlet eden yobazlar gibi ve
ingiliz câsûslarına satılmış olan hâinler gibi, kitâblarımızı kötülüyorlar.
Allahü teâlâ, yavrularımızı, bu düşmanlara aldanmakdan muhâfaza buyursun! Âmîn.]
Resûlullaha tâm tâbi’ olunca, insan Onun gibi olur. Tesavvuf
büyükleri, bu hâle (Fenâ firresûl) demişlerdir.
(Fenâ-fişşeyh) ve (Fenâ-fillah) demeleri de böyledir. Bu sözleri
de, insanın sıfatları, mürşidin ve Allahü teâlânın kemâl sıfatları gibi olurlar
demekdir. Câhiller, bu sözlerin ma’nâlarını anlamadıkları için, kendilerini ve
her mahlûku, Allahü teâlâ ile birleşir sanıyor. Hâlbuki, şer’ı şerîf ve
Kur’ân-ı mecîd, (Allah başkadır. Mahlûklar başkadır) diyor. Evliyânın sekr
hâlindeki, şu’ûrsuz sözleri, bu hakîkati
değişdiremez. Resûlullaha tam tâbi’ olanda, Allahü teâlânın kemâl sıfatlarından
bir zerrenin zuhûrunu Allahü teâlâ ile birleşmek zan etmişlerdir.
Büyüklerimiz, Muhammed aleyhisselâm gibi olmağa, Onunla ittihâd etmek,
birleşmek dedi. Mahlûk, Allahü teâlâ gibi olamaz ki, Allah ile birleşmek
denilsin. Mahlûk, mahlûk ile ittihâd etdi denilebilir. Mahlûk, hâlık ile
birleşdi denilemez. Evliyânın sözleri misk gibidir. Güzel ma’nâ saçarlar.
Yanlış ma’nâlar vermek, miski çalı, çöp ile örtmek gibidir. Çalı yığını, miskin
güzel kokusunu örtemez.
(Eskiden, tesavvufcular, fakîrliği zenginliğe tercîh
ederlerdi. İmâm-ı Rabbânî ise, zenginliği ve malı, mülkü tercîh ediyor) demek
de, çirkin iftirâdır. (Mektûbât)ın çok
yerinde, (Fakîrlerin kapı önlerinde oturmaları, zenginlerin, süsler, zînetler
içinde oturmalarından iyidir) yazılıdır. (Buradaki fakîrlerin, muayyen, devâmlı
gelirleri yok ise de, Allahü teâlânın ezelde taksîm etdiği rızka güvenerek,
râhat ve neşelidirler) buyurmakdadır. Zarûrî ihtiyâclarını karşılamak ve
fakîrlere yardım etmek için, çalışıp, halâl kazanmak iyidir. Süleymân
aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâmdan, emîr-ül-mü’minîn Osmân ve Abdürrahmân bin Avf
ve diğerleri, Resûlullahdan sonra, mâl ve mülk sâhibi oldular. Bu servetleri, sahâbîlik derecelerinin azalmasına sebeb
olmadı. Sabr eden fakîr ile şükr eden zenginden hangisinin dahâ üstün
olduğunda, Ehl-i sünnet âlimleri ihtilâf etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” fakîrliğin sıkıntısına katlanabildiği için, fakîrliği istedi. Hadîs-i
şerîfde, (Geceleri, Rabbimin ziyâfetindeyim. Beni
doyuruyor ve içiriyor) buyurdu. Fakîrlik, ibâdet yapmağı
gücleşdirirse, ibâdete kuvvet veren zenginlik efdal olur. Böyle, şükr eden
zenginlere dil uzatmak, Hadîd sûresinin yirmibirinci âyetinden gâfil olmağı gösterir. Bu âyet-i kerîme, meâlen, (Allahü
teâlâ, bu üstünlüğü dilediğine ihsân
eder)dir.
[Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, kâfirlere, fâsıklara muhtâc olmamak için ve
müslimânlara hizmet etmek için ve islâm ilmlerini yaymak için ve bunları yapanlara yardım etmek için lâzım olan parayı,
mâlı kazanmanın çok sevâb olduğunu gösteriyor.]
Yukardaki satırları yazan, Gulâm-ı Alî Abdüllah-i Dehlevî
“rahmetullahi aleyh”, kâdiriyye ve çeştiyye âlimlerinden çok istifâde etdim ve
Nakşibendî Müceddidî büyüklerinden feyz aldım. Allahü teâlâ, bu büyükler
hurmetine, bu fakîrin yazılarına te’sîr ihsân eylesin! Okuyanlardan ve tâbi’
olanlardan râzı olsun ve cümlemize hüsn-i hâtime nasîb eylesin! Âmîn.
Çün
aşk denizi dalgalandı,
ol
dürr-i yetîm, zâhir oldu.
Şânında buyurdu, Hâlıkı pâk
(levlâ ke lemâ halaktül eflâk).
Mahmûdu
Muhammedü mübeccel,
mahbûb-i
Hudâ, nebiyyi mürsel.
Doğdukda, o şemsin ziyâsı,
doldurdu bütün kâinatı.
Gördü
Onu, basîr olanlar,
görmiyor,
yalnız, kör olanlar.
O gonca, Mekkede açıldı,
kokusu dünyâya saçıldı.
Zerredir, O güneşden el’ân,
âlemdeki ilm ile irfân.
Bugün dolduran, rûy-ı zemîni,
ilmler, O gülün bir filizi,
Ol güneşin olmasa berkı,
kim
parlatırdı şark-ı garbı?
Olmasa, Endülüs okulu açık,
kim Avrupaya tutardı ışık?
İlm
merkezi Semerkand, Bağdâd,
etdi,
yer yüzün cehlden âzâd.
Böylece, kapladı her yeri,
hızla envâr-ı Muhammedî.
İnsâf
et, ey inadcı insâf,
meydânda
değil mi, ilm-i eslâf?
Kim eyledi Mustafâ gibi,
tevhîd-i Cenâbı ezelî?
Verdi
mi, öyle dersi irfân,
Hitit
ve Âsûr, Roma, Yunân?
Ölçülse, Tevrât, Zebûr, İncîl,
üstün elbet, Kitâb-ı tenzîl.
Bir
mu’cizedir, nûr-i Kur’ân,
değişmez
hiç, durdukca cihân.
Kıyâmete dek, olur mer’i,
şübhe edene, (Fe’tû) emri.
Yehûd,
mason, komünist şimdi,
Kur’âna,
hep, hücûma geçdi.
Her asrda böyle çatdı a’dâ,
biri zafer bulmadı aslâ.
Çünki,
onu Cenâb-ı Bârî,
değişikliklerden kıldı ârî.
Şer’ ile yaydı, o Nebî,
Yer yüzüne ilmi, edebi.
Kim
giderse onun izinde,
iyilik
bulur her işinde.
Her kim ki, bu yola özenir,
güzel sıfatlarla bezenir.
Ümmîdir,
eğerçi, o Nebî,
ilm
ile doldurdu heryeri.
Ümmî ki, sözlerinde parlar,
her mahlûka âid haklar.
Ümmî
idi, hocası yokdu,
fenne
uygun âyet okudu.
Seçilmiş, sevgili iken o,
dâim beğenirdi yokluğu.
Emrine
geçmişken memâlik,
üç
gömleğe değildi mâlik.
Askeri olurken muzaffer,
açlığı sever idi ekser.
Çok
mal bulunmazdı evinde,
fevtinde,
görüldü, zırhı rehinde.
Vârını fakîre verirdi,
yoksul olunca, sevinirdi.
Ekser
zemân gördüğü şeyler,
yanında,
dünyâ neye değer?
İhsânları, herkese çokdu,
birşey yok demek, onda yokdu.
Ba’zan,
o kadar çok verirdi,
düşmânları
hep, eğilirdi.
Şefkati boldu, her leîme,
müşfik babaydı, her yetîme.
Her
işinde vardı, çok hikmet,
hiç
etmedi kimseye minnet.
Hastayı ziyâret ederdi,
derdliyi şifâyâb ederdi.
Teheccüdü
hiç bırakmazdı,
Allah
korkusundan yatmazdı.
Tutardı herkesi, Peygamber,
hep kendi nefsîle berâber.
İftihâr
ederdi, kullukla,
huylu
idi, ilâhi hulkla.
Bir mektebe oldu, müdâvim,
Allahdı, zâtına muallim.
Anlatmak
için Rahman, anı,
Kur’ânda
hoş etdi beyânı.
Haşra dek, Şâh-ı enbiyâya,
olsun salevât, bî nihâye!
Olsun
Âline, Eshâbına,
salât,
selâmı âcizâne!