Büyük âlim
Abdüllah-i Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mekâtib-i şerîfe) kitâbının
seksenbeşinci mektûbu aşağıdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberi Muhammed
aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Gulâm-ı Alî ismi ile meşhûr olan fakîr
Abdüllah-i Kâdirî müceddidînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektûbudur.
Hindistânda müslimânlar için yazmışdır. Allahü teâlâ, onun günâhlarını afv
eylesin!
(BÎ’AT), söz
vermek ve bu sözünde durmak demekdir. Tesavvuf yolunda çok kullanılan bir
kelimedir. Bunu kullanmak, Eshâb-ı kirâmın sünnetidir “radıyallahü teâlâ
anhüm”. Bî’at, üç kısmdır: Birincisi, bir büyüğün önünde, günâh işlememek için
söz vermekdir. Buna, (tevbe bî’ati) denir.
Büyük günâhlardan biri işlenince, bu bî’at bozulur. Yeniden bî’at etmek lâzım
olur. Gıybet edince bozulup, bozulmamasında şübhe edildi. Bir müslimânı tahkîr
ederek, onu kötüleyerek gıybet yapmak, elbet büyük günâhdır. Yanlış söyliyen ve
yazan din adamlarını ve bid’at i’tikâdında olan tarîkatcıları müslimânlara
haber vermek, duyurmak gıybet olmaz. Müslimânların bunlara aldanmaması için
bunları söylemek lâzımdır.
Bî’atin ikincisi, intisâb etmek,
bereketlenmek için bir Velîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” veyâ onun hakîkî
mensûblarına bî’at etmekdir. Böylece, onlar için bildirilmiş olan müjdelere ve
şefâ’atlarına kavuşulur. Meselâ, gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise
sirruh”, (Benim talebelerim tevbe etmeden ölmezler) buyurmuşdur. Bu müjdeye
kavuşmak için, bu yolun büyüklerinden birine bî’at olunur. Bu bî’ati tekrâr
etmek lâzım değildir.
Bî’atin üçüncüsü, Evliyânın feyzlerine kavuşmak, fâidelenmek
için yapılır. Tesavvuf büyüklerinden birine bî’at edip, Onun gösterdiği
vazîfeleri ve ihlâs derecelerini yapıp fâide elde edemezse, Üstâdı râzı olsa da
ve olmasa da, başka birine intisâb etmesi, başka bir âlime bî’at etmesi
câizdir. Fekat, birinci âlimi inkâr etmemesi lâzımdır. Ondan nasîbi, kısmeti
yok demekdir. Üstâdının islâmiyyete uymakda gevşekliğini görürse ve zenginlere
yanaşdığını, dünyâya düşkün olduğunu anlarsa, Allahü teâlânın feyzlerini,
sevgisini ve ma’rifetini başka birinde aramalıdır. Çocuk iken bî’at etmiş olan,
akl ve şü’ûr sâhibi olunca, onun hakîkî âlim olduğunu anlarsa, bî’atine ve
vazîfelerine devâm eder. Yâhud beğendiği başka birine bî’at eder.
İslâm âlimi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
sünnetine [ya’nî islâmiyyete] tâbi’ olan, sımsıkı sarılan ve zâhir ve bâtın
bid’atlerden kaçınan ve selef-i sâlihînin i’tikâdında olan kimsedir.
Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ve Şeyh-ül-islâm Ferîdeddîn-i Genc-i
Şeker hazretlerinin doğru olan i’tikâdında olur. Fıkh bilgilerinden zarûrî
lâzım olanları bilir. (Mişkât-i şerîf) hadîs
kitâbını ve Kur’ân-ı kerîm tefsîrlerini çok okur. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi
teâlâ aleyh” hazretlerinin, (Minhâc-ül-Âbidîn) ve
(Kimyâ-yı se’âdet) kitâbları gibi
tesavvuf yolundakilerin yazdığı ahlâk kitâblarını ve tesavvuf büyüklerinin
hâllerini ve sözlerini bildiren kitâbları okur. Bu kitâbları okumak, kalbin
tasfiyesi ve tezkiyesi için
çok
fâidelidir. İslâm âlimi, dünyâya düşkün olmaz ve dünyâya düşkün olanlarla
birlikde bulunmaz. İslâmiyyetin bildirdiği iyi işleri yapar. Çalışdıklarının
dünyâdaki ve âhıretdeki karşılığını yalnız Allahdan bekler. Ondan başka
kimseden birşey beklemez. Kur’ân-ı kerîmi çok okur. Evliyânın kalblerine gelen
feyzlerden, ma’rifetlerden nasîb almışdır. Her işinde tevbe, inâbet, zühd,
vera’, takvâ, sabr, kanâ’at, tevekkül ve rızâ yolunu tutar. Onu görenler Allahü
teâlâyı hâtırlar. Dünyâ düşünceleri kalbinden kaçar. (Çeştiyye) yolunun büyükleri ile birlikde bulunan sâdık bir
kimsede zevk, şevk, harâret, râhatlık, yalnızlık, ya’nî dünyâya düşkün
olanlardan uzaklaşmak hâsıl olur. (Kâdirî) yolunun
büyükleriyle berâber bulunmak, kalbde safâ hâsıl
eder. Rûhlar ve melekler âlemi ile bağlılık hâsıl olur. Geçmiş ve gelecek
şeylerden çoğu kendisine bildirilir. (Müceddidî)
yolunun büyükleri ile berâber olanda huzûr ve cem’ıyyet ve yâd-i
dâşt ve dünyâya şü’ûrsuzluk ve Allahü teâlânın cezbeleri hâsıl olur. Kalbine,
rûhuna birçok şeyler ihsân edilir. İslâm âlimi müceddidî ise, bütün
latîfelerinde keyfiyyetler, hâller, safâ ve letâfet ve nûrlar, sırlar hâsıl
olur. Bu söylediklerimiz hâsıl olmazsa, sâdık olan tâlib, hakîkî âlime
kavuşamadığı için ne kadar âh etse yeridir.
(Tâlib), sâdık olan insan
demekdir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzûsu ile
yanmakdadır. Bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar,
gözyaşları dinmez. Geçmişdeki günâhlarından utanarak başını kaldıramaz. Her
işinde Allahdan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşduracak işleri
yapmak için çırpınır. Her işinde sabr ve afv eder. Her geçimsizlikde, sıkıntıda
kusûru kendisinde görür. Her nefesde Allahını düşünür. Gaflet ile yaşamaz.
Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekden korkar. Kalbleri Allahü teâlânın
evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini, “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” diyerek
iyi bilir. Hepsinin iyi olduğunu söyler. [Şimdi, böyle hakîkî tâlib kalmadı.]
Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâm arasında olan
şeyleri konuşmamağı emr buyurdu. Sâlih müslimân, bunları konuşmaz, yazmaz ve
okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikde bulunmakdan kendini korur.
O büyükleri sevmek, Allahın Resûlünü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi ile, kendi görüşü ile Evliyâ-yı
kirâmı birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin dahâ yüksek, dahâ
üstün olduğu ancak âyet-i kerîme ile ve hadîs-i şerîf ile ve Sahâbe-i kirâmın
sözbirliği ile bildirmeleri ile anlaşılır. Muhabbet serhoşluğu elbet başkadır.
Aşk sâhibi ma’zûrdur.
(Simâ’), bir
kişinin veyâ birkaç kişinin okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleşdiren, şi’rleri,
kasîdeleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek demekdir. Tesavvuf büyükleri,
çalgısız olan ve kadın erkek karışık olmıyarak okunanları Simâ’ etmişler, dinlemişlerdir. Sultân-ı meşâyıh [Nizâmüddîn-i
Dehlevî]nin sohbetinde, meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zemân görülmedi.
O sohbetde bulunanlar, gizlice ağlar, ciğerleri yanardı. (Fevâid-ül-füâd) ve (Siyer-ül-Evliyâ)
kitâbları bunu uzun anlatmakdadır. Tesavvuf büyüklerinin yolundan
ayrılmak kalbi karartır. O büyükler, kalbde hâsıl olan kabzı, bast hâline
çevirmek için veyâ inbisâtı ya’nî bast, râhatlık, ferahlık hâlini artdırmak
için simâ’a izn vermişlerdir. Simâ’ kalbdeki Allah sevgisini ve rikkati
artdırır buyurmuşlardır. Gâfillerin ya’nî kalblerinde Allah sevgisi
bulunmıyanların simâ’ları câiz değildir. Böyle simâ’ meclisleri, toplantıları,
fısk [günâh] meclisi olur. Her müslimân böyle simâ’lardan sakınmalıdır.
Tesavvufculardan, ney gibi çalgılara câiz diyenler oldu ise de, bunu aşk ve
muhabbet serhoşluğu hâlinde söylemişlerdir. İslâmiyyetin yasak etdiği böyle
sözlere uyulmaz. [Tahtâvînin (Merâkıl-felâh) şerhi
yüzyetmişdört (174). cü sahîfesine bakınız!]
Allah ismini yüksek sesle söylemek, kalb hastalığının
ilâcıdır dediler. Fekat sessiz söylemek, dahâ fâidelidir. Sessiz yapılan zikrin
dahâ efdal olduğu hadîs-i şerîfde bildirildi. Kalbdeki ateşi artdırmak ve
gevşekliği gidermek için sesle söylemek câiz olabilir. Çok söyleyince ve
riyâzetler çekilince, kalbde Allah sevgisi çoğalır,
(Vahdet-i vücûd) sırları
hâsıl olur. (Vahdet-i vücûd), mümkinâtı
ya’nî mahlûkâtı tek bir varlık görmekdir. Yoksa, mahlûkları Allahü teâlâ bilmek
değildir. Aşk-ı ilâhînin kalbde hâsıl etdiği hâl sâhiblerinin vahdet-i vücûd
sözlerini işiterek, kendi görüşleri ile ve hayâlleri ile böyle konuşup kendini
vahdet-i vücûd sâhibi göstermek akla da, islâmiyyete de uygun değildir.
Rüknüd-dîn Alâüddevle-i Semnânî ve müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî
“rahmetullahi aleyhimâ” ve bunların izinde giden büyükler, vahdet-i vücûd
ma’rifetinden başka ve Peygamberlerin hepsinde hâsıl olan “aleyhimüssalevâtü
vesselâm” me’ârif de bulunduğunu görmüşler ve anlamışlardır.
(Tesavvuf), Allahü teâlâ ile olmak
ve iyi ahlâk edinmek ve islâmiyyete uymakdır. Allahü teâlâdan başka şeyleri
kalbden çıkarıp bütün a’zânın Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem”
hazretlerine uymasıdır. Allahü teâlâ ile olmağa, (Hudûr)
denir ki, hadîs-i şerîfde bildirilen (İhsân)
mertebesidir. İnsanın kalbi bu mertebede olmalıdır. Bu ni’meti kime
ihsân ederlerse, büyük se’âdet bilsin!
(Tevhîd-i ef’âlî), mahlûkların bütün
işlerini, bütün hareketlerini, tek bir yapıcının işlerinden olarak görmekdir.
(Tevhîd-i sıfâtî), mahlûkların
sıfatlarını, özelliklerini, Hak teâlânın sıfatlarının görüntüleri bilmek ve her varlığı Allahü teâlânın varlığında yok
görmekdir. Evliyâyı kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hep
böyle idiler.
(İcâzet) ve (Hilâfet), tâliblerin kalblerine ihlâs
yerleşdirmesi için, olgun birisine izn vermek demekdir. Kendisine izn verilen
zâta (Halîfe) veyâ (Vesîle) denir. Kendisine izn verilecek zâtın
bâtınının [ya’nî kalbi ve diğer dört latîfesinin] nisbete ve hâllere kavuşmuş
olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması ve sabr,
tevekkül, kanâ’at, rızâ, teslîm sâhibi olması, dünyâya düşkün olmaması
lâzımdır. Bu yüksek mertebe, ancak (Selef-i
sâlihîn)e uymakla ele geçebilir. [Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i ızâma (Selef-i sâlihîn) denir. Üçüncü ve dördüncü
asrlarda gelen islâm âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir.]
Bu hâller ve keyfiyyetler kalbde hâsıl olmadan, va’z etmesi için izn vermek
harâmdır. Tesavvuf büyüklerinin yolunu bozmak olur. Birisini mağrûr yapmak
[kendini beğenmesine sebeb olmak], bir tâlibi, bir âşıkı da acemi ellere
düşürerek mahrûm etmek, akla da, islâmiyyete de uygun değildir. [Şimdi
Türkiyede hakîkî tarîkat, mürşid, mürîd, şeyh yokdur. Vardır diyenlere, şeyh
olduğunu söyliyenlere inanmamalıdır. Sahte şeyhlerin, câhil tarîkatcıların
tuzaklarına düşmemek için uyanık olmalıdır.]
Nemâzı cemâ’at ile kılmak ve (Tümânînet)
ile kılmak, rükü’dan sonra (Kavme) yapmak
ve iki secde arasında (Celse) yapmak
bizlere Allahın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz
olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden (Kâdîhân), bu
ikisinin vâcib olduğunu, ikisinden birisini unutunca (Secde-i sehv) yapmak
vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın nemâzı tekrâr kılmasını bildirmişdir.
Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir.
Sünneti hafîf görerek, ehemmiyyet vermiyerek terk etmek küfrdür. Nemâzın
kıyâmında, rükü’unda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu
zemânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyyetler, hâller hâsıl olur. Bütün
ibâdetler nemâz içinde toplanmışdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek
[ya’nî sübhânallah demek], Resûlullaha salevât söylemek ve günâhlara istiğfâr
etmek ve ihtiyâcları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek Ona düâ etmek nemâz
içinde toplanmışdır. Ağaçlar, otlar, nemâzda durur gibi dik duruyorlar.
Hayvanlar, rükü’ hâlinde, cansızlar da nemâzda (Ka’de)de
oturur gibi yere serilmişlerdir. Nemâz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini
yapmakdadır. Nemâz kılmak, mi’râc gecesi farz oldu. O gece, mi’râc yapmakla
şereflenen, Allahın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek nemâz kılan bir
müslimân, O yüce Peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaşdıran makâmlarda
yükselir. Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne karşı edebi takınarak huzûr ile nemâz
kılanlar, bu mertebelere yükseldikle-
rini
anlarlar. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük
ihsânda bulunmuşlar, nemâz kılmağı farz
etmişlerdir. Bunun için Rabbimize hamd ve şükr olsun! Onun sevgili
Peygamberine salevât ve tehıyyât ve düâlar ederiz! Nemâz kılarken hâsıl olan
safâ ve huzûr şaşılacak şeydir. Üstâdım [Mazher-i Cân-ı Cânân] buyurdu ki,
(Nemâz kılarken, Allahü teâlâyı görmek mümkin değil ise de, görür gibi bir hâl
hâsıl olmakdadır). Bu hâlin hâsıl olduğunu tesavvuf büyükleri sözbirliği ile
bildirmişlerdir. İslâmiyyetin başlangıcında nemâz Kudüse karşı kılınırdı.
Beyt-ül-mukaddese karşı kılmağı bırakıp, İbrâhîm aleyhisselâmın kıblesine
dönmek emr olunduğu zemân, Medînedeki yehûdîler kızdılar. (Beyt-ül-mukaddese
karşı kılmış olduğunuz nemâzlar ne olacak?) dediler. Bekara
sûresinin 143. cü âyet-i kerîmesi gelerek, (Allahü
teâlâ îmânlarınızı zâyı’ eylemez!) meâlinde buyuruldu. Nemâzların karşılıksız
kalmıyacakları bildirildi. Nemâz, îmân kelimesi ile bildirildi. Bundan
anlaşılıyor ki, nemâzı sünnete uygun olarak kılmamak, îmânı zâyı’ etmek olur.
Resûlullah efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Gözümün nûru ve lezzeti nemâzdadır) buyurdu. Bu
hadîs-i şerîf, (Allahü teâlâ nemâzda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece
gözüme râhatlık geliyor) demekdir. Bir hadîs-i şerîfde, (Yâ Bilâl “radıyallahü teâlâ anh”! Beni râhatlandır!) buyuruldu ki, (Ey Bilâl!
Ezân okuyarak ve nemâzın ikâmetini söyliyerek, beni râhata kavuşdur) demekdir.
Nemâzdan başka bir şeyde râhatlık arıyan bir kimse, makbûl değildir. Nemâzı
zâyı’ eden, elden kaçıran, başka din işlerini dahâ çok kaçırır.
Fâidesiz şeyler söylemek, müslimânları gıybet etmek, orucun
sevâbını giderir. Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâblarını yok eder. Gıybetden
sakınmak vâcibdir. Zahmet çekerek, sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da,
bunun sevâbını yok etmek ne kadar aklsızlıkdır. İbâdetler Allahü teâlâya arz
olunur. Gıybeti ve fâidesiz sözleri sâhibinin huzûruna çıkarmak, Ona karşı
edebsizlikdir.
Şarkı, çalgı ve tanbur dinlemek ve raks [dans] seyr etmek ve
hazret-i Hasen ile Hüseynin “radıyallahü
anhümâ” şehîd edilmelerini [Kerbelâ vak’asını] anlatmak, yazmak müslimânlığa
yakışmaz. Zemânımız şeyhleri, tarîkatcılığı bunları yapmak şekline sokdular.
Din büyüklerinin resmlerini yaparak ziyâret ediyorlar. Bunları ziyâret, Allahü
teâlânın rızâsına kavuşdurur diyorlar. İslâmiyyetde böyle şeyler yokdur.
Görmeden uydurma yapılan resmlere büyüklerin ismini koymak iftirâ olur. Allahü
teâlâ bunlara tevbe etmek nasîb eylesin! Medîne-i münevverenin büyük
âlimlerinden, hadîs ilmi mütehassısı seyyid İsmâ’îl efendi “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, ulûm-i müceddidîye kavuşmak için Medîne-i münevvereden Hindistâna kadar
bu fakîri görmeğe geldi. Bu zâtı (Âsâr-ı şerîf)i
[ya’nî mukaddes emânetleri] ziyâret etmesi için büyük mescide [ya’nî Asyânın en
büyük câmi’i olan Delhîdeki Şâh Cihân Câmi’ine] gönderdim. Hemen geri gelip,
orada Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nûrları bulunmakla berâber,
putların zulmeti de duyuluyor dedi. Câmi’deki vazîfelilerden araşdırdım.
Odadaki bir sandıkda büyüklerin ismini taşıyan resmlerin bulunduğunu öğrendim. Seyyid
İsmâ’îl efendinin, bu zulmetlerin te’sîri altında kaldığını anlamış oldum.
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem”, hazret-i İbrâhîm
aleyhisselâmın resmini gösterdiklerinde, mübârek eli ile bu resmi yırtdı. Yûsüf sûresinin 106. cı âyetinin, (Onların çoğu Allahü teâlâya îmân ediyoruz derler. Fekat
îmânsızdırlar. Başka şeylere ibâdet ederek müşrik olmuşlardır) meâl-i şerîfi, bu hâli haber vermekdedir. Horoz
döğüşdürmek, güvercinle oynamak gibi her oyun harâmdır. Bir taşı yontarak, (Kadem-i şerîf) adını takıp, Peygamberin ayağının
izidir demek de resmlere, putlara tapınmak gibidir.
Nevruz günü [ve Noel gecesi] mecûsîler gibi bayram yapmak,
kâfirlere teşebbüh olur. Tarîkatcılar, şeyhler bu çirkin işleri yapınca
mürîdlerine nümûne olur. Sened olur. Onlar da bu felâkete, bu akıntıya
kapılırlar. Hakîkî müslimânlık, takvâ ile olur. Şirkden ve harâmlardan
sakınmakla olur. Kalbde hâllerin hâsıl olma-
sı
ve ba’zı şeylerin keşf olunması, görülmesi ve fen bilgilerinin dışında aklları
şaşırtacak işlerin yapılması, kâfirlerde de hâsıl olur. Riyâzetler çekmek,
belli şeyleri ibâdet olarak yapmak, muska yazmağı, hastaları, büyülenmiş
olanları okumağı, üflemeyi, san’at hâline getirmek, din işleri değildir.
Câhilleri, ahmakları toplamak ve dünyâlık ele geçirmek için yapılmakdadır.
İslâmiyyetde bunların kıymeti ve ehemmiyyeti yokdur. İslâmiyyetde kıymeti olan
ve ehemmiyyeti olan ve insanı Allahü teâlâya yaklaşdıran şey, ancak, Onun
Resûlüne, Peygamberine “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” uymak, O yüce Peygamberin
izinde bulunmakdır. Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızâmın “radıyallahü anhüm”
yolu budur. Kur’ân-ı kerîm bu yolu göstermek için gönderilmişdir. Allahü teâlâ,
hepimizi sevgili Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı
kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızâmın yolunda bulundursun! Âmîn.
[(Dürr-ül-muhtâr) beşinci
cild, 481. ci sahîfede diyor ki, (Nevruz veyâ Mihrican [Martın ve Eylülün
yirminci] günlerinde, bunların ismlerini söyliyerek hediyye vermek harâmdır. Bu
günleri bayram bilerek vermek, küfr olur. Bu günleri ta’zîm ederek kâfire
yumurta veren kâfir olur. Bu günlerde birşey satın almak da böyledir. Her zemân
aldığını satın alırsa, kâfir olmaz). (Bezzâziyye) fetvâsında
diyor ki, (Nevruz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün, mecûsîlerin yanına
gidip, onların yapdıklarını yapmak küfrdür. O gün, bayram yapan müslimânın
îmânı gider de haberi olmaz). Noel günü ve gecesinde ve kâfirlerin paskalya ve
yortularında, onlar gibi bayram yapanın da kâfir olduğu bu fetvâdan
anlaşılmakdadır.
(Tefsîr-i Mazherî)de, Mâide sûresinin
kırkdördüncü âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Îsâ aleyhisselâmın yapdığını yapmakda ben herkesden
ilerideyim. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, babaları bir olan kardeşler gibidirler. Anaları ayrıdır.
Dinleri birdir) buyuruldu. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi
aleyh”, bu hadîs-i şerîfe uyarak, önceki dinlerin, Muhammed “aleyhisselâm”
tarafından değişdirilmemiş olan hükmleri ile amel etmemiz vâcibdir buyurdu.
Ya’nî, geçmiş dinlerin hükmü olduğu, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf ile
bildirilmiş ve nesh edildiği bildirilmemiş olan hükmler ile amel edilir). Amel
etmemiz lâzım olan böyle hükmlerin hepsini, fıkh âlimlerimiz tesbît
etmişlerdir. Fıkh âlimlerinin izn verdiklerinden başka olan ibâdetlerine uymamız câiz değildir. Çünki,
yehûdîlerin ve hıristiyanların şimdi yapmakda oldukları ibâdetlerin
ba’zısını, sonradan kendileri uydurmuşlardır. Bunlara uymamız, küfr veyâ harâm
veyâ mekrûh olur. Doğruyu, yanlışı, fıkh kitâblarından öğrenmeliyiz! İmâm-ı
Şâfi’î “rahime-hullahü teâlâ aleyh” ise, önceki dinlerin hiçbir hükmü, bizim
için huccet olmaz buyurdu.
(Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhi, 115 ve 202. ci
sahîfelerinde diyor ki, (Zünnâr denilen papaz kuşağını bağlamak ve putlara,
heykellere, meselâ haç, salîb denilen, Îsâ aleyhisselâmın
asılmış hâli dedikleri, birbirine dik kesişen iki çubuğa tapınmak, boynuna asarak
ta’zîm etmek ve islâmiyyeti bildiren din kitâblarından birini tahkîr etmek,
islâm âlimlerinden birini istihzâ, alay etmek ve küfre sebeb olan bir söz
söylemek ve yazmak ve ta’zîm etmemiz emr olunan birşeyi tahkîr ve tahkîr
etmemiz emr olunan birşeyi ta’zîm etmek küfrdür. Bunları yapanın îmânı gider,
kâfir olur. Fekat, büyük bir günâh işliyen, bu işin fenâ olduğunu düşünür,
yapdığına pişmân olur, üzülür. Allahü teâlâdan utanırsa, îmânı gitmez, kâfir
olmaz. İ’tikâdı sahîh olup, küfr alâmeti olmıyan büyük günâhı işliyen kâfir
olmaz. Bu günâhına tevbe eder, Allahü teâlâdan afv dilerse, afv olur. Tevbe
etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse, yine afv eder. Dilerse, günâhı kadar azâb
edip, sonra Cennete kor. Fekat îmânsız olarak ölen kâfir ve bid’at sâhibi,
âhıretde hiç afv olunmıyacak, muhakkak Cehennemde yanacakdır. Kâfir,
Cehennemden hiç çıkarılmıyacak, bid’at sâhibi, çıkarılacakdır).
Îmânı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde
yanacağını Peygam-
ber
efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın
var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Sonsuz olarak ateşde yanmak
ne demekdir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşde yanmak felâketini
düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketden
kurtulmak çâresini arar. Bunun çâresi ise, çok kolaydır. (Allahü teâlânın var
ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun
haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak) insanı bu sonsuz
felâketden kurtarmakdadır. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun
için böyle bir felâketden korkmuyorum, bu felâketden kurtulmak çâresini
aramıyorum derse, buna deriz ki, (İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var
mı? Hangi ilm, hangi fen inanmana mâni’ oluyor?) Elbet vesîka
gösteremiyecekdir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilm, fen denir mi? Buna zan ve
ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, (sonsuz olarak ateşde
yanmak) korkunç felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse
bile, böyle felâketden sakınmaz mı? Sonsuz ateşde yanmak ihtimâlinden kurtulmak
çâresini aramaz mı? Görülüyor ki, her akl sâhibinin îmân etmesi lâzımdır. Îmân
etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli
tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lâzım değildir. Yalnız kalb
ile, ihlâs ile, samîmî olarak inanmak kâfîdir. Bu inancını inanmayanlara
bildirmek de şart değildir. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” yetmişüçüncü
mektûbda buyuruyor ki, (Sonsuz ateşde yanmaya inanmayanın, buna çok az da bir
ihtimâl vermesi, zannetmesi akl îcâbıdır). Sonsuz olarak ateşde yanmak ihtimâli
karşısında, bunun yegâne ve kat’î çâresi olan (ÎMÂN)
ni’metinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz
mı?]