Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mânın oğlu
mîr Abdürrahmân için yazılmışdır. Cennetde
Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlara cevâb vermekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlânın görüleceğine
inanmıyanlar, Allahü teâlâ görülemez diyenler, sözlerini isbât etmek için,
(Görülen şeyin, görenin karşısında olması lâzımdır. Allahü teâlâ, birşeyin
karşısında olamaz. Çünki O, cihetsizdir. Cihetli olmak demek, sınırı, sonu, etrâfı olmak demekdir. Bunlar ise, Allahü
teâlâ için kusûrdur, noksânlıkdır. İlâhda bu kusûrlar olamaz) diyorlar.
Bunlara cevâb olarak deriz ki, Allahü teâlânın kudreti,
kuvveti o kadar çokdur ki, bu geçici ve za’îf olan dünyâ hayâtında, hissiz,
hareketsiz, içi boş iki sinir parçasına, karşısında olan şeyleri görebilmek
kuvveti vermişdir. Sinirlere bu kuvveti veren yüce Allah, âhıretde, dahâ kuvvetli
ve hiç yok olmıyacak olan bu iki sinir parçasına, karşısında olmıyanları,
cihetsiz veyâ her cihetde olanları da görmek kuvvetini veremez mi? Çünki O,
sonsuz kudret sâhibidir ve âhıretde his edilmesi ve görülmesi kâbildir. Ba’zı
yerlerde ve zemânlarda, görmek için, karşılıklı ve belli yönde bulunmağı şart kılmış, başka yerlerde ve zemânlarda, bu şart
olmadan görmek kuvveti vermişdir. Bu iki yer birbirine hiç benzemediği
hâlde, birinde lâzım olan şartları, ötekinde de lâzımdır demek, doğrusu pek
insâfsızlık olur. Mahlûkları yalnız bu görünen, ölçülen (Âlem-i mülk) olarak bilip, akl ile anlaşılmayan (Âlem-i melekût)daki şaşılacak varlıklara
inanmamak olur.
Süâl: Allahü teâlâ görülürse,
çevresi olması ve gözle anlaşılması îcâb eder. Bu da, sonu, sınırlı olduğunu
bildirir. Allahü teâlâda, bu kusûrlar olamaz.
Cevâb: Allahü teâlânın
görünmesi, fekat çevresi bulunmaması ve gözle anlaşılamaması câizdir. En’âm sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Onu gözler anlıyamaz. O ise, gözleri bilir, anlar. O, ihsân
sâhibi bilicidir) buyruldu.
Mü’minler, âhıretde Allahü teâlâyı görecekler, gördük diyeceklerdir. Görmekde
hâsıl olan zevkı, lezzeti duyacaklardır. Fekat, görüneni anlıyamıyacaklardır.
Görmekden birşey elde edemiyeceklerdir. Görmeği anlıyacaklar, görmenin tadını
alacaklar, fekat gördüklerini anlamıyacaklardır. Fârisî beyt tercemesi:
Ankâ avlanamaz, tuzağını
topla!
bu avdan tuzakda kalır
ancak hava.
Allahü teâlâ görülecek, fekat anlaşılamıyacakdır. Görmekde
hiç kusûr olmıyacakdır. İhsân ve ikrâm ederek, âşıklarına kendini
gösterecekdir. Kendini görmek lezzetini onlara bol bol verecekdir. Bundan, Ona
hiç kusûr, noksânlık gelmez. Çevrilmiş, cihetlenmiş olmaz. Fârisî beyt
tercemesi:
O tarafdan kemâli noksân
kabûl eylemez
Bu
tarafdan şerefin, söze, ölçüye gelmez.
Allahü teâlâyı görmek için, görenin karşısında bulunması,
doğrultusunda olması şartdır denilirse, Allahü teâlânın görmesi için de bu
şartların bulunması lâzım olur. Çünki, görülende bu şartların bulunması,
görende de bulunması demekdir. Allahü teâlânın, mahlûkları görmesinde de bu
şartların bulunması lâzım olup, görmemesi îcâb eder. Allahü teâlânın görmek
sıfatı inkâr edilmiş olur. Kur’ân-ı kerîme inanılmamış olur. Çünki, Kur’ân-ı
kerîmin birçok sûresinde, (Allahü teâlâ yapdıklarınızı görücüdür) ve (O, işitici
ve görücüdür) ve (Allahü teâlâ amelinizi görür) meâllerinde âyetler vardır.
Bundan başka, görmemek kusûrdur. İlâhlık sıfatından mahrûm olmakdır.
Süâl: Allahü teâlânın görmesi,
ilm sâhibi olması, herşeyi bilmesi demek değil midir? Allahü teâlânın ciheti,
sınırı olmasını îcâb etdiren başka birşeyin de bulunduğunu söylemeğe lüzûm var
mıdır?
Cevâb: Görmek,
bir güzel sıfatdır. Başka sıfatlardan başka olarak, Allahü teâlâda bu sıfatın da bulunduğunu
Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Görmek, ilmden başka birşey değildir demek,
Kur’ân-ı kerîme uygun olmaz. İlm denilince, bilinenin karşısında bulunmakdan
kurtarılmış olmaz. İlm, sanki iki kısmdan hâsıl olur. Birincisinde, bilinen şey
ile karşı karşıya olmak şart değildir. İkincisinde ise şartdır. Buna, (Rü’yet), ya’nî görmek denir. Mahlûklarda ilmin
en kuvvetlisi, en yüksek derecesi, görmekdir. Ancak görmekle, kalbde itmi’nân,
emniyyet hâsıl olur. Düşünülen, bilinen şeylere, insanın vehmi karşı çıkabilir.
His ederek anlaşılan şeylere, vehm karşı koyamaz. Böyle şeyler, bu tehlükeden
kurtulur. Bunun içindir ki, İbrâhîm Halîlurrahman “alâ Nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlânın ölüleri dirilteceğine inandığı ve
kalbinde yakîn bulunduğu hâlde, kalbinde (İtmi’nân),
ya’nî emniyyet hâsıl olması için, ölülerin nasıl dirildiğini görmek
istedi.
Görmek gibi güzel bir sıfat Allahü teâlâda yokdur denirse,
bu güzel sıfatın mahlûklara nereden geldiğini sorarız. Çünki, mahlûklarda
bulunan her güzellik, Allahü teâlâda bulunan güzelliğin aksidir, zuhûrudur.
Mahlûkda bulunan bir güzelliğin, iyiliğin, Vâcib-ül-vücûdda bulunmaması, olacak
şey değildir. Çünki, mümkinler, kötülükden, noksânlıkdan başka birşey
değildirler. Onlarda görülen her kemâl, her güzellik, vücûb mertebesinden
âriyet olarak verilmişdir. Çünki vücûb mertebesi; yalnız kemâl, yalnız
güzellikdir. Fârisî beyt tercemesi:
Önceden, evden birşey
getirmedim ben,
ben de ve herşeyim de,
sendendir senden!
İlk süâle cevâb olarak, şöyle de deriz ki, ileri sürdüğünüz
sebeb, Allahü teâlânın varlığı için de tehlükeli bir düşünüşdür. Onu görmek
olamaz derken, Onun varlığı da olamaz demekdir. Bu ise, akla uygun düşünüş
değildir. Çünki, Allahü teâlâ var olunca, bu âlemin bir cihetinde bulunması
lâzım olur. Yukarıda veyâ aşağıda, önde yâhud arkada, sağda, solda olur. Bu ise,
Onun çevrilmesi, sınırlanması demekdir ki, noksânlıkdır, kusûrdur. İlâhda
hiçbir kusûr bulunmaması lâzımdır.
Süâl: Onun varlığı, belki
âlemin her cihetindedir. Böylece, çevrilmiş ve sınırlanmış olmaz mı?
Cevâb: Âlemin her tarafında
olmak, çevrilmiş, sınırlanmış olmakdan kurtarmaz. Âlemin dışında bulunması
lâzım olur. Başka olan birşey, dışarda olur. İkilik, başka yerde olmakdır. Bu
da, çevrilmiş, sınırlanmış olmakdır.
Böyle yanlış ve aldatıcı düşüncelerden kurtulmak için,
bilinmiyen şeyleri, bilinenler gibi sanmak hastalığından kurtulmak lâzımdır.
Gâibi şâhide kıyâs etmemelidir. Görülen şeyde bulunan güzel bir hâl,
görünmiyenin güzelliğini giderebilir. Çünki şartlar başka olunca, sıfatlar, hâller de başka olur. Hele,
şartların başkalığı, ters olacak kadar çok ise, hâllerin başkalığı da
ters olmağa kadar gider. Arabî mısra’ tercemesi:
Tozlu, topraklı olan,
temiz olana benzer mi?
Allahü teâlâ akl ve insâf versin de, Kur’ân-ı kerîmde açıkca
bildirilmiş olan (Nass)lara karşı
gelmesinler. Sahîh hadîsleri inkâr etmesinler. Bunlar gibi, açık bildirilmiş
olanlara îmân etmek lâzımdır. Bunların nasıl olduklarını Allah bilir demelidir.
Anlamadıkları için, aklım ermiyor demelidir. Kendi aklına güvenip, anlamadığına
inanmamak, çok yanlış ve pek haksızdır. Doğru olan çok şey vardır ki, akl
bunların doğru ve düzgün olduklarını anlıyamaz. Akl herşeyi doğru olarak
kavrıyabilseydi, aklına güvenenlerin önderlerinden olan Ebû Alî Sînâ gibiler,
herşeyi
doğru
olarak anlarlar, hiç yanılmazlardı. Hâlbuki, kendisi, (Birşeyden yalnız birşey
meydâna gelir) diyerek öyle yanılmışdır ki, az düşünmekle hemen
anlaşılmakdadır. İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, onun bu sözüne çok sert çatmakda,
(Bütün ömrünü, insanı yanlış düşünmekden koruyan ilmlerle uğraşmakla geçirmiş
iken, bu en kıymetli ve önemli yerde, çocukları bile güldürecek kadar
yanılmışdır) demekdedir.
[(Ahlâk-ı Alâî) kitâbında
diyor ki, (İbni Sînâ, (Mu’âd) kitâbında,
kıyâmetde dirilmeği inkâr eyledi. Öleceğine yakın, gusl abdesti alıp, vezîr
iken yapdığı zulmlere tevbe etdiği söyleniyor ise de, i’tikâdı bozuk olanın
guslü, nemâzı ve düâsı kabûl olmaz buyuruldu). Eflâtun ve Aristo gibi eski
Yunan felesoflarının da yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyyetin asrlarca geri
kalmasına sebeb olduklarını yirminci asrın fen adamları bildirmekdedir. Birinci
kısmda, yirmidördüncü maddeye bakınız! Avrupada, bugünkü modern kimyânın babası
denen Fransız kimyâgeri Lavoisier de öyle yanlış ve bozuk şeyler söyledi ki,
mütehassısı olduğu kimyâ ilmine yapdığı zararlar hizmetlerini aşmış bulunuyor.
İkinci kısmda, yirmisekizinci maddeye bakınız!
İmâm-ı Gazâlî, (El-münkız) kitâbında,
kendilerini akllı, ilm adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri üçe ayırmışdır:
Birincisi, Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar, Yunan felesoflarından asrlarca
evvel vardı. [Bugün de, fen adamı geçinen ba’zı ahmaklar, komünistler, masonlar bu kısmdadır.] Bunlar,
Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve
böyle gidecekdir. Bunun yaratanı (Hâşâ) yokdur. Canlılar da, böyle
birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecekdir, diyor. Dehrî olup da, müslimân
görünerek, müslimânların dînini, îmânını bozmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa
çalışana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. İkinci kısmı, tabî’iyyeciler
olup, canlılarda ve cansızlardaki, akllara hayret veren intizâmı ve incelikleri
görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeğe mecbûr kalmışlarsa da, tekrâr
dirilmeği, âhıreti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısm, sonra
gelen Yunan felesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da
talebesi Aristonun felsefeleridir. Bunlar dehrîleri ve tabî’iyyecileri red
ederek, aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine
hâcet kalmıyacak kadar şeyler söyledi. Fekat bunlar da, küfrden
kurtulamamışdır. Bu üç kısm da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir.
Ba’zı saf kimselerin, bunları din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik
derecesine yükseltmeleri, bu yolda hadîs bile uydurdukları hayretle
işitilmekdedir. Kâfirler, herşey söyliyebilir. Fekat, müslimân görünenlerin
îmân ile küfrü ayırd edememesi, çok acınacak bir hâldir.
(Nebrâs) ve bunun Berhurdâr
“rahmetullahi teâlâ aleyh” hâşiyesinde diyor ki: Mahlûkların hepsine (Âlem) denir. Âlem, ya’nî herşey yok idi. Allahü
teâlâ, herşeyi yokdan var etdi. Dimokrat, (Âlem yok idi. Kendi kendine var
oldu) dedi. Tabî’iyyecilerin çoğu da böyle dedi. Aristoya göre âlem Heyûlâ
[madde]dan yapılmışdır. Şekl almış heyûlâya Sûret [cism] dedi. Cism de üç
fizikî hâlinde [gaz, sıvı, katı] görünür. Âlem, böyle gelmiş, böyle gider dedi.
Dört unsur [ateş, hava, su, toprak] ezelîdir, hep var idiler. Cismler,
birbirlerinden hâsıl oluyor ise de, aslları olan bu dört madde kadîmdir dedi.
Eflâtun, âlem önce yokdu. Sonradan var oldu diyerek, eski Peygamberlerin
kitâblarından işitdiğini söyledi. Fisagors ve talebesi Sokrat da, Aristo gibi
söylediler. Dimokrat, maddenin küçük zerrelerden [atomlardan] yapıldığını,
bunların boşlukda hareket etdiklerini söyledi. Calinos ise, âlemin kadîm veyâ
hâdis olduğunu anlıyamadığını söyledi. Onlara göre, (Ezelî bir yaratıcının,
yaratdıkları da ezelî olur. Sonradan yaratmağa başladı demek, kudretinin
önceden noksân olduğunu gösterir). Cevâb olarak deriz ki, (Ezelî olan irâdesi,
isteyince yaratmağa başladı. Susamış kimsenin, iki bardak sudan birini seçip
alması gibidir. Bu kimsede, dahâ önce irâde ve kudret yokdu denilemez. Şimdi
de,
irâde
edince, yeni şeyler yaratdığını görüyoruz). (Âlem, önce yokdu demek, âlem yok
iken, zemân vardı demekdir. Zemân da, âlemdendir. Âlem yok iken, âlemin bir
parçasının var olmasını söylemek, olacak şey değildir) derlerse, biz (âlem yok
iken, zemân vardı) demiyoruz. Bu husûsda (Akâid-i
Celâliyye)de geniş bilgi vardır. Şimdi, bu âlemden sonsuza doğru,
sonsuz uzunluk olduğunu söylemek gibi saçma olur.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
diyor ki: (Âlem, ayn ya’nî madde ve araz
ya’nî özellikden meydâna gelmişdir. Madde, boşlukda yer kaplıyan, araz ise,
yalnız bulunamayıp, başkası ile birlikde bulunan şeydir. Şu’â’ ya’nî ışık
arazdır. Cism olsaydı, camdan, sudan geçemezdi. Çünki, iki başka cism, aynı
zemânda, aynı mekânda bulunamaz. Harâret [ısı] da böyledir. Madde,
cevher-ül-ferdlerden [atomlardan] yapılmışdır. Madde, basît cevher [Element]
veyâ mürekkeb [Bileşik] olur. Maddeyi meydâna getiren atomlar arasında, his
edilemiyecek kadar küçük boşluklar vardır. Her cism [maddeler, atomlar]
değişmekdedir. Değişen şeyler, hâdisdir [yok iken var olmuşdur]. O hâlde, âlem
hâdisdir. Bu üç cümleden ilk ikisi mukaddemedir. Mantık ilminde, birincisine (Sugrâ), ikincisine (Kübrâ)
denir. Üçüncüsü de (Netîce)dir.
Madde ezelde var olsaydı, ezelde de değişirdi. Ezel, kendinden önce, başka şey
yok demekdir. Ezelde, değişiklik yok demekdir. O hâlde, madde ezelî olamaz.
Nebrâsdan terceme temâm oldu.
Ahmed Âsım efendi, (Emâlî) kasîdesi
şerhinde diyor ki: Âlem, bütün parçaları ile birlikde hâdisdir. Ya’nî, yok
iken, sonradan var olmuşlardır. Yerler, gökler, herşey yok idi. Hıristiyanlar,
yehûdîler ve mecûsîler de, böyle inanmakdadırlar. Aristo, Fârâbî ve İbni Sînâ,
madde kadîmdir dediler. İslâm âlimleri diyor ki, (Ezelî olan şey değişmez.
Maddenin [elementlerin] fizik ve kimyâ özellikleri, hep değişmekdedir.
Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, ebedî olarak, şimdi de, değişmezlerdi.
Önceden değişmek yokdu. Sonradan değişmeler hâsıl oldu da denilemez. Çünki,
değişmek için, bir kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Değişmek sonradan
başlayınca, kuvvetin de, sonradan var olduğu, ezelî olmadığı anlaşılır). Ahmed
Âsım efendinin yazısı temâm oldu. Görülüyor ki, maddenin ezelî olduğunu
söylemek, tabî’at kuvvetlerinin hâdis olduklarını, ezelî olmadıklarını ortaya
koymakdadır.
Fen ve tabî’at âlimleri, birçok bitki ve hayvan nesllerinin
tükenip yok olduklarını, birçok türlerin de, sonradan meydâna geldiklerini
anlamışlardır. Canlı, cansız her şeyin bir ömrü vardır. Herşeyin ömrü, ya’nî
varlıkda kalma zemânı başkadır. Ömrü sâniye ile ölçülen varlıklar olduğu gibi,
asrlarca yaşıyanlar da vardır. En uzun ömrlü varlıklar, element denilen basît
cismlerdir. Bunların ömrlerinin çok uzun olması, tabî’iyyecileri şaşırtmış, (Cismler
yok olur, madde değişir. Fekat, madde yok olmaz) diyenler olmuşdur. Hâlbuki,
maddenin, cismlerin değişmelerinin sonsuz olarak, böyle gelip, böyle gideceğini
söylemek, ezelî ve ebedî olan varlığa inandığını söylemekdir. Allahü teâlânın
varlığının, önceden sonsuz ve sonradan da sonsuz olduğunu, maddecilerin ve
tabî’atcıların da inkâr edemiyeceklerini göstermekdedir. Bu ahmaklar, canlı
cansız, herşeyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydâna geldiklerini, bu arada,
elementlerin hiç yok olmadıklarını söyliyorlar. Hâlbuki, elementler de
atomlardan meydâna gelmişdir. Atom yığınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları da
yokdan var etdi. Elementler sonsuz öncelerde var olup, herşey bunların çeşidli
birleşmelerinden, sonsuz öncelerde meydâna gelseydi, bunları birleşdirmek için,
sonsuz öncelerde, mu’azzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lâzım olurdu.
Çünki, enerji olmadan, atomlar birleşemez. Sonsuz öncelerde bulunması lâzım
olan o kudret, işte Allahü teâlânın kudretidir. Atomlar da, elementler de,
sonsuz öncelerde yokdu. Sonsuz öncelerde, yalnız Allahü teâlâ vardı.
Müslimânlar, Allahın, herşeyi yokdan meydâna getirdiğine inanıyor. Onların
söylediğine göre, herşeyin var olması için, o şeyi meydâna getiren şeyin
önceden var olması, bu-
nun
da var olması için, bunu meydâna getiren şeyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce
demek, ucu, başlangıcı yok demekdir. Başlangıcda birşey olmazsa, ondan meydâna
gelecek şeyler de olmaz. Ya’nî, gördüğümüz, bildiğimiz şeylerin hiçbirinin var
olmaması lâzım olur. O hâlde, herşeyin, önceden yok iken sonradan var edilmiş, yaratılmış olan tek birşeyden üremekde
oldukları anlaşılmakdadır. Maddecilerin (sonsuz öncelerde var olmak)
sözlerinin, maddeler, cismler için, mümkin olmadığı anlaşıldı ise de, bu
sözleri, maddeleri yaratan, fekat madde olmıyan, bir yaratıcı için mümkin,
hattâ lâzımdır. Böyle söylemek yukarıda bildirilen çelişgiye sebeb
olmamakdadır. Görülüyor ki, sonsuz olan bir varlık vardır. Bu varlık,
maddecilerin, tabî’atcıların, komünistlerin dedikleri gibi, câhil, âciz, kısa
bir zemân varlıkda durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildiğimiz cismler gibi
değildir. Bu sonsuz varlık, madde olmıyan, hiçbirşeye benzemiyen, herşeyi
bilen, gören, herşeye gücü yeten, müslimânların inandıkları bir Allahdır.
Herşeyi O yaratmışdır ve yaratmakdadır. Tabî’at dediğimiz bu maddeler, cismler,
canlılar ve çeşidli enerjiler, onların zan etdikleri gibi, yaratıcı değildir.
Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmış, birbirlerine te’sîr etmek kuvvetini,
kendilerine vermiş, yenilerini yaratmasına eskilerini sebebler, vesîleler
yapmışdır. Allahü teâlânın sebeblere, sebeblerin te’sîr etmelerine ihtiyâcı
yokdur. Hiç sebeb olmadan da yaratabilir. Fekat, sebebleri, vâsıtaları araya
koyarak yaratmakdadır. Sebebler ile yaratmasında hikmetler, kullarına fâideler
vardır. Bu fâidelerden biri, insan oğlu, bu sebeblere verilmiş olan te’sîrleri,
özellikleri görerek, başka kimselerden işiterek öğrenip, maddî ve ma’nevî
sebebleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni
maddelerin, cismlerin yaratılmasına sebeb olur. Çeşidli sanâyı’ tesîsleri,
fabrikalar yapılır. Bir yandan da, kalb, ahlâk temizlenerek, insan melek gibi
olur. Allahın Velîsi olur. Ma’rifet-ullaha kavuşur. İnsan, istediği şeyin
sebebine yapışarak, ona kavuşur. Sebeblere yapışmak, Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” âdetidir. İnsan zekâsı, insan gücü de, Allahü
teâlânın yaratmasına sebeb olmakdadır. Sebebler zincirinin bir halkası
olmakdadır. Tabî’atcıların, komünistlerin, sebebleri yaratıcı zan etmeleri,
çocuğun, babası çukulata getirince, (çukulatayı babam yaratdı) demesine
benzemekdedir. Çünki o, çukulatayı babasının verdiğini görmekde, başka birşey
bilmemekdedir.
Ahmed Âsım efendi, yine diyor ki: Allahü teâlâ, kadîm
olmasaydı, hâdis olsaydı, onu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm
ise, Allah odur. Hâdis ise, onu da yaratan biri lâzım olur. Böylece, kadîm
olmıyan yaratıcılar zinciri mevcûd olur. Bu zincire, (Teselsül) denir. Teselsül ise, muhâldir, olacak şey değildir.
Teselsülün muhâl olduğu, (Burhân-ı tatbîk) ile
isbât olunur: Birşeyin sonsuz yaratıcılarını, birinciden başlıyarak, sonsuz
olarak, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlıyarak, ikinci bir sıra dahâ
düşünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir noksân olduğu için,
kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra, sonsuz olamadığı için,
bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Ya’nî, bir ucu sonsuza
giden yarım doğru düşünülebilir. Fekat böyle birşey mevcûd olamaz. Teselsül
olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu
tek yaratıcı, ezelîdir, ebedîdir, sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir,
başkasından değildir. Âkıl ve bâlig olan kimse, Allahü teâlânın sonsuz var
olduğunu ve başka herşeyin yokdan var edildiklerini işitdikden sonra, aklını kullanmayıp,
düşünmeyip, buna inanmazsa veyâ aklını kullanıp, düşünüp de, bunu akl kabûl
etmez, fenne uygun değildir diyerek inanmazsa kâfir olur. Cehennemde sonsuz
azâb görür, yanar. Ahmed Âsım efendinin yazısı temâm oldu. İnsan, işitmediği
için düşünmezse ve düşünmediği için de, anlamaz, îmân etmez ise, yine kâfir
olur. Cennete girmez. Fekat, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azâb, buna
yapılmaz. Hesâbı görüldükden sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur.
Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde
meâlen, (Peygamber göndermedikce azâb yapmayız!) buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki,
Allahü teâlânın var olduğunu,
bir
olduğunu anlamak için, tabî’atdaki nizâmı, düzeni incelemek, Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek,
okuyarak öğrendikden sonra farz olmakdadır. İbni Âbidîn mürted bâbında
buyuruyor ki, (Buhârâ âlimleri dediler ki, (Peygamber gönderilmeden, teblîg
yapılmadan önce teklîf yapılmaz). Eş’arî mezhebi böyledir. Muhtâr olan kavl de
budur. Bu âlimler, (Yerleri ve gökleri ve kendini gören, aklı başında bir
kimsenin Allahü teâlânın varlığını anlamaması özr olmaz) sözünden murâd ve
maksad, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” işitdikden sonra,
anlamaması özr olmaz demekdir, dediler). İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” de,
266. cı mektûbunda böyle buyurmuşdur.
Eflâtunun Îsâ “aleyhisselâm” zemânında yaşadığı (Burhân-ı kâtı’) kitâbında yazılıdır. Avrupa
kitâblarında, Eflâtunun, mîlâddan, ya’nî Îsâ aleyhisselâmın dünyâyı teşrîfinden
[347] sene önce öldüğü yazılıdır. Platon ismi de verilen bu Yunan felesofunun
dersleri meşhûr olduğundan, ölüm zemânına inanılırsa da, Îsâ “aleyhisselâm”,
gizli dünyâya gelip ve dünyâda az kalıp, göke çıkarıldığından ve kendisini
ancak oniki havârî bilip, Îsevîler az ve asrlarca gizli yaşadıklarından, mîlâd,
ya’nî noel gecesi doğru anlaşılamamışdır. Mîlâdın, birinci kânûn [aralık]
yirmibeşinde veyâ ikinci kânûn [ocak] altıncı veyâ başka gün olduğu sanıldığı
gibi, bugünkü mîlâdî senenin beş sene fazla olduğu, çeşidli dillerdeki
kitâblarda, meselâ Hasîb beğin 1333 [m. 1915] baskılı (Kozmografya) kitâbında ve (Takvîm-i Ebüzziyâ)da yazılıdır. O hâlde, mîlâdî
sene, müslimânların senesi olan hicrî sene gibi doğru ve kat’î olmayıp, günü
de, senesi de şübheli ve yanlışdır. İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” ve (Burhân-ı kâtı’)ın bildirdiklerine göre, üçyüz
seneden fazla olarak noksândır ve Îsâ “aleyhisselâm” ile Muhammed
“aleyhisselâm” arasındaki zemân, bin seneden az değildir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cild, üçüncü faslda
diyor ki: (İbni Asâkirin, Şa’bîden “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” haber
verdiğine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında, [963] sene
fark vardır).
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, imâm-ı Ahmed Rabbânî ve dahâ birçok
islâm büyükleri, Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o
felsefecilerin, ne kadar câhil, ahmak ve
kâfir olduklarını bildirmişlerdir. Müslimânların, böyle kâfirleri
beğenmemelerini, onlara aldanmamalarını, birçok kitâblarında
yazmışlardır.
O hâlde, kâfirlerin, mürtedlerin, islâm düşmanlarının (İslâm
âlimleri, tesavvuf adamları, Yunan felesoflarının, Roma tesavvufcularının,
Batlemyus mektebinin te’sîri altında kalmış) demeleri temâmen yersiz ve
yanlışdır. İslâm âlimlerini “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, onların
talebesi ve taklîdcisi şekline sokarak, bunları küçültmek için, düşmanca
yapılan iftirâlardır. Hâlbuki, islâm âlimleri, Yunan ve Roma felsefesini ve
hukûkunu, çok ince ve kuvvetli bilgileri ile çürüterek yere sermiş, onların
hukûk, ahlâk ve tıb üzerindeki sözlerinden doğru olanlarının, eski
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitâblarından çalma olduklarını
bildirmişlerdir. Sôfiyye-i aliyyenin tesavvufa âid sözleri, câhillerin zan
etdikleri gibi, kitâbdan okumakla, başkalarından öğrenmekle ve taklîd ile
değil, keşf ile ya’nî mubârek kalblerine, temiz rûhlarına akıp gelmekle
anladıkları ma’rifetlerdir. Bu hakîkatleri, (Mektûbât)ın
birçok mektûbu, çok güzel bildirmekdedir.
Eski Yunan felsefecileri ve şimdiki komünistler, herşeyi akl
ile anlamağa, akla uydurmağa kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan
kimselerdir. Bunlar, aklın erebileceği şeylerde doğruyu bulabilir ise de, aklın
kavrıyamadığı, erişemediği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim,
eski Yunan felsefecilerinin sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını
çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir.
İslâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”,
zemânlarına kadar olan fen bilgilerini okuyup ve seksen bilgiyi iyi öğrendikden
sonra, islâmiyyetin gösterdiği yolda, kalblerini açarak, nefslerini
temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakîkate
varmışlardır. İslâm âlimlerine felesof demek, bunla-
rı
küçültmek olur. Felsefeciler, yanılıcı olan
aklın esîri, mahkûmu kimselerdir. Bunlar tecribe etmeyip, akl ile
söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine kapıldıkları zemânlarda
aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için,
bunlar, islâm âlimi gibi yüksek olamaz.
Aklı olmıyan delidir. Aklını
kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhetdir. Aklı az olan da
ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan
kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği,
yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek
insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde, islâmiyyetde felsefe yokdur, islâm
felsefesi, islâm felesofu yokdur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve
felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
vardır.
Akl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Ya’nî
insanın aklı, gözü gibi za’îf yaratılmışdır. Gözümüz, maddeleri, cismleri
karanlıkda göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden fâidelenmemiz için,
güneşi, ışığı yaratmışdır. Güneşin ve çeşidli ışık kaynaklarının nûru
olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlükeli cismlerden, zararlı yerlerden
kaçamaz, fâideli şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veyâ gözü bozuk olan,
güneşden fâidelenemez. Fekat, bunların güneşe kabâhat bulmağa hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız başına ma’neviyyâtı, fâideli, zararlı
şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan fâidelenmemiz için,
Peygamberleri, islâmiyyet ışığını yaratdı. Peygamberler, dünyâda ve âhıretde
râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı.
Tehlükelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, islâmiyyete uymıyan veyâ aklı
az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden fâidelenemez. Dünyâda ve
âhıretde tehlükelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vâsıtaları, mevkı’, rütbe,
para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
gösterdiği yolda gitmedikce, hiçbir ferd, hiçbir cem’ıyyet mes’ûd olamaz. Ne
kadar neş’eli, sevinçli görünseler de, içleri kan ağlamakdadır. Dünyâda da,
âhıretde de râhat ve mes’ûd yaşayanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır.
Râhata, se’âdete kavuşmak için, müslimân olduğunu söylemek, müslimân görünmek
yetişmez. Müslimânlığı iyi öğrenmek ve emrlere, yasaklara uymak lâzımdır].
Ehl-i sünnet âlimleri, dînimizin bildirdiklerini, akl ersin
ermesin, isbât etdiler. Allahü teâlâ, onların çalışmalarına bol bol mükâfat
versin! Bu bilgilerden hiçbirine, akl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece,
kabr azâbına, kabrde (Münker) ve (Nekîr) denilen iki meleğin süâl soracaklarına,
sırat köprüsüne, kıyâmetdeki terâzîye hemen inandılar. Akl ermediği için, olmaz
demediler. Çünki bu büyükler, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uydular.
Aklı bu iki temel kaynağa bağladılar. Anlıyabildiklerini anlatdılar.
Anlıyamadıklarına öylece inandılar. Anlamadıklarına, aklımız ermediği için
anlıyamadık dediler. Eski Yunan felsefecileri gibi yapmadılar. Onlar, akl eren
şeylere inanıp, akllarının ermediklerine, anlıyamadıklarına inanmadılar.
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmeleri, Allahü teâlânın
beğendiği şeylerden birçoğuna aklın eremediği için olduğunu bilemediler. Akl
huccetdir. Fekat, tâm huccet değildir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gönderilmeleri ile tâm huccet olmuşdur. [Ya’nî, O büyüklerin
gönderilmeleri ile, akl herşeyi öğrenebilmişdir.] İsrâ
sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Biz,
Peygamber göndermedikçe, azâb yapıcı değiliz) buyruldu.
Yine sözümüze dönerek deriz ki, karşıda bulunan şeyi görmek
için, aynı doğrultuda bulunmak lâzım ise de, yanında olmıyanı görmek için lâzım
değildir. Uzakda olan birşey, insanın bir cihetinde olmadığı gibi, görülmesi de
bir yanda olmaz. Görmeden önce, bir cihetde olmıyan şey, görürken de bir
cihetde olmaz. Anlaşılamıyan birşeyi görmek de, anlaşılamıyacak hâlde olur.
Maddeli olan, maddesiz olanı anlıyamaz. Arabî mısra’ tercemesi:
Sultânın bol
hediyyelerini, onun vâsıtaları taşıyabilir.
Anlaşılamıyanın görülmesini, anladığımız şeylerin
görülmelerine benzetmek yanlış olur. İnsafsızlık olur. İnsanı doğruluğa
kavuşduran yalnız Allahü teâlâdır.
Müslimânım, gece gündüz,
tapdığım dergâh bir,
bir dakîka, tevhîdden
ayrılmadım, Allah bir!