Bu
mektûb, Muhammed Sâlih-i Gülâbîye yazılmış olup, sevgilinin her işi sevileceği,
hattâ sevgilinin eziyyetleri,
iyiliklerinden dahâ tatlı olduğu ve (Hamd)in, (Şükr)den dahâ üstün
olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına selâm
olsun!
Kıymetli kardeşim, mevlânâ Muhammed Sâlih! Biliniz ki,
sevilen, sevenin gözünde, hattâ aslında, her zemân ve her hâlinde sevgilidir.
İncitirse de sevilir. İyilik ederse de sevilir. Sevmek ni’meti ile
şereflenenlerin, sevmenin tadını alanların çoğu, sevgilinin iyiliklerine
kavuşunca, sevgileri artar. Yâhud incitmesinde de, iyiliğinde de, sevgileri
değişmez. Hâlbuki, sevenler içinde pek azı vardır ki, sevgilinin incitmesi,
sevgilerini artdırır. Bu en kıymetli ni’mete kavuşmak için, sevgiliye hüsn-i
zan etmek, iyimsemek lâzımdır. Hattâ, sevgili, bıçağını, sevenin buğazına
dayasa ve her uzvunu parça parça etse, seven, bunun kendi için hayrlı olduğunu
bilmeli, bunu büyük iyilik ve se’âdet görmelidir. İşte, böyle hüsn-i zan ele
geçerse, sevgilinin hiçbir hareketi çirkin gelmez ve (Muhabbet-i zâtiyye) ile şereflenir. Arada hiçbir sıfat,
hiçbir nisbet, hiçbir i’tibâr [kayd, bir bakımdan] olmaksızın, yalnız Zât-ı
ilâhiyyeyi [kendisini] sevmek, Habîb-i Rabbil’âlemîne “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” mahsûsdur. Böyle sevmekle şereflenenlere, sevgilinin verdiği
elemler, iyiliklerinden dahâ çok lezzet verir ve ferâhlandırır. Sanıyorum ki,
bu makâm, Rızâ makâmından dahâ üstündür. Çünki, Rızâ makâmında olan, sevgilinin
yapdığı elemi çirkin görmez. Bu makâmda ise, elemden lezzet almakdadır. Mahbûbun cefâsı artdıkca, sevenin ferâhı ve sevinci
artmakdadır. Bu ikisi birbirine benzer mi? Sevgili, sevenin gözünde,
belki aslında, her zemân ve her hâlde, sevgili olduğu için, sevenin gözünde,
belki aslında mahbûb olur. Her zemân ve her hareketinde medhedilir, hamd olunur.
Seven, onun elemini de, ni’metini de, hep medh eder. Bunun için, sâdık olan
âşıkların, (Elhamdülillâhi Rabbil’âlemîn alâ küll-i
hâl) demeleri doğru olur. Sıkıntılı ve neş’eli zemânlarında hep hamd
eden, hâmidlerden olur. Hamd etmenin, şükr etmekden dahâ kıymetli olmasının
sebebi belki de budur. Çünki, şükr etmekde, sevgilinin ni’metleri göz önündedir
ki, sıfatlarından, hattâ işlerinden meydâna gelmekdedir. Hamd ederken ise,
sevgilinin hüsn-i cemâli, ya’nî kendisi göz önündedir. Ya’nî zâtı da, sıfatları
da, işleri de, ni’metleri de, elem vermesi de, hep sevilmekde, medh
olunmakdadır. Çünki, Allahü teâlânın verdiği elemler, ni’metleri gibi güzeldir.
Görülüyor ki, hamd, senâ etmenin, övmenin en üstün şeklidir ve hüsn-i cemâli,
en toplu olarak göstermekdedir. Sevinç hâlinde de, sıkıntı hâlinde de hamd
edilmekdedir. Şükr ise, ni’met zemânlarında olup, devâmlı değildir. Ni’met
kalmayınca, ihsân bitince, şükr de kalmaz.
Süâl: Ba’zı mektûblarda, rızâ
derecesinin, sevmekden ve sevgi derecesinden üstün olduğunu bildirmişdiniz.
Şimdi ise, sevmek makâmının rızâ derecesinden üstün olduğunu söyliyorsunuz. Bu
iki söz arasını bulmak nasıl olur?
Cevâb: Şimdi bildirdiğimiz
muhabbet makâmı, o mektûblarda, yazmış olduğumuz muhabbet makâmından başkadır.
O sevgide, az da olsa, çok da olsa, başka bağlılıklar ve görüşler de vardır. O
sevgiye de, herne kadar, muhabbet-i zâtiyye diyorlar ve yalnız kendisini
sevmekdir biliyorlar ise de, yalnız zâta, kendine sevgi değildir. Çünki, o
sevgi makâmında bulunan bağlılıklardan başka şeyleri de görmekden kurtulamıyor.
Bu makâmda ise, hiçbir bağlılık, hiçbir başka görüş yokdur. Ba’zı mektûblarda,
Rızâ makâmının üstünde, ancak, Peygamberlerin sonuncusuna “aleyhi ve aleyhim ve
alâ âli küllinissalâtü vesselâm” yol vardır. Başka kimse buradan ileri geçemez
demişdik. Herşeyin doğrusunu, özünü, Allahü sübhânehu bilir.
Şunu bilmelidir ki, herhangi birşeyin, zâhire [nefse,
bedene] çirkin gelmesi, bâtının, kalbin beğenmemesi demek olmaz. Görünüşde acı
olması hakîkatde tatlı olma-
sına
mâni’ olmaz. Çünki, olgun olan bir ârifin şeklini, görünüşünü, herkes gibi
bırakmışlardır. İnsanlık sıfatlarını, ondan
almamışlardır. Böylece, onun
kemâlini, başkalarının gözünden örtmüşlerdir. Dünyânın, tecribe,
imtihân yeri olmasını sağlamışlardır. Doğru yolda olan ile, yoldan çıkan,
birbirine karışmakda, benzemekdedir. Kâmil olan ârifin, görünüşü ve şekli
yanında, içi ve özü tıpkı bir insanın, üzerindeki elbisesine bağlılığı gibidir.
İnsanın kıymeti yanında, elbisenin ne kıymeti vardır? Onun sûretinin, hakîkati
yanındaki kıymeti de böyledir. Câhiller, ârifin sûretini, dağ gibi görür. Kendi
hakîkatsiz, özsüz sûretleri, görünüşleri gibi sanır. Bunun için, bu büyükleri
inkâr eder, inanmazlar. Bunlardan istifâde edemez, mahrûm kalırlar. Allahü
teâlâ, doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve
sellem” izine yapışanlara selâmet versin! Âmîn.
[Yukarıdaki mektûb, Vehhâbîlere tam bir cevâb vermekdedir. (Feth-ul-mecîd) adındaki vehhâbî kitâbının birçok
yerinde, meselâ beşyüzüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Peygamberden, hattâ her
diriden istişfâ’ etmek, ya’nî düâ istemek câizdir. Ölüye de düâ edilir. Fekat
ölüden düâ istemek yasak edilmişdir. Allahü teâlâ,
(İşitemiyenden ve cevâb vermiyenden istemek şirk
olur!) buyurdu. Ölüler ve uzakda
olanlar işitmezler ve cevâb vermezler. Eshâbdan ve âlimlerden hiçbiri,
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kabrine gelip birşey
istemediler) diyor.
Bu sözlerin yanlış ve iftirâ olduğu, ikinci kısmın onyedinci
maddesinde uzun yazılıdır. (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının,
(Müslimâna nasîhat) kısmında da,
misâller ve vesîkalar ile isbât edilmişdir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bütün
Evliyâdan dahâ yüksek idi. Hepsi, zât-ı ilâhînin sevgisine kavuşmuşdu. Allahü
teâlânın kazâ ve kaderinden râzı idiler. Başlarına gelen acı, sıkıntılı
şeylerden de zevk alırlardı. Bunun için kendilerine sıkıntı veren şeylerden
kurtulmak için, ölüden de, diriden de düâ, şefâ’at istemezlerdi. İbâdete,
cihâda, çalışmağa mâni’ olacak hastalıkdan şifâ için düâ ederlerdi. Hazret-i
Ömer, Osmân ve Alî ve Hasen, Hüseyn “radıyallahü anhüm” şehîd olurlarken,
Allahü teâlânın bu takdîrinden zevk aldıkları için, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” mubârek rûhundan yardım istemediler. İsteselerdi, Resûlullah
elbet işitir, düâ ile veyâ kendisi hemen kurtarırdı. Kabrde işitdiğini hadîs-i
şerîfleri bildiriyor. Vefâtından sonraki mu’cizelerini de, Eshâb-ı kirâm haber
veriyor.
Allahü teâlâ, kullarına acıdığı zemân, Peygamberlerini
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Evliyâsını tanımaları için ve bunlara inanarak,
severek, saygı göstererek feyz almaları, se’âdete kavuşmaları için, mu’cize ve
kerâmetler yaratdı. Eshâb ve Tâbi’în zemânlarında, kalbler temiz, parlak olduğu
için, müslimânlar, Evliyâyı hemen anlıyor, feyz alıyorlardı. Kerâmet
yaratılmasına lüzûm kalmıyordu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
zemânından uzaklaşınca, bid’atler, fısk, fücûr artarak, zulmetleri kalbleri
karartdı. Evliyâsını tanıtmak için, bol kerâmetler yaratdı. Ancak, kullar
böylece gafletden uyanıp, Evliyâdan feyz alabildiler. Bir Velîde kerâmetin çok
görülmesi, dahâ yüksek olduğunu bildirmez].
Şunlar kim, burada,
gönüller yapar,
zekâtını verir, hem,
fakîre bakar.
Alışda-verişde sünnete
uyar,
İslâmiyyeti gözeten eller yanar mı?
Hevâ ve hevesden kendini
kurtaran,
Allah korkusundan benzi
sararan,
Nemâzın dünyâda tadını
alan,
Secdeye bükülen beller
yanar mı?