Bu risâleyi, Ebüssü’ûd
efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Adının Mehmed olmayıp Ahmed olduğu, (Esmâ-ül-müellifîn) kitâbında
açıklanmakdadır. (Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında da, Ahmed Ebüssü’ûd
yazılıdır:
Din bilgisi kuvvetli olan bir kimse, nefsine uyup, gece
gündüz günâh işlese, tanıdıkları, kendisine, (Emr-i ma’rûf) ve nasîhat
etdiklerinde, bunlara karşı: (Benim içki içeceğimi, Allahü teâlâ ezelde takdîr
edip, (Levh-i mahfûz)da yazmışdır. Onun için, ister istemez, bu günâhları, bana
yapdırmakdadır) dese, ya’nî, insan kazâ ve kadere mağlûb bir hâldedir. Kaderi yerine getirmeğe mecbûr ve
günâh işlemekde ma’zûrdur dese ve bu sözünü akl ve nakl ile isbâta
kalkışarak dese ki: Allahü teâlâ, hiçbirşeyi yaratmadan önce, yapacağı şeyleri
biliyordu. Bunlar, elbette meydâna gelecekdir. Yaratmıyacağı şeyleri de,
biliyordu. Bunlar da, elbette meydâna gelmiyecekdir. İnsanlar bunları, hiç
değişdiremez. Allahü teâlânın ezelî kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmde haber verdiği
şeyler de, ister istemez meydâna gelecekdir. Âlimlerimizin büyüklerinden, Fahreddîn-i
Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de böyle söylüyor. Yasîn sûresindeki, (Onların
îmân etmiyeceklerini ezelde söyledik) meâlindeki ve Müddessir sûresindeki, (Onu
yalnız yaratdım, sonra çok mal, her işine hâzır yardımcı çocuklar ve yüksek
rütbe ve mevkı’ verdim. Fekat o, bunları az görüp dahâ istedi ise de,
artdırmadım. Çünki, benim Kur’ânıma ve Peygamberime inanmadı, inâd etdi. Sonra,
onu Cehennemde (Sa’ûd) adındaki ateşden tepelere koyacağım), (Ebû Lehebin
elleri kurusun! Sonra kurudu) meâlindeki âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, bir
kimsenin îmân etmiyeceğini haber veriyor. Bunlar îmân ederse, kelâm-ı ilâhînin
yanlış olmasına sebeb olur. Bu ise, olamaz. O hâlde, bunlar îmân edemez. Bunun
gibi, kâfirlerin îmân etmiyeceklerini biliyordu. Bunlar îmân ederse, İlm-i
ilâhînin yanlış olması îcâb eder. Kâfirler îmâna gelemez. Demek ki, insanlarda
ihtiyâr, irâde-i cüz’iyye kalmıyor.
Günâh işliyen o âlim, Fahreddîn-i Râzînin bu sözlerini
bitirdikden sonra dese ki: İnsan, bir işi yapmağı, yapmamakdan iyi görür ve
yapar. Bu görüşü, tercîhi, insandan değildir. O hâlde insan, işi yapmağa
mecbûrdur. Nitekim, Fahreddîn-i Râzî, Bekara sûresinin
baş tarafındaki, (Allahü teâlâ, onların kalblerini
mühürlemişdir!) meâlindeki âyet-i
kerîmeden de, cebr lâzım gelir. Çünki, Allahü teâlâ, kalbde küfr arzûsunu
yaratınca, insan kâfir olmağa mecbûr olur, dedi. Demek ki, insanın her
hareketi, yaprakların sallanması, ayın, güneşin hareketi gibidir. Nitekim,
onlar da, canlı imiş gibi hareket ediyor. İnsan da, ihtiyârı ile hareket
ediyormuş gibi görünüp, mecbûrî hareket etmekdedir. Nitekim, Mûsâ
“aleyhisselâm”, Âdem “aleyhisselâm”a dedi ki, (Allahü teâlâ seni, kendi kudreti
ile yaratdı. Rûhundan sana verdi. Melekleri sana karşı secde etdirdi. Seni
Cennete koydu. Sonra, insanlar senin yüzünden Cennetden çıkdı). Âdem
“aleyhisselâm” cevâb verip, (Allahü teâlâ, seni Peygamber yapdı. Sana levhalar hâlinde Tevrât gönderip, herşeyi bildirdi. Tevrât
bu levhalara ne zemân yazıldı) deyince: (Seni yaratmadan önce) dedi.
Bunun üzerine, Âdem “aleyhisselâm” sorup, (Benim Cennetde hatâ edip
çıkarılacağım Tevrâtda yazılı mı?) deyince, (Evet) dedi. Âdem “aleyhisselâm”
da, (O hâlde ben, Allahü teâlânın, kitâbında yazdığını yapdım) diyerek, hak
kazandığını bildiren hadîs-i şerîf de, sözümün doğru olduğunu gösteriyor dese,
bu kimseyi günâh işlemesine bırakmak câiz olur mu? Yoksa bunu, i’tikâdından vaz
geçirip, tevbe etmesi emr olunur mu?
Cevâb: Bunu o hâlde
bırakmamalıdır. Sözlerinden anlaşıldığı gibi, (İnsan günâh işlemeğe mecbûr ve kötülüklerinde ma’zûrdur.
İbâdetlere sevâb, günâhlara azâb olmaz) diye inanıyorsa, zındıkdır.
Hemen öldürülmesi lâzımdır. Eğer ibâdetlere sevâb, günâhlara azâb vardır amma,
insan bunları yapmağa mecbûrdur. Herkes kazâ kader elinde esîrdir diye,
günâhlarına üzülüyorsa, bu bozuk i’tikâdını düzelt-
mesi emr olunur. Sözlerinin yanlış olduğu bildirilir ve
doğrusu anlatılır. Cevâb şöyle verilir: Yapılacak günâhları, Allahü teâlâ,
ezelde biliyordu. Fekat, insanın iyiliği, kötülüğü, Cennetlik, Cehennemlik
olacağı, son nefesde belli olur. Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse, bütün
ömrünce Cehennem ateşine götürecek günâhlar yapar. Bu kimse, ömrünün son
günlerinde, Cennete götürecek iyilikler yaparak, Cennete gider). Bu
günâh işliyen âlim, bu hâl üzere yaşayıp ömrü bu hâlde temâmlanacağını Allahü
teâlânın bildiğini nereden anladı ki kendini, son nefese kadar, günâh işlemeğe
mecbûr sanıp, iyi olmakdan ümmîdsiz bulunuyor. Birçok inâdcı, azgın kâfirlerin,
son günlerinde, îmâna geldiği çok görülmüşdür. Kendinin de, böyle düzeleceğine
niçin ihtimâl vermiyor. Niçin iyiliğe dönmüyor? Ölünciye kadar günâh
işliyeceği, kendisine bildirildi mi? Belli bir kâfirin ebedî kâfir kalıp
kalmıyacağını Allahü teâlâ bilir. Bunun
muhakkak kâfir kalacağını, Allahü teâlânın bildiğini kimse söyleyemez. Kur’ân-ı
kerîmde haber verilen kâfirlerin, küfre mecbûr olmaları ve bunların îmâna
çağrılmaları, ellerinden gelmiyen bir işi istemek demek olacağı da, yanlış
sözdür. Çünki ilm, ma’lûma tâbi’dir. Allahü teâlâ, olacak şeyleri, olacağı için
biliyor. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen şeyler de, olacakları için
bildiriliyor. Bir ressâmın, at resmi yapması, at o şeklde olduğu içindir.
Yoksa, atın o şeklde olması, ressâm öyle yapdığı için değildir. Allahü
teâlânın, ba’zı kimselerin îmâna gelmiyeceklerini bilmesi ve Kur’ân-ı kerîmde
haber vermesi, onlar, kendi arzûları ile küfr üzere kalmağı niyyet edip, îmân
etmek istemedikleri içindir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın
bunları kâfir bildiği ve haber verdiği için değildir. Eğer Allahü teâlâ bildiği
için, kâfir olmağa mecbûr kalınsaydı, Allahü teâlânın kendi yaratmasında da
irâde, ihtiyâr sâhibi olmayıp, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, kendi
yaratacaklarını da, ezelde biliyordu. O hâlde bunlar, kendi irâde ve ihtiyârları ile kâfir oluyor. Allahü
teâlâ, ezelde bildiği için, haber verdiği için, kâfir olmağa mecbûr
değildirler. Îmâna çağrılmaları da, olmıyacak şeyi istemek değildir. Kur’ân-ı
kerîme topluca îmân etmek yetişir. Her yerine ayrı ayrı îmân etmek istenmiyor
ki, Kur’ân-ı kerîmde yazılı kâfirlerin, kendi îmânsızlıklarına da, îmân
etmeleri lâzım gelsin.
İrâde ile yapılan işleri yapmak arzûsunu, Allahü teâlânın
yaratması da, cebr olmaz. O arzûyu Allahü teâlâ yaratır ise de, insan kesb
etmekdedir. Allahü teâlânın irâdesi, birşeyi yalnız yaratmağa veyâ yalnız
yaratmamağa mahsûs olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi
de böyledir. İşi yapmağı da, yapmamağı da irâde edebiliriz. Ya’nî, yapmağı
istediğimiz ânda, yapmamağı da istiyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu
işi yapmamak elimde değildi demez. Âdem ve Mûsâ aleyhimesselâmın konuşmaları
cebr göstermez. Mûsâ “aleyhisselâm”, bu kadar ihsân sâhibinin emrine karşı,
irâdeni kullanırken, neden dikkat etmedin demiş. Âdem “aleyhisselâm” da, işin
yapılmasını irâde ve ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın ezelde bildiğini
Tevrâtda okuduğun hâlde ve bu işden meydâna gelecek nice fâideleri bildiğin
hâlde, beni ayblamak sana yakışmaz demişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ
bilir. [Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî, ne güzel söylemişdir: (Kazâ ve kader, bir
cebr-i mütehakkim değildir. Bir ilm-i mütekaddimdir.)]
O can ki, dostunu bilmez,
niçin talebde değil,
eğer bilirse onu, ya niçin
tarebde değil?
Perde olursa
nefs-i emmâre, ona her dem,
niçin,
mücâhede-i düşmen-i la’înde değil?
Aceb değil mi ki dil,
tenbel ola dilberden,
niçin mütâlebe-i dilber-i
acebde değil?
Ne hâil oldu,
gönül bedrine hüsûf erdi,
niçin şemsin
ziyâsını, bu meh, talebde değil?