İrâde-i cüz’iyye
risâlesini Muhammed Akkermânî “rahmetullahi aleyh” yazmışdır:
Dehr sûresindeki, (Siz, ancak
Allahü teâlânın dilediğini arzû edersiniz!) meâlindeki
âyet-i kerîmeden, Ebül-Hasen-i Eş’arî imâmımız
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Allahü teâlâ, sizin istemenizi dilemedikce, birşey
isteyemezsiniz!) ma’nâsını anlamışdır. Ya’nî, Allahü teâlâ dilemedikce, kul,
irâde-i cüz’iyyesini kullanamaz demişdir. Eş’arî mezhebine göre, kullar,
irâde-i cüz’iyyelerini kullanmakda mecbûr oluyor. Çünki, Allahü teâlâ, bir
kimsenin birşey yapmağa irâde-i cüz’iyyesini kullanmasını dileyince, o kimse
irâde etmeğe, istemeğe mecbûr olur. İrâde-i cüz’iyye, mevcûd ve mahlûk oluyor. Böyle olunca, şeytân, insana: Ey kul! Niçin
zahmet çekersin? Allahü teâlâ bir işini istemezse, sen o işi irâde
edemezsin! derse, şeytâna cevâb verilemez. Kul fâil-i muhtâr olmaz.
İbâdetlerine sevâb, kötülüklerine azâb vermeğe sebeb bulunmaz. Kul, Allahü
teâlânın dilediğini dilemekde, o işin yapılmasına, âlet olmakdadır.
Ebû Mensûr-i Mâtürîdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” imâm-ı
a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi teâlâ aleyh” anladığını açıklıyarak buyurdu
ki, (İrâde-i cüz’iyye, bir varlık değildir. Var olmıyan şey, yaratılmış olmaz.
İrâde-i cüz’iyye, kullarda bir hâldir. Kuvveti, birşeyi yapmak ve yapmamakda
kullanmakdır. Kullar, irâde-i cüz’iyyelerini kullanmakda serbestdir. Mecbûr
değildir). Bu mezhebe göre şeytâna: İrâde, bende bir hâldir. İyiliğe
kullanırsam, Allahü teâlâ iyiliği yaratır. Kötülüğe sarf edersem, onu yaratır.
Eğer sarf etmezsem, ikisini de yaratmaz,
diye cevâb verilir. Allahü teâlânın, kul irâde etmeden de, yaratması
câiz ise de, ihtiyârî olan işleri yaratmağa, kulların kalblerinin ihtiyâr ve
irâde etmesini sebeb kılmışdır. İrâde-i cüz’iyyemizin sebeb olması da, Allahü
teâlânın irâdesi iledir. Kul, bir iş yapmağı ihtiyâr ve irâde edince, ya’nî
tercîh edip dileyince, Allahü teâlâ da, o işi irâde ederse o işi yaratır. Kul
ihtiyâr ve irâde etmezse, ihtiyârî olan o işi yaratmaz. Şu hâlde, kul irâde-i
cüz’iyyesini ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ, ibâdeti yaratır. Eğer günâhlara
sarf ederse, günâhları yaratır. O zemân kul, dünyâda fenâ olur, âhıretde azâb
görür. Böyle olduğunu bilen bir kimseye, şeytân birşey diyemez.
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin ma’nâsını, Ebû Mensûr-i Mâtürîdî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” şöyle açıklıyor: (İhtiyârî işleriniz, yalnız sizin
irâdenizle olmaz. Sizin irâdenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irâde edip
yaratır.) Görülüyor ki, işi yapmakda, kullar müstekıl değildir.
Mu’tezile yolunda olanlar, insan bütün işlerini, kendisi
yaratır diyorlar. Yaratmakda, kulları Allahü teâlâya şerîk ediyorlar. [Îrânda,
kendilerine şî’î adını veren kimseler de, kazâ
ve kadere, mu’tezile fırkası gibi inanıyor. Böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin
yolundan ayrılıyorlar. (Hak Sözün
Vesîkaları) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâblarında,
değerli kitâblardan alarak, bunların yazılarına uzun cevâb verilmiş ve kazâ
kader bilgisi anlatılmışdır. (Mevâhib-i ledünniyye)de,
Bedr gazâsını anlatırken, irâde-i cüz’iyye uzun bildirilmişdir. (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında da büyük âlim, veliyy-i
kâmil, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”de (İrâde-i cüz’iyye) risâlesi vardır. Mevlânânın
kardeşi Mahmûd Sâhibin oğlu Muhammed Es’ad “rahmetullahi aleyhim”, (Bugyet-ül-vâcid) kitâbının dokuzuncu mektûbunda,
bu risâleyi neşr etmişdir. Kitâb 1334 [m. 1915] de Şâmda basılmışdır. Kitâbda,
risâlenin şerhleri ve şârihleri de bildirilmişdir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (İkdül-cevherî) kitâbında
kulun ihtiyârını ve irâde-i cüz’iyyesini uzun anlatmakdadır. Abdülhamîd Harpûtî, bunu şerh ederek (Simtul’ akbarî) ismini vermiş, 1305 [m. 1888] de
İstanbulda basılmışdır.]
İnsanın ihtiyârî hareketi, dört şeyle meydâna gelmekdedir:
1- O işi dimâgında tesavvur etmek, hâtırlamak. 2- O şeyden lezzet duymak. 3-
Sonra, o işi yapmağı
kalbi
ile ihtiyâr etmek, seçmek ve irâde-i cüz’iyyeyi kullanmak. Ya’nî hareket etmeği
dilemek. 4- Hareketin meydâna gelmesi. Birinci ile ikinciyi Allahü teâlâ
yaratıyor. Çünki, tesavvur ile şevk, var olan şeylerdir. Var olan, yaratılmağa
muhtâcdır. İhtiyâr ve İrâde-i cüz’iyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahü
teâlâdır. Kuldan ihtiyâr ve irâdenin meydâna gelmesi
de, ancak önce tesavvur ve şevk yaratılması ile olur. Meselâ, bir kimse, sadaka
vermeği ve sevâbını tesavvur eylese, kendisinde şevk veyâ nefret hâsıl
olur. Bunu ihtiyâr ve irâde eder veyâ etmez. Şevk, irâde demek değildir. Nefret
de, irâdeyi kullanmamak değildir.
Allahü teâlânın kazâsı, takdîri ve Levh-i mahfûza yazması,
ilm-i ezelîsine uygundur. Bilgisi de, bildiği şeylere tâbi’dir. Ya’nî herşeyi,
ileride ne zemânda ve nasıl olacak ise veyâ olmıyacak ise, ezelde öylece
bilmişdir. Bildiğini takdîr eder ve yazar. Bundan dolayı, cebr olmaz. İlerdeki
şeyler, ilmine tâbi’ olsaydı, cebr lâzım gelirdi. Allahü teâlânın ilmi, eşyânın
yaratılmasını ve sıfatlarını, hâllerini îcâb etseydi, cebr olurdu. Fekat, böyle değildir. Bunun aksinedir. Allahü
teâlânın yardımı ile sözümüz temâm oldu.
(Dürr-i yektâ) şerhinin sâhibi
“rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (İnsanların kalbleri ile veyâ bedenleri ile yapdıkları her işin ve
canlılarda ve cansız şeylerde meydâna gelen her işin, Allahü teâlânın
ezelde bilmesi ve dilemesi ve halk etmesi ile olmalarına (Kader) ve (Takdîr) denir.
İnsan birşeyi yapmağı veyâ terk etmeği ihtiyâr ve irâde eder ya’nî kuvvetini
kullanır. Sonra, Allahü teâlâ da, bunu irâde eder, kudretini kullanırsa, bu şey
olur. İlk ikisine (Kesb), son ikisine (Halk) denir. Bu şeyi Allahü teâlâ, beğenirse (Tâ’at) olur. Bunun için, insana âhıretde (Sevâb) verilir. Bir tâ’at yapılırken, sevâb
kazanmak niyyet edilirse, (Kurbet) olur.
Beğenmezse (Ma’sıyyet), ya’nî günâh
olur. Âhıretde (İtâb) veyâ (İkab) olunur. Mekrûh işliyen veyâ müekked sünneti
özrsüz terk etmeği âdet edinen, itâb olunur, azarlanır. Farzı terk eden veyâ
harâm işliyen, tevbesiz ölür ve şefâ’ate, afva kavuşmazsa, ikab olunur, yanar.
İnsanda ihtiyâr ve irâde ve kudret, ya’nî kesb bulunduğuna inanmıyan (Mürted)
olur.)
1 - SE’ÂDET NEDİR?: Dünyâdaki
bütün insânlar mes’ûd olmak ister. Fekat, mes’ûd olan, pek azdır. Neden bu
böyledir? Çünki, se’âdetin neden ibâret olduğu bilinmiyor. Asl iş, se’âdetin ne
olduğunu bilmekdedir. Se’âdet, yalnız dünyâ se’âdetinden ibâret değildir.
Aksine, asl se’âdet âhıret se’âdetini elde etmekdir. Âhıret se’âdeti nasıl elde
edilir? Âhıret se’âdeti için Allahü teâlânın kanûnlarına ve emrlerine [ya’nî
Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberimizin “aleyhisselâm” sözlerine] itâ’at etmek
lâzımdır. Allahü teâlânın emrleri arasında: Öldükden sonra tekrâr dirilmek,
(ya’nî âhırete) inanmak da vardır. Cenâb-ı Hak âhıretin nihâyetsiz olduğunu
(ebedî olduğunu) bize bildiriyor. Dünyâ hayâtı ise, sayılı günlerden ibâretdir.
O hâlde, se’âdet iki başlı demekdir. Biri âhıret se’âdeti, öteki dünyâ
se’âdeti. Bu iki se’âdetden hangisi önemlidir? Bunu akl ve iz’ân sâhibi
insanlar kolaylıkla anlıyabilir. Aklımız ve iz’ânımız âhıret hayâtının, dünyâ
hayâtı ile mukâyese edilemiyecek kadar önemli olduğunu bize gösterir. Buna
rağmen, insânların dünyâ için gösterdikleri gayret ve çalışmaların onda birini
bile âhıret için göstermedikleri meydândadır. Bunun âkıbetinin ne kadar acı ve
ne kadar korkunç olduğuna acabâ inanmıyor muyuz? İnanmıyorsak, kurtuluş ümmîdi
yokdur. Allahü teâlâya inanmıyanların yeri ebedî olarak Cehennemde yanmakdır.
Eğer inanıyorsak, Allahü teâlânın emrlerini yapmamak bir gaflet (bir nev’i
uyku) ve bir dalâletdir. Bu uykudan uyanamıyanlara yazıklar olsun.
Dünyâ se’âdeti için söz söyleyenler, kitâb yazanlar ve bunu
dikkatle okuyanlar,
dinleyenler
çokdur. Âhıret se’âdetine gelince: Buna dâir Hakkın kitâbı (Kur’ân-ı kerîm) ve
Peygamberimizin sözleri (hadîs-i şerîf) ve din âlimlerinin binlerce kitâbları
vardır. Fekat, bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve
yazanları dinleyen az insan kalmışdır. Çok ehemmiyyetli olan âhıret se’âdeti
âdetâ unutulmuş, sanki böyle birşey yokmuş gibi bir gaflet içinde
bulunmakdayız. Bu ise, felâketin en tehlükelisi ve âkıbetlerin en korkuncudur.
İşte kızım, benim yazılarımın asl maksadı, seni bu korkunc felâketden
kurtarmakdır. Ya’nî seni Cehennem denen büyük ateşden korumakdır. Sen idrâkin
ve anlayışın nisbetinde, bu yazılarımdan hisse alacaksın. Cenâb-ı Hak seni
hakîkati iyice anlayacaklardan ve bu anlayışa göre hareket edenlerden eylesin!
Âmîn.
Din âlimlerinin yazdıkları kitâblar var iken, ayrıca bu
mevzûlarda çocuklara nasîhat vermenin lüzûmsuz olduğunu düşünmek doğru
değildir. Çünki, çocuğunun se’âdetini isteyen bir baba, yalnız dünyânın kısa
se’âdetini değil, âhıretin sonsuz se’âdetini de, çocuğuna bildirmekle
vazîfelidir. Babaya bu vazîfeyi veren cenâb-ı Hakdır.
Bir çocuk ne kadar kaydsız olursa olsun, babasının kendisi
için yazdıklarını merâk ederek hiç değilse, bir kerre okur. Bu yazılardan ders
alacak anlayış ve uyanıklığı da gösterirse, kendisini kurtarmış olur.
Zemânımızda din bilgilerini veren kitâblarımız,
öğretmenlerimiz kifâyetsizdir. Büyük şehrlerdeki ba’zı mekteb ve cem’ıyyet
muhîtinin din ile ilgisi za’îf görünüyor. Bu şartlar içinde çocuğun doğru ve
yeter derecede din bilgisi alması çok zorlaşmışdır. Bunun için, hiç değilse,
müslimân dîninin temel kâ’idelerini ve özünü burada söylemek, çok ehemmiyyetli
bir vazîfe hâline gelmiş bulunuyor. Temel kâ’ideler şunlardır: I- Îmânın
(inanmanın) şartları: 1- Allahü teâlâya inanmak, 2- Meleklere inanmak, 3-
Kitâblara inanmak, 4- Peygamberlere inanmak, 5- Âhırete (öldükden sonra tekrâr
dirilmeğe) inanmak, 6- Kaderin ya’nî, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine
inanmak. II-Müslimânlığın şartları: 1- Kelime-i şehâdet, 2- Nemâz, 3- Oruc, 4-
Zekât, 5- Hac.
2 - DÜNYÂ ve ÂHIRET:
Günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek ve dünyâdaki
hayâtımız
sona erecekdir. Bu dehşetli bir hakîkatdir. Bu hakîkat karşısında, hayât nedir?
Ölüm nedir? diye düşünmeyen bir insan olmaması lâzımdır. O hâlde, hayâtın ne
olduğunu, dünyâya niçin geldiğimizi, ölümün ötesi ne olduğunu bilmek ve
öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayâta niçin geldiğimizi, hayâtın
sâhibinden dahâ iyi bilen olur mu? Her şeyin olduğu gibi, hayâtımızın sâhibi
de, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, Vezzâriyât
sûresi 56.cı âyetinde meâlen, (Ben insânları, büyüklüğümü onlara tanıtmak ve bana ibâdet
etmeleri için yaratdım!) buyuruyor.
Bu büyük hakîkati, yaşadığımız bu zemândaki insanların kaçda kaçı biliyor ve
ona göre hareket ediyor? İnsanların büyük
çoğunluğunun, bu hakîkati bilmediklerini, bilenlerin de, bu hakîkate göz
yumduklarını veyâ ehemmiyyet vermediklerini görüyoruz. İşte felâket de, bu
noktadan başlıyor. Bu hakîkati bilmemek veyâ bildiği halde, ona göre
davranmamak, hele bu hakîkate inanmamak, bir insan için, (bilhassa bir müslimân
için) tasavvur edebileceğimiz en büyük bahtsızlık, en büyük fâcia, en büyük
felâketdir. Çünki, Allahü teâlâ, kendi emrlerine inanmıyanları ebediyyen,
inanıp da emrlerini yapmıyanları, irâde etdiği kadar Cehennem ateşinde
yakacağını kitâb-ı kadîminde, bizlere bildiriyor. Allahü teâlâ, insanlar gibi
yalan söylemez. Emrlerini mühimsemeyenleri mutlak cezâlandırır. Allahü teâlânın
cezâsı çok ağırdır. Kendini bu cezâdan koruyamıyanlara yazıkdır. Dünyâdaki kısa
hayâtımız için sonsuz âhıret hayâtımızı Cehennem içinde geçirmek, aklı başında
bir insanın işi midir?
3 - MÜSLİMÂNLIK NEDİR?: Müslimânlık,
maddî ve ma’nevî temizlikdir, vücûd temizliğini ve kalb temizliğini emr eder.
Müslimânlık, dünyâ ve âhıret se’âdetini sağlayan tek yoldur.
Hakîkî müslimân (Allahü teâlânın kaderine inanan müslimân) dünyâda, dâimâ huzûr
içindedir. Çünki bu müslimân, şuna inanmışdır: Kendisine gelen hayr ve şer
Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen herşeyin,
kendisi için iyi olduğunu, fenâ zan etdiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür
ve böylelikle iç râhatlığını bozmaz. Felâketlere de, kolaylıkla göğüs gerer.
İşte böyle bir insan, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan,
âhıret se’âdetine de ulaşmış olur.
Müslimânlığın emrlerini yapan bir insan, dünyâda her dürlü kötülükden
ve her dürlü zarardan kendisini korumuş olur.
Müslimânlık ve islâmlık aynı terimlerdir. Allahü teâlâ,
Kur’ân-ı kerîminde, Zümer sûresi 3.cü âyetinde
meâlen, (Allahü teâlânın indinde din, islâm dînidir) buyurmuşdur. Bugün islâmlığın dışındaki dinler,
Allahü teâlânın indinde, din değildir. Hıristiyanların ellerindeki İncîl,
mûsevîlerin ellerindeki Tevrât, Peygamberimizden evvelki zemânların
kitâblarıdır. Kur’ân-ı kerîm, bütün bunların hükmlerini kaldırmışdır.
Müslimânlık, iyi ahlâk demekdir. Allahü teâlâ,
Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben seni iyi ahlâkı temâmlamak için yaratdım!) buyurmuşdur.
Peygamberimizin “aleyhisselâm” her sözünde (hadîs-i şerîflerinde) büyük
dersler, güzel ahlâk özellikleri vardır.
4 - ÎMÂN ve İ’TİKÂD: Bir insanın müslimân
olabilmesi için, îmân (i’tikâd) sâhibi olması, ya’nî müslimânlığın kanûnlarına
ve emrlerine inanması şartdır. Hattâ, yalnız inanması kâfî değildir; bu emrleri
beğenmesi ve sevmesi de lâzımdır. Bu da bir bilgi işidir. İnanma (îmân) çok
mühimdir. Îmân, ufak bir şübheyi götürmez. Şübhesi olan, din âlimlerinden
şübhesini sorarak ve öğrenerek, gidermelidir. Aksi takdirde, îmân ni’meti, elden
gider.
Îmânsız insan, dünyânın en bahtsız insanıdır. Çünki,
ebediyyen Cehennem azâbında yanmaya mahkûmdur.
Allahü teâlânın emrlerinin ve yasaklarının bir kısmına
inanıp, bir kısmına inanmamak, doğru değildir. Îmân, tam olmalıdır.
Îmân sâhibi olmak için, altı şart vardır: 1 - Allahü teâlâya
inanmak, 2 - Meleklere inanmak, 3 - Kitâblara inanmak, 4 - Peygamberlere “aleyhimüsselâm”
inanmak, 5 - Âhırete (öldükden sonra, tekrâr dirilmeğe) inanmak, 6 - Kazâ ve
kaderin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak. Bunların birisine inanmıyan,
îmânsızdır. Bu hâl ile ölürse (Allahü teâlâ cümlemizi muhâfaza buyursun!)
ebediyyen Cehennemdedir.
5 - ALLAHÜ TEÂLÂNIN VARLIĞINI İSBÂT: Allahü teâlânın zâtını
görmüyoruz. Fekat, Allahü teâlânın eserlerini, yaratdıklarını, her zemân, her
yerde görüyoruz. Güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar,
hayvanlar, ağaçlar, gece ve gündüz, yaz, kış, ..... ne görebiliyorsak,
bütün bunların yaratıcısı hiç şübhesiz, Allahü teâlâdır. Çünki, Allahü teâlâdan
başka, bir varlık, meselâ insanların en akllıları bir araya gelseler, bu
muazzam eserlerden en küçüğünü, meselâ, bir karıncayı yaratabilirler mi? Bir
Pastör, hiç yokdan bir mikrop yaratabilir mi? Bir Edison, güneş ışığına mu’âdil
bir ışık îcâd edebilir mi? Bir Galile, dünyânın dönüşündeki intizâmı
değişdirebilir mi? İnsanları göklerde ve deniz altında dolaşdıran, radyoları
bulan bir insanın beynini yaratan kimdir? Bütün bu azametli varlığı yaratanı
inkâr etmek için, insanın yâ ahmak olması, yâ koyu câhil olması veyâ kör bir
inâdın kurbânı olması lâzımdır. Bu eserlere tabîat (natür) diyenler var.
Göklerdeki muazzam âlemleri, dünyâda gördüğümüz her eseri, dünyânın dönüşünü,
gece ve gündüz hâdiselerini, mevsimleri ve herşeyi tabîat kuvveti, tabîat
kanûnudur diyerek Allahü teâlâyı inkâr edenler var. Bunlara sormak lâzım: Bu muazzam eserlerin sâhibi yok mudur?
İnsanların meydâna getirdikleri en ufak bir eser, insan şuûr ve
zekâsının bir mahsûlü olduğunu kabûl ediyoruz. Bu, aklları durduran muazzam
eserler,
kendi kendine meydâna gelmiş olabilir mi? Bu eserlerdeki intizâmı ve
muvâzeneyi, şuûrsuz ve donuk tabîat mı meydâna getirmişdir? İnkârcıların bu
sözlerini normal bir aklın, hattâ basît bir anlayışın dahî, kabûl etmesi mümkin
değildir.
6 - ALLAHÜ TEÂLÂDAN KORKMAK ve ALLAHÜ
TEÂLÂYI SEVMEK:
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek,
ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek,
bir bilgi işi olmakla berâber, aynı zemânda, bir çalışma, bir gayret işidir.
Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor.
Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve
haşyet verir. Bunu herkese nasîb etmiyor. Nasîb etdiği kulunu seviyor demekdir.
Çok kimse, uzun gayret, telkînler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pekçok
sebeb vardır:
Allahü teâlâdan korkmak için sebebler:
Dünyâda insanın başına gelen felâketleri düşünelim:
Hastalanmak, yaralanmak, vücûdün bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz
kalmak, fakîr olmak, akldan mahrûm olmak, çoluk ve çocuğunun başına felâketler
gelmek, yangınlar, zelzele.... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veyâ doğrudan doğruya
Allahü teâlâ tarafından insanlara takdîr edilen felâketler, elemler, Allahü
teâlâdan gelmekdedir. Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretdeki ise,
ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhud, îmânla âhırete intikâl
etmiş günâhkâr bir müslimân ise, Allahü teâlânın irâde etdiği kadar, azâb
görecekdir. Âhıret azâbı, kabre girildiği ândan i’tibâren başlıyacakdır. Bütün
bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter derecede sebebler değil midir?
Allahü teâlâyı sevmek için de, sebebler pek çokdur: Evvelâ,
müslimân olarak dünyâya gelmek. Ya’nî, bir müslimân ananın ve bir müslimân
babanın evlâdı olarak dünyâya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek,
Allahü teâlâya şükr ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebebdir. Meselâ,
hıristiyan ana-babadan dünyâya gelmiş olsaydık, artık müslimânlık yolunu
bulmak, bizim için, çok zor veyâ imkânsız olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde
yaşar ve âhırete îmânsız olarak giderdik. Zemânımızda müslimân olarak doğmak
da, kâfî değildir. Müslimânlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslimânlık
yolunda yürümeğe gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâli’dir.
İsmi Ahmed veyâ Hadîce olup da, müslimânlık îcâblarını yapmayan, hattâ
müslimânlığı hor gören, nice sözde müslimânlar var. Akl ve iz’ân sâhibi olmak,
iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da,
Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Bundan başka, insan haklarını
tanıyan bir hükûmetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatde olmak, fakîr olmamak
vesâire gibi binlerce ni’met hep Allahü teâlânın lutf ve ihsânıdır. Bu
saydığımız ni’metlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslimânın
bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği
kolayca anlaşılır.
7 - ALLAHÜ TEÂLÂNIN
KİTÂBI (KANÛNU): Allahü teâlânın
kitâbına (Kur’ân-ı kerîme) inanmak, îmânın şartlarındandır. Bir âyetinden bile
şübhe etmek, câiz değildir. Şübhe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din
adamlarının (islâm âlimlerinin) kitâblarını okuyarak, şübhesini gidermelidir.
Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emrlerini ve
yasaklarını dünyâda işitmeyen insan kalmasın diye, yalnız Peygamber
göndermemiş, ayrıca Kitâbını (kanûnunu) da göndermişdir. Müslimânların kitâbı
Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimizden “aleyhisselâm” evvel
dünyâya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitâblardaki
emrleri ve hükmleri de içinde topladığı için, bütün insanlara hitâb eden bir
kitâbdır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîm bugünkü dünyâda
mevcûd,
hıristiyan, yehûdî, mecûsî, vesâire gibi çeşidli dinlere sapmış insanlara da,
doğru yolu gösteren bir kitâbdır.
Kur’ân-ı kerîme inanmayan müslimân sayılmaz. Müslimân
olmayan da Allahü teâlânın ateşinden kurtulamıyacakdır.
Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ya’nî, Kur’ân-ı
kerîmdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize
“aleyhisselâm” bildirilmişdir. Peygamberimize “aleyhisselâm” bu sözler, vahy
yoluyla ya’nî, meleklerin büyüklerinden Cebrâîl “aleyhisselâm” vâsıtası ile
bildirilmişdir. Cebrâîl “aleyhisselâm” insan şekline girerek bunları
Peygamberimize “aleyhisselâm” okumuş ve ezberletmişdir. Peygamberimize
“aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîm parça parça (kısm kısm) gelmişdir. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın emrlerini alır almaz, hem
kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahy kâtiblerine de
yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur’ân-ı kerîm meydâna
gelmişdir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur’ân-ı kerîmler birbirlerinin
aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile
değişik değildir. Hâlbuki hıristiyanların ellerindeki İncîller birbirlerini
tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor.
Kur’ân-ı kerîmin her âyetine (her cümlesine) inanmak
şartdır. İçinden birisine inanmamak, insanın îmânını giderir. Îmânsız insanın
âhıreti husrândır.
Allahü teâlânın emrleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi
anlayışına göre ma’nâ vermesi veyâ işine geldiği şeklde anlaması câiz değildir.
Kur’ân-ı kerîmi en iyi anlayan yalnız Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem”dir. Peygamberimiz “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîmin, bizim anlamadığımız
taraflarını hadîs-i şerîfleri ile açıklamışdır. Ayrıca büyük din âlimleri,
Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmişlerdir. Kur’ân-ı kerîmde pek çok âyetlerin çok
geniş ma’nâları vardır. Onun için Kur’ân-ı kerîmi kelime kelime terceme etmekle
tam ma’nâsı ifâde edilemez. Ancak, her âyetin salâhiyyetli büyük din âlimleri
tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile ma’nâsını öğrenmek mümkindir.
Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” sözleridir diyenler vardır. Bunu söyleyenler, hiç şübhesiz îmânsızdır,
kâfirdir.
Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”
âyet âyet gelmeğe başladığı zemân, o zemânın en meşhûr arab şâirleri ve
edîbleri bir âyetinin benzerini söylemekden âciz kaldıklarını ifâde
etmişlerdir. Bu bakımdan da Kur’ân-ı kerîme bir mu’cize denmekdedir. Kur’ân-ı
kerîm, Allahü teâlânın insanlara en büyük ni’metidir. Çünki Kur’ân-ı kerîm,
dünyâ ve âhıretde insanları se’âdete götürecek yolları açıklamışdır. Bu yolda
gidenlere ne mutlu!..
8 - PEYGAMBERLER: Allahü teâlâ, emrlerini
ve yasaklarını insanlara Peygamberler “aleyhimüsselâm” vâsıtası ile
bildirmişdir. Peygamberler de “aleyhimüsselâm” insandır. Fekat, Allahü teâlânın
bilgili, ahlâklı ve kusûrsuz yaratdığı büyük insanlardır. Peygamberler ma’nen
Allahü teâlâya yakîn insanlar olduğu için, onların fikrlerine ve kalblerine
bizimkilerden farklı ve dahâ geniş bilgiler ve ilhâmlar verilmişdir. Müslimân
âlimlerinin bildirdiklerine göre, dünyânın yaratılışından bizim Peygamberimize
“aleyhisselâm” kadar yüzyirmidört binden ziyâde Peygamber
“aleyhimüsselâm” gelip geçmişdir. Bizim Peygamberimiz “aleyhisselâm” en son ve
en büyük Peygamberdir. Bizim Peygamberimizden “aleyhisselâm” sonra artık
dünyâya Peygamber gelmiyecekdir. Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın
en çok sevdiği kuludur. Allahü teâlâ, Peygamberimize “aleyhisselâm”, (Sen olmasaydın, bu âlemi [dünyâyı ve semâları] yaratmazdım!) buyurmuşdur.
Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Mekke-i mükerremede dünyâya gelmişdir. Bir
üniversitede okumamışdır. Tahsîlleri yokdur. Ümmîdir. Fekat, dünyâdaki bütün
insanların en akllısı, en bilgilisi, en hayrlısıdır. Çünki, Allahü teâlâ, Onu
asrlarca artık Peygambersiz kalacak olan dünyânın son ışığı olarak yaratmışdır.
Bu
ışık,
kıyâmete kadar nûrunu devâm etdirecekdir. Peygamberimize ve bütün Peygamberlere
“aleyhimüsselâm” inanmak, îmânın şartlarındandır. Peygamberimize “aleyhisselâm”
inanmıyan müslimân sayılmaz. Müslimân olmıyan da, ateşde ebedî yanacakdır. Bunu
Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ, bizlere bildiriyor.
9 -ÂHIRETE İNANMAK: Îmânın şartlarından
birisidir. Öldükden sonra, tekrâr
dirileceğimize inanmıyan îmânsız olur, kâfir olur. Âhırete böyle giderse, ebedî
olarak Cehennem azâbına mahkûm olur. Bugünki insanların çoğunun buna inanmayan
bir görünüşleri var. Bunlar, hayâtı yalnız dünyâda râhat etmek ve iyi
yaşamakdan ibâret sanıyor. Gâye, sanki dünyâda eğlenmek, gezmek, râhat etmek,
zengin olmakdan ibâretdir. Bu insanlar, öldükden sonra, tekrâr dirileceklerine
ve hesâba çekileceklerine inanmıyor görünüyor. İnsanlar, bu derece hissizlik
içinde yaşayamaz. Bu kadar kaydsızlığın ma’nâsı, bu olsa gerekdir.
Öldükden ve toprak ve toz hâline geldikden sonra, tekrâr
dirilmenin mümkin olmadığını söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunu söyleyenler
şübhesiz îmânsız, dinsiz, zevallı insanlardır. Tekrâr dirilmek mümkin değildir
diyenlere verilecek mantıkî cevâblar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir
insânı hiç yokdan (bir damla sudan) yaratmağa muktedir de, ikinci def’a
yaratmağa muktedir değil midir? Gözümüzün görebildiği âlemlerin ve dünyâdaki
muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı tekrâr diriltmekden nasıl âciz
olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını döker. Kuru dallar ile cansız zannedilir.
Bunlar, behâr gelince tekrâr canlanmıyor mu? Büyük mevlânâ Celâleddîn “kuddise sirruh”, (Toprağa ekilen hangi tohm toprağın
yüzüne canlı olarak çıkmamışdır?) diyerek, toprağa gömülen insânların
tekrâr canlanacaklarına işâret etmişdir. Bu mevzû’da hazret-i Alîye
“kerremallahü vecheh” atfedilen aşağıdaki mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir.
Ahmed, âhırete inanmışdır. Ahmedin arkadaşı Kaya, tekrâr dirileceğine inanmıyor. Ahmed, Kayayı iknâ’ için, çok
uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. Nihâyet Ahmed, Kayaya şunları söyliyor:
(Ben âhırete inanarak Allahü teâlânın bütün emrlerini yapıyorum. Allahü teâlânın
emrlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum.
Nemâz kılıyorum, oruc tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyârladık ve ikimiz de öldük. Dahâ mezâra
girer girmez, âhıret var mı, yok mu, belli olacakdır. Eğer âhıret varsa,
ben kazandım. Orada i’tibârım ve râhatım yerinde demekdir. Eğer âhıret yoksa,
ben hiçbir şey gaybetmem, dünyâdaki yorgunluğumla kalırım. Sana gelince: Eğer
âhıret yoksa, ne kârdasın, ne ziyândasın. Ammâ, âhıret var olduğuna göre,
mahvoldun demekdir. Artık Allahü teâlânın bitmiyen, ebedî azâbı senin yakanı
bırakmıyacakdır. Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin yolu doğru yoldur. Bunu
senin anlayışına bırakıyorum). Bu muhâkeme tarzındaki mantıkın kuvveti
karşısında, söylenecek tek söz yokdur. Şunu da işâret edelim ki, âhırete şübhe
ile inanmak iyi bir inanış değildir. Tam ve şübhesiz inanmak lâzımdır.
10 - KADERE, HAYR VE ŞERRE İNANMAK: Îmânın şartlarından biri
de kadere ve hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmakdır. Kaderin
ma’nâsını türkcede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun
başından geçecek her şeyi evvelden bilir. Kaderi değişdirmek kimsenin elinde
değildir. Dilerse gene Allahü teâlâ değişdirir. Kader, Allahü teâlânın bir
sırrıdır.
Hayr ve şer Allahü teâlâdan gelir. Çünki, küllî irâde Allahü
teâlâdadır. Allahü teâlâ, kullarına da cüz’î irâde vermişdir. İşte, bu cüz’î
irâdeyi Allahü teâlânın emr etdiği yolda kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fenâ
yollarda kullananlar da, cezâlandırılır. İnsanları Cennete veyâ Cehenneme
götüren, işte bu cüz’î irâdedir. Bir müslimânın içki içmesi, cüz’î irâdesini
Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak kullanmasıdır. Başka bir müslimânın içki
içmemesi cüz’î irâdenin Allahü teâlânın emrine göre kullanılması demekdir.
Bunun gibi bir insanın cüz’î irâdesini iyi veyâ kötü istikâmetde kullanması
kendi elindedir.
Kulun, cüz’î irâdesini kötü istikâmetde kullanması ile,
Allahü teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde şerri hâzırlayan gene kuldur. Allahü
teâlâ, zâlim değildir. Bil’akis Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evlâdına
olan merhametinden çok üstündür. Bununla berâber, sebebini bilmediğimiz şerrin
hikmetini ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her
tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak, kullar için çok zemân mümkin olmaz.
11 - NEMÂZIN
FAZÎLETLERİ: Nemâzın
maddî ve ma’nevî pek çok fâidesi vardır. Maddî fâideleri şunlardır: Hergün beş
def’a abdest alan müslimân, temiz bir insan demekdir. Hergün, kırk def’a (kırk
rek’at) Allahü teâlânın emri ile eğilerek secdeye kapanarak, ayağa kalkan bir
insan, vücûdunun her uzvunu hareket etdiren bir idmâncı demekdir. Temiz ve
hareketli bir insan ömrünün her yaşında sıhhatini muhâfaza edebilir. Dikkat
edilirse, ömrü boyunca nemâz kılanların büyük bir ekseriyeti sağlam insanlardır.
Nemâzın ma’nevî fâidesine gelince: Hergün beş def’a nemâz
kılmak, ya’nî beş def’a Allahü teâlânın huzûruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık
hâtırlamak demekdir. Allahü teâlâya inanan, ondan korkan insan, onun emrlerinin
dışına çıkmış ise, nemâz sâatlarında
hatâsını anlar. O hatâyı tekrar etmekden kaçınır, kendini islâh etmek yolunu arar
ve bulur. Kendini islâh etmek belki ilk zemânlarda kolay olmaz. Fekat, nemâza
devâm etdikce, Allahü teâlânın emrlerini yapar ve yasaklarından kaçınır.
Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslimân olmak yoluna girer. Nemâz,
insanları doğru yola götürmek için en güzel bir vâsıtadır. Nemâz, her müslimânı
kusûrsuz bir insan hâline getirir. Böyle insanların meydâna getirdiği topluluk
da, ne mutlu bir topluluk olur.
Nemâz müslimânlığın temel taşıdır. Temelsiz bir binâ sağlam
olmadığı gibi, nemâzsız müslimânlık da günün birinde yıkılmağa mahkûmdur.
Nemâz, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamağa sebebdir,
demişdik. Nemâzı terk etmek, Allahü teâlâyı unutmağa sebeb olur. Allahü teâlâ,
kendisini unutanları afv etmiyor. Kendisini unutanlara Bekara sûresinin yedinci
âyetinde, meâlen (onların kalblerini mühürledik) buyurdu. Bu hâle gelmekden Allahü teâlâ,
cümlemizi korusun! Âmîn.
(Nemâz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa öğle ve
ikindi nemâzlarında abdest almak ve nemâz kılmak zordur) diyenler var. Bunların
bu sözleri yersizdir. Çünki, bütün medenî memleketlerde ve her iş yerinde öğle
zemânında en az bir sâat, yemek zemânı ayrılmışdır. Bu zemânda abdest almak ve
nemâz kılmak için, onbeş dakîka kâfîdir. İkindi zemânında ise, öğle abdesti
ile, beş veyâ on dakîka içinde nemâzını kılmak mümkindir.
Nemâz, dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin kapısını açan bir
anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü
teâlâya inanan ve tenbel olmayan bir müslimân, bu anahtarı, elde edebilir. Bu
bir irâde ve azm işidir.
Nemâzını kılan kimse, Allahü teâlâya
samimiyyetle inandığının kuvvetli bir delîlini de göstermiş olmakdadır.
Gösteriş için nemâz kılmak riyâkârlıkdır. Böyle nemâz kabûl
edilmez. Zemânımızda gösteriş için nemâz kılan, hemen hemen kalmamış gibidir.
Aksine, nemâz kıldığını saklayanlar çokdur. Çünki, zemânımızda, nemâz
kılanları, gerici, yobaz, mürteci’, eski kafalı gibi tahkîr edici ve küçültücü
sıfatlarla alaya almak ve onları horlamak gibi hâller almış yürümüşdür.
Bunların şerrinden korunmak için, nemâz kılmağı, bu gibilerden saklamak
câizdir.
Nemâz kılmanın zevkine eren bir müslimân, artık onu
bırakamaz.
12 - ORUCUN FAZÎLETLERİ: Allahü teâlâ senede bir ay (Ramezân-ı şerîf ayında)
gündüzleri oruc tutmayı emr etmişdir. Allahü teâlâ, bu emri sebebsiz
vermemişdir. Oruc, insanlara
hem maddî, hem de ma’nevî fâideler sağlar. Bütün
bir
sene, çeşidli yemekleri eritmek için, yorulan insan mi’desi ve bağırsakları,
senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. (İftârda çok yimemek
şartıyla). Bu maddî fâidesidir. Ma’nevî fâideside şudur: Oruc tutan bir insan, aç kalmış bir insanın çekdiği ızdırâbı,
bizzat his ederek fakîr insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar. Bu da, insanların
birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. Birbirlerine yardım eden
insan topluluğu arasında ise çekişmeler olmaz.
Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için
gündüzleri bir ay oruc tutan bir müslimân, Allahü teâlânın emrlerini yapmak i’tiyâdını
da kazanır. Böylelikle, Allahü teâlânın başka emrlerini yapmağa da isti’dâd
peydâ eder.
13 - KANÂ’AT,
RIZÂ: Hergünkü
hâlinden memnûn olmak, her hâlinden Allahü teâlâya şükr ve hamd etmek, kanâ’at
sâhibi olmak demekdir. Kendinden dahâ iyi mevkı’de, kendinden dahâ zengin,
kendinden dahâ kuvvetli, kendinden dahâ güzel bir insanı kıskanmıyarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan insanın evvelâ
kalbi râhatdır. Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur.
Sevgili olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnûn ve
râzıdır. Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan râzıdır.
Kanâ’at, bitmez tükenmez bir hazînedir. Kanâ’atkâr olmayan
bir zengin, kanâ’atkâr olan bir fakîrden dahâ fenâ durumdadır. Çünki, o
zenginin kalbi râhat değildir. Kanâ’atkâr olan fakîr ise, kalbi râhat olduğu
için, sanki bir hazîne içinde yaşamakdadır.
Rızâ demek, Allahü teâlâdan gelen herşeye râzı olmak
demekdir. Allahü teâlâdan bir felâket gelse, ona da rızâ gösterir. Kimseye
şikâyet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fekat, bunu
yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs sabr ve tehammül var demekdir. Allahü
teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tehammülü ve bu rızâyı
gösterebilir. Gıbta edilecek bir meziyyetdir.
14 - HASED
(Kıskançlık): Başkasının,
kendinden üstün olan herşeyini kıskanan, ya’nî ondaki üstünlüğün, yalnız
kendinde olmasını isteyen insana, kıskanc denir. Bu hâl, insanlığın en kötü
huylarından biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca râhatsız insandır. Böyle
insanlar, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı
insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allahü teâlânın kendisine
verdiği şeylere râzı olmayan insan demekdir. Allahü teâlânın verdiğine râzı olmayan
insandan Allahü teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması
ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâda da, âhıretde de hüsran
içindedir. (Ya’nî zarardadır). Bunun için, kendisinde kıskançlık ve hased
duygusu olduğunu görenler yavaş yavaş bu huylarından sıyrılmalıdır. Bu pek
mümkindir. İnsanlar, kendilerini istedikleri kadar islâh edebilir.
Kıskançlıkdan kurtulanlar râhat ve huzûra kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakîrlik
işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakîrliği işidir. Nice fakîrler
vardır ki, bir lokma ekmeği kazandığı zemân, Allahü teâlâya şükr eder ve
zenginlerin hâlini düşünmez bile. Nice zenginler de vardır ki, milyonlarına
dahâ birkaç milyon ekliyemediği için üzüntü içindedir. Kıskanç insan, başka bir
insanın kendinden iyi giyinmesini, iyi yaşamasını hazm edemez. Ya’nî onun
boyunu, posunu, güzelliğini, çalışkanlığını, başarısını kıskanır. Dahâ kötüsü,
onun başına gelen
fenâlıklara sevinir. İşte bu hâl, kıskançlığın en kötü derecesidir. Böyle
insandan Allahü teâlânın yardımı kesilebilir. Dahâ da mahrûm olurlar. İyi
kalbli ve herkesin iyiliğini isteyen insan, Allahü teâlânın himâyesinde
demekdir. Büyük Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” çok güzel bir
hadîs-i şerîfi var: (Bir müslimân, kendisine istediği
bir iyiliği, başka bir müslimân için istemezse ve bir müslimân, kendisine gelecek
bir kötülüğü, istemediği hâlde, o kötülüğü başka bir müslimân için isterse,
onun îmânı tam değildir) buyurmuşdur. Ya’nî, Peygamberimiz
“sallallahü
aleyhi ve sellem” yal-
nız kendisini
düşünenleri beğenmiyor. Başka müslimânları düşünenleri beğeniyor ve öyle
yapmalarını istiyor. Düşünün bir kerre; bütün dünyâ, Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” bu emrlerini yapmış olsa, dünyâda kavga, gürültü
kalır mı?
15 - İNSANLARA,
BİLHÂSSA MÜSLİMÂNLARA İYİLİK ETMEK-KALB
KIRMAMAK: Bir insanın başka bir insana, bilhâssa müslimâna iyilik
etmesi Allahü
teâlânın en çok sevdiği bir hâldir. İyilik çeşidli olur. Para ile olur, vücûd
yardımı ile, fikr
yardımı ile ve muhtelif yollarla olur. İnsanın elinden hiçbir yardım gelmezse,
Allahü
teâlânın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile sevâbı vardır. [(Cevâb Veremedi)
kitâbında, 147. ci mektûba ve (Müjdeci
Mektûblar)da 98. ci mektûba bakınız!]
Allahü teâlâ, (Benim kullarıma
yardım edene, ben fazlasiyle yardım ederim) buyuruyor.
Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allahü teâlânın indinde
sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini kırmak ise, Allahü teâlânın
gadabını üzerine çekmek demekdir. Bundan çok kaçınmalıdır. İnsan kalbi, Allahü
teâlânın sevgisinin tecelli etdiği bir yerdir. Oraya dokunmak, çok
tehlükelidir. Hele o kalbde, Allahü teâlânın korkusu ve Allahü teâlânın sevgisi
varsa, onu incitmekden, son derece kaçınmalıdır.
16 - ANNE HAKKI: Dünyâda bir insan için,
anne hakkından dahâ ehemmiyyetli bir hak yokdur. Düşünmeli ki anne, çocuğunu
dokuz ay karnında taşıyor. Onu kendi kanıyla besliyor. Büyük bir ızdırab, büyük
bir heyecânla onu dünyâya getiriyor. Bebek iken,
onun için aylarca uykusuz kalıyor. Kendi sütü ile besliyor. Sonra, onun her
yaşdaki yaramazlıklarını çekiyor. Bu zahmetler para ile, menfe’at ile
olur işler değildir. Bu zahmetlere anne, ancak Allahü teâlânın verdiği şefkat
duygusuyla tehammül edebiliyor. Bu büyük zahmet karşısında, çocuğun annesine
neler borçlu olduğu meydândadır. Çok zemân çocuk, annesinin hakkını ödeyecek
zemânı ve imkânı bulamıyor. Annesine isyânkâr olan bir çocuk, artık bir âsî,
bir eşkiyâdan farksız bir insan demekdir. Bu çocuğun büyüdükden sonra, annesini
dinlememesi, onu üzmesi, ona eziyyet etmesi, insanı çileden çıkardığı gibi,
Allahü teâlânın gadabını, cezâsını kendi üzerine çekmiş olmaz mı? Ne yazık ki
pek çok çocuklar, gençliğin verdiği hoyratlık ve kadr bilmemezlik yüzünden,
annelerinin haklarını çiğniyorlar. Onları üzüyorlar, böyle anneler ba’zen zor
durumda kalarak, çocuğu için Allahü teâlâdan bed düâ ederse, bu düâ kabûl
olunabilir. O zemân çocuk, dünyâda iken bile, cezâsını çeker. Âhıretdeki cezâsı
ise, tasavvur edilemiyecek derecede acıdır. Biraz idrâklı ve anlayışlı olan bir
çocuk, annesinin hakkını düşünebilir ve onun dediklerini seve seve yapar. Onun
gönlünü kazanmağa dikkat eder. Eğer çocuk, annesinin kalbini kırmış ise, hemen
afv dilemeli, bir dahâ onu gücendirmemeli. İkinci veyâ üçüncü def’â annesinin
kalbini kırmış ise, tekrâr afv dilemeli, artık bir dahâ gönlünü kırmamağa
dikkat etmelidir. Anne hakkı üzerinde olarak âhırete gidenlerin âkıbeti çok
acıdır.
17
- İFFET
(NÂMÛSKÂRLIK):
Allahü
teâlâ, insan neslini devâm etdirmek için, erkek ve kadınları birbirlerine karşı
câzib kılmışdır. Aynı zemânda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları dünyâda
çetin bir imtihâna tâbi’ tutmuşdur. Dünyâdaki kısa ömrümüz içinde, en zor
imtihân iffet imtihânıdır. Bu imtihânda kazanan bir insan, dünyâ ve âhıretin kahramânıdır.
İnsanların kemâli (ya’nî kusûrsuz olması) veyâ insanın düşüklüğü, dahâ ziyâde
iffet işinde belli olur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde,
iffetini muhâfaza edenlere, büyük mükâfâtlar va’d etmiş ve müjdeler vermişdir.
İffetini muhâfaza etmeyenlere de, Cehennem azâbını göstermişdir. (Allahü teâlâ,
iffetsizleri, bir insânı öldüren bir kâtil ile bir tutmakdadır).
İnsan günâhlarının belki de yüzde doksanı, iffet mevzû’u
içindedir.
İffetsiz
insan, Allahü teâlânın indinde günâhkâr olduğu gibi, insan topluluğu içinde de,
günâhkâr ve şerefsizdir. Bir fâhişenin cem’iyyet içindeki haysiyyet ve i’tibârı
ile bir köpeğin i’tibârı arasında hemen hiçbir fark yok gibidir. Erkeklik ve
dişilik duyguları insanlarda da, hayvânda da vardır. Hayvânlarda utanma hissi
olmadığı için, onlar, bu duygularını gizlemezler. İnsanlar ise, (hayâ) şeref ve
haysiyyet duygularına sâhib oldukları için, erkeklik ve dişilik hislerine karşı
çeşidli ve meşrû’ yolları ararlar.
Bir insanın ve bir âilenin şerefi ve i’tibârı, bu duygu
karşısındaki tutumu ile ölçülür. Zengin ve çok güzel bir kadın, eğer iffetsiz
ise, şerefi yokdur. İ’tibârı kırıkdır. Cem’iyyet nazârında, o bir fâhişedir.
Fakîr ve afîf bir kadın ise, her yerde, her zemân i’tibârlıdır. Hurmete lâyıkdır. Bu söylediklerimiz, normâl ve
temiz bir cem’iyyetin iffet ölçüleridir. İffet kâidelerini ayaklar
altına almış azgın bir hayvân sürüsü gibi, yalnız hayvânî hisleri peşinde koşan
insan toplulukları, bu sözlerle alay ederler. Onlar için konuşulacak sözümüz
yokdur. Yalnız onlara (Allahü teâlâ islâh etsin) diyebiliriz.
Dünyâdaki pek çok rezâletler, cinâyetler, kavgalar,
kıskançlıklar, hülâsa bütün fenâlıklar, iffetsizlik yüzünden meydâna
gelmekdedir.
İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin fenâlıklarını bildikleri
hâlde, kendilerini bu fenâ yollara sapmakdan alıkoyamazlar. Bu kuvvetli duygu
karşısında, insanları zabt edecek, onları selâmet yoluna çıkaracak çâreler
nelerdir? Bu, terbiye ve ahlâk mes’elesidir. Din, ahlâk demekdir demişdik. Bu
mühim mevzû’da da yine din terbiyesi birinci plânda rol oynamakdadır. Allahü teâlâdan korkmasını öğrenmiş, hakîkaten Allahü
teâlâdan korkan bir insan iffetsiz olamaz. O hâlde, çocuklarımıza Allahü
teâlânın korkusunu öğretmeğe
Bilhâssa büyük şehrlerde iffet işi tehlükeli bir
istikâmetdedir. Bir genç kızın, kendi başına yalnız kendi aklı ve idrâki ile
iffetini muhâfaza etmesi, cidden güçdür. O genç kız, (eğer biraz da güzelse),
hâtıra ve hayâle gelmeyen tehlükelerle çevrilmiş demekdir. Bu tehlüke, mektebde,
yollarda, otobüsde, komşularda, hattâ evinin içinde yakasını bırakmaz. Hele o
kızcağız kadınlık duygusuna karşı koymasını bilmeyecek derecede za’îf ahlâklı
ise, o zemân tehlüke iki misli artmış demekdir. İşte bunun içindir ki, genç kızın beş dakîkasını bile kontrolsüz bırakmak
aslâ câiz değildir. Ev içinde anne kontrolu, ev dışında baba kontrolu
onları, koruyucu melek gibi ta’kîb etmelidir.
Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumağa kifâyet
etmeyecekdir. Annen, belki seni her yerde, her zemân ta’kîb edemiyecekdir. Bu
takdîrde, sen sâhibsiz, tehlükeler karşısında âciz bir mahlûk olarak,
ahlâksızların elinde bir oyuncak mı olacaksın? Allahü teâlâ, seni bu âkıbetden
muhâfaza etsin! Âmîn. Seni evvelâ Allahü teâlânın büyüklüğüne ve Onun
himâyesine emânet ederim. Ondan sonra da, yine Allahü teâlânın sana verdiği
aklını kullanarak, bu tehlükelere düşmemeğe çalışmanı sana tavsiye ederim.
Kızım, öyle bir zemânda, öyle bir mekânda yaşıyacaksın ki,
herkesden, her yerde sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin parana, puluna
değil, iffet, şeref ve haysiyyetinedir. Paraya olan zarar telâfî edilebilir.
Ma’nevî zarar, yerine konamaz.
Cem’iyyet içinde öyle haşarât (öyle ahlâksızlar) vardır ki,
bunların içinde genç kadın ve genç kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur.
Bunun güçlüğü, yalnız baş-
kalarından
değil, bizzat kendi varlığından gelmekdedir. Eğer sen de, kadınlık duygusunun
te’sîri altında kalır ve kendine hâkim olamazsan, iffetsizliğin ve
ahlâksızlığın çukuruna düşersin. Bu çukura düşenlerden kurtulabilen azdır.
Sen kadınlık duyguna karşı haysiyyetli ve meşrû’ yolları
aramalısın! Sen de, herkes gibi, evlenebilirsin. Ahlâkın güzel oldukdan sonra
evlenmemek için, hiçbir sebeb yok demekdir. Evlenmeden evvel, birçok kızların
yapdığı gibi, flört yapmağa aslâ heves etme! Bu tecrîbe mutlak tehlükelidir.
Esâsen flört yapılan insanla evlenmek, çok zemân se’âdeti getirmez. İffeti
muhâfaza için, ikinci bir çâre, genç erkek ve genç kızı zemânında
evlendirmekdir. Üçüncü çâre, iffeti zedeliyecek her yerden uzaklaşmak yoludur.
Meselâ kız ve erkek toplulukları, onlarla berâber gezintiler, danslar, plâja
gitmek, erkekle berâber sinemaya gitmek, içki içmek, ahlâksız ve za’îf
insanlarla arkadaşlık etmek vesâire gibi genç kız veyâ kadını başdan çıkarma
yollarının her çeşidinden uzak durmak, tehlükeden uzaklaşmak demekdir.
Gençliğin hakkı veyâ eğlence ismi altındaki bu gibi davranışlar, genç kızı veyâ
kadını elde etmek için birer tuzakdır. Bunun tuzak olduğuna inanmayan bir genç
kız, tuzağın içine düşdükden sonra, aklı başına gelir. Fekat iş işden
geçmişdir. Yukarıda saydığımız eğlence veyâ tuzağın zâhirî güzelliğine ve
câzibesine kapılan kızlar, erkeklerin elinde yavaş yavaş veyâ çabucak birer
oyuncak hâline gelir. En kendine güvenen bir kız bile, onların karşısında
sonuna kadar mukâvemet edemez. Yakışıklı bir erkeğin aldatıcı tebessümü
karşısında, mağlûb olabilir. Artık o kız, tuzağa düşmüş demekdir. Hele bunu kız
kendisi de istemiş ise, artık tehlükenin içine girmişdir. O tuzakdan kurtulan
pek azdır veyâ yokdur. Hâlbuki, o tuzak dediğimiz eğlence yerlerine gitmemek
dahâ kolay bir işdir. (Göz görmeyince, gönül tehammül eder) diye bir atasözü
vardır. Oraya gitmeyen bir genç kız, oranın câzibesinden ve tehlükesinden
kurtulmuş olur. Giderse, kurtulmak da kolay değildir.
Bunu nasîhat olsun
diye söylemiyoruz. Tecribelere güvenerek
söylüyoruz.
İffet, bir genç kızın veyâ kadının, değeri milyonlar eden,
bir mücevheridir. Bu mücevheri ele geçirmek için, Allahü teâlâdan korkmayan her
erkek bütün şeytânlığını kullanır. Ele geçirdikden sonra, maksadına erişmişdir.
Artık o, mücevherlikden çıkmış, âdî bir taş
olmuşdur. Sokağa atılıverir. Bu alışverişde, erkek, bir nâmûs hırsızıdır. Kadın
ise, mücevherini çaldırmış, bir zevallıdır.
18 - BİR GENÇ KIZIN GİYİNİŞİ NASIL
OLMALI?: Genç kız, fazla göze çarpmıyacak tarzda temiz ve ciddî bir
kıyâfetde görünmelidir.
Kendini beğendirmek için, fazla süslenmek, ahlâk hakkında
şübhe uyandırır.
Erkeklere kendini beğendirmek için, kızın ba’zı uzvlarını,
göğsünü veyâ bacaklarını teşhîr etmesi, düşük bir ahlâkın belirtisidir.
Kendisinin ve âilesinin şeref ve haysiyyetini düşünen bir
kızın, ciddî giyinmesi şartdır. Bir kızın göğsünü mümkin mertebe belirsiz bir
hâlde gösterecek tarzda giyinmesi, elbisesinin ve etekliğinin pileli olması,
onun bir ciddî ev kızı olduğuna delîl sayılır. Müslimân kızı nasıl
giyinmelidir? Bunun cevâbı, birinci kısm, ellisekizinci maddede yazılıdır.
19 - TOPLULUK İÇİNDE, YOLDA, BİR KIZIN
HAREKET TARZI (Davranışı) NASIL OLMALI?:
Yapmacıksız
olarak mütevâzi’, iddi’âsız ve terbiyeli bir tavr, genç
kıza en yakışan bir davranışdır.
Bir genç kızın etrâfındaki insanları hiçe sayan saygısız ve
küstah davranışları terbiyesizlik alâmetidir. İyi ahlâklı ve normal bir kız,
bir erkeğe dikkatle ve alâka ile bakmaz. Mecbûriyyet yoksa ve mümkin ise,
bakmamak en sâlim bir hareketdir. Bunu da, sun’î olarak değil, tabî’î olarak
yapmalıdır.
Bir kızın genç bir erkeğin yüzüne pervâsızca bakması, küstah
ve mütecâviz erkeklere, bu tip kızlara musallat olmak için, cesâret verir.
Kızın, bir erkeğe ümmîd verecek tarzda davranışı, o kıza
felâket getirebilir. İn-
sânların,
yüzlerindeki değişiklik kadar huy ve ahlâkları da değişikdir. Güzel ve iyi
yüzlü insan, mutlaka iyi ahlâklı insan demek değildir.
Alâka toplamak ister gibi, değişik bir edâ ve hoppa bir
tavır ile yürümek iyi bir intibâ’ bırakmaz. Böyleleri, alay mevzû’u ve gülünç
olur.
Bir kızın giyinişi, yürüyüşü ve hareket tarzları, onun dînî
inanışı, ahlâkı ve karakteri hakkında, bir fikr verebilir.
Yâ Rabbî! Senin lutf ve kerem ve inâyetinle, büyük
sıkıntılar görmeden, uzun bir ömür yaşadım. Bu hayâtın içinde, sana karşı,
pekçok günâh işledim. İrâde-i cüz’iyyemi, senin râzı olmadığın şeylere sarf
etdim.
Artık sana rücû’ etmek zemânım pek yakın. Bundan sonraki,
dünyâ ve âhıret hayâtımın safhaları şu olacak:
Dünyâ elemleri, sekerât-ül-mevt, kabr hayâtı, haşr âlemi,
mükâfât ve mücâzât ihtimâlleri...
Büyük günâhlarımla, bu tehlükeli geçidlerden, nasıl
geçeceğimi bilmiyorum. Afvına kavuşamazsam, hâlim ne olacak?
İstigfâr ve düâlarım, kabûle lâyık
olacak mı bilmiyorum. Senin afv ve magfiret sıfatın, tek ümmîdim! Senden
başka kime sığınabilirim?
Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Kitâbında bildirdiğin gibi
inanıyorum. Kitâbına ve Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” inanıyorum.
Hudûdsuz büyüklüğünü anlatan kâinâtı, gözlerimle görüyorum.
Azametini, bana ihsân etdiğin aklımla,
anlıyorum. Günâhlarımın, afv ve magfiret deryân içinde, bir damla bile
olmadığını da, biliyorum.
İşlediğim günâhlardan pişmânlık duyuyorum. Pişmânlık
duygularımı eksiltme! Bu duygularımı, elem derecesine çıkart yâ Rabbî!
Yâ
Rabbî! Sen afv etmeği seviyorsun. Beni de, afv etdiğin kulların içine al! Sen Gafûrürrahîmsin
yâ Rabbî!
[Hayri Aytepe “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, 1387 [m. 1966] yılı Eylûlün ikinci Cumartesi günü vefât etmişdir.
Edirnekapı kabristânındadır].
Emekli
tümgeneral
Hayri Aytepe
Bismillâhirrahmânirrahîm. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billâhil’aliyyil’azîm.
Herşeyi yaratan ve varlıkda durduran bir Allah vardır. Allah
yok denirse, hiçbir şey var olamaz. [(Se’âdet-i Ebediyye)de 980.ci sahîfede
(Hava) kelimesine bakınız!] Her insanın hayâtı üç zemâna ayrılır. Dünyâ, kabr
ve âhıret hayâtı. Âhıret hayâtı Cennet ve Cehennem olarak ikidir. Allahın
sevdikleri, Cennetde ni’metler içinde sonsuz yaşayacak, sevmedikleri ise, Cehennemde
sonsuz yanacakdır. Allahü teâlâ, kendisinin var olduğuna inananları ve dünyâda
her an Onu düşünenleri ve emrlerini yapanları sever. Her gün beş vakt nemâz
kılan, Onu hiç unutmaz. Nemâz, insanı bu se’âdete kavuşdurur. Nemâz kılmıyan ve
bunları kazâ etmiyen Cehennemde yanacakdır.
Yüzüğünde ne yazılıydı,
bilsen Süleymânın:
Sakın aldanma, yokdur
vefâsı dünyânın!
Mes’ûd, o kimsedir ki,
bütün kazandığını,
yiye. Bırakıp, sevindirmeye düşmânın.