Allâme
Ahmed bin Süleymân bin Kemâl pâşanın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Levh-il-mahfûz
ve Ümm-ül-kitâb) ismindeki risâlesi ile, Muhammed Akkermânînin (İhtiyâr-ı cüz’î) risâlesi ve
Ebüssü’ûd efendinin (Kazâ kader) risâlesi, otuzbirinci Osmânlı pâdişâhı sultân Abdülmecîd hân “rahmetullahi aleyh”
zemânında, [1264] senesinde, bir arada
bir kitâb hâlinde, türkçe olarak, İstanbulda basılmışdır. Üçünü de
sâdeleşdirerek, yazmayı uygun gördük:
Ra’d sûresindeki, (Allahü teâlâ, dilediğini siler. Dilediğini değişdirmez.
Ümm-ül-kitâb, Ondadır) meâlindeki âyet-i kerîmede, levh-i mahfûz bildirilmekdedir.
Ümm-i kitâb, ezelî olan kelâm-ı ilâhînin ismidir. Melekler, bunu anlıyamaz.
Zemânlı değildir. Ya’nî burada zemân yazılı değildir. Allahü teâlâdan başka,
kimse bilmez. Hiç yok olmaz. Levh-i mahfûzda ise, değişiklik olur. Bunu
melekler görür. İnsanın, işine göre, ömrü ve rızkı değişir. İyiler kötü,
kötüler iyi olarak değişdirilebilir. Böylece birine ölümüne yakın, iyi işler
yapdırıp, son nefesde îmân ile gönderir. Başkasına kötü amel işledip, îmânsız
gönderir. Bunun için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” her zemân, (Allahümme, yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî, alâ dînik) düâsını
okurdu [ki, Ey büyük Allahım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren,
ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, ya’nî dîninden döndürme, ayırma!
demekdir]. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” bunu işitince: (Yâ Resûlallah
“sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen de, dönmekden korkuyor musun?) dediklerinde:
(Mekr-i ilâhîden, beni kim te’mîn eder?) buyurdu.
Çünki, hadîs-i kudsîde: (İnsanların kalbi Rahmânın
kudretindedir. Kalbleri, dilediği gibi çevirir) buyurulmuşdur.
Ya’nî, Celâl ve Cemâl sıfatları ile, kötüye ve iyiye çevirir. Levh-i mahfûza
ilk olarak, (Benden başka Allah yokdur. Muhammed
“aleyhisselâm” benim resûlümdür ve habîbimdir ve herşey benim mahlûkumdur.
Herşeyin Rabbiyim, Hâlıkıyım) yazıldı. Sonra, Peygamberleri
“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve kıyâmete kadar gelecek insanların
iyileri, sa’îd olarak, kötüleri de, şakî olarak yazıldı.
Kader değişmez. Kazâ, kadere uygun olarak meydâna gelir.
Kazâ, hergün çok değişip, sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kazâ-i
mu’allak şeklinde yaratılacağı yazılmış olan birşey, kulun iyi ameli ile
değişip yaratılmaz. Evliyâ “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kaderi anbara,
kazâyı ölçeğe benzetmişdir.
[(Kâmûs)da, kazâ kelimesinde
diyor ki: (Kazâ, kaderin husûsî bir kısmıdır. Kader, anbara doldurulmuş buğday
gibidir. Kazâ ise, onu ölçerek vermek gibidir. Ömer “radıyallahü anh”, Şâma
geldi. Şehrde vebâ hastalığı olduğunu işitince, şehre girmedi. Allahü teâlânın
kazâsından kaçıyor musun? dediklerinde, Allahü teâlânın kazâsından, kaderine kaçıyorum buyurdu ki, kader, kazâ
şeklini almadıkca değişebilir. [Kader, ma’âş bordrosu gibidir. Kazâ ise,
bu ma’âşın dağıtılmasıdır.] İbni Esîr dedi ki: Kazâ ve kader, birbirinden
ayrılmaz, çünki, kader temel gibi, kazâ da üstündeki binâ gibidir). Kader
kelimesinde diyor ki: (Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde
bilmesidir. Kazâ, kaderde bulunan şeyleri, zemânı gelince yaratmasıdır)].
İmâm-ı Gazâlî, (İhyâ-ül’ulûm) kitâbında
buyurdu ki, (Kazâ-i mu’allak, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel
yapıp, düâsı kabûl olursa, o kazâ değişir). Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kader, tedbîr ile, sakınmakla değişmez. Fekat kabûl olan
düâ, o belâ gelirken korur). Düânın belâyı def’ etmesi de, kazâ ve
kaderdendir. Kalkan, oka siper olduğu gibi, su, yerden otun yetişmesine [ve
havanın oksigen gazı, canlının hücrelerindeki gıdâ maddelerini yakıp harâret
meydâna gelmesine] sebeb olduğu gibi, düâ da, Allahü teâlânın merhametinin
gelmesine sebebdir. Bir hadîs-i şerîfde, (Kazâ-i mu’allakı, hiçbirşey değişdiremez. Yalnız düâ
değişdirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik artdırır) buyuruldu.
Allahü teâlânın takdîri-
nin,
ya’nî kaderin, Levh-i mahfûzda yazılması kazâdır. Bir kimseye takdîr edilen
belâ, kazâ-i mu’allak ise, ya’nî, o kimsenin düâ etmesi de, takdîr edilmiş ise,
düâ eder, kabûl olunca, belâyı önler. (Ecel-i kazâ)yı
da, iyilik etmek gecikdirir. Fekat, (Ecel-i
müsemmâ) değişmez. Ecel-i kazâ denilen, meselâ, bir kimse, eğer iyi
iş yapar, yâhud sadaka verir, hac ederse ömrü altmış sene, bunları yapmazsa
kırk sene diye takdîr edilmesi gibidir. Vakt temâm olunca, eceli bir ân
gecikmez. Birinin üç gün ömrü kalmış iken akrabâsını, Allah rızâsı için ziyâret
etmesi ile, ömrü otuz seneye uzar. Otuz yıl ömrü olan kimse de, akrabâsını terk
etdiği için, ömrü üç güne iner. (Lübâb-üt-te’vîl) [ya’nî
(Tefsîr-i Hâzin)] kitâbında diyor ki,
takdîr, ezelde Levh-i mahfûzda yazılmışdır. Sonradan birşey yazılmaz. Ya’nî,
Levh-i mahfûzda olacak değişiklikler ve ömürlerin artması ve kısalması da,
ceffelkalem [ya’nî ezelde] yazılmışdır ki, buna kazâ-i mu’allak denir. Allahü
teâlânın kaderi, ya’nî ezelde ilmi nasıl ise, Levh-i mahfûzdaki değişiklikler,
ona uygun olur. Ömer “radıyallahü anh” yaralanınca, Ka’bül-ahbâr buyurdu ki,
Ömer “radıyallahü anh” dahâ yaşamak isteseydi, düâ ederdi. Zîrâ onun düâsı
elbette kabûl olur. İşitenler şaşırıp, nasıl böyle söylüyorsun, Allahü teâlâ
meâlen, (Ecel, bir
ân gecikmez ve vaktinden önce gelmez) buyurdu,
dediklerinde, (Evet, ecel hâzır olduğu vakt gecikmez. Fekat, ecel hâsıl olmadan
önce, sadaka ile, düâ ile, amel-i sâlih ile, ömür uzar. Zîrâ Fâtır sûresinde meâlen, (Herkesin ömrü ve ömürlerin kısalması hep yazılıdır) buyurulmakdadır) dedi.
Her sene, [Şa’bân ayının onbeşinci Berât gecesinde] o senede
olacak şeyler, ameller, ömürler, ölüm sebebleri, yükselmeler, alçalmalar, ya’nî
herşey Levh-i mahfûzda yazılır.
Dâvüd aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden
şikâyet etdi. Dinleyip karâr verip giderken, Azrâîl “aleyhisselâm” gelip, (Bu
iki kişiden, birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir
hafta önce bitmişdi, fekat ölmedi) dedi. Dâvüd “aleyhisselâm” şaşıp, sebebini
sorunca, (İkincisinin bir akrabâsı vardı. Buna dargın idi. Bu gidip, onun
gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdîr buyurdu)
dedi. [(Emâlî kasîdesi) altmışikinci
beytinde, (Öldürülen kimsenin eceli, münkatı’ değildir). Ya’nî, o ânda, ömrü
ortadan kesilmiş değildir. (Kâmûs) mütercimi
Ahmed Âsım efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu beyti şerh ederken diyor ki,
(Ehl-i sünnete göre, öldürülen kimsenin, o ânda eceli gelmişdir. Ömrü ortadan
kesilmemişdir. Herkesin eceli bir dânedir).] Görülüyor ki, müslimân olan ve
islâmiyyete uygun akrabâyı ziyâret çok lâzımdır. Hiç olmazsa haftada veyâ ayda
bir ziyâret etmeli, kırk günü geçirmemelidir. Uzak memleketde ise, mektûbla ve
telefonla gönlünü almalıdır. Dargın, kinli ise de, vaz geçmemelidir. Akrabâsı
gelmezse, cevâb vermezse de, giderek veyâ hediyye, selâm göndererek, yâhud mektûb
ile ve telefon ile yoklamakdan vazgeçmemelidir. Allahü teâlâ, müslimân olan ve
sâlih olan akrabâyı ziyâreti emr ediyor. Söylediğimiz gibi hareket ederek, bu
emr yapılmış olur. (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında diyor ki, (Kat’-i rahm,
ya’nî akrabâ ile ilişiği kesmek büyük günâhdır. Erkek olsun, kadın olsun zî
rahm-i mahrem akrabâyı ziyâret etmek vâcibdir. Amca kızı gibi mahrem olmıyan zî
rahm akrabâyı ve zî rahm olmıyan akrabâyı ziyâret vâcib değildir. Fekat bunlara
da hediyye, selâm yollamak müstehâbdır). Yetîmlere de acımalı,
gücendirmemelidir. Yetîmin başını sıvayana, hac sevâbı verilir. Allahü teâlâ
bir kulunu severse, âhırete yarar işler,
iyi, güzel ameller yapdırır. Allahü teâlâdan hidâyet olmazsa, yüzlerce
kitâb okusa, nasîhat dinlese yola gelmez. Ya’nî terbiye kabûl etmiyen kimseye
nasîhat vermek, öküze tecvîd okutmağa benzer.
[Doktor bulmak ve ilâc bulmak da, takdîre bağlıdır. Allahü
teâlâ, takdîrine göre sebebleri
yaratmakdadır. Çok eskiden bilindiği gibi, bir yeri kesilen insanın eceli
gelmedi ise, damarı bağlanır, ilâc verilir, ölmez. Eceli gelmiş ise,
damarı bağlıyacak biri bulunamaz. Kanı akar, mikrop kapar, ölür. Yürek adalesi
bozuk olan ağır
hastaya,
ölmek üzere olan bir başkasının sağlam yüreği takılıp takılmaması da, ecelin
gelip gelmemesine bağlıdır. Kalbin değişdirilmesi de hastayı muhakkak iyi
yapmıyor, çoklarının ölmesine sebeb olmakdadır.
Kıyâmetde herkes, öldüğü zemândaki şekli, boyu ve organları
ile mezârdan kalkacakdır. Herkesin kuyruk sokumu kemiği değişmiyecek, başka
a’zâ, organlar, bu kemik üzerine yeniden yaratılacak, rûhlar bu yeni
bedenlerini bulup, te’alluk edeceklerdir. Rûhların bu başka bedenlere te’alluk
etmeleri, tenâsüh değildir. Tenâsüh dünyâda düşünülür. Âhıretde tenâsüh olmaz.
İnsanın bedeni, organları dünyâda da değişiyor. Kırk yaşındaki insanın eti,
yağı, derisi, kemikleri başkadır. Çocukluğunda bulunanlar başkadır. Fekat o,
hep aynı insandır. Çünki insan, rûh demekdir. Beden değişiyor ise de, rûh
değişmez. İnsanın parmak izi de hiç değişmez. Hiçbir insanın parmak izi,
başkasının parmak izine benzemez. Bir insanın parmak uçlarındaki çizgilerin
şekli, doğmadan önce, rûh bedene te’alluk etdiği sıralarda teşekkül eder. İnsan
ölüp çürüyünciye kadar hiç değişmez. Beşbin yıllık mumyalarda aynen kaldıkları
görülmüşdür. Parmak ucundaki çizgilerden herbiri, yanyana dizilmiş deliklerden
meydâna gelmişdir. Her delikcikden, ter sızmakdadır. İnsan birşeyi tutunca,
sızan ter, o şey üzerinde çizgilerin şekli gibi yapışıp kalır. Teri boyayan bir
ilâc sürünce, o kimsenin parmak izi, o şey üzerinde görünür. Büyük âlim, imâm-ı
Muhammed Gazâlî, fârisî (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbının
sekseninci sahîfesinde diyor ki, (Bir insanın çeşidli yaşlarındaki bedenleri
başka başka oldukları gibi, aynı boy ve şeklde, fekat başka zerrelerden
yapılmış bir bedenle kabrden kalkacakdır. Bu yazımız anlaşılınca, insan insanı
yirse, yenilen organın, hangi insan ile yaratılacağı, yiyen ile mi, yoksa
yenilen ile mi birlikde yaratılacağı gibi sorulara lüzûm kalmaz. Çünki, o
uzvların kendi değil, benzerleri yaratılacakdır.)]
Ah, meded Allahım
sendendir, meded,
aklım alındığı yerlere
geldim.
Düâmı kabûl edip, eyleme
red,
sînem delindiği yerlere
geldim.
Hep, âh ile
zârdır, âşıkın işi
kan ile karışdı gözümün yaşı.
İnci, mercan
olmuş toprağı,
taşı, cevher bulunduğu yerlere geldim.
Dağların başına, bulutlar
çıkar,
bağrımın içinde, şimşekler
çakar,
Firdevs-i a’lâdan, bir
servi çınar,
çıkıp salındığı yerlere
geldim.
Sünbülün
da’vâsı, servi dalîle,
bülbülün
sevdâsı, behâr gülîle,
Muhabbet
sunarken, Hakîm dilîle,
gönlüm sızladığı
yerlere geldim.
Ah! Şimdi bir, ele geçse
nigâhın,
bilemedim kıymetini
dergâhın.
Âlem-i ervâhdan, bir şems-ü
mâhın,
nûrunu saçdığı yerlere
geldim.