İmâm-ı Muhammed
Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fârisî (Kimyâ-i se’âdet) kitâbının [1281] senesinde Hindistân baskısı, beşyüzsekizinci
sahîfesinde, dördüncü rükn, sekizinci aslı, aynen terceme edilerek
aşağıya yazıldı:
Cenâb-ı Hakka yaklaşanların geçdiği makâmlardan biri de,
tevekküldür ve derecesi çok yüksekdir. Fekat, tevekkülü öğrenmek güc ve incedir.
Yapması ise, dahâ gücdür. Çünki bir kimse, hareketlerde, işlerde, Allahü
teâlâdan başkasının te’sîr etdiğini düşünse, bu kimsenin tevhîdi, noksân olur.
Eğer, hiçbir sebeb lâzım değildir dese, islâmiyyetden ayrılmış olur. Eğer
sebebleri araya koymak lâzım değildir derse, akla uymamış olur. Lâzımdır derse,
sebebleri hâzırlıyana tevekkül etmiş olur ki, bu da tevhîdde noksânlık olur.
Görülüyor ki, tevekkülü, hem akla, hem islâmiyyete, hem de tevhîde uyacak
şeklde anlamak lâzımdır. Böyle anlıyabilmek için, derin bilgi ister. O hâlde,
herkes anlıyamaz. Biz, önce, tevekkülün kıymetini, sonra ne demek olduğunu,
dahâ sonra, nasıl elde edileceğini bildireceğiz:
Tevekkülün fazîleti: Allahü teâlâ, herkese, tevekkülü emr
eylemişdir. (Tevekkül îmânın şartıdır) meâlindeki
âyet-i kerîme, bu emrlerden biridir. Sûre-i
Mâidede, 23.cü âyet-i kerîmede, (Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz!), sûre-i Âl-i İmrânda,
159.cu âyet-i kerîmede, (Allahü teâlâ, tevekkül
edenleri elbette sever), sûre-i
Talâkda, 3.cü âyet-i kerîmede, (Bir kimse, Allahü
teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ, ona kâfîdir), sûre-i Zümerde, 36.cı
âyet-i kerîmede, (Allahü teâlâ, kuluna kâfî
değil midir?) meâllerinde dahâ nice
âyet-i kerîme vardır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Ümmetimden bir kısmını, bana gösterdiler. Dağları,
sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaşdım ve sevindim. Sevindin
mi, dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmişbin adedi hesâbsız Cennete girer
dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak, fal
karışdırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına, tevekkül ve i’timâd etmiyenlerdir
buyuruldu). Dinliyenler arasında Ukâşe “radıyallahü anh”, ayağa
kalkıp, (Yâ Resûlallah! Düâ buyur da, onlardan olayım) deyince, (Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!) buyurdu. Biri
kalkıp, aynı düâyı isteyince, (Ukâşe senden çabuk
davrandı) buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü
teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de
gönderirdi. Kuşlar, sabâh mi’deleri boş, aç gider. Akşam mi’deleri dolmuş,
doymuş olarak döner) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Allahü teâlâya sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her
işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona rızk verir. Her kim, dünyâya güvenirse,
onu dünyâda bırakır) buyurdu. İbrâhîm aleyhisselâmı mancınığa koyup,
ateşe atarlarken (Hasbiyallah ve ni’melvekîl), ya’nî
(Bana Allahım yetişir. O iyi vekîl, yardımcıdır) dedi. Ateşe düşerken, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelip, (Bir dileğin var
mı?) dedikde, (Var, amma sana değil) dedi. Böylece (Hasbiyallah) sözünün
eri olduğunu gösterdi. Bunun için Vennecmi sûresinde,
(Sözünün eri olan İbrâhîm) meâlindeki âyet-i kerîme ile medh buyuruldu.
Allahü teâlâ, Dâvüd aleyhisselâma, (Bir kimse,
herşeyden ümmîd kesip, yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların
hepsi, ona zarar yapmağa, aldatmağa uğraşsalar, onu elbette kurtarırım) meâlindeki âyet-i
kerîme ile vahy gönderdi. Sa’îd bin Cübeyr diyor ki, elimi akreb
sokmuşdu. Annem, elini uzat da, efsûn etsinler, ya’nî uydurma şeyler okusunlar
diye and verdi. Diğer elimi uzatdım, efsûn okudular. Sa’îd elini okutmadı.
Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Efsûn
yapan ve ateş ile dağlıyan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş olur) buyurdu.
İbrâhîm-i Edhem “kuddise sirruh”, bir papasa sordu ki, (Nerden geçiniyorsun?).
(Nerden gönderdiğini, rızkımı verene sor, ben bilmem!) dedi. Birine sordular
ki, (Hergün ibâdet ediyorsun. Ne yiyip, ne içiyorsun?). Cevâb olarak, dişlerini
gösterdi. Ya’nî, (Değirmeni yapan, suyunu gönderir) demek istedi. Herem bin Hayyân,
Üveys Karnîye [Veysel Karânî de denilir] sorup, (Nerede yerleşeyim?) de-
dikde,
(Şâmda) buyurdu. (Acabâ Şâmda geçim nasıldır?) deyince, Üveys, (Rızklarından
şübhe eden kalblere yazıklar olsun! Bunlara, nasîhat fâide etmez!) buyurdu.
Tevekkül, kalbin yapacağı bir işdir ve îmândan meydâna
gelir. Îmânın çeşidleri vardır. Fekat tevekkül, bunlardan ikisine
dayanmakdadır. Bunlar, tevhîde îmân ve lutf ve merhamet-i ilâhînin çokluğuna
îmândır.
Tevekkülün esâsı olan tevhîd: Tevhîdi anlatmak, uzun
sürer ve tevhîd ilmi, bütün ilmlerin sonudur. Biz burada, yalnız tevekküle
lâzım olacak kadarını göstereceğiz: Tevhîdin dört derecesi vardır. Ya’nî bir
özü vardır ve özünün de özü vardır. Bir de kabuğu vardır ve kabuğun da kabuğu
vardır. Demek ki, iki özü, iki de kabuğu vardır. Tevhîd, tâze cevz gibidir.
Cevzin iki kabuğunu ve içini herkes bilir. Özünün özü de, yağıdır.
Tevhîdin birinci derecesi, yalnız dil ile (Lâ ilâhe illallah) deyip, kalb ile inanmamakdır.
Münâfıkların tevhîdi böyledir.
İkinci derece: Bu kelime-i tevhîdin ma’nâsına, kalbin
inanmasıdır. Bu inanış, yâ başkalarından görerek, işiterek olur ki, bizim gibi
câhillerin inanışı böyledir. Yâhud delîl ile, aklın isbât etmesi ile inanır.
Din âlimlerinin, kelâm ilmi üstâdlarının inanması böyledir.
Üçüncü derece: Bir yaratanın, herşeyi yaratdığını görmek,
her işin, tek bir fâ’il tarafından yapıldığını, başka kimsenin, hiçbirşey
yapmadığını anlamakdır. Bu görüş ve anlayış için, kalbde bir nûrun parlaması
lâzımdır. Böyle hâsıl olan îmân, câhillerin ve kelâm âlimlerinin îmânına
benzemez. Onların îmânı, taklîd ve isbât hîleleri ile kalbe çekilen bir perde
gibidir. Bu görüş ve anlayış ise, kalbin açılması, perdelerin kalkmasıdır.
Meselâ, bir ev sâhibinin, evde bulunmasına inanmak üç dürlü olur:
1 - Birisinden işiterek inanmakdır. Taklîd ile olan
îmân, bunun gibidir.
2 - Ev sâhibinin, hergün kullandığı binek hayvanını,
başlığını, ayakkabılarını evde gördüğü için inanmakdır. Bu da kelâm âlimlerinin
îmânına misâldir.
3 - Ev sâhibini evde görerek inanmakdır. Bu, âriflerin tevhîdine
misâldir. Böyle tevhîd, herne kadar yüksek derece ise de, bunun sâhibi,
mahlûkları görmekde ve Hâlıkı görmekde, bunların Hâlık tarafından yaratıldığını
bilmekdedir. Mahlûkları gördüğü için, tevhîd tam olamaz.
Dördüncü derece: Bir var görür. Birden
başka birşey görmez. Tesavvufcular bu hâle, (Tevhîdde fenâ) derler.
Yukarıdaki dört dereceden birincisi, münâfıkların tevhîdi
olup, cevzin dış kabuğuna benzer. Cevzin dış kabuğu, acı olduğu gibi ve dış
yüzü güzel yeşil ise de, iç yüzü çirkin göründüğü gibi ve yakılınca bol duman
yaparak ateşi söndürdüğü gibi ve birkaç gün cevzi korumakdan başka, bir işe
yaramadığı gibi, münâfık tevhîdi de, onu dünyâda ölümden korumakdan başka,
birşeye yaramaz. Ölümden sonra, beden çürüyüp, rûh yalnız kalınca, birşeye yaramaz.
İkinci derece olan, câhillerin ve kelâm âlimlerinin tevhîdi, cevzin tahta
kabuğu gibidir. Bu tahta kabuk cevzi birkaç zemân korumakdan başka işe
yaramadığı gibi, bu derecedeki tevhîd de, yalnız insanı Cehennem ateşinden
korumağa yarar. Üçüncü derece, cevzin özü gibidir. Öz, cevzin asl işe yarayan
kısmı ise de, cevz yağı ile ölçersek, posayı taşıdığı görülür. Üçüncü derecede
de, mahlûkları görmek, posa gibidir. Hakîkî tevhîd, dördüncü derecedir ki,
Hakdan başka, birşey bulunmaz. Kendini de unutur.
Süâl - Tevhîdin dördüncü
derecesine kavuşmak gücdür. Herşeyi, bir varlık görmek nasıl olur. Çeşidli
sebebler görüyoruz ve yeri, gökü, mahlûkları görüyoruz. Bunlar, aynı şey midir?
Cevâb - Birinci, ikinci, üçüncü
derece tevhîdleri anlamak kolaydır. Anlaması güc olan, dördüncü tevhîddir. Fekat, tevekkül için, bu tevhîde lüzûm
yokdur. Bunu tatmıyana anlatmak gücdür. Kısaca şöyle diyebilirim ki,
birçok farklı şeylerin bir bakımdan benzerliği olur. Bu bakımdan aynı birşey
gibi düşünülebilir. İşte, bir ârif, herşeyi, hepsinde bulunan birşey olarak
görünce, hepsini birşey görür. Meselâ, insanda et, deri, baş, ayak, göz, kulak,
mi’de, ciğer gibi şeyler vardır. Fekat, insanlık bakımından, bir şeydir ve bir
insanı düşününce, ayrı ayrı parçaları hâtıra gelmeyip, birşey olarak düşünürüz.
Bize ne düşünüyorsun denirse, birşeyden başka düşünmüyorum deriz. Bir insanı
görünce, birşeyden başkasını görmedim deriz. Tesavvufda, öyle bir ma’rifet
[ya’nî bilgi] derecesi vardır ki, bu dereceye yetişen bir ârif, var olan her
şeyi, bir bakımdan, birbirlerine bağlı görür. Dünyâdaki çeşidli cismleri, bir
insanın uzvları gibi görür. Mahlûkların, yaratana karşı hâlini yalnız bir
bakımdan görerek, insan uzvlarının akl ve rûh karşısındaki hâli gibi bulur. (Allahü teâlâ Âdemi, kendi sûretinde yaratdı), hadîs-i
şerîfinin ma’nâsını anlamıyan kimse, bu sözlerimizi anlıyamaz. (Kimyâ-i se’âdet) kitâbının başında, bu hadîs-i
şerîfi biraz açıklamışdık. Dahâ fazla açmağa gelmez. Akl ermez ve yanlış
anlaşılır.
Tevekkül için, tevhîdin üçüncü derecesi yetişir. Bu tevhîdi,
(İhyâ-ül’ulûm) kitâbımızda uzun
açıklamışdık. Oradan okuyabilirsiniz. (Kimyâ-i
se’âdet) kitâbında, şükr faslında bildirdiğimiz gibi, güneş, ay,
yıldızlar, bulut, yağmur, rüzgâr ve tabî’atdeki bütün kuvvetler, hep Allahü
teâlânın irâdesinde, emrindedir. Kâtibin elindeki kalem gibidir. Allahü teâlâ
irâde etmeyince, hiçbirşey hareket etmez. O hâlde, işleri bu sebebler yapıyor
demek doğru değildir. Bir müdîrin takdîr emrini, kâğıddan, kalemden bilmeğe
benzer. İnsanın irâdesine, ihtiyârına bakarak, insanın elinde birşey vardır zan
etmek de yanlışdır. Çünki, insana ihtiyârı veren de Allahü teâlâdır. İnsan, bir
işi kudreti ile yapıyor. Kudreti de irâdesine bağlıdır. Fekat, [Eş’arî
mezhebine göre], irâdesi nasıl yaratılırsa, onu ister. İrâde elinde olmadığı
için, kudreti de, yapdığı iş de elinde olmaz. Bunu dahâ iyi anlamak için,
insanların hareketlerini üçe ayıralım:
1 - Tabî’î [Fizik] hareketleridir. Meselâ, suya basınca
batmak, fizik hareketidir.
2 - İrâdî hareket. Nefes almak gibi.
3 - İhtiyârî hareket. Konuşmak, yürümek gibi.
Tabî’î hareketler, insanın elinde değildir. Çünki, sudan
ağır olan her cism gibi, insan da suya batar. Taşın suya batması, taşın
istemesi ile olmadığı gibi, insanın batması da, arzûsu ile değildir.
İrâdî hareketler, meselâ nefes almak da böyledir. Çünki,
nefes almamak istesek yapamayız. Nefes almak irâdesi, kendiliğinden hâsıl olur.
Bir insanın gözüne iğne uzatsak, ister istemez gözünü yumar. Gözleri kapamak
elinde olmaz. Çünki o ânda gözlerini kapamak irâdesi kendiliğinden hâsıl olur.
Tıpkı suda batmak gibi, tabî’î sebeblerle göz kendiliğinden kapanır. Demek ki
insanlar, irâdî hareketlerinde mecbûrdur.
Söylemek, yürümek gibi ihtiyârî hareketleri incelemek
gücdür. Böyle hareketleri, insan isterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Fekat,
insanın istemesi için, o işi aklın beğenmesi, iyi demesi lâzımdır. Hattâ, yapıp
yapmamağı, bir zemân düşünüp, iyi olduğunu bildikden sonra, irâde mecbûrî hâsıl
olup, uzvlar hareket ediyor. İğneyi gören gözün kapanması gibi, a’zâ hareket
ediyor. Şu kadar fark var ki, iğnenin göze zararı ve göz kapamanın fâidesi, her
ân bilinmekde, düşünmeğe lüzûm kalmadan, irâde hâsıl olmakda, irâdeden kudret
meydâna çıkmakdadır. Burada, düşünmek olmadığı için, gözün kapanması, suya
batmak gibi olmakdadır. Meselâ, bir kimseyi sopa ile kovalasalar, kaçarken
önüne uçurum çıksa, zararı az ola-
nı
yapar. Ya’nî, uçuruma atlamağı, sopa yemekden az zararlı görürse, atlayıp
kaçar. Atlamağı tehlükeli görürse, ister istemez ayakları durur, gidemez.
Görülüyor ki, hareket, irâdeye, irâde de akla bağlıdır. Nitekim, bir kimse
kendini öldürmek istese, elinde silâh olduğu hâlde, öldüremez. Çünki, eli
hareket etdiren kudret, irâdeye bağlı, irâde de, aklın vereceği karâra
bağlıdır. Akl iyi ve fâideli deyince, irâde harekete geçer. Hâlbuki akl da
serbest değildir. Akl, bir ayna gibidir. İyi olan şeyin sûreti, akl aynasında
görünür. Fâideli olmazsa görülmez. İnsan bir belâya düşer, buna dayanamayıp,
ölümü dahâ iyi bilirse, o zemân görünür. Böyle hareketlere ihtiyârî demenin
sebebi, fâideli olduğu görüldüğü içindir. Yoksa, fâideli olduğu kendiliğinden,
hemen hâsıl olsa, nefes almak, göz kapamak gibi, mecbûrî olur. Her ikisinin
mecbûrluğu, suya batma gibi olur. İşte, sebebler birbirine bağlıdır. Sebebler
zincirinin halkaları çokdur. Bunu (İhya-ül’ulûm) kitâbımızda
dahâ geniş anlatdık. İnsanda yaratılmış olan kudret, bu zincirin halkalarından
biridir. Görülüyor ki, insanın, iyi bir iş yapmakla öğünmesi doğru değildir.
İyi işden insanın payı, ona mahal ve vâsıta olmakdan başka birşey değildir.
Ya’nî fâideli işin yapılmasına sebeb olan ihtiyâr ve kudret, kendisinde
yaratılmışdır. Ağacda kudret ve ihtiyâr [ya’nî seçmek] yaratılmadığı için,
ağacın rüzgârla sallanmasına zarûrî ve mecbûrî hareket diyoruz. Allahü teâlâ,
herşeyi yaratırken, kudret-i ilâhiyyesi, kendinden başka hiçbirşeye bağlı
olmadığından, Onun işlerine (İhtirâ’), ya’nî
yaratmak denir. İnsan böyle olmayıp, kudret ve irâdesi, kendi elinde olmıyan
başka sebeblere bağlı olduğundan ve işleri, Allahü teâlânın işlerine
benzemediğinden, insanın işlerine halk etmek, ihtirâ’ denmez. Fekat insan, ağaç
gibi de olmayıp, kendinde ister istemez hâsıl olan kudret ve irâdenin yeri
olduğundan, insanın işine cebr, zor ile de denemez. Her iki çeşid işden ayırmak
için, başka bir ism aramışlar, (Kesb) demişlerdir.
Demek ki, insanın işi herne kadar kendi ihtiyârı ile ise de, ihtiyârı elinde
değildir. O hâlde, elinde birşey yokdur.
[Allahü teâlânın emrleri iki nev’dir: Evâmir-i teklîfiyye, Evâmir-i tekvîniyye. Birinci
emrler, insanlara ve cinne verdiği emrleri ve yasaklarıdır. Bunları,
insanların, irâde etmelerinden, istemelerinden sonra, kendisi de diler ve
yaratır. İkinci nev’ emrlerini, sebebleri ile birlikde hemen yaratmakdadır.
Bütün tabî’at olayları böyledir. Meyvenin uzun zemânda olgunlaşması, bir anda
yaratdıklarının topluluğudur.]
Süâl - İnsanın elinde birşey
yoksa, niçin sevâb ve azâb oluyor ve niçin dinler, şerî’atler gönderiliyor?
Cevâb - Bu süâle (Şerî’atde tevhîd) ve (Tevhîdde
şerî’at) denir ki, burada çok kimseler
boğulmuşdur. Bu tehlükeden kurtulmak, ancak bu deryâ üzerinde gidebilenlere veyâ
hiç olmazsa, yüzebilenlere nasîb olur. İnsanların çoğunun bu tehlükeden
kurtulması, bu deryâya girmemeleri sâyesinde olmuşdur. Câhil halk, bu deryâda yüzmeği bilmediğinden, bunlara acıyıp,
boğulmakdan korumak için, bu denizin kenârına bırakmamalıdır. Bunlardan,
tevhîd deryâsına düşenlerin çoğu boğulmuşdur. Yüzmeği öğrenmesini de
düşünmiyorlar. Çokları, bizim elimizde birşey yokdur. Herşeyi Allahü teâlâ
yapıyor. (Şakî), ya’nî kâfir yazılan bir
kimse, ne kadar uğraşsa, bunu değişdiremez. (Sa’îd),
ya’nî Cennetlik yazılan kimsenin de, çalışmağa ihtiyâcı yokdur, diyerek boğulmakda, helâk olmakdadır. Bu sözler,
hep câhillikden, yanlış düşünmekden ileri gelmekdedir. Bunların
hakîkatini anlatmak, kitâblara yazmak her ne kadar uygun değilse de, söz bu
yola döküldüğü için, az birşey bildirelim:
Sevâb ve azâb nedendir, süâline karşı
deriz ki: Azâb, kötü iş yapdığından dolayı, biri sana kızıp, intikam almak için, canını
yakması değildir. Sevâb da, işini beğendiği için, mükâfât değildir. O gün,
Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse yokdur. İnsanın kanı, safrası
bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vücûdde çoğaldığı zemân, bedendeki
değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilâc te’sîr etdiği ze-
mân
hâsıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi, insanda şehvet ve asabiyyet artınca,
câna bir ateş düşer. İşte insanın felâketinin sebebi, bu ateşdir. Bunun için,
hadîs-i şerîfde, (Gadab, ya’nî asabiyyet, Cehennem
ateşinden bir parçadır) buyuruldu. Akl ışığı kuvvetlenip, şehvet ve
asabiyyet ateşini söndürdüğü gibi, îmân nûru, Cehennem ateşini söndürür.
Nitekim, Cehennem, mü’minlere: (Ey mü’min! Çabuk
geç ki, nûrun ateşimi söndürüyor) diyecekdir. Bu söz, ses ile
olmıyacak, su yangını söndürdüğü gibi, Cehennem, mü’minin nûruna dayanamayıp
sönecekdir. Şehvet ateşi de, akl nûru ile söner. Kıyâmetde, sana azâb için
başka yerden birşey getirmiyecekler. Nitekim, (Cehennem,
dünyâda yapdığınız kötü işlerden başka birşey değildir. Bunların, size geri
çevrilmesidir) buyuruldu. O hâlde, Cehennem ateşinin tohmu, insanın
şehveti ve gadabıdır. Bunlar insanın içindedir. İlm-i yakîn ile bilen, bunları
görebilir. Nitekim, sûre-i Tekâsürdeki 5.ci ve 6.cı
âyet-i kerîmenin meâli, (İlm-i yakîn ile
bilseydiniz, Cehennemi elbette görürdünüz)dür.
Zehr insanı hasta yapar. Hastalık da, insanı mezâra sokar.
Fekat, zehr ve hastalık insana kızmış ve intikam almış denilemez. Günâh ve
şehvet de, kalbi hasta eder. Bu hastalık, kalbin ateşi olur. Bu ateş, Cehennem
ateşi cinsinden olup, dünyâ ateşi gibi değildir. Miknâtis taşı, demir
parçalarını kendine çekdiği gibi, Cehennem ateşi de, bu ateşi taşıyanları
kendine çeker. [Cehennemin ve Cehennem zebânîlerinin, ya’nî azâb meleklerinin]
kızması ve intikam alması olmaz. Sevâb işliyenlerin hâli de böyledir. Anlatması
uzun sürer.
[Allahü teâlâ, insanların yapdığı işleri iki kısma ayırdı.
Bir kısmını beğendiğini, bunları yapanlardan râzı olduğunu, her iş
karşılığında, bunlara ni’metler, râhatlıklar, iyilikler vereceğini va’d etdi.
Va’d etdiği iyiliklerin ölçü birimine, (Ecr) ve
(Sevâb) denir. Dünyâda yapılan her
iyiliğe karşılık olarak, âhıretde çeşidli mikdârlarda ni’metler verilecekdir.
Ni’metlerin verileceği yere, (Cennet) denir.
Allahü teâlâ insanların yapdığı işlerden bir kısmını beğenmediğini, bunları
yapanlardan râzı olmadığını, fekat pişmân olup tevbe edenleri veyâ şefâ’ate
kavuşanları afv edeceğini, afv edilmiyenlerin kötü işlerine kıyâmetde, çok acı
karşılıklar vereceğini, Cehennem ateşinde yakacağını bildirdi. Bu acı
karşılıklara, (Azâb) denir. Azâbların
şiddetlerini, çokluğunu bildiren ölçü birimine, (İsm)
ve (Günâh) denir. Allahü
teâlânın beğendiği şeylere (Hayrât, Hasenât), ya’nî
iyi şeyler denir. Beğenmediklerine (Seyyiât),
kötü şeyler denir. Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenât olduklarını, hangi
işlerin de Seyyiât olduklarını bildirdi. Hasenât yapanlara sevâb vereceğini
va’d etdi. Allahü teâlâ, va’dinde sâdıkdır. Sözünden hiç dönmez. O hâlde,
Kıyâmet günü, ni’met ve azâb olarak, başka yerden birşey getirilmiyecek,
dünyâda yapılanların karşılıklarına kavuşulacakdır.]
İslâmiyyet niçin geldi? Peygamberler “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” neden gönderildi? Bu süâlin
cevâbına gelince: Bunların gönderilmesi kahrdır, cebrdir. İnsanları cebr
zinciri ile Cennete çekmek içindir. Nitekim (Zincirlerle
Cennete çekilen insanlara hayret mi ediyorsun?) buyuruldu.
İslâmiyyet, Cehenneme gitmemeleri için, insanları bağlıyan bir kemenddir.
Nitekim (Siz, pervâne gibi, kendinizi ateşe
atıyorsunuz. Ben kemerinizden tutup geriye çekiyorum) buyuruldu.
Allahü teâlânın cebbârlık [her istediğini yapmak] zincirinin halkalarından biri
de, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sözleridir. İnsanlar, doğru yolu, iğri
yollardan, bu sözler ile ayırabilir. Onların gösterdiği tehlükeden, insanda
korku hâsıl olur. Bu ayırış bilgisi ile korku, akl aynası üzerindeki tozları
temizler. Akl cilâlanıp, âhıret yolunu tutmanın, dünyâ zevklerine kapılmakdan
dahâ iyi olacağını anlar. Bu anlayış, âhıret için çalışmak irâdesini hâsıl
eder. İnsanın uzvları, irâdesine tâbi’ olduğundan, uzvlar âhıret için çalışmağa
başlar. Allahü teâlâ, bu zincir ile, seni zorla Cehennemden uzaklaşdırmış,
Cennete sürüklemiş olur. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, koyun sürüsünün
çobanına benzer. Sürünün sağ tarafında çayır olsa, sol tarafında mağara
bulunsa, mağarada kurdlar olsa, çoban, mağara tarafın-
da
durup, sopa sallayıp, koyunları korkutarak, çayır tarafına kovalar. İşte
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” gönderilmesi de, buna benzer.
Cehennemlik olanın çalışması ne fâide verir, süâline
gelince: Bu söz, bir bakımdan doğru, bir bakımdan yanlışdır. Doğru olması
şöyledir ki, bu söz, söyleyen kimsenin felâketine sebeb olur. Çünki, ezelde
Cehennemlik yazılmış olmanın alâmeti, bu süâlin hâtıra gelmesi, bundan dolayı
çalışmayıp, tohm ekmemesidir. Dünyâda tohm ekmiyen, âhıretde biçemez. Bir kimsenin
açlıkdan ölmesi, ezelde takdîr edilmiş olmasına alâmet, (Ezelde açlıkdan ölmek
alnıma yazılmış ise, yiyip içmek fâide vermez) düşüncesinin kalbine gelmesidir.
Böyle düşündüğü için, yiyip içmez ve açlıkdan ölür. Bunun gibi, fakîrlik
kaderim ise, çalışmanın ne fâidesi olur diyen biri de, çalışmaz, elbette fakîr
kalır. Se’âdet, zenginlik kaderi olan
kimseye de, şöyle düşünce verir ve der ki, (Zengin olması takdîr
edilenler, çalışır, kazanır). Bu düşüncesi, onu çalışmağa sürükler. Demek ki,
bu düşünceler boş değildir. Ezeldeki yazı sebebi ile, kalbe gelir. O yazının
meydâna çıkmasına sebeb olur. Bir insan ne iş için yaratıldı ise, o işin
sebeblerini onun önüne getirirler. Yoksa onu, sebebsiz olarak, o iş başına
geçirmezler. Bunun içindir ki, (Çalışınız, herkes,
ne iş için yaratılmış ise, o iş, ona kolaylaşdırılır!) buyuruldu. O hâlde, herkes, sürüklenmiş olduğu
hâllerden ve işlerden, alnının yazısını ve âhıretde başına gelecekleri
anlıyabilir. Derslerine çalışan, vazîfelerini yapan bir talebe, bu hâlini, sınıf
geçeceği, ileride mevkı’ sâhibi olacağı takdîr edilmiş olduğuna müjde ve alâmet
bilmelidir. Yoksa eğer, kalbine (Câhil kalacağım alnıma yazılmış ise, ne kadar
çalışsam fâidesi olmaz) düşüncesini getirirler, o da çalışmaz boş vakt
geçirirse, alın yazısının câhil kalmaklığı olduğunu anlamalıdır. İşte
âhıretdeki hâl için, kazâ ve kaderi de böyle bilmelidir. Nitekim sûre-i Lokmandaki 28.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Hepinizin dünyâya getirilmesi ve âhıretde tekrâr
diriltilmesi, bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir) ve sûre-i Câsiyedeki
21.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Onların
âhıretdeki hâlleri, dünyâdaki hâlleri gibidir) buyurulmuşdur.
Bu yazdıklarımızı iyi anlıyanda, tevhîd hâsıl olur. İslâmiyyetin, aklın ve
tevhîdin birbirine uygun olduğunu anlar.
Tevekkülün temeli olan ikinci îmân, Allahü teâlânın rahîm,
hakîm, latîf olduğuna inanmakdır. Onun inâyeti, şefkati, karıncadan insana
kadar, her mahlûka yetişir. Kullarına olan merhameti, iyiliği, bir ananın,
yavrusuna olan merhametinden dahâ çokdur. Böyle olduğu hadîs-i şerîfde
bildirilmişdir. Lutfü, merhameti o kadar çokdur ki, dünyâyı ve dünyâda olan
herşeyi en iyi şeklde yaratmışdır. Bundan dahâ iyisi mümkin değildir.
Rahmetinden, lutfünden hiçbir mahlûku mahrûm bırakmamışdır. Yer yüzündeki akl
sâhiblerinin hepsi bir araya gelip araşdırsa, Onun yaratdığı herhangi birşeyin,
dahâ uygun, dahâ iyi bir şeklini bulamaz. Herşeyin, olması gerekdiği gibi
yaratılmış olduğunu anlarlar. Çirkin yaratılan birşeyin, en uygun, en kâmil
şekli, çirkin olmasıdır. Çirkin olmasa noksânlık olur, yersiz olurdu. Çünki,
çirkinlik olmasaydı, meselâ güzelliğin kıymetini kimse bilemez, güzellik tatlı
olmazdı. Kusûrlu şeyler olmasaydı, kusûrsuz şeylerin kıymeti bilinmez,
kusûrsuzluk tatlı olmazdı. Çünki, kâmil ve nâkıs, birbiri ile ölçerek
anlaşılır. Meselâ, baba olmasa, çocuk olmaz. Çocuğu olmıyan, baba olmaz. Böyle
şeylerden, birinin var olması, ötekinin varlığı ile belli olur. Ölçmek, iki şey
arasında olur. İkilik olmazsa, ölçü ve ölçmenin sonu elde edilemez. Allahü
teâlânın işlerinin fâidesini, insanlar anlıyamıyabilir. Fekat, en fâideli, en
iyi şeklin, Onun yaratdığı şekl olduğuna inanmak lâzımdır. Sözün kısası,
dünyâda bulunan herşey, hastalık, kuvvetsizlik, hattâ günâhlar ve küfr, yok
olmak, kusûr, derd ve elem, hikmetsiz, fâidesiz, yersiz değildir. Hepsi, en
uygun, en fâideli şeklde yaratılmışdır. Fakîr yaratdığı bir kimseye, en uygun
şey, fakîr olmakdır. Bu kimse zengin olsaydı, felâkete düşerdi. Zengin
yaratdığı da, bunun gibidir. Bu da, tevhîd kısmı gibi, engin bir denize benzer.
Çok kimse, bu deryâda boğulmuşdur. Bu da, kader mes’elesi gibi anlaşılmaz ve
anlatmağa izn yokdur. Bu deryâya dalarsak, söz çok uzar. Fekat, buna,
söylediğimiz
kadar îmân etmek yetişir.
Tevekkül, ne demekdir? Tevekkül, kalbde hâsıl olan bir hâldir.
Tevhîde ve Allahü teâlânın lutf ve
ihsânının pekçok olduğuna îmân etmekle hâsıl olur. Bu hâl, kalbin vekîle i’timâd
etmesi, güvenmesi ve Ona inanması ve Onun ile râhat etmesidir. Böyle bir insan,
dünyâ malına gönül bağlamaz. Dünyâ işlerinin bozulmasından üzülmez. Allahü
teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Dünyâda, bunun benzeri, bir kimseye
iftirâ edip, mahkemeye verseler, kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata
güvenirse, bu kimsenin kalbi râhat olur. Biri, avukatın, iftirâyı, hîleyi iyi
bilmesi. İkincisi, bildiğini iyi anlatmak için doğruyu söylemekden çekinmemesi
ve iyi ve açık konuşabilmesi. Üçüncüsü, avukatın, buna acıyıp, hakkı kurtarmağa
cândan uğraşmasıdır. Avukatına, böyle inanır, güvenirse, kendisi ayrıca
uğraşmaz. Sûre-i Âl-i İmrândaki 173.cü âyet-i kerîmenin,
(Allahü teâlâ bize yetişir. O, çok iyi vekîldir) meâlini iyi anlayıp, herşeyi Allahü teâlâ yapar.
Ondan başkası birşey yapamaz diyen, ilminde, kudretinde noksân, kusûr
olmadığına ve rahmetinin, iyiliğinin sonsuz, çok olduğuna inanan bir kimse,
Allahü teâlânın fazlına i’timâd ederek tedbîre, sebeblere güvenmez. Rızk takdîr
edilmiş, ayrılmışdır, vakti gelince bana yetişir der. Allahü teâlâ, bana, kendi
büyüklüğüne, merhametine yakışacak işleri yapar der. Ba’zı kimseler, buna
inanır. Ammâ, içinde bir korku, bir ümmîdsizlik bulunur. Çok kimse vardır ki,
birşeye îmân eder, inanırlarsa da, tabî’atleri, îmânlarına uymayıp, evhâm ve
hayâllere uyar. Hattâ bu hayâllerin yanlış olduğunu bildiği hâlde, yine bunlara
tâbi’ olur. Meselâ, tatlı yirken, başka biri tatlıyı pis birşeye benzetirse
yiyemez. Bu sözün yanlış olduğunu, pisliğe benzemediğini bildiği hâlde, yine yiyemez. Ve meselâ, ölü bulunan bir
odada, yalnız yatamaz. Ölünün taş gibi olup hareket edemiyeceğini
bildiği hâlde, yatamaz. Görülüyor ki, tevekkül için, hem kuvvetli îmân, hem de
kuvvetli kalb lâzımdır. Böylece, kalbinde şübhe kalmaz. İ’timâd ve râhatlık tam
olmadıkca, tevekkül tam olmaz. Çünki, tevekkül, kalbin, her işde, Allahü
teâlâya i’timâd etmesi, güvenmesi demekdir. İbrâhîm aleyhisselâmın îmânı,
yakîni tam idi. Fekat kalbinin râhat etmesi için, (Yâ
Rabbî! Ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster!) dedi. Sûre-i Bekarada 260.cı âyet-i kerîmede bildirdiği
gibi, (İnanmadın mı?)
buyuruldukda, (İnandım. Fekat kalbim
râhat etmek için istedim) dedi. Kalbinde yakîn vardı. Fekat,
kalbinin, sükûnet, râhatlık bulmasını istedi. Çünki, kalbin râhat etmesi, önce
his ve hayâle bağlı olup, sonra kalb de, yakîne tâbi’ olur ve artık açıkdan
görmeğe muhtâc olmaz.
TEVEKKÜLÜN DERECELERİ - Tevekkülün üç derecesi
vardır:
Birinci derecede olan, gayretli, açık konuşan, cesûr ve
merhametli bir avukata güvenen bir kimse gibidir.
İkinci derecede bulunan kimse, bir çocuğa benzer. Çocuk
kendine verilen herşeyi, annesi gönderdi sanır. Acıkınca annesini arar. Korkunca
annesine sığınır. Çocuğun bu hâli, kendiliğinden olup, başkasının öğretmesi
ile, zorla değildir. İhtiyârı ile değildir. Bu derecede bulunan kimsenin, kendi
tevekkülünden haberi olmaz. Çünki, vekîlini kendinden ayrı bilmez. Birinci
derecede bulunan ise, tevekkülünü bilir ve zor ile, ihtiyârı ile tevekkül eder.
Üçüncü derecede bulunan kimse, yıkayıcının elindeki, ölüye
benzer. Kendisini, Allahü teâlânın kudreti ile hareket eden bir ölü gibi görür.
Derd ve acılarla karşılaşırsa, kurtulmak için düâ bile etmez. Hâlbuki bebek,
cânı acıyınca anasını çağırır. Bu, öyle bir çocuğa benzer ki, annesini
çağırmaz. Çünki annesinin, hep ona bakdığını, imdâdına koşmağa hâzır olduğunu
bilir.
Bu üçüncü derecede bulunanların da ihtiyârları ellerinde
değildir. Fekat, ikinci derecedekiler vekîle koşar, yalvarır. İhtiyâr, birinci
derecede vardır ve vekîlin istediği âdetlere, sebeblere yapışmakdır. Meselâ,
avukatın âdeti, bu bulunmadıkca ve dosya hâzır olmadıkca, mahkemeye gelmez ise,
bu sebebleri hâzırladıkdan
sonra
işi avukata bırakır. Bundan sonra, herşeyi vekîlden bekler. Dosyayı
hâzırladığını da, vekîlden bilir. Çünki, onun âdeti ve işâreti ile
hâzırlamışdır. O hâlde, birinci derecede bulunanlar, ticâret, çiftçilik yapar.
Bir san’at öğrenir. Allahü teâlânın âdeti olan sebeblere yapışır. Fekat,
tevekkülü bırakmaz, çalışmasına güvenmeyip, Allahü teâlânın fadlına, keremine,
ihsânına güvenir. Kendisini, baş vurduğu sebeblerle, maksada irişdirmesini,
Ondan bekler. Nitekim, ticâreti, çiftçilik sebeblerini de, O gönderdi der.
Sebeblere yapışıp eline geçeni Allahü teâlâdan bilir. İşte, sûre-i Kehfdeki 39.cu âyet-i kerîmede meâlen, (Herşeye kuvvet veren, ancak Allahü teâlâdır) buyruldu. Çünki havl, hareket demekdir. Kuvvet
de, kudret [enerji] demekdir. Bir insan, kuvvetinin, kendinden olmayıp,Allahü
teâlânın yaratdığını bilirse, herşeyi Ondan bekler. Hulâsa, işlerin meydâna
gelmesinde, sebebleri arada görmiyen kimse, Allahü teâlâdan başka kimseden
birşey beklemez, tevekkül etmiş olur.
Tevekkülün en yüksek derecesini, âriflerin sultânı,
Bâyezîd-i Bistâmî haber veriyor. Şöyle ki:
Ebû Mûsâ Dîneverî “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, tevekkülün ne olduğunu Bâyezîde
sordum. Sen, ne dersin? dedi. Âlimler buyuruyor ki, (Sağın, solun, her tarafın
yılan, akreb dolu olsa, kalbine birşey gelmemesi tevekküldür) dedim. Buyurdu
ki, bunu yapmak kolaydır. Benim yanımda tevekkül (Kâfirlerin hepsini Cehennemde
azâb içinde, mü’minlerin hepsini Cennetde ni’metler içinde görüp de, ikisi
arasında hiç ayrılık bulmamakdır) buyurdu. Ebû Mûsânın dediği, tevekkülün
yüksek derecesidir. Fekat bu, zarardan sakınmamak demek değildir. Ebû Bekr
“radıyallahü anh” mağarada, yılanın deliğine mubârek ayağını dayıyarak, ondan
korundu. Hâlbuki, onun tevekkülü dahâ üstündü. Fekat o, yılandan korkmuyordu.
Yılanı yaratandan, Onun yılana kuvvet ve hareket vermesinden korkuyordu.
Herşeyin kuvveti ve hareketi, ancak Allahü teâlâdan olduğunu görüyordu.
Bâyezîdin sözü, tevekkülün aslı olan îmânı göstermekdedir ki, Allahü teâlânın
adâletine, hikmetine, rahmetine ve ihsânına îmândır. Her yapdığının yerinde
olduğuna îmândır. Böyle îmân sâhibi, azâb ile ni’met arasında fark görmez.
TEVEKKÜL ETMEK NASIL OLUR? - Dinde bulunan her makâm,
üç esâsa dayanır: İlm, hâl ve amel. Tevekkülün ne olduğunu bildirdik ve hâlini
de anlatdık. Şimdi amelini, nasıl tevekkül edileceğini bildireceğiz. Çok kimse,
tevekkülü, her işi oluruna bırakıp, ihtiyârı ile birşeyi yapmamak, para
kazanmak için uğraşmamak, tesarruf yapmamak, yılandan, arslandan, zehrden
sakınmamak, hasta olunca ilâc içmemek, dîni, islâmiyyeti öğrenmemek, din
düşmanlarından sakınmamak sanır. [Din câhilleri, tevekküle, kanâ’at etmeğe,
böyle ma’nâ vererek, islâmiyyet tenbellikdir. Din afyondur, diyor. İslâmiyyete
hücûm ediyorlar. Gençleri aldatmağa, dinsiz, îmânsız yapmağa uğraşıyorlar. İslâmiyyete
alçakca iftirâ ediyorlar.] Tevekkülü böyle düşünmek yanlışdır. İslâmiyyete
uygun değildir. Hâlbuki, tevekkül, islâmiyyetin emr etdiği şeydir. İslâmiyyete
uygun olmıyan şeyler, nasıl tevekkül olabilir?
İhtiyârî, ya’nî istiyerek yapılan hareketlerde ve para, mal
kazanmakda ve mevcûd parayı, malı tesarruf etmekde, zararlardan sakınmakda ve
derdleri, hastaları tedâvî etmekde, ayrı ayrı tevekkül vardır. Bu dört
tevekkülü sıra ile bildirelim:
1 - Mal kazanmakda, fâideli
şeyleri almakda tevekkül:
Burada, bekârların, yalnız yaşıyanların tevekkülü ile
evlilerin, bakacak kimsesi bulunanların tevekkülü birbirine benzemez.
Bakacak kimsesi olmıyanların, mal kazanmasında,
ihtiyâclarını gidermesinde tevekkül, sebeblere göre üç kısmdır:
I - Birinci kısm sebebler: Allahü
teâlânın birşeyi yaratması için [Yaratmak, hiç yokdan var etmek veyâ mevcûd
şeyleri, fizik, şimik, fizyolojik veyâ metafizik kanûnlarla, bir şeklden başka
hâssalı şekllere çevirmek demekdir], arada bulundurması, âdet-i ilâhiyyesi olan
sebeblerdir. Bu sebebler, tecribe ile anlaşılır. Böyle se-
beblere
yapışmamak, tevekkül değil, delilik, ahmaklık olur. Meselâ, aç iken, birşey
yimeyip, Allah isterse beni yimeden doyurur veyâ ben elimi sürmeden ekmeği,
yemeği ağzıma gönderir demek ve nikâh etmeden, evlenmeden, bana çocuk verir
demek, tevekkül değil, abdallıkdır. Tecribe ile anlaşılan, sebeblere bağlı
işlerde tevekkül, sebebi bırakmak değildir. İlm ile ve hâl ile tevekkül
etmekdir. İlm ile tevekkül, açlıkdan kurtulmak için sebebleri, ya’nî eli, ağzı,
dişi, mi’deyi, hazm [sindirim] sebeblerini, yemekleri, ekmeği, fizyolojik
hareketleri, hep Allahü teâlâ yaratmış olduğunu bilmekdir. Hâl ile tevekkül, kalbin, Allahü teâlânın
ihsânına güvenmesi, yimeğe, ele, ağıza, sıhhate güvenmemesidir. El, bir
ânda felc olabilir. İnsan birgün, hazm hastalıklarına tutulabilir. Yemek,
fâideli olmıyabilir. O hâlde, gıdânın yaratılmasında ve önüne gelmesinde, hazm edilmesinde
kendi hareketine, kuvvetine değil, Allahü teâlânın fazlına, iyiliğine
güvenmelidir.
II - İkinci kısm sebebler:
Te’sîri yüzde yüz olmayan, fekat çok def’a lâzım olan sebeblerdir. Böyle
sebebleri terk etmek de, tevekkül değildir. Meselâ, yola giderken yiyecek ve
içeceği berâber almak, çok zemân fâideli ise de, ba’zan böyle sebeblere lüzûm
kalmaz. Böyle sebeblere yapışmak, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”
sünneti ve âlimlerimizin âdeti idi. Tevekkül bu sebeblere güvenmemekdir ki, ba’zan
fâideleri olmaz. Sebebleri yaratana ve gönderene güvenmelidir. Böyle sebebleri bırakmak
günâh değildir. Tevekkülün çok olmasındandır. Demek ki, yimemek, içmemek günâhdır.
Yolcunun yiyecek taşımaması günâh değildir. Fekat, günâh olmaması için iki şart
vardır: Birkaç gün açlığa dayanabilecek kadar kuvvetli olması ve yolda bulunan şeyleri
yimeğe alışık olmasıdır. İbrâhîm-i Havvâs “kuddise sirruh” tevekkül sâhibi idi.
Uzak yolculukda, yiyecek almaz, fekat iğne, çakı, ip, kova alırdı. Çünki
bunlar, yüzde yüz te’sîr eden, ya’nî her
zemân fâidesi olan sebeblerdir. Çünki çölde, kuyudan su, ipsiz ve
kovasız çıkmaz. Elbise yırtılınca iğnenin işini, başka birşey yapamaz. Tekrâr bildirelim
ki, te’sîri kat’î olmıyan sebebleri de terk etmek tevekkül değildir. Sebebe yapışmak ve sebebe değil, Allahü teâlâya güvenmek
tevekküldür. Demek ki, şerhlerden uzak, bir mağarada oturup tevekkül
ediyorum demek harâmdır. Kendini ölüme atmak demekdir. Allahü teâlânın âdetine,
kanûnuna karşı gelmek demekdir. Böyle kimsenin hâli, bir kimseye benzer ki,
avukat tutar ve avukatının âdeti, dosyayı, kâğıdları okumadan mahkemeye gitmez
olduğunu bildiği hâlde, dosyayı avukata vermeden,
avukata tevekkül eder. Vaktîle bir kimse, zâhid olmak, dünyâdan el çekmek
ister. Dağda bir mağaraya girip, tevekkül eder, rızk bekler. Günler geçdiği
hâlde, birşey gelmez. Açlıkdan öleceği sırada, Allahü teâlâ, o zemânın Peygamberine
“aleyhissalâtü vesselâm” emr eder ki, git, o ahmak adama söyle! Şehre girip
insanlar arasına karışmazsa, onu açlıkdan öldürürüm. O, benim âdetimi bozmak mı
istiyor? Peygamber haber verince, şehre gelir. Şehrde, her tarafdan birşey
getirilir. (Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya
göndermeyip, kullarımın eli ile, onlara göndermeği severim) meâlindeki
âyet-i kerîme meşhûrdur. Bir kimsenin, şehrde
saklanıp veyâ evinde kapanarak, tevekkül etmesi harâmdır. Kat’î olan sebebleri
bırakmak câiz değildir. Şehrde, evin kapısını kapamaz veyâ gelenlere açarsa,
tevekkül etmiş olursa da, aklı kapıda
olmamak, birşey getiren var mı diye düşünmemek lâzımdır. Kalbi Allahü teâlâ ile
olmalı. İbâdet ile meşgûl olmalıdır. Hiçbir sebeb görünmese de, rızkın
kesilmiyeceğini iyi bilmelidir. İnsan, rızkından kaçarsa, rızkı onu kovalar
demişlerdir ki doğrudur. Bir kimse, cenâb-ı Hakka, yâ Rabbî! Bana rızk verme
diye düâ etse, Allahü teâlâ buyurur ki, (Ey câhil! Seni
yaratdım. Rızkını vermez miyim?). O hâlde, tevekkül etmek, sebeblere
yapışmak, fekat sebeblere değil, sebebleri yaratana güvenmek demekdir. Herkes,
Allahü teâlânın rızkını yimekdedir. Fekat, bir kısmı dilencilik zilletini,
aşağılığını çekerek, bir kısmı da [meselâ esnâf, tüccâr] beklemek sıkıntısını
çekerek, ba’zıları da [san’at sâhibleri, işçiler] yorularak, bir kısmı ise
[meselâ ilm adamları], izzet ile, râhatca, Allahü teâlâdan
başka,
kimseden beklemeden yiyorlar.
III - Üçüncü kısm sebebler:
Te’sîri kat’î olmadığı gibi, her vakt lâzım olmıyan ve düşünerek, arayarak ele
geçirilebilen sebeblerdir ki, böyle sebeblerle para kazanmak, fal ile, efsûn ile, dağlamak ile, hasta
tedâvî etmeğe benzer ki, Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, tevekkülü anlatırken, (Tevekkül
edenler, falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez!) buyurdu.
Yoksa, (Tevekkül edenler, çalışmaz, şehrde yaşamaz, dağlara gider) demedi.
Sebeblere yapışmakda, tevekkül üç mertebedir:
a) Tevekkülün yüksek mertebesinde olan bekâr bir kimse, kul
hakkı altında kalmamak için şehrden uzak yaşar. Yanına birşey almaz. Acıkdığı
zemân, eline geçeni yir. Yiyecek bulamazsa, aç ölmekden korkmaz. Açlıkdan
ölecek olursa, bunu kendisi için hayrlı
bilir. Çünki, yanına yiyecek alan yolcunun, yolda soyulması, hattâ öldürülmesi de
çok olmuşdur. Bundan sakınmak ise, vâcib değildir.
b) İkinci mertebede olan,
para kazanmaz. Fekat, şehrleri terk etmez. Câmi’lerde ibâdet eder. Kimseden
birşey beklemez. Allahü teâlâdan bekler. [İstemeden gelen hediyyeyi kabûl
etmenin tevekküle mâni’ olmadığı, ikinci kısmın kırkıncı madde sonunda
yazılıdır.]
c) Üçüncü mertebede olan,
para kazanmak için çalışır. Fekat, her hareketinde ahkâm-ı islâmiyyeyi, sünneti
gözetir. Hîle yapmakdan, ince sebebler aramakdan, ticâret bilgileri ile
uğraşmakdan sakınır. Bunlardan sakınmıyan kimse, üçüncü kısm sebeblere dalmış
olup, tevekkül etmiş olmaz.
Tevekkül etmek, çalışmamak demek değildir. Çünki Ebû Bekr
“radıyallahü anh”, her işinde tevekkül sâhibi idi. Halîfe seçildiği zemân,
çarşıda kumaş satıyordu. (Yâ Halîfe! Devlet idâre ederken, ticâret yapmak olur
mu?) dediklerinde, (Çoluk çocuğuma bakmazsam, millete nasıl bakarım?) buyurdu.
Bunun üzerine, halîfeye Beyt-ül-mâldan aylık vermeği uygun buldular. Bundan
sonra, her sâat, millet işleri ile uğraşdı. Kendisi tevekkül edenlerin en yükseği
iken, ticâret ederdi. Fekat, para kazanmağı düşünmezdi. Kazancını
sermâyesinden, çalışmasından bilmez, Hak teâlâdan bilirdi. Malını, din
kardeşlerinin malından dahâ çok sevmezdi.
Tevekkül etmek için zühd lâzımdır.
Zâhid olmak için ise, tevekkül lâzım değildir. Ebû Ca’fer-i Haddâd,
Cüneyd-i Bağdâdînin hocası idi “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”. [Haddâd, demirci demekdir.] Çok tevekkül ederdi.
Yirmi sene, tevekkül etdiğini, kimseye belli etmemişdi. Hergün, pazarda
bir dînâr kazanırdı. [Dînâr, bir miskal altındır. Bir miskal, dört gram ve
seksen santigramdır.] Hepsini fakîrlere sadaka verirdi. Cüneyd onun karşısında
tevekkülden söylemezdi. (Onun yanında, Onda bulunan şeyden konuşmağa utanırdım)
buyururdu.
Tesavvuf adamlarının çarşıda, pazarda, halk arasında
dolaşmaları, tevekkülün az olduğuna alâmetdir. Evlerinde oturmaları, Allahü
teâlâdan beklemeleri lâzımdır. Meşhûr yerde, tekkede oturmaları da, çarşıda
oturmak gibidir ki, kalblerinin râhat etmesinin, şöhretlerinden ileri geldiği
tehlükesi vardır. Fekat, şöhret hâtırlarına gelmezse, çalışan insan gibi,
tevekkül etmiş olurlar.
Hulâsa, tevekkülün esâsı, insanlardan
birşey beklememek, sebeblere güvenmemek, herşeyi, yalnız Allahü teâlâdan beklemekdir.
İbrâhîm-i Havvâs “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Hızır aleyhisselâmı
gördüm. Benimle arkadaşlık etmek istedi. Ben istemedim. Kalbimin ona güvenerek,
tevekkülümün azalmasından korkdum). Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, bir işçi tutmuşdu. Talebesine, (İşçiye, gündeliğinden fazla birşey ver)
dedi. İşçi, almadı. İşçi gidince, talebesine, (Arkasından gidip, o şeyi ver!
Şimdi alır) dedi. Talebe, sebebini sordukda: (O zemân, birşey vereceğimizi
kalbi umuyordu. Onun için almadı. Şimdi, giderken hiç ümmîdi kalmadığı için,
alması, tevekkülüne zarar vermez) dedi.
Demek ki, çalışanların tevekkülü, sermâyeye güvenmemekdir.
Bunun alâmeti de, sermâye elden giderse, kalbinin hiç sıkılmaması, rızkdan
ümmîdi kesilmemesidir. Çünki, Allahü teâlâya güvenen bir kimse, hiç ummadığı
yerden rızk göndereceğini bilir. Eğer göndermezse, benim için böylesi hayrlı
imiş der.
Böyle bir tevekkül elde edebilmek
kolay değildir. Bir kimsenin bütün malı çalınır veyâ felâkete uğrayıp da,
kalbinin hiç değişmemesi, herkesin yapacağı şey değildir. Böyle tevekkül eden
pek az bulunur ise de, yok değildir. Böyle tevekküle kavuşmak için, Allahü
teâlânın fazl, rahmet ve ihsânının sonsuzluğuna ve kudretinin kemâl üzere büyük
olduğuna, kalbin tam inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Birçok kimseye
sermâyesiz rızk gönderdiğini, birçok sermâyenin de, felâkete sebeb olduğunu
düşünmelidir. Kendi sermâyesinin elinden gitmesinin, hayrlı olduğunu
bilmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir.
Hâlbuki o iş, bu kimsenin felâketine sebeb olacakdır. Allahü teâlâ, bu kuluna
acıyıp, o işi yapdırmaz. O ise, iş olmadığı için, üzülür. Bu
İkinci olarak, bilmesi lâzım olan şey, fakîrlikden korkmak,
uğursuzluğa inanmak şeytândandır. Nitekim, sûre-i
Bekaradaki 268.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Şeytân,
muhtâc hâle düşeceğinizi, size söz veriyor) buyruldu.
Allahü teâlânın merhametine güvenmek, yüksek ma’rifetdir. Ummadık yerlerden,
düşünmedik sebeblerle, bol rızk gönderdiği her zemân görülmekdedir. Fekat,
gizli sebeblere de güvenmemeli, sebebleri yaratana sığınmalıdır. Tevekkül eden
birisi, bir mescidde ibâdet ederdi. Mescidin imâmı, buna (Fakîrsin, bir iş
tutsan iyi olur) dedi. Bu da, (Bir yehûdî komşum, hergün bana lâzım olan
şeyleri gönderiyor) deyince, imâm: (Öyle ise, sen işini sağlama bağlamışsın,
çalışmazsan zararı yok) dedi. Bu da, imâma: (Öyle ise, sen de, herkese imâm
olmakdan vazgeç ki, yehûdînin sözünü, Allahü teâlânın sözünden üstün tutan,
imâm olmağa lâyık değildir) dedi. Başka bir mescid imâmı da, cemâ’atden birine,
(Nereden geçiniyorsun?) dedi, o da, (Dur! Önce senin arkanda kıldığım nemâzı
yeniden kılayım) dedi. Ya’nî senin, Allahü teâlânın rızk göndereceğine inancın
yok. Nemâzın kabûl olmaz, demek istedi. Böyle, tâm tevekkül eden, her zemân,
hiç ummadık yerlerden rızklanmış, sûre-i Hûddaki 6.cı
âyet-i kerîmenin, (Yer yüzündeki her cânlının
rızkını, Allahü teâlâ, elbette gönderir) meâline
îmânı kuvvetlenmişdir. Huzeyfe-i Mer’aşî, İbrâhîm-i Edheme hizmet ederdi.
Sebebini sorduklarında, “Mekkeye giderken çok acıkmışdık. Kûfeye gelince,
açlıkdan yürüyemez oldum. (Açlıkdan kuvvetsiz mi kaldın?) dedi. (Evet!) dedim.
Hokka, kalem, kâğıd istedi. Bulup getirdim. Besmele ve (Her şeyde, her hâlde
sana güvenilen Rabbim! Herşeyi veren sensin! Sana her ân hamd ve şükr ederim.
Seni bir ân unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazîfemdir.
Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum) yazıp, bana verdi
ve (Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden birşey umma ve ilk
karşılaşdığın adama bu kâğıdı ver!) dedi. Dışarı çıkdım. İlk olarak, deve
üstünde biri ile karşılaşdım. Kâğıdı ona verdim. Okudu, ağlamağa başladı. (Bunu
kim yazdı?) dedi. (Câmide birisi) dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde
altmış dînâr vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etrâfdakilere sordum.
Nasrânîdir [ya’nî hıristiyandır] dediler. İbrâhîm-i
Edheme bunları anlatdım. (Keseye elini sürme! Sâhibi şimdi gelir) buyurdu. Az zemân
sonra, nasrânî geldi. İbrâhîmin ayaklarına düşüp, öpdü. Müslimân oldu.” Ebû
Ya’kûb-i Basrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, “Mekke-i mükerremede on
gün aç kaldım. Dayanamaz bir hâle geldim. Sokağa atılmış bir şalgam gördüm.
Almak istedim. İçimden, sanki bir ses: On gün sabr etdin de,
şimdi
çürümüş bir şalgamı mı yiyeceksin? dedi. Almadım. Mescid-i harâma girip
oturdum. Biri gelip, önüme, yağda yeni kızarmış ekmek, şeker ve bâdem koydu ve
(Denizde idim, fırtına çıkdı. Kurtulursam, ilk gördüğüm fakîre, bunları vermeği
adadım) dedi. Her birinden bir avuç aldım. Artanı, sana hediyyem olsun dedim.
Demek ki; Allahü teâlâ, bana rızk göndermek için, denizde fırtına çıkardı. Bu
kimseyi kurtarıp, adak ile bana gönderdi diyerek
şükr etdim. Sokakda rızk aradığıma pişmân oldum.” Îmânı kuvvetlendirmek için, böyle
nâdir olayları okumak lâzımdır.
Bekâr bir kimsenin îmânı kuvvetli olur, hiç günâh işlememek
için para kazanmakdan kaçınırsa, rızk
sebebleri onun önüne gelir. Çocuk, ana rahminde iken, çalışmakdan âciz olduğu
için, göbeğinden ona rızk gönderiyor. Dünyâya gelince, anasının göğsünden
gönderiyor. Birşey yiyebileceği yaşa gelince, dişleri yaratıyor. Anası, babası
ölür, yetîm kalırsa, anasına babasına verdiği merhamet gibi, başkalarına da
verip, herkesin kalbini, yetîme karşı merhametle dolduruyor. Önce, ona yalnız
anası acırdı. Kimse bakmazdı. Anası ölünce, binlerce kişiyi, ona şefkatle
bakdırıyor. Dahâ büyüyünce, çalışmak için kuvvet veriyor. Para kazanmak
arzûsunu veriyor. Kendine karşı merhameti, şimdi içine yerleşdiriyor. Bir
kimse, bu arzûdan vazgeçip, takvâ yolunu tutar, kendini yetîm hâline
[Bunu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler açıkça haber
veriyor. Bugün fen adamları, bu hakîkati anlamağa başlamışdır. Yağmurlu
havalarda, şimşekler sebebi ile, havanın azot gazı, oksigen gazı ile kimyâca
birleşerek, azot monoksid denilen, renksiz gaz hâsıl oluyor. Bu gaz havada
serbest hâlde kalamaz. Tekrâr oksigenle birleşerek azot dioksid hâline dönüyor.
Turuncu renkli ve boğucu olan bu gaz da, havadaki nem [su buhârı] ile
birleşerek, nitrik asid [ya’nî kezzab ismi ile satılan mâyı’] teşekkül ediyor.
Yine şimşeklerin te’sîri ile havadaki su buhârının parçalanmasından serbest
hâle geçen hidrogen [müvellidülmâ’] gazı da, havanın azotu ile birleşerek
amonyak gazı hâsıl oluyor ki, bu gaz, o esnâda hâsıl olan nitrat asidi ile ve
havada zâten mevcûd olan karbon dioksit gazı ile birleşerek amonium nitrat ve
amonium karbonat tuzları meydâna geliyor. Bu iki tuz, diğer bütün alkali
ma’denlerin tuzları gibi, suda eridiğinden, yağmurla toprağa iner. Toprak, bu
maddeleri kalsium nitrat hâline çevirerek, nebâtlara verir. Nebâtlar, bu tuzları
albüminli maddelere [proteinlere] çevirir. Proteinler, bitkiden, ot yiyen
hayvanlara ve insanlara geçer. İnsanlar, nebâtâtdan ve ot yiyen hayvanlardan
alır. Bu maddeler insanların ve hayvânların hücrelerinin yapı taşıdır. Kuru
proteinlerin içinde
%
14 [yüzde ondört] azot gazı vardır. İşte, yağmur suları vâsıtası ile toprağa,
her sene dörtyüzmilyon tondan ziyâde hava azotunun gelerek gıdâ hâline döndüğü
bugün hesâb edilmişdir. Denizlere gelen, elbette dahâ çokdur. Semâdan, bu
sûretle rızk indiğini bugün fen yolu ile anlıyabiliyoruz. Dahâ nice şekllerde
de inmekdedir. Fen, ileride bu yollardan ba’zısını da belki anlıyacakdır].
Allahü teâlâ, herkesin rızkının gökden indirildiğini
bildirmekle, kimsenin rızkına dokunulamıyacağını anlatıyor. Cüneyd-i Bağdâdîye
“kuddise sirruh” (Rızkımızı arıyoruz) dediklerinde, (Nerde olduğunu
biliyorsanız, orada arayınız!) buyurdu. (Allahü teâlâdan istiyoruz)
dediklerinde, (Eğer, sizi unutmuş sanıyorsanız, hâtırlatınız!) buyurdu.
(Tevekkül ediyoruz, bakalım ne gönderecek) dediklerinde, (İmtihân ederek,
deneyerek tevekkül etmek, îmânda şübhe bulunmasını gösterir) buyurdu. (O hâlde
ne yapalım?) dediklerinde, (Emr etdiği için çalışmalı, rızk için üzülmemeli,
tedbîrlerin arkasında koşmamalıdır) buyurdu. Rızk için, Allahü teâlânın verdiği
söze güvenmelidir. Emrine uyarak çalışanı, rızkına ulaşdırır.
Evli olanların tevekkülü: Evli olanın, tevekkül
etmek için, şehrlerden uzaklaşması doğru değildir. Çalışıp, sebeblere yapışması
lâzımdır. Ya’nî, evli olanların tevekkülü, üçüncü mertebede olmak lâzımdır.
Ya’nî, çalışmakla tevekkül etmelidir. Nitekim, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
anh” çalışarak tevekkül etmişdi. Çünki, tevekkül iki kısmdır: Birisi açlığa
sabr edip, bulduğunu yimekdir. İkincisi, açlık ve ölüm, başına yazılmış ise, kendisi
için, bunun hayrlı olduğuna inanmakdır. Çoluğa, çocuğa bu iki tevekkülü emr
etmek, kimseye câiz değildir. Hattâ, kendi sabr edemiyen kimsenin de,
çalışmadan tevekkül etmesi câiz değildir. Eğer, çoluk çocuk da sabr etmeğe râzı
iseler, çalışmadan tevekkül câiz olur. Kısaca deriz ki, kendini, sıkıntıya sabr
etmeğe zorlamak câiz ise de, çoluk çocuğu zorlamak câiz değildir.
2 - Mevcûd parayı, malı muhâfaza
etmekde tevekkül:
Burada da, kimsesi olmıyan bekârların tevekkülü ile bakacak
kimsesi bulunanların tevekkülü başkadır.
Bakacak kimsesi olmıyanların, bir senelik ihtiyâcını,
önceden depo etmesi, tevekkülü bozar. Çünki, sebeblere güvenmiş olur. Doyacak
kadar gıdâ ve giyinecek kadar elbise bulunduran bekâr kimse, tevekkül etmiş
olur. Kırk günlük ihtiyâcı saklamakla tevekkül bozulmaz demişlerdir. Sehl bin
Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki, (Bekâr bir kimsenin, gıdâ maddelerini ne kadar
zemân olursa olsun saklaması tevekkülü bozar). Tesavvuf büyüklerinden, Ebû
Tâlib-i Mekkî buyuruyor ki, (Sakladığına güvenmezse, kırk günden çok saklasa
da, tevekkülü bozmaz). Bişr-i Hâfî, tesavvuf büyüklerindendir. Birgün, huzûruna
bir müsâfir geldi. Talebesinden birine bir avuç gümüş verip, (İyi ve tatlı
birşeyler alıp gel!) buyurdu. O zemâna kadar, böyle çok şey aldırdığı görülmemişdi.
Müsâfir ile yidi. Müsâfir, artan yemekleri de alıp gitdi. Talebesinin, bu hâle
şaşdığını görünce: (Bu müsâfir, Feth-i Mûsulî idi. Mûsuldan, bize ders vermeğe
geldi. Tevekkülü sağlam olana, gıdâ saklamanın zarar vermiyeceğini gösterdi),
buyurdu. Demek ki, tevekkül, ilerisi için zihni yormamakdır. Bunun için de,
ilerisi için yığmamalı, sakladığını da, elinde olmayıp, Allahü teâlânın ileride
göndereceği gibi bilmeli, ya’nî buna güvenmemelidir.
Evli olanların tevekkülü: Çoluk çocuk sâhiblerinin
bir senelik mal saklaması, tevekkülü bozmaz. Bir seneden fazlası bozar.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, evdekiler için, onların kalbleri
dayanıksız olduğu için, bir senelik eşyâ bulundururdu. Kendisi için ise, bir
günlük saklamazdı. Saklasaydı, tevekkülüne ziyân vermezdi. Çünki, olup olmaması
müsâvî idi. Fekat, ümmetine ders vermek için, böyle yapardı. Eshâb-ı kirâmdan
“aleyhimürrıdvân” biri vefât etdikde, cebinden iki altın çıkmışdı.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bu
iki azâb alâ-
metidir) buyurdu.
Bu azâb, Cennetde yüksek dereceye yetişememek acısı olsa gerekdir. Nitekim,
başka biri vefât edince, (Kıyâmetde bunun yüzü,
ayın ondördü gibi parlar. Eğer, yazlık elbisesini kışdan ve kışlığı yazdan
hâzırlamasaydı, güneş gibi parlardı), buyurdu. Bir kerre de, (Size en az verilen şey, yakîn ve sabrdır) buyurdu.
Ya’nî, elbiseyi, bir yıl önce hâzırlamak, yakînin az olmasındandır. Fekat,
bütün büyükler, söz birliği ile buyuruyor ki, su kabları, su te’sîsâtı, sofra
takımı, dikiş, temizlik vâsıtaları, ya’nî bir evde her zemân lâzım olan şeyleri
saklamak câizdir ve lâzımdır ve tevekkülü bozmaz. Çünki, Allahü teâlâ, bu
dünyâyı öyle yaratmışdır ki, gıdâ ve giyim eşyâsı her sene, tâze olarak husûle
gelmekdedir. Allahü teâlânın âdetine uymamak câiz değildir. Fekat ev eşyâsı,
her lâzım olduğu zemân ele geçmiyebilir.
FASL: Bir kimse, gıdâsını ve
elbisesini saklamayınca, kalbi râhat etmez, başkalarının getirmesini beklerse,
böyle kimsenin saklaması, dahâ iyidir. Hattâ tarlası, tezgâhı, herhangi bir
geliri olmayınca düşüncesiz, sıkıntısız ibâdet, zikr yapamıyan kimsenin, bir
gelir edinmesi dahâ iyidir. Çünki, asl maksad, kalbin râhat, üzüntüsüz, Allahü
teâlâyı düşünmesidir. Ba’zılarını, mal meşgûl eder. Malının hesâbını yapmakdan,
râhat ibâdet edemez. Malı olmayınca düşüncesi, sıkıntısı kalmaz. Böyle
kimselerin malı olmaması hayrlıdır. Ba’zıları da, geçinecek kadar malı olunca
râhat eder. Bunların, geçinecek kadar gelir edinmesi dahâ iyidir. Fekat,
geçinecek kadar mal ile râhat etmeyip, dahâ çoğu peşinde koşan, süs, keyf ve
zevklerini düşünen kalbler, müslimânlığa bağlı olan kalblerden değildir.
Bunları hesâba katmıyoruz.
3 - Zararlardan sakınmakda
tevekkül:
İnsanı zarardan koruyan sebebler arasında da, te’sîri kat’î
olan veyâ te’sîr ihtimâli çok olan sebebleri bırakmak, tevekkülün şartı
değildir. Hırsız girmesin diye, evin kapısını kapamak, kilitlemek, tevekkülü
bozmaz. Tehlükeli yerde silâh taşımak, düşmandan sakınmak da, tevekküle zararlı
değildir. Üşümemek için fazla giyinmek de, tevekkülü bozmaz. Fekat, vücûdün
ısınması için fazla kalori hâsıl olmak için, çok yimekle kışın ısınmak gibi
ince düşünmek, böyle sebeblere baş vurmak, tevekkülü bozar. [Hasta olmamak
için, sağlam insanı ateşle] dağlamak ve efsûn yapmak da böyledir. [Doktorun
hastayı dağlaması câizdir.] Tevekkül etmek için, te’sîri kat’î olan ve herkesce
bilinen sebebleri bırakmak lâzım değildir. Birgün, Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” efendimizin yanına bir köylü geldi. (Deveni ne yapdın?) buyurdu. (Allaha tevekkül
edip, kendi hâline bırakdım) deyince, (Bağla ve
sonra tevekkül et!) buyurdu.
Bir insandan gelen zararı önlemeyip buna sabr etmek,
tevekküldür ve iyidir. Sûre-i Ahzâbda, (Kâfirlerin ve münâfıkların zararlarına, işkencelerine
karşılıkda bulunma! Ben onların
cezâsını veririm. Onlardan korunmak, kurtulmak için Allahü teâlâya tevekkül et!) meâlindeki 48.ci âyet-i
kerîmesi ve sûre-i İbrâhîmde, (Yapdıkları işkencelere sabr ederiz. Tevekkül ediciler,
yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir) meâlindeki 12.ci âyet-i kerîmesi bunu bildiriyorlar.
Akreb, yılan, yırtıcı hayvânların zarar vermesini önlemek
lâzımdır. Tevekkülü bozmaz. [Mikropların hastalık yapmasına sabr etmemeli,
bunları her sûretle men’ etmelidir. Mikroplu hastalığa yakalanınca, antiseptik
ilâcları, antibiyotikleri, (penicilin ve benzerleri) kullanmalıdır.]
Düşmandan sakınmak için silâh taşıyan bir kimse, kuvvetine
ve silâhına güvenmezse, tevekkül etmiş olur. Kapıyı kilidlemelidir. Fekat
kilide güvenmemelidir. Nitekim, hırsızlar, çok kilidleri kırmışdır. Tevekkül
edenin alâmeti şudur ki, evine gelip, eşyânın
çalındığını görünce üzülmez. Allahü teâlâ, böyle takdîr etmiş deyip, kazâya
râzı olur. Kapıya kilid takarken, (Yâ Rabbî! Bu kilidi, senin kazânı
değişdirmek için değil, senin emrine, âdetine uymak için takıyorum. Yâ Rabbî! Eğer
ma-
lıma,
birini musallat edersen, senin takdîrine râzıyım! Bu malı, benim için mi
yaratdın, yoksa başkası için yaratıp, bende emânet olarak mı bırakdın bilemem)
diye kalbinden geçirmelidir. Bir kimse, kapısını kilidleyip gider ve gelince,
eşyânın çalınmış olduğunu görüp de üzülürse, tevekkül sâhibi olmadığını
anlamalıdır. Fekat, bağırıp çağırmaz, ortalığı, gürültüye boğmazsa, hiç
olmazsa, sabr etmek derecesini kazanır. Eğer şikâyet eder, hırsızı araşdırırsa
sabr derecesinden de düşer. Tevekkül sâhibi olmadığını, sabr edici olmadığını anlayıp da, kendini beğenmekden vaz
geçerse, bu da, hırsızın sebeb olduğu fâide ve kazancıdır.
Süâl - Bu eşyâya muhtâc
olmasaydı, kapıyı kilidlemez, bunları saklamazdı. İnsan, ihtiyâcını gidermek
için sakladığı şey çalınınca üzülmemesi elinde midir?
Cevâb - Allahü teâlâ, bu eşyâyı
kendine verince, bunların gelmesini, kendi için hayrlı bilmelidir. Allahü
teâlânın verdiği herşeyde, bir hayr vardır demelidir. Bunun gibi eşyâsının
gitmesini de, kendi için hayrlı bilmesi lâzımdır. Allahü teâlânın, vermesi
gibi, alması da hayrlıdır. Verdiği zemân, eşyânın bulunması hayrlı olduğu gibi,
aldığı zemân da, eşyânın bulunmaması hayrlıdır demelidir. Hayrlı olan şeylere
sevinmek lâzımdır. İnsanlar, kendilerine hangi şeyin hayrlı, fâideli olacağını
iyi bilemez. Allahü teâlâ, dahâ iyi bilir.
Meselâ, bir hastanın babası, mütehassıs tabîb ise, babası buna etli, tatlı
verince sevinip, iyi olmasaydım, bana bunları vermezdi der. Babası,
etli, tatlı gibi yemekleri vermezse, yine sevinir. Hastalığımı tedâvî etmek
için bunları vermiyor der. Allahü teâlânın da vermesine ve vermemesine böyle
îmân olmadıkca, tevekkül sağlam olamaz.
Tevekkül eden, malı korumakda, altı
edebi gözetmelidir:
1) Kapıyı kilidlemeli. Fekat başka tedbîrler almağa
uğraşmamalı. Odaları, pencereleri kilidlememeli, komşulara nöbet bekletmemeli.
İş yerlerine bekci, kapıcı tutmak, tevekkülü bozmaz. Mâlik bin Dînâr
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, kapısını ip ile bağlardı. Hayvan girmiyeceğini
bilsem, bunu da bağlamam buyururdu.
2) Kıymetli eşyâyı, hırsızı
çeken şeyleri evde bulundurmamalı, bir din kardeşinin, hırsızlık günâhını
işlemesine sebeb olmamalıdır. Mugayre, Mâlik bin Dînâra zekât gönderdi. Alıp
tekrâr geri gönderdi. Şeytân, hırsız çalar diye kalbime vesvese getirdi.
Vesvese etmeği ve bir müslimânın hırsızlık etmesine sebeb olmağı istemem dedi.
Ebû Süleymân-i Dârânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bunu işitince, bu parayı geri
çevirmesi, sôfîlerin kalblerinin za’îf olmasındandır. O, zâhiddir, kalbinde
dünyânın yeri yokdur. Hırsız çalarsa, ona ne zararı olur buyurdu ki, Ebû
Süleymânın bu sözü, görüşünün keskin olduğunu göstermekdedir.
3) Evden
çıkarken, şöyle niyyet etmelidir ki; eğer, eşyâmı hırsız çalarsa, onun olsun, ona halâl olsun! Hırsız
belki fakîrdir. Bu eşyâ ile, bir hâcetini giderir. Eğer zengin ise, bu eşyâ ile
gözü doyar da, başkasının malını çalmaz. Benim eşyâm, bir din kardeşimin
cânının yanmasına mâni’ olur. Böyle niyyet etmekle, hem hırsıza, hem de bütün
müslimânlara şefkat etmiş olur. Zâten müslimânlık da, mahlûklara şefkat
etmekden ibâretdir. Böyle niyyet etmekle, Allahü teâlânın kazâ ve kaderi
değişmez. Fekat, eşyâ çalınsa da, çalınmasa
da, kendisine, bir lirası için, yediyüz lira sadaka vermiş gibi sevâb hâsıl
olur. Bu niyyet, şuna benzer ki, bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, âilesi ile buluşdukda, azl eylemez ise, ya’nî
çocuk olmasına mâni’ olmazsa, çocuk olsa da olmasa da, bu kimseye, şehîd
oluncıya kadar cihâd eden bir yeğid sevâbı verilir). Çünki bu kimse,
elinden gelebilene yapışdı. Eğer çocuk cansız olarak dünyâya gelseydi, bu
kimseye, işinin sevâbı hâsıl olurdu.
4) Eşyâ çalınırsa üzülmemeli, malın
gitmesinin, kendisi için hayrlı olduğunu bilmelidir. Eğer halâl ederse, malını
aramamalı, geri verirlerse, almamalıdır. Fekat, geri alırsa, kendi mülküdür.
Niyyet etmekle mülkünden çıkmaz. Yalnız tevekkülü tam yapmak için, geri
alınmaz. Abdüllah ibni Ömerin “radıyallahü anhümâ” de
vesi
çalındı.Çok aradı, bulamadı. Alana halâl olsun dedi. Mescide girip nemâz kıldı.
Biri gelip, deven şuradadır dedi. Na’lınlarını giyip oraya giderken, geri döndü
ve halâl etmişdim, artık alamam dedi. Büyüklerden biri, kardeşini rü’yâda
gördü. Cennetde idi. Fekat, üzüntülü idi. Sebebini sordukda: Kıyâmete kadar,
böyle üzüleceğim. Çünki, Cennetdeki yüksek derecemi gösterdiler. Böyle güzel
derece yokdu. Oraya gitmek istedim. Bunu oraya bırakmayınız! Orası, Allah için
bırakanlarındır diye bir ses işitdim. Allah için bırakmak nasıl olur dedim. Sen
birgün, bu malım Allah için halâl olsun demişdin, sonra sözünde durmamışdın.
Sen sözünde temâm dursaydın, burası da temâmen senin olacakdı dediler, dedi.
Birisi Mekke şehrinde uyumuşdu. Uyanınca, para cüzdanını göremedi. Büyüklerden
biri orada idi. Paramı sen aldın dedi. Bu zât, para sâhibini evine götürüp,
paran ne kadardı dedi. Söylediği kadar altını kendisine verdi. Sokağa
çıkınca,bir arkadaşının çantayı, şaka olarak almış olduğunu anladı. Geri dönüp
altınları geri verdi ise de, sâhibi almadı. Bu altınları verirken, Allah rızâsı
için sadaka niyeti ile vermişdim dedi. Hepsini fakîrlere dağıtmasını söyledi.
Bunun gibi, eskiden meselâ,bir fakîre ekmek götürselerdi ve fakîri
bulamasalardı, bu ekmeği, eve geri getirmezler, başka bir fakîre verirlerdi.
5) Zâlime ve hırsıza bed düâ etmemelidir. Bunlara
fenâ düâ edince, hem tevekkülü bozulur, hem de zühd bozulur. Çünki, elinden
birşey gidince üzülen kimse, zâhid olamaz. Rebî’ bin Haysemin “rahmetullahi
teâlâ aleyh” birkaç bin dirhem değerinde, kıymetli bir atını çaldılar.
(Çalınırken gördüm) dedi. (Göre göre, niçin ses çıkarmadın), dediklerinde,
(Ondan dahâ çok sevdiğim ile berâberdim. Ondan ayrılamadım) dedi. Sonradan anladılar ki, nemâzda imiş. Hırsıza bed
düâ etdiler. (Bed düâ etmeyiniz! Atımı ona halâl etdim) dedi. Zâlimin
biri, büyüklerden birine zulm ederdi. Buna bed düâ et dediklerinde, o, bana
değil, kendine düşmanlık etmekdedir. Kendine yapdığı bu zarar ona yetişir. Ayrıca bir zarar ilâve edemem
buyurdu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsan, kendine
zulm edene bed düâ eder. Böylece, hakkını, dünyâda almış olur. Belki, zâlimin
hakkı da, kendine geçmiş olur).
6) Hırsıza acımalı, günâh işleyip azâba düşeceğine şefkat
etmelidir. Kendinin zâlim olmayıp, mazlûm olduğuna şükr etmelidir. Dîninde
noksân olacağına, malında noksânlık olduğuna sevinmelidir. Bir kimse, din
kardeşinin günâh işlediğine üzülmezse, müslimânlara nasîhat ve şefkat etmemiş
olur. Bişr-i Hâfînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” eşyâsını çaldılar. Ağlamağa
başladı. Fudayl bin Iyâd, (Mal için ağlanır mı?) dedikde, (Mal için değil,
hırsızın günâh işlediğini, kıyâmetde, bunun azâbını çekeceğini düşünüp
ağlıyorum) dedi.
4 - Hastanın tedâvî olmasında ve
ilâc kullanmasında tevekkül:
İlâc üç dürlüdür: Birinci kısm ilâcların te’sîri, fâidesi
kat’îdir, meydândadır. Ekmeğin açlığı, suyun susuzluğu gidermesi böyledir.
[Kinin bileşiklerinin sıtmaya, salicylatların rumatizmaya, aşı ve serumların,
antibiyotiklerin ve sülfamidlerin de bakterilere karşı te’sîri böyledir. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi aleyh” beşinci cild,
215. ci sahîfede diyor ki, (Ölmiyecek kadar ve nemâzı ayakda kılabilecek kadar
yimek, içmek farzdır. Bu kadar yimemek büyük günâhdır. İlâc kullanmayıp ölürse,
günâh olmaz. Çünki, ilâcın fâidesi kat’î değildir.) Görülüyor ki, fâidesi kat’î
olan ilâcları kullanmak farz olmakdadır. Te’sîri kat’î olan sebeblere
yapışmanın vâcib olduğu ve bunları kullanmayıp zarar görmenin günâh olduğu,
Muhammed Ma’sûm Fârûkînin “rahmetullahi aleyh” yüzseksenikinci mektûbunda ve (Hadîka)nın
üçyüzkırküçüncü sahîfesinde de uzun yazılıdır.] Yangını su ile söndürmek
de böyledir. Te’sîri muhakkak olan bu gibi ilâcları kullanmamak tevekkül değil,
ahmaklıkdır ve harâmdır.
İkinci kısm ilâcların te’sîri kat’î olmadığı gibi, zan ile
de değildir. Fâide ihtimâli vardır. Efsûn ya’nî, fen yolu ile tecribe edilmemiş
maddeler ve Kur’ân-ı kerîm-
den
olmayan, ma’nâsız yazılar kullanmak ve ateşle dağlamak ve fal bakarak, uğurlu
sanarak kullanılan şeyler böyledir. Tevekkül etmek için, bunları kullanmamak
lâzımdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, bunları kullanmak, sebeblere fazla
düşkün olmak alâmetidir. Bu üçünden, fâide ihtimâli çok olan [sağlam insanı]
dağlamakdır. [Falcılık hakkında (Bey’ ve şirâ) risâlesi
sonunda geniş bilgi vardır.]
Üçüncü kısm ilâclar, birinci ve ikinci kısm arasında
olanlardır. Bunların fâideleri kat’î değilse de, fazla zan olunur. Damardan kan
alma, deriden hacâmat yapmak, müshil almak, te’sîrleri şübheli olan [piyasada
mevcûd yüzlerce] ilâcı kullanmak böyledir. Bunları kullanmamak, harâm değildir.
Fekat, tevekkülün şartı da değildir. Çok kimseler için, bunları kullanmak dahâ
iyidir. Ba’zan da, kullanmamak dahâ iyi olur. Tevekkül etmek için, bunları terk
etmek lâzım değildir dedik. Çünki Peygamber efendimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (Ey Allahın kulları! İlâc
kullanın!) buyurdu. Bir kerre de, (Her
hastalığın ilâcı vardır. Yalnız ölüme çâre yokdur) buyurdu. İlâc,
kazâ ve kaderi değişdirir mi dediklerinde, (Kazâ ve kader, insana ilâcı kullandırır) buyurdu.
Bir hadîsi şerîfde, (Bütün Meleklerden işitdim ki, ümmetine söyle, hacâmat yapdırsınlar. Ya’nî kan aldırsınlar dediler) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Arabî ayın onyedinci veyâ ondokuzuncu veyâ yirmibirinci günleri hacâmat olunuz ki, kan
artarsa [ya’nî tansiyon yükselirse], ölüme sebeb olur) buyurdu. Bir hadîs-i
şerîfde, (Allahü teâlânın ölüme sebeb yapdığı
hastalıklardan birisi, kanın artmasıdır) buyurdu. Tansiyon artınca
kan aldırmak ve tansiyon düşürücü ilâc almak ve mikrop hastalıklarında,
antibiyotikler ve sülfamidler ve başka antiseptikler kullanmak ve dezenfekte,
ya’nî mikrop imhâsı yapmak ile, elbisedeki, yatakdaki akrebi, yılanı öldürmek
ve yangını söndürmek arasında bir fark yokdur. Çünki, hepsi insanı öldüren
şeydir. Tevekkül için, bunları terk etmek lâzım değildir. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, Sa’d bin Mu’âz “radıyallahü anh” için, fasd
ya’nî damardan kan aldırmasını emr buyurmuşdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü
anh” mubârek gözü ağrıdığı zemân da, tâze hurma yimemesini, pancar yaprağı,
yoğurt ve pişmiş arpa yimesini söyledi. Suheyb-i Rûmînin “radıyallahü anh” gözü
ağrıyordu. Bunu hurma yirken görüp, (Gözün ağrıdığı
hâlde hurma yiyorsun) buyurdukda, ağrı olmıyan tarafda çiğniyorum
demiş ve Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu cevâba gülmüş idi.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, her gece sürme sürerdi. Her ay
hacâmat olurdu. Her sene ilâc içerdi. Vahy
geldiği zemân, mubârek başı ağrırdı. Mubârek başına kına bağlardı. Bir yeri
yara olsa, oraya kına kordu. Birşey bulunmadığı zemân, temiz toprak tozu
ekerdi. Dahâ nice ilâc kullanmışdır. (Tıbbınnebî) ismindeki
kitâblarda, bunlar yazılıdır. [Bu kitâblardan birini imâm-ı Celâleddîn-i Süyûtî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. (Mevâhib-i
ledünniyye) ikinci cildinde de, oldukça geniş yazılıdır.]
Mûsâ “aleyhisselâm” hastalanmışdı. İlâcını söylediler. İlâc
istemem, Allahü teâlâ şifâsını verir dedi. Hastalık uzadı ve ağırlaşdı. Bu
hastalığın ilâcı meşhûrdur ve tecribe edilmişdir, az zemânda iyi olursunuz
dediler. Hayır, ilâc istemem dedi ve hastalık artdı. O zemân vahy gelip, (İlâc kullanmazsan, şifâ ihsân etmem) buyurulunca, ilâcı içdi ve iyi oldu. Fekat
kalbine birşey geldi. Vahy gelip, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Sen tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi
değişdirmek istiyorsun. İlâclara, fâideli te’sîrleri kim verdi? Elbette ben
yaratıyorum) buyurdu.
Peygamberlerden biri “aleyhimüsselâm” za’îflikden şikâyet
etmişdi. Vahy gelip, (Et yi ve süt iç!) buyuruldu.
Bir zemânın mü’minleri, çocuklarının çirkin olduğundan Peygamberlerine
“sallallahü teâlâ aleyhim ve sellem” şikâyet etmişdi. Vahy gelip, (Ümmetine söyle, çocuğu olacak
kadınlar, ayva yisin!) buyuruldu. Hâmile iken ayva, çocuk olunca
hurma yirlerdi.
Bütün bu misâllerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, ilâcları,
şifâ için sebeb yap-
mışdır.
Ekmek ile suyu doyurmağa sebeb yapdığı gibi, ilâcları da, hastalıkları
gidermeğe sebeb yapmışdır. Bütün sebebleri yaratan, bunlara te’sîr kuvveti
veren, Allahü teâlâdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Mûsâ “aleyhisselâm”, Yâ
Rabbî! Hastalığı yapan kimdir, hastalığı iyi eden kimdir, dedi. Cenâb-ı Hak, her ikisini de yapan benim, buyurdu. O
hâlde, tabîbe ne lüzûm var deyince, onlar,
şifâ için yaratdığım sebebleri bilir ve kullarıma verir. Ben de onlara, bu
yoldan rızk ve sevâb veririm, buyurdu).
Görülüyor ki, tabîbe gitmeli, ilâc kullanmalıdır. Fekat,
doktora ve ilâca güvenmemeli, şifâyı Allahü teâlâdan istemelidir. İlâc içip de iyi
olmıyan, ameliyyât masalarında kalıp can veren az değildir.
FASL - Ateşle dağlamak, ba’zı
yerlerde âdet hâlini almışdır. Hâlbuki, dağlamak, tevekkülü bozar. Hattâ
islâmiyyet, bunu men’ etmişdir. Çünki, tehlükeli yaralara sebeb olabilir.
Fâidesi de kat’î değildir. Dağlamanın fâidesi, başka ilâclarla da, te’mîn
olunabilir. İmrân bin Husayn “radıyallahü anh” hastalandı. Dağlama yap dediler,
yapmadı. Yalvardılar, dağladı ve iyi oldu. Sonra buyurdu ki, önce nûr
görüyordum. Sesler duyuyordum. Melekler bana selâm veriyordu. Dağladıkdan
sonra, bunlar olmadı. Çok tevbe ve istigfâr etdi. Cenâb-ı Hakkın, bunları
tekrâr kendisine ihsân eylediğini, Mutrif bin Abdüllaha söylemişdi.
FASL - Ba’zan, ilâc kullanmamak
dahâ sevâb olur ve bu, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize
uymamak olmaz. Büyüklerimizden çoğu ilâc kullanmadı.
Süâl - İlâc kullanmamak kemâl
olsaydı, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ilâc kullanmazdı. Hâlbuki
kullanmışdır.
Cevâb - İlâc kullanmamak için
altı sebeb vardır:
1) Bir kimse, kalbi uyanık, keşf sâhibi olur.
Ecelinin geldiğini anlar. İlâc kullanmaz. Nitekim doktorlar da, çabuk öleceği
belli hastaya, ilâc ve perhîz vermiyor. Halîfe-i müslimîn, Ebû Bekr
“radıyallahü anh” hasta olunca, (Tabîb getirelim) dediler. (Tabîb beni gördü ve
ben, irâde etdiğimi yapacağım dedi) buyurdu.
2) Hasta âhıret korkusu içindedir. İlâc
düşünmez ve istemez. Ebüdderdâ “radıyallahü anh” hasta olunca inledi. Sebebini
sorduklarında, günâhlarımı düşünüp, inliyorum buyurdu. Birşey istiyor musun
dediler. Allahü teâlânın rahmetini istiyorum buyurdu. Tabîb çağıralım mı
dediler. Beni tabîb hasta yapdı buyurdu. Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü anh”
gözü ağrıyordu. İlâc yapmaz mısınız dediklerinde, ondan dahâ mühim işim var
buyurdu. Bunların hâli, birini i’dâm etmeğe götürürlerken buna, yolda, yiyecek
birşey ister misin diye sormağa benzer ki, aç olsa bile yimek acabâ hâtırına
gelir mi? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterîye, gıdân nedir dediler. Hayy ve kayyûm
olanın zikridir dedi. Sana, kuvvetini nerden alıyorsun diyoruz, dediler. İlmden
dedi. Gıdân nedir dediler. Fikr ve zikrdir dedi. Vücûdü besliyen gıdâ maddesini
soruyoruz dediler. Vücûdü düşünmeyip, rızkı göndereni düşünmekdir dedi.
3) Sebebi bilinmiyen müzmin bir hastalık
olup, hasta, tesellî ilâclarını kullanmak istemez. Tıb bilgisi olmıyanlar,
birçok ilâcları böyle sanır.
4) Ba’zısı da, hastalığın sevâbından mahrûm
kalmamak için, iyi olmak istememiş, sabr etmek sevâbına da kavuşmak istemiş,
ilâc kullanmamışdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Şübhe
edilen altını, ateşle mu’âyene etdikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları derd
ile, belâ ile imtihân eder. Ba’zısı, belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Ba’zısı
da, bozuk olarak çıkar). Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, hastalara ilâc verir, kendisi ise kullanmazdı. Hastalığa sabr
ederek, oturarak kılınan nemâz, sağlam olanın, ayakda kıldığı nemâzdan dahâ
kıymetlidir, derdi.
5) Günâhı çokdur. Hastalık çekmekle
günâhlarının afv edilmesini ister. Hadîs-i şerîfde
buyuruldu ki, (Sıtma hastalığı, insanın günâhlarının
hepsini temizler. Dolu dânesinde toz olmadığı gibi, sıtmalının günâhı kalmaz). Îsâ
“aleyhisselâm” buyurdu ki, (Hasta olup, musîbete, felâkete uğrayıp da,
günâhları afv olacağı için sevinmiyen kimse, âlim değildir). Mûsâ
“aleyhisselâm”, bir hastayı görüp: (Yâ Rabbî! Bu kuluna merhamet et!) dedikde,
Allahü teâlâ: (Rahmetime kavuşması için, gönderdiğim
sebebler içerisinde bulunan bir kuluma, nasıl rahmet edeyim. Çünki, onun
günâhlarını, bu hastalıkla afv edeceğim. Cennetdeki derecesini, bununla artdıracağım) buyurdu.
6) Sıhhatin hep yerinde
olması, Allahü teâlâyı unutmağa, Ona ısyân etmeğe, harâm işlemeğe sebeb
olacağını düşünüp, hasta kalmağı ister. Allahü teâlâ, acıdığı kullarını derd
ile, hastalık ile, gafletden uyandırır. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde buyuruldu
ki,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu sebeblere
muhtâc olmadığı için ilâc kullanırdı.
(Dürr-ül-muhtâr)da ve bunu açıklıyan (İbni Âbidîn)de (Sular)
kısmı sonunda buyuruyor ki: (Harâm olan şeylerin ilâc olarak
içilmesi, bunun hastaya iyi geleceği bilinirse ve halâl olan ilâc bulunmazsa,
câiz olur. (Buhârî)deki hadîs-i şerîfde,
(Allahü teâlâ,
harâm olan şeylerde, size şifâ yaratmamışdır) buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı, şifâsı
olduğu tecribe edilen harâm maddeler, ilâc için halâl olur, demekdir. Nitekim,
susuzlukdan ölecek kimseye, ölümden kurtaracak kadar şerâb içmek halâl olur.
Harâm olan şeyde, şifâ bulunması, mütehassıs olan müslimân bir doktorun
söylemesi ile anlaşılır. Yalnız, domuz eti ve yağı, şifâsı bulunsa da, ilâc
olarak da kullanılmaz). Muhammed Zerkânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mevâhib-i ledünniyye) şerhi, sekizinci maksadda
diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, tedâvî olunuz buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfe göre,
ölüme veyâ bir farzı terk etmeğe mâni’ olacak tedâvî ve kalb hastalıklarının
tedâvîsi farzdır. Başka hastalıkların tedâvîsi sünnetdir.)
(Tâtârhâniyye)de diyor ki, (Başka çâre
olmayınca, ölümden kurtulmak için ameliyyât olmak câizdir.)
Son söz olarak deriz ki, hastalık sebeblerinden kaçınmak,
tevekküle mâni’ de-
ğildir.
Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, Şâma gidiyordu. Şâmda tâ’ûn [ya’nî vebâ
hastalığı] olduğu işitildi. Yanında bulunanların ba’zısı, Şâma girmiyelim dedi.
Bir kısmı da, Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım dedi. Halîfe de, Allahü
teâlânın kaderinden, yine Onun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin
bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü
teâlânın takdîri ile göndermiş olur buyurdu. Abdürrahmân bin Avfı “radıyallahü
anh” çağırıp, sen ne dersin? buyurdukda, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve
sellem” işitdim. (Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ
olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!) buyurmuşdu,
dedi. Halîfe de, elhamdü-lillâh, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu deyip,
Şâma girmediler. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebeb,
sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı
yerde, kirli hava [ya’nî mikroblu hava, vebâ basilleri], herkesin içine
yerleşince, kaçanlar, hastalıkdan kurtulamaz [ve hastalığı başka yerlere
götürmüş, bulaşdırmış olurlar]. Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki, (Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak, muhârebede kâfir karşısından
kaçmak gibi, büyük günâhdır). [Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” (Fütûhât-ül-mekkiyye) kitâbında (Kazâ, belâ) bahsinde, (Belâlardan,
tehlükelerden, gücünüz yetdiği kadar sakınınız. Çünki, tâkat getirilemiyen,
dayanılamıyan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir) buyurmakdadır.
Eceli gelen hastanın ölmesine mâni’ olunamaz. Ancak, ölüm hastasının istigfâr
okuması, hastalığın veca’larını gidereceği (Mektûbât-ı
Ma’sûmiyye) ikinci cild, 80.ci mektûbunda yazılıdır. Bu mektûb, (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbımızda mevcûddur.]
(Redd-ül-muhtâr) beşinci cild sonunda ve (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki, (Kapalı yerde
iken zelzele olursa, oradan açık bir yere kaçmak müstehabdır).
FASL - Tevekkül etmek için,
hastalığını herkese bildirmemek lâzımdır. Bildirmek ve şikâyet etmek mekrûhdur.
Yalnız fâidesi olacaklara, [meselâ, doktora söylemek] veyâ aczini,
zevallılığını bildirmek için söylemek mekrûh olmaz ve tevekkülü bozmaz. Nitekim
Alî “radıyallahü anh” hastalanmışdı. Nasılsın, iyi misin dediklerinde, hayır dedi.
Şaşıp birbirlerine bakışdılar. (Allahü
teâlâya aczimi gösteriyorum) buyurdu. Bu söz onun hâline lâyık idi. O
cesâret ve kuvveti, yeğitliği ile, aczini biliyordu ve (Yâ Rabbî! Bana sabr
ihsân et!) derdi. Tevekkülün kıymeti, (Cevâb
Veremedi) kitâbının 144.cü sahîfesinde yazılıdır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. Belâ istemeyiniz!). Hastalığı
herkese söyleyip, hâlinden şikâyet etmek harâmdır. Şikâyet niyyeti ile değilse
harâm olmaz. Fekat, söylememek iyidir. Çünki, çok söyleyerek, şikâyet şeklini
alabilir.
Hindistânda bulunan islâm âlimlerinin büyüklerinden Muhammed
Bâkîbillah buyuruyor ki, (Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tenbel oturmak
değildir. Çünki, böyle olmak, Allahü teâlâya karşı edebsizlik olur. Müslimânın,
meşrû’ olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapışdıkdan, çalışmağa
başladıkdan sonra tevekkül edilir. Ya’nî
istenilen şey, bunun hâsıl olmasına sebeb olan şeyden beklenilmez. Çünki,
Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşdurmak için, bir kapı gibi
yaratmışdır. Birşeyin hâsıl olmasına sebeb olan işi yapmayıp da, sebebsiz
olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer
ki, edebsizlik olur. Allahü teâlâ, ihtiyâclarımıza kavuşmamız için kapıyı
yaratmış ve açık bırakmışdır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazîfemiz
kapıya gidip beklemekdir. Sonrasını O bilir. Çok zemân kapıdan gönderir.
Dilediği zemân da pencereden atarak verir). Bâkî-billahın bu sözü (Berekât) kitâbında yazılıdır. Görülüyor ki, çalışmayıp,
boş oturup, tevekkül ediyorum demek câiz değildir. Tesavvuf büyükleri,
çalışmağa, sebebe yapışmağa başlayıp, bundan sonra tevekkül etmeli demişlerdir.
Hindistânın büyük âlimlerinden Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise
sirruh”, onüçüncü mektûbunda diyor ki, cebr ve ihtiyâr üzerinde âlimlerimiz çok
şey yazdılar ise de,
insanın
zihnine yine şübheler gelmekdedir. Çünki akl, din bilgilerinden ba’zılarını anlıyamıyor. Eğer anlasaydı, insanların işlerinin
fâideli ve iyi olması için, Peygamberlere vahy gönderilmesine lüzûm ve
ihtiyâc olmazdı. İnsanda tam ihtiyâr vardır demek, ya’nî insan her dilediğini yapar demek ve insanın
elinde birşey yokdur, kazâ ve kaderde olanı yapmağa mecbûrdur demek,
kitâba ve sünnete inanmamak olur. Çünki, insanların amellerini de, cesedlerini
de, ya’nî maddelerini de, işlerini, hareketlerini de Allahü teâlâ
yaratmakdadır. Böyle olunca, tam ihtiyâr vardır denilebilir mi? Cebr ile, zorla
yapdırılan iş için hesâba çekmek de zulm olur. Allahü teâlâ zulm yapmaz. O
hâlde, insan mecbûrdur demek, nasıl doğru olabilir? İnsanların işlerinin bir
titreme gibi cebren yapılmadığı meydândadır. İlm, irâde ve kudretimiz ile
yapılmakdadırlar. İnsanın ihtiyârı [istekli hareketi], her üçünden hâsıl
olmakdadır. Fekat, insanda bu üçünün hâsıl olması, insanın ihtiyârı ile
değildir. Allahü teâlâ dilediği zemân, bunları insana gönderir. Cebr de, bu
kadardır. İnsanda tam ihtiyâr ve tam cebr olmadığı için, insanın hareketleri,
bu ikisinin arasında hâsıl olmakdadır. İşlerin böyle yapılmasına (Kesb) denir. İnsanın kesb etdiği işlerinde bu
kadarcık ihtiyârın bulunması, Allahü teâlânın teklîflerine [emr ve yasaklarına]
sebeb olmuşdur. İhtiyârımız za’îf, az olduğu için de, teklîfler hafîf olmuş,
Allahü teâlânın mü’minlere olan rahmet sıfatı, onların âsîlerine olan gadab
sıfatını aşmışdır. Diğer sıfatlarından hiçbiri, ötekilerini aşmış değildir.
Allahü teâlânın fî’lleri de, ilmi, irâdesi ve kudreti ile olduğu için, bu
bakımdan kulların işlerine benzemekdedir. Böyle işlerden dolayı, kullarını
hesâba çekmesi adâlete uymuyor denilemez.
[TENBÎH: Ölümden evvelki hayâta (Dünyâ hayâtı), ölümden
sonraki hayâta (Âhiret hayâtı) denir. Âhiret hayâtı üçe ayrılır: Mezârdan
kalkıncaya kadar, (Kabr hayâtı), tekrâr dirildikden, Cennete veyâ Cehenneme
gidinceye kadar, (Kıyâmet hayâtı), üçüncüsü (Cennet ve Cehennem hayâtı)dır.
Dünyâda yapılan her işden ve düşünceden, dünyâda ve âhiretde fâide veyâ zarar
hâsıl olur. Fâide hâsıl olanlara (Hayr), zarar hâsıl olanlara (Şer) denir.
Allahü teâlâ, hayrları, şerlerden ezelde ayırmışdır. Bunlar, birbirleri ile hiç
karışmaz. Bu ayırmağa, (Kazâ) ve (Kader) denir. Kazâ, kader hiç değişmez.
Allahü teâlâ hayr ve şer işlemekde insanları serbest bırakdı. İsteyen hayr
işler, isteyen şer işler. Allahü teâlâ, merhamet ederek, hangi işlerin hayr,
hangi işlerin şer olduğunu, Peygamberler vâsıtası ile kullarına bildirir.
İnsanlar da, bunları, Peygamberlerden, aklları ile, ilmleri ile öğrenirler. Akl
ve ilm sâhibleri akla, ilme uyarak, hayr işler. Aklı ve ilmi olmıyan ahmaklar,
câhiller, nefslerine ve şeytânlara uyarak, şer ya’nî günâh işleyerek, dünyâda
ve âhiretde azâba sürüklenir. Görülüyor ki, Peygamberlerin emrleri, ya’nî
dinler, Allahü teâlânın ni’meti, büyük ihsânıdır. İslâmiyyete uyanlar, Cennete
gidecekler, uymıyanlar Cehenneme gideceklerdir.]
Bir kişide olmasa ger
vecd-ü hâl,
eylese islâmiyyete o
imtisal.
Dâimâ bid’atleri terk eylese,
ehl-i sünnetden hiç ayrılmasa.
O kişi, ehl-i se’âdetdir hemân,
şer’i pâke iyi sarıl, ey civân.
Ger islâmiyyetsiz olursa vecd-ü hâl,
ehl-i istidrâc olur, ol bed fi’al.
Uçsa da, aldanma öyle şeylere,
kes kanâdı, tâ ki düşsün yerlere.
Anlara aldanma, îmânın gider,
şer’i pâki tutmıyan bulmaz zafer.