İslâm
dîninde harâm olan, günâh olan isrâfın ne demek olduğunu ve çeşidlerini, imâm-ı
Birgivînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî (Tarîkat-i Muhammediyye) kitâbından
terceme ediyorum:
Tesavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla
doldurmak demekdir. Kötü huyları araşdırdım. Altmış olduğunu anladım. Altmış
çeşid kötü huydan yirmiyedincisi, isrâf ve tebzîrdir. Tebzîr, tohumu tarlaya
saçıp dağıtmak demekdir. Malı boş yere dağıtmağa da denilmekdedir.
Malı, islâmiyyetin ve mürüvvetin uygun görmediği yerlere
dağıtmağa (İsrâf) veyâ (Tebzîr) denir. (Mürüvvet),
fâideli olmak, iyilik yapmak arzûsudur. (Fütüvvet),
dahâ husûsî ma’nâya gelir ki, kötülük yapmamak, iyilik yapmak ve herkesin
utanacak şeylerini örtmek ve kötülükleri afv etmekdir. İslâmiyyete uymıyan
isrâf, harâmdır. Mürüvvete uymıyan isrâf, tenzîhen [hafîf, az] mekrûhdur.
İsrâfı beş bahs içinde anlatacağız:
BİRİNCİ BAHS - İsrâfın kötülüğü ve
zararları: İsrâfın harâm olduğu muhakkakdır. Kalbin hastalığıdır. Kötü bir
huydur. Dînimizin, hasîsliği, cimriliği, isrâfdan dahâ çok kötülemesi, isrâfın
cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasîsliğin dahâ çok kötülenmesi,
insanların çoğu yaratılışdan, mal birikdirmeği sevdiği içindir. Bunun gibi,
âlimlerimiz, idrârın şerâbdan dahâ pis ve dahâ çok harâm olduğunu söyledikleri
hâlde, dînimiz bevli, şerâb kadar kötülememiş, şerâb içenlere, had denilen
seksen sopa vurulması emr edildiği hâlde, bevl için, had emr edilmemişdir.
Çünki, insanlar şerâb içmeğe düşkün oluyor. İdrâr içmek ise, kimsenin hâtırına
gelmiyor. İsrâfın kötülüğünü göstermek
için, Allahü teâlânın, (İsrâf etmeyiniz! Allahü
teâlâ, isrâf edenleri sevmez) meâlindeki
kelâmı yetişir. İsrâ sûresindeki âyet-i kerîmede
de meâlen, (Tebzîr etme! Tebzîr edenler, şeytânların
kardeşleridir) buyuruyor. Şeytânın
kardeşi de, şeytân olur. Şeytân isminden dahâ kötü bir ism yokdur. İsrâfı,
bundan dahâ çok kötüleyen birşey düşünülemez. Allahü teâlâ, mallarını isrâf
edenlere birşey vermeyiniz diye emr ederken, bunları en kötü bir ism ile
adlandırıyor. Nisâ sûresindeki âyet-i kerîmede
meâlen, (Mallarınızı sefîhlere, alçaklara vermeyiniz!) buyuruyor. Kur’ân-ı kerîmde Fir’avnı kötülerken, (O,
isrâf edenlerden idi) buyuruyor. Lût
aleyhisselâmın kavmini de, (Belki siz, isrâf
eden kavmsiniz!) diye kötülüyor.
Doğru oldukları herkesce bilinen iki temel hadîs kitâbında,
[(Buhârî) ve (Müslim)de]
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Malı
boş yere saçmayınız!) buyuruyor. İmâm-ı Tirmizînin “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, Ebî Berzeden “radıyallahü anh” getirerek yazdığı hadîs-i şerîfde,
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,
İsrâfın kötülüğünü gösteren delîllerden biri de, fâizin
harâm olmasıdır. Fâiz alıp vermek, büyük günâhdır. Buna da sebeb, insanların
malını alış veriş yaparken ziyân olmakdan korumakdır. Fâizin dîn-i islâmdaki
kötü derecesini göstermek için, Hazma efendinin
“rahmetullahi teâlâ aleyh” türkçe, (Bey’ ve şirâ) risâlesinin
şerhinden, aşağıya birkaç misâl yazmak fâideli görüldü:
(On şey, son nefesde îmânsız gitmeğe
sebeb olur: 1 - Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını öğrenmemek, 2 -
Îmânını, Ehl-i sünnet i’tikâdına göre düzeltmemek, 3 - Dünyâ malına, rütbesine,
şöhretine düşkün olmak, 4 - İnsanlara, hayvanlara, kendine zulm, eziyyet etmek, 5 - Allahü teâlâya ve iyilik
gelmesine sebeb olanlara şükr etmemek, 6 - Îmânsız olmakdan korkmamak, 7
- Beş vakt nemâzı vaktinde kılmamak, 8 - Fâiz alıp vermek, 9 - Dînine bağlı
olan müslimânları aşağı görmek. Bun-
lara
gerici gibi şeyler söylemek, 10- Fuhş sözleri, yazıları ve resmleri söylemek,
yazmak ve yapmak.)
Allahü teâlâ fâizi harâm etdi. Kur’ân-ı kerîmin birçok
yerinde, fâiz alanları ve verenleri şiddetle korkutdu. Bekara
sûresi, ikiyüzyetmişbeşinci âyetinde meâlen, (Fâiz yiyenler, kıyâmet günü mezârlarından, sar’a hastası gibi
perişân kalkacaklardır) buyuruldu.
Bundan sonraki âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, fâiz alan ve
verenlerin mallarının hepsini yok eder. İzini, eserini de bırakmaz. Zekât verenlerin
malını elbette artdırır) buyurdu. Fârisî (Riyâd-un-nâsıhîn) kitâbında
fâizin kırk nev’i ve zararları yazılıdır. Fâiz hakkında fazla bilgi
almak için, üçüncü kısm, ondokuzuncu maddeyi okuyunuz.
İsrâfın zararları: İsrâf edenlerin şeytâna, Fir’avna ve Lût
aleyhisselâmın kötü kavmine benzetilmesi ve
Allahü teâlânın bunları sevmemesi ve bunlara sefîh demesi ve âhıretde
azâb çekmeleri, dünyâda aşağı, muhtâc duruma düşmeleri ve pişmân olmalarıdır.
İKİNCİ BAHS - İsrâfın kötü olmasının
birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allahü teâlânın verdiği bir ni’metdir. Âhıreti kazanmak, mal ile olur.
Dünyâ ve âhıret, mal ile intizâm bulur, râhat olur. Hac, cihâd sevâbı
mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına
muhtâc olmakdan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabâyı dolaşmak,
fakîrlerin imdâdına yetişmek mal ile olur. Mescidler, mektebler, hastahâneler,
yollar, çeşmeler, köprüler yaparak, asker yetişdirerek insanlara hizmet de mal
ile olur. Dînimiz, (İnsanların en iyisi, onlara fâidesi çok olanıdır)
buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nâfile ibâdet
etmekden dahâ çok sevâbdır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur.
İmâm-ı Tirmizînin, Ebû Kebşe-i Ensârîden “radıyallahü teâlâ anh” alarak bildirdiği
bir hadîs-i şerîfde,
Mezheb sâhibi müctehidlerden, büyük âlim Süfyân-ı Sevrî
buyuruyor ki, (Bu zemânda mal, insanın silâhıdır). [Ya’nî, insan cânını,
sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur.] Medîne-i münevverenin yedi büyük
âliminden biri olan Sa’îd bin Müseyyib buyuruyor ki, (Borclarını ödemek için ve
ırzını, nâmûsunu korumak için ve ölünce, geride kalanlara mîrâs bırakmak için
mal kazanmayan kimse, hayrsızdır). [Ya’nî kendine ve cem’ıyyete zararlıdır.]
Büyük âlim ibni Cevzî “rahimehullah” buyurdu ki, (İyi niyyet ile mal kazanmak,
mal kazanmamakdan iyidir).
Malı ve dünyâlığı kötüliyen haberler de çokdur. Fekat, bu
haberler, malı, dünyâlığı değil, bunların zararlı kullanılmasını
kötülemekdedir. Meselâ, insanın azmasına, Allahü teâlâyı unutdurmasına, ibâdete
mâni’ olmasına sebeb olan mal zararlıdır. Ölümü ve ölümden sonrasını unutduran
mal da zararlıdır. Bu zararlar çok kim-
selerde
kendini göstermekdedir. Bu zararlardan kurtulan az olduğundan, malı kötüliyen
haberler çok olmuşdur. Görülüyor ki, mal, birbirine zıd iki şeye sebebdir. Hayr
ve şer. Hayra, iyiliğe sebeb olduğu için medh edilmekde olup, şerre, kötülüğe
sebeb olduğu için de kötülenmişdir.
Malın büyük bir ni’met olduğu anlaşıldı. Malı isrâf, Allahü
teâlânın ni’metini hakîr görmek, ni’mete kıymet vermemek, ni’meti elden
kaçırmak, kısaca küfrân-ı ni’met etmek, ya’nî şükr etmemek olur. Bu ise, ni’met
verenin düşman mu’âmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak
büyük bir suçdur. Ni’metin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden
gider. Şükr edilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. İbrâhîm sûresi, yedinci âyetinde meâlen, (Şükr ederseniz, verdiğim ni’metleri elbette artdırırım) buyuruyor.
ÜÇÜNCÜ BAHS - İsrâfın çeşidleri:
İsrâf, malı helâk etmek, fâidesiz hâle getirmek, dîne ve dünyânın mubâh olan
işlerine fâideli olmıyacak şeklde sarf etmekdir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve
elden çıkmasına sebeb olan yerlere atmak, onu helâk etmekdir. Kullanılmıyacak
hâle sokmak, kırmak, kesmek, ağaçdan meyveyi toplamayıp çürütmek, tarlayı hasâd etmeyip, ekinin helâk olması, hayvanları
soğukdan, düşmandan korunacak yere koymamak ve soğukdan, sıcakdan ve
açlıkdan ölmelerini önliyecek kadar
yidirmemek ve örtmemek de, helâk etmekdir. Bunların isrâf olduğu meydândadır.
(Hadîka)da el âfetlerinde
buyuruyor ki, (Başkasının malını helâk etmek, zulm olur. Ödemek lâzım olur.
Kendi malını helâk etmek, isrâf olur. Günâh işlemek için ve günâh işlenilmesi
için verilen mal ve paralar da isrâf olur).
Herkesce bilinmiyen, hâtırlatılması lâzım olan isrâflar da
vardır. Meselâ, meyve ve ekin toplandıkdan sonra, bunları iyi saklamayıp
kendiliklerinden bozulmaları veyâ nem alarak, çürümeleri veyâ kurd, güve, fâre,
karınca ve benzeri canlıların yimeleri hep isrâfdır. Ekmek, et, etsuyu, peynir
gibi gıdâların ve hurma, karpuz, soğan gibi meyvelerin ve kuru incir, kuru
üzüm, zerdâli gibi kuru meyvelerin ve buğday, arpa, mercimek gibi hubûbâtın ve
elbise, kumaş, kitâb gibi eşyânın, böylece, isrâf edildikleri çok
görülmekdedir.
Yemek artıklarını dökmek, çatalı, kaşığı, tabağı, tası
ekmekle veyâ parmakla sıyırıp yimeden önce, kapları ve parmakları yıkamak ve
silmek isrâfdır. Sofra bezi ve masa üstüne düşen ekmek ve yemek kırıntılarını
toplamayıp atmak da isrâfdır. Bu kırıntıları toplayıp kedi, köpek, koyun, sığır,
karınca, kuş, tavuk gibi hayvanlara yidirmek isrâf olmaz. (Müslim) kitâbında, Câbir bin Abdüllah
“radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Tabakları parmakla, parmağı ağızla siliniz!) buyurdu. Bir kerre de, (Şeytân,
her işinizde sizinle berâber bulunur. Hattâ, yimekde bile. Birinizin lokması
düşerse, onu alıp tozunu temizleyip yisin. O lokmayı şeytâna bırakmasın! Yemek
sonunda parmağını yalasın! Çünki, bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez) buyurdu.
Yine (Müslim)de, Enes bin Mâlik
“radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, yemek
sonunda üç parmağını mubârek ağzı ile
silerdi. Parmağı yalamak ve düşen lokmayı alıp yimek, insanı isrâfdan
kurtardığı gibi, kibr ve riyâyı giderir. Berekete kavuşdurur. Bilhâssa
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” efendisine uymak ve emrini yapmak şerefini
kazandırır. Mevcûddan istifâdeye ve gelecek ni’metin artmasına sebeb olur.
Fasülye, pirinç, nohud gibi şeyleri yıkarken dökmek ve dökülenleri toplamamak
isrâfdır. Elbise, sarık, çorab, ayakkabı gibi giyim eşyâsını iyi kullanmayıp,
çabuk eskitmek, onları yırtmak, yıkarken suyu, sabunu çok harcamak, lâmbayı,
mûmu [elektriği, hava gazını] boş yere yakmak, hep isrâfdır.
Malı kıymetinden aşağı fiyâtla satarak veyâ kirâya vererek
ve kıymetinden yukarı fiyatla satın alarak veyâ kirâlıyarak aldanmak isrâf
olur. Aldanarak alış verişe zarûrî ihtiyâc olursa veyâ yardım, sadaka gibi
niyyet ile böyle yaparsa isrâf ol-
maz.
Meyyitin kefenini mikdâr ve cins bakımından, ahkâm-ı islâmiyyede bildirilenden
fazla yapmak isrâfdır. Abdestde ve guslde, suyu sünnet olandan fazla kullanmak
isrâfdır. Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Abdüllah ibni Ömerden
haber veriyor: Sa’d “radıyallahü anhüm” abdest alırken, Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” gördü. (Yâ Sa’d! Suyu niçin isrâf
ediyorsun?) buyurdu. Abdest alırken de isrâf olur mu dedikde, (Büyük nehrde de olsa, abdestde fazla su kullanmak isrâf
olur) buyurdu.
Doydukdan sonra fazla yimek de isrâfdır. Yalnız, müsâfir
utanmasın diye, ta’âm sâhibinin fazla yimesi ve orucu râhat tutmak için sahûrda
fazla yimek isrâf değildir.
Acıkmadan önce, günde ikinci def’a yimek, isrâfdır. Ahmed
Ebû Bekr-i Beyhekî “rahmetullahi aleyh” kitâbında, Âişe “radıyallahü anhâ”
buyuruyor ki, günde ikinci def’a yemek yiyordum. Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem” görünce, (Yâ Âişe! Yalnız mi’deni
doyurmak, sana her işden dahâ tatlı mı geliyor? Günde iki kerre yimek de
isrâfdandır. Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez!) buyurdu.
Hâdimî merhûm “rahmetullahi teâlâ aleyh”, burayı şöyle
açıklıyor: (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Âişenin “radıyallahü
anhâ” ikinci yemeği, acıkmadan yidiğini anlayarak böyle buyurmuşdu. Yoksa,
keffâretler için, günde iki kerre yidirmek lâzım olduğu meydândadır).
Her istediğini yimek de isrâfdır. İbni Mâce ve imâm-ı
Beyhekî ve Abdüllah ibni Ebiddünyâ “rahimehümullah” kitâblarında, Enes bin
Mâlikden “radıyallahü anh” haber veriyorlar ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem”, (Her istediğini yimek isrâfdandır) buyurdu.
Günde iki kerre yimek ve her istediğini yimek isrâf olması, doydukdan sonra
veyâ hazm olmadan, acıkmadan tekrâr yimek isrâf olur demekdir. Çünki, gündüz
ikinci olarak yimek, hele kısa günlerde ve çalışmıyan kimseler için, çok kerre,
tam acıkmadan yimek olur. Bir sofrada, her istediğini yimek de, doydukdan sonra
yimek olur. Bildirilen iki hadîs-i şerîfde, isrâf olduğunu açıkca
anlatmadığından, isrâfa, harâma teşbîh buyurulması da mümkindir.
Sofrada yemek çeşidlerini lüzûm yok iken artdırmak isrâfdır.
Fekat, bir yemekden usanıp herbirinden biraz yiyerek ibâdet yapmak [meselâ oruc
tutmak, halâl kazanmak için çalışmak veyâ müslimân kardeşlerine yardım etmek
gibi ibâdetler] için kuvvetlenmek düşüncesi ile veyâ sofrada müsâfir
bulundurmak niyyeti ile olursa, isrâf olmıyacağı, (Hulâsa)
kitâbında ve başka kitâblarda yazılıdır. Kitâbların sözü, yemek
çeşidleri, yalnız bu iki sebeble artdırılabilir demek değildir. Ziyân etmedikce
ve başka bozuk niyyet ile olmadıkça, lezzet ve zevk için artdırmak da câiz
olduğunu, A’râf sûresinin otuzbirinci âyeti ve Mâide sûresinin doksanıncı âyeti
göstermekdedir. [Bu âyet-i kerîmeler ve ma’nâları, ikinci kısm, kırkbirinci
maddede yazılıdır.] Bu iki âyet-i kerîmeye dayanarak, âlimlerimiz, her çeşid
meyve yiyerek lezzet almağa câiz demişler ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” çeşidli meyve yidiğini haber vermişlerdir. Abdüllah ibni Abbâs
“radıyallahü anhümâ” için buyurulan, (İstediğini
yi, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, isrâf ve tekebbürdür) hadîs-i
şerîfi, (Buhârî)de yazılıdır.
Ekmeğin pişkin yerini ve içini yiyip, kenâr ve kabuklarını
atmak isrâfdır. Bırakılan kısmları başkası veyâ hayvan yirse, isrâf olmaz.
Sofraya lüzûmundan fazla ekmek koyup, sonra bunları, tekrâr
yimek için kaldırmamak isrâfdır. Ya’nî, yinmiyen ekmek parçalarını atmak ve
riyâ, gösteriş, şöhret için fazla ekmek koymak isrâf olur.
Nefîs yemekleri yimek, kıymetli, yeni elbise giymek, yüksek,
büyük binâlar yapmak ve dînin sâhibinin harâm etmediği dahâ bu gibi şeyler,
halâldan kazanıldığı, kibr ve öğünmek için olmadığı zemân isrâf değildir.
Lüzûmundan fazla olun-
ca tenzîhen [hafîf] mekrûh olurlar. Âhıreti kazanmak
istiyenlere, lâzım olan ile kanâ’at edip, fazlasını sadaka vermek yakışır.
DÖRDÜNCÜ BAHS - Sadaka vermekde de,
isrâf vardır. İmâm-ı Mücâhid “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Bir
kimse, Allahü teâlânın emr etdiği yerlere dağ kadar altın harc etse, isrâf
olmaz. Bir dirhem [yaklaşık beş gram] gümüşü veyâ bir avuc buğdayı, harâm olan
yere vermek isrâf olur). Hâtim-i Tâî, cömerdliği ile meşhûrdur. Bi’setden önce
ölmüşdür. Çok verdiği için, (Malı isrâf etmekde hayr yokdur) dediklerinde,
(Hayra verilen mal isrâf olmaz!) demişdir. Mücâhidin ve Hâtimin sözlerine
bakarak, sadakada isrâf olmıyacağını sanan olmuş ise de, böyle zan etmek yanlışdır.
Şimdi bunu açıklamağa çalışacağız:
Cenâb-ı Hak, Mü’minûn sûresinde,
meâl-i şerîfi, (Verdiğimiz rızklardan, sadaka verirler) olan âyet-i kerîme
ile mü’minleri medh ediyor. Kâdî Beydâvî ve Zemahşerî ve Fahreddîn-i Râzî gibi
büyük âlimlerin tefsîrlerinde ve dahâ birçok tefsîrlerde diyor ki, âyet-i
kerîmede, (rızklardan) kelimesi,
(rızkların ba’zısını, bir kısmını) demek olup, (sadaka verirken, harâm olan
isrâfdan sakının!) demekdir. Bütün âlimlere göre, buradaki sadaka, malı hayra,
islâmiyyetin gösterdiği yola sarf etmekdir. En’âm
sûresi, yüzkırkbirinci âyetinde meâlen, (Ekini
hasâd etdiğiniz zemân, fakîrlerin haklarını verin ve isrâf etmeyin. Allahü
teâlâ, isrâf edenleri elbette sevmez) buyuruldu.
Bu da, (Sadaka
verirken isrâf etmeyin) demekdir. Çünki, Sâbit bin Kays “radıyallahü
anh” bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek
evi için hurma bırakmayınca, bu âyet-i kerîme inmişdi. Ya’nî, (Hepsini vermeyiniz!) buyuruldu. Abdürrezzâk,
Abdülmelik ibni Cüreycden haber veriyor ki, Mu’âz bin Cebelin “radıyallahü anh”
bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine
birşey kalmadı. Hemen (Fekat, isrâf etmeyin) âyet-i
kerîmesi geldi. İsrâ sûresi, yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (Ey Habîbim! Malını, kendine kalmıyacak şeklde dağıtma!) buyuruldu.
Câbir ve Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ” buyuruyorlar ki, (Bir oğlan,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize gelip, ba’zı lüzûmlu
şeyleri saydı ve annem beni sana gönderip bunları istedi, dedi. Bugün bende
bunların hiçbiri yok buyuruldukda, gömleğini bana ver dedi. Hemen, mubârek
arkasından gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve evinde gömleksiz kaldı. Bilâl-i
Habeşî ezân okuyunca, cemâ’at her zemân olduğu gibi, Resûlullahı beklediler.
Gelmeyince merâk etdiler. Birkaçı evine bakıp, gömleksiz olduğundan
gelemediğini anladı. O zemân, bu âyet-i kerîme geldi). (Buhârî) ve (Müslim)de,
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, (Sadakanın hayrlısı, ihtiyâcı olmıyanın verdiğidir)
buyurdu. İmâm-ı Begavî, Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” haber
veriyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize biri gelip, bir
altınım var, ne yapayım dedi. (Bununla kendi
ihtiyâclarını al) buyurdu. Bir altınım dahâ var dedi. (Onunla da çocuğuna lâzım olanları al) buyurdu.
Bir dahâ var dedi. (Onu da, âilenin ihtiyâclarına
sarf et) buyurdu. Bir altın dahâ var dedi. (Hizmetcinin ihtiyâclarına
kullan) buyurdu. Bir dahâ
var deyince, (Onu kullanacağın yeri sen dahâ iyi bilirsin) buyurdu. (Müslim)de, Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” buyuruyor ki,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Paranız
ile, önce kendi ihtiyâclarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyâclarına
sarf edin. Bundan da artarsa, akrabânıza yardım edin!) buyurdu. (Buhârî)de, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kendisi veyâ
çoluk çocuğu muhtâc iken veyâ borcu var iken verilen sadaka kabûl olmaz. Borc
ödemek, sadaka vermekden ve köle âzâd etmekden ve hediyye vermekden dahâ
mühimdir. Başkasının malını, sadaka vererek, zâyi’ olmasına sebeb olmayın!) buyurdu.
Fıkh âlimi Ebülleys Semerkandînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tenbîhül-gâfilîn) kitâbında, İbrâhîm bin Edhem
“rahimehullah” buyuruyor ki, (Borcu olan kimse, ödemedikce yağlı ve sirkeli
ta’âm yimemelidir). İbni Hacer-i Askalânî buyuruyor ki, İbni Battâl “rahime-
hüllah”,
(Borcu olanların sadaka vermesi ve borcunu ödememesi câiz değildir. Bunu bütün
âlimler sözbirliği ile bildirmekdedir) buyurdu. Taberânî ve birçok âlimler
buyuruyor ki, (Âlimlerin çoğuna göre, bir kimsenin vücûdü sağlam olur, aklı
başında olur, bir yere borcu olmaz ve evli olmayıp malsızlığa sabr edebilirse
veyâ evli olup da, çoluk çocuğu da sabr ederlerse, bu kimsenin bütün malını
sadaka vermesi câiz olur. Bu saydığımız şartlardan biri eksik olursa, sadaka
vermesi mekrûh olur. Ba’zı âlimler, sadakası kabûl olmaz buyurdu). Ömer
“radıyallahü anh” da böyle buyurdu.
Bu haberlerden anlaşılıyor ki, sadaka vermekde de isrâf
olur. Borcundan çok malı olmıyan veyâ çoluk çocuğu sıkıntıya sabr edemediği
hâlde, bunların ihtiyâcını karşılıyacak maldan fazlası bulunmıyan veyâ
sıkıntıya katlanamadığı hâlde, kendisi muhtâc olan kimsenin sadaka vermesi
isrâf olur. Ödünc vermekde de böyle isrâf olur.
BEŞİNCİ BAHS - İsrâfın ilâcı üçdür:
1 - İlm ile ilâc, anlatdığımız zararlarını bilmek ve
bunları düşünmekdir.
2 - İş ile, uğraşmakla ilâc, malı dağıtmamağa gayret
etmek ve güvendiği birine bu derdini anlatıp, malına ve harclarına dikkat
etmesini, isrâfını görünce, kendine hâtırlatmasını, hattâ zorla önlemesini ricâ
etmekdir.
3 - İsrâfın sebeblerini söküp atmak. İsrâfın sebebleri
altıdır:
Birinci sebeb, sefâhetdir. Çok kimseyi isrâfa alışdıran
budur. Sefâhet, kalb hastalıklarının otuzbirincisidir. Sefîhlik, aklın az ve
hafîf olmasıdır. Buna sefâhet veyâ rekâket de denir. Aksine, tersine, rüşd
denir ki, aklın kuvvetli, temâm olmasıdır. Allahü teâlâ, (Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!) meâlindeki âyet-i
kerîmeden sonra, (Onların hâlinde rüşd
görürseniz, mallarını kendilerine teslîm ediniz!) meâlinde emr buyuruyor. Çok kimse, yaratılışda sefîh olur. Bu
kötü hâlleri, ba’zı sebeblerle, zemân zemân artar. Çalışmadan, alın teri
dökmeden eline mal girer, kötü arkadaşlar, bu mala konmak için, dağıtmasına,
saklamanın, artdırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığına kandırır. İsrâfa yol
açarlar. Bunun içindir ki, kötü arkadaşlardan kaçmakla emr olunduk. Zengin
çocuklarının çoğu, böyle isrâfa alışmakda ve sefîh olmakdadırlar. Sefâheti
artdıran bir sebeb de, insanların çok hurmet, saygı göstermesi, yüz vermesi,
medh eylemesidir. Âmirlerin, zenginlerin, mu’allimlerin çocukları bu yoldan
sefâhete düşmekdedir.
İkinci sebeb, isrâfı veyâ çeşidlerinden birkaçını
tanımamakdır. İsrâf olduğunu bilmez, hattâ cömerdlik sanır. Lüzûmsuz yere,
yasak, zararlı yerlere verilen mal, cömerdlik sanılır.
Üçüncü sebeb, riyâ ve gösteriş yapmakdır.
Dördüncü sebeb, gevşeklik ve tenbellikdir.
Beşinci, hayâ, sıkılmakdır.
Altıncısı, dîni kayırmamak, islâmiyyeti gözetmemekdir.
Bu altı sebebin ilâclarını bildirelim:
Birincisi: Yaradılışda bulunan sefâhetin ilâcı güçdür. Bunun
için, islâmiyyet, bunlara mal vermeği yasak etmiş, hicr eylemiş, ya’nî
mallarını kullanmalarına izn vermemişdir. İsrâf
eden sefîhi hicr lâzımdır. Hâlbuki, hicr insanlık hakkını almak, hayvan, hattâ
cansız gibi yapmakdır. İlâc kabûl edebileni kötü arkadaşlardan ayırmalı,
akllı, tecribeli kimselerin yanında bulundurmalıdır. İsrâfın âfetlerini
duyurmalı, zor ile, hattâ azarlıyarak, cânını yakarak, mal dağıtmakdan
vazgeçirmelidir.
İkincisi, cehlin ilâcını öğretmekdir.
Üçüncüsü: Riyâ, kalb hastalığının dokuzuncusu olup, uzun
anlatmış idik. [(İslâm Ahlâkı) kitâbımızda
uzun yazılıdır.]
Dördüncü ilâc, gevşeklik ve tenbellik için olup, kalb
hastalıklarının otuzikinci-
sidir.
Bunun kötülüğünü anlamak için, Vennecmi sûresi, otuzdokuzuncu âyet-i kerîmesinin,
(İnsan, ancak çalışdığının fâidesini görür) meâl-i
şerîfi yetişir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tenbellikden Allahü
teâlâya sığınmış, (Yâ Rabbî! Beni, keselden koru!) diye
düâ etdiğini, Âişe “radıyallahü anhâ” ve Enes bin Mâlik, (Buhârî) ve (Müslim)de
bildirmişlerdir. Tenbelliğin ilâcı, çalışkanlarla konuşmak, tenbel, uyuşuk
kimselerden kaçınmak, Allahü teâlâdan hayâ etmek lâzım geldiğini ve azâbının
şiddetli olduğunu düşünmekdir. Dînini iyi bilen ve her hareketi, bilgisine
uygun olan sâlih kimselerle görüşmeli, günâh işliyen, Allahü teâlânın emr ve
yasaklarına uymayıp, yalnız söz ile müslimânları okşayan, avutan yalancılardan,
Ehl-i sünnet kitâblarındaki bilgileri öğrenmemiş câhillerden uzak olmalıdır.
İsrâf çok kötü bir huydur. Çirkinliği meydândadır. Kalbi,
durmayıp karartan, kemiren, tehlükeli bir hastalıkdır. Tedâvîsi de pek güçdür.
Bu sıfat kalbi kaplamadan önce, giderilmesi için ve bu felâketden kurtulmak
için bütün ilâclarına baş vurup uğraşmalıdır. Kurtarması için, Cenâb-ı Hakka yalvarmalı,
düâ etmelidir. Allahü teâlâ, çalışana, her güçlüğü kolaylaşdırır. O,
sığınılacak, güvenilecek, biricik yardımcı ve kurtarıcıdır. İmâmı Birgivînin
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tarîkat-i
Muhammediyye) kitâbındaki isrâf bahsi burada temâm oldu.
Süâl: Tütün içmek isrâf mıdır?
Cevâb: İsrâf, ister kendi için,
ister başkası için olsun, malı harâm olan yere vermekdir. Azı da, çoğu da isrâf
olur. Büyük günâh olur. İçki için, kumâr için, oyun için vermek böyledir.
Sigara harâm olsaydı, buna az veyâ çok verilen para isrâf olurdu. Sigarayı az
içmek harâm değildir, mubâhdır. Parayı, malı, halâl, mubâh olan yerlere vermek,
iki dürlü olur:
Birincisi: Kendi bedeni için,
yimekde, içmekde, giyinmekde, ev kurmakda, tabî’atinin çekdiği şeye,
ihtiyâcından fazla harc etmek, isrâf olur. Meselâ bir şeyi yimek, içmek
isteyince, doydukdan sonra, fazlası isrâf olur. Bunun küçük günâh olduğu, (Redd-ül-muhtâr)da, nemâzın vâcibleri başında
bildirilmekdedir.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî
“rahmetullahi aleyh”, üçüncü cild, elliikinci mektûbu, kitâbımızın üçüncü
kısmının otuzsekizinci maddesinde yazılıdır. Bu mektûbda buyuruyor ki, (İnsan ve
hayvanların bedeni dört şeyden yapılmışdır [toprak maddeleri, su, hava ve nâr,
ya’nî harâret]. Birbirine benzemiyen, hattâ birbirinin aksi olan bu dört şeyin
ihtiyâcları ve îcâbları vardır. Bedendeki harâretden [ısıdan] dolayı [ısı
kudret kaynağı olduğu için], insan ve hayvanlar, kendini beğenmekde, üstün
görmekdedir. Şehvet ve gadab kuvvetleri ve başka kötülükler, bu dört şeyden ileri
gelmekdedir).
İşte bu ihtiyâc ve îcâblar, hayvanların ve insan tabî’atinin
çekdiği, istediği şeyler olup, sevk-ı tabî’î, [iç güdü] denilmekdedir. Aklı
olan kimse, bu sevk-ı tabî’îleri islâmiyyetin emr etdiği, izn verdiği gibi
kullanır ve günâh olmaz. Aklı dinlemiyenler ise, nefse uyarak, mubâhlardan
dışarı taşar. Günâha girer. Çünki nefs, sevk-ı tabî’îleri, mubâhların dışına
çıkarmağa zorlıyan, mubâhlardan başka şeyler de istiyen bir kuvvetdir.
İnsanların duygu organları ve hareket sinirleri, kalb ismindeki bir kuvvetin
emrindedir. Bedenin dört yapı maddesi ile nefs ve kalb kuvvetlerini bir arada
tutan, çalışdıran kuvvet de, rûhdur.
Kâfirlerin ve günâh işliyen mü’minlerin nefsleri azmış, kalbi ve rûhu
kaplamışdır. Bu üç kuvvet birleşmiş gibi olup nefsin istediğini yapmakdadırlar.
İslâmiyyete uyunca, bu üç kuvvet birbirinden ayrılıp, kalb ve rûh kuvvetlenir
ve nefs za’îfliyerek, kalb ve rûh, nefsin baskısından, kumandasından kurtulur
ve temizlenmeğe başlar. Her ikisi de, işlerini Allahü teâlânın rızâsı için, iyilik
için yapar.
Hayvanlarda, kalb, rûh ve nefs olmadığından, sevk-ı tabî’î
ile hareket ederler. Meselâ acıkınca, doyuncaya kadar, bulduklarını yirler.
İnsanlar ise, kalb ile hareket eder. Kalb, nefse uyarsa, bulduğu ile doymaz.
Harâm olan şeyleri arar. Doy-
dukdan
sonra da yir. Meselâ, sıcakda, insanın tabî’ati, serin bir şey isteyince, kalb
akla uyarsa,islâmiyyetin izn verdiği su, şerbet, limonata, gazoz ve dahâ birçok
içecekleri ve lüzûmu kadar alır. Aklı dinlemeyip, nefse uyarsa, mubâhları ihtiyâc
olan mikdârdan fazla ister ve nefsin istediği harâm içkilere de sapar. Nitekim,
üçüncü cild, yirmiyedinci mektûbda buyuruyor ki, (İnsanın ba’zı arzûları,
tabî’atinden ileri gelmekdedir. Beden sağ kaldıkca, hiç kimse bu isteklerden
kurtulamaz. Meselâ, harâret artınca, insanın tabî’ati serin birşey içmek ister. Soğukda, sıcak birşey ister.
Böyle istekleri yapmak günâh değildir ve nefse uymak değildir. Çünki,
tabî’atimizin zarûrî istekleri mubâhdır. [Bunlara (ihtiyâc maddeleri) denir. İhtiyâc maddelerini lâzım
olduğu kadar kullanmak sünnetdir. Çünki, bu tabî’î istekler] nefs-i
emmârenin arzûlarının dışındadır. Nefs, mubâhların lüzûmundan fazlasını ve
şübhelileri ve harâmları ister. Mubâhların zarûrî mikdârı ile doymaz). Üçüncü
cild, seksenaltıncı mektûbda buyuruyor ki, (Riyâzet çekmek, mubâhları da
azaltıp, zarûret mikdârı kullanmak demekdir).
Görülüyor ki, malı, ihtiyâc olan mubâhlara harc etmek isrâf
değildir. Günâh olmaz. Sigaraya alışmış kimsenin tabî’ati, ekmek ister gibi,
tütünü istiyor. Böyle kimsenin, ihtiyâcı kadar kullanması isrâf olmaz. Fakîr
bir kimsenin, çoluk çocuğuna ekmek parası bulması lâzım olduğu gibi, kendi
tütün ihtiyâcını da karşılaması lâzım olur. Sigaraya alışmış bir kimsenin,
(Çoluk çocuğunun nafakasını kesip de kendine sigara alması isrâf olmaz mı?)
demek, (Kendine, doyuncıya kadar yimek için ekmek alması isrâf olmaz mı?)
demeğe benzer. Hattâ böyle, fakîr birinin, su yerine, gazoz, limonata içmesi
isrâf olup, tütün alması isrâf olmaz.
Şunu da bildirelim ki, çoluk çocuğunun
nafakasını karşılayacak kadar mal kazanmak için çalışmak farzdır. İhtiyâclarını karşılamak
için, fazla çalışmak sünnetdir. Bunlar, ikinci kısm, 38. ci maddede
bildirilmişdir. Çalışan kimse, nafakadan kesecek kadar fakîr olmaz. Nafakadan
kesecek kadar fakîr kimse, tütün içdiği için değil, çalışmayıp, bu derece fakîr
kaldığı için günâha girer.
Sigaraya alışmamış fakîr kimsenin, tabî’ati çekmediği zemân,
nafakadan kesip sigara alması, su yerine gazoz içmesi gibi, doğru olmaz. Fekat,
bu derece fakîrlik, tenbellikden ileri gelir.
Çalışmayıp fakîr düşerek, kendini ve çoluk çocuğunu zarûrî lâzım olanlardan,
nafakadan mahrûm bırakmak harâmdır. İhtiyâc olanlardan mahrûm bırakmak mekrûh
olur.
İkincisi: Malı kendi bedeni için
kullanmadığı zemân, hakkı, ya’nî lüzûmu olmayan yere, az da sarf etmek isrâf
olur. Meselâ, malı ateşde yakmak, denize atmak böyledir. Lüzûmu olan yere,
lüzûmundan fazla vermek de isrâf olur. [Meselâ, çoluk çocuğuna ihtiyâclarından
fazla şeyler vermek isrâf olur. İhtiyâc, islâmiyyetin gösterdiği mikdârlar ile ve memleketin âdetine göre belli olur.]
Görülüyor ki, malı sarf edecek yerleri ve kendi malındaki başkalarının
hakkını öğrenmek lâzımdır.
İnsanın, kendi malında bulunan, başkasının hakkını ödemesi,
isrâf değildir. Bu hakları hemen vermek lâzımdır. Bu hakların en mühimmi,
zekâtdır.
Erenlerin sohbeti, ele
giresi değil.
Sohbete kavuşanlar, mahrûm
kalası değil.
Gezmek gerek her
yeri, bulmak için, bir eri,
sarraf tanır
cevheri, magbûn bilesi değil.
Akar suyun başına, kapalı
desti konsa,
kırk yıl, orda dursa da,
âbı alası değil.
Sohbet, kalbi eder pâk, ona imrenir eflâk,
âdemi, ârif eden, tâcu hırkası değil.
Önce
îmân etmeli, harâmdan, el çekmeli,
rûh gıdâsın bilmeli: Bâdem helvâsı değil!