(Kimyâ-i se’âdet)in ikinci rükn,
dördüncü asl’ından terceme edilmişdir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Halâl kazanmak her müslimâna farzdır). Halâl
kazanabilmek için, önce halâli öğrenmek lâzımdır. Halâl ve harâm meydândadır.
İkisi arasında şübheli olanları tanımak gücdür. Şübhelilerden sakınmıyan,
harâma düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilmdir. (İhyâ-ül’-ulûm)
ismindeki kitâbımızda etrâflı yazdık. Burada da, herkese çok lâzım
olanları kısaca bildirelim. Hepsini dört bâb içinde sıralıyalım: [Burada üç bâb
bildirilmişdir.]
1 - Halâl kazanmanın üstünlüğü
ve sevâbı: Mü’minûn sûresi, elliikinci [52]
âyetinde meâlen, (Ey Peygamberlerim “salevâtullahi
aleyhim ecma’în”. Halâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunun için, (Halâl kazanmak her müslimâna farzdır) buyurdu.
Ve buyurdu ki, (Bir kimse, hiç harâm karışdırmadan,
kırk gün halâl yirse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine,
nehrler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir). [Dünyâlık
kazanmak için çalışmak günâh değildir. Dünyâlık sevgisi, dünyâya gönül bağlamak
günâhdır.] Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah
“sallallahü aleyhi ve sellem”! Düâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her düâmı
kabûl etsin!). Cevâbında buyurdular ki, (Düâ kabûl
olmak için, halâl lokma yiyiniz!). Bir hadîs-i şerîfde, (Çok kimse vardır ki, yidikleri ve giydikleri harâmdır.
Sonra ellerini kaldırıp düâ ederler. Böyle düâ, nasıl kabûl olunur?). Bir
kerre de buyurdu ki, (Harâm yiyenlerin ne farzları,
ne de sünnetleri kabûl olmaz). [Ya’nî sevâbına kavuşamazlar.] Yine
buyurdu ki, (On liralık elbisenin, bir lirası harâm
olsa, o elbise ile kılınan nemâzlar kabûl olmaz). Yine buyurdu ki, (Harâm ile beslenen vücûdün ateşde yanması dahâ iyidir). Yine
buyurdu ki, (Malın halâlden mi, harâmdan mı
geldiğini düşünmiyenler, Cehenneme, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü
teâlâ, onlara acımıyacakdır). Yine buyurdu ki, (İbâdet on kısmdır, dokuz kısmı, halâl kazanmakdır). Bir
def’a da buyurdu ki, (Halâl kazanmak için yorulup,
evine dönen kimse, günâhsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse olarak
kalkar). Yine buyurdu ki, (Allahü teâlâ
buyuruyor ki, harâmdan kaçınanlara hesâb sormağa utanırım). Ve
buyurdu ki, (Bir dirhem fâiz [almak ve
vermek], otuz zinâdan dahâ günâhdır). Ve
buyurdu ki, (Harâm maldan verilen sadaka kabûl
edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur).
Ebû Bekr “radıyallahü anh”, hizmetcisinin getirdiği sütü
içdi. Sonra halâlden olmadığını anlayınca, parmağını buğazına sokarak kay etdi.
O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra, (Yâ Rabbî! Elimden geleni
yapdım. Mi’demde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!) diye
yalvardı. Ömer “radıyallahü anh” da, Beyt-ülmâla âid zekât develerinin
sütünden, yanlışlıkla verilip içdiği zemân, böyle yapmışdı. Abdüllah bin Ömer
“radıyallahü anhümâ” buyurdu ki, (Kanbur oluncıya kadar nemâz kılsanız ve kıl
gibi oluncıya kadar oruc tutsanız, harâmdan kaçınmadıkca, kabûl edilmez,
fâidesi olmaz). Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, (Harâm para ile sadaka veren,
câmi’ yapdıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrâr ile yıkıyan
kimseye benzer ki, dahâ çok pislenir). Yahyâ bin Mu’âz buyuruyor ki, (Allahü
teâlâya itâ’at etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı düâ, anahtarın
dişleri de halâl lokmadır). Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki; (Hakîkî
îmâna kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeble yapmak, halâl
yimek, görünen ve görünmiyen bütün harâmlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünciye
kadar devâm etmeğe sabr etmek). Büyükler buyuruyor ki, (Kırk gün şübheli lokma
yiyenin kalbi kararır ve lekelenir). Abdüllah ibni Mübârek buyuruyor ki,
(Şübheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka vermekden dahâ
çok severim). Sehl bin Abdüllah Tüsterî buyuruyor ki, (Harâm yiyenle-
rin
yedi a’zâsı, istese de, istemese de günâh işler. Halâl yiyenlerin a’zâsı,
ibâdet eder. Hayr işlemesi kolay ve tatlı gelir). Halâl kazanmanın
ehemmiyyetini gösteren dahâ nice hadîs-i şerîfler ve büyüklerin sözleri vardır.
Bunun içindir ki, vera’ sâhibleri harâmdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri
Veheb ibni Verd “rahmetullahi teâlâ aleyh” idi ki, nereden geldiğini anlamadan
birşey yimezdi. Birgün annesi, buna bir bardak süt vermişdi. Sütü nereden
aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini
anlayınca, bu koyun nerede otlamış dedi. Müslimânların hakkı bulunan bir yerde
otlamışdı. Sütü içmedi. Annesi, oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç! dedi. Ona
günâh işlemekle rahmetine kavuşmak istemem, dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfîye
“kuddise sirruh”, ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde, (Herkesin
yidiği yerden. Ammâ, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlıyan arasında çok fark
vardır) buyurdu.
2 - Halâl ve harâmda vera’ın
dereceleri: Halâlin ve harâmın dereceleri vardır. Ba’zı şey
halâldir, ba’zısı halâl ve güzeldir. Ba’zısı da dahâ güzeldir. Harâmların da
ba’zısı çok fenâ, bir kısmı ise az fenâdır. Nitekim hastalığın dereceleri de
çeşidlidir. İnsanların harâmdan ve şübhelilerden kaçınmaları, beş derecedir:
Birinci derece - Bütün müslimânların
vera’ıdır ki, islâmiyyetin harâm dediği şeylerden kaçınmakdır. Bu en aşağı
derecedir. Bu derece vera’dan da nasîbi olmıyanların adâleti yokdur. Bunlara, (Âsî) ve (Fâsık) [kötü
kimse] denir. Bunların da dereceleri vardır. Meselâ, birinin malını, fâsid bey’
ile, gönül rızâsı ile satın almak harâmdır. Fekat, zorla gasb etmek, dahâ
harâmdır. Yetîmden, fakîrden almak ise, dahâ şiddetli harâmdır. Fâiz ile satın
almak, hepsinden ziyâde harâmdır. Harâmın şiddeti ne kadar fazla ise, cezâsı
da, o kadar çok olur. Afv olmak ihtimâli de, o derece az olur. Nitekim, diyabet
hastasına bal zarar verir. Fekat şeker dahâ çok zararlıdır. Şekeri çok yimek,
az yimekden dahâ zararlıdır. Halâllerin, harâmların hepsini, fıkh okuyanlar
bilir. Bütün fıkhı okumak ise, herkese vâcib değildir. Meselâ, ganîmet malından
ve cizye parasından hissesi olmıyanların ganîmet ve cizye ilmlerini okuması
lâzım değildir. Fekat, buna muhtâc olanların, bu ilmleri okuması vâcib olur.
Esnâfın, tüccârın, bey’ ve şirâ’ ilmlerini öğrenmesi lâzımdır. İşçi olanın ise,
ücret, kirâ kısmlarını da bilmesi vâcib olur. Her san’atin bir ilmi vardır.
Herkese, san’atinin ilmini öğrenmesi vâcibdir.
İkinci derece - Sâlihlerin [iyi
insanların] vera’ıdır ki, harâmlarla berâber, şübhelilerden de kaçınmakdır.
Şübheliler de, üç kısmdır: Ba’zısından sakınmak vâcibdir. Ba’zısından,
müstehabdır. Ba’zısından sakınmak ise, vesvesedir, kuruntudur ve fâidesizdir.
Meselâ, belki birinin mülküdür diye av eti yimemek [ve belki Besmelesiz
kesilmişdir veyâ kitâbsız kâfir ve mürted tarafından kesilmişdir diyerek,
kasabdan et almamak] ve belki sâhibi ölüp vâris eline geçmişdir diye, âriyet,
ya’nî ödünc aldığı evden çıkmak, hep kuruntudur. Bu şübheleri gösterecek bir
nişân, alâmet olmadıkca, kuru düşünce, vesvese olup, hiç fâidesi yokdur.
Üçüncü derece - Müttekîlerin vera’ıdır
ki, harâm ve şübheli olmayıp, halâl olup, fekat şübheli veyâ harâma sebeb olmak
korkusu olan şeylerden sakınmakdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Bir müslimân, tehlükeli olan şeyin
korkusundan dolayı, tehlükesiz şeyden sakınmadıkca, müttekî olamaz!).
Ömer “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Bizler harâma düşmek
korkusu ile, halâllerin onda dokuzundan kaçındık). Bunun içindir ki, yüz dirhem
gümüş alacağı olan bir kimse, doksandokuz dirhem alırdı. Ağır gelmek
korkusundan, temâmını alamazdı. Alî bin Ma’bed diyor ki, bir evde kirâcı idim.
Birgün, birisine mektûb yazmışdım. Mektûbu dıvarın
tozu ile kurutmak hâtırıma geldi. Sonra dedim ki, bu dıvar, benim malım
değildir, kurutmamalıyım. Fekat, yine dedim ki, bu kadarcık şeyin zararı
olmaz. Dıvârdan toprak alıp mürekkebi kurutdum. O gece rü’yâda, birisi dedi ki,
(Dıvâr toprağının zararı olmaz diyenler, yarın kıyâmet gününde anlarlar). Bu
derecede olanlar, en küçük şeyden sakınırlar. Belki, bu şey, büyük şeylere yol
açar der-
ler.
Yâhud, âhıretde müttekîlerin derecesinden düşmemek için sakınırlar. Bunun
içindir ki, Hasen bin Alî “radıyallahü anhümâ” çocuk iken zekât malından ağzına
bir hurma koymuşdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Pis pis, onu at!) buyurmuşdu. Halîfe Ömer bin
Abdül’azîzin yanına ganîmet eşyâsından misk getirdiler. Burnunu tıkadı. Bunun
fâidesi kokusudur. Bu ise, müslimânların
hakkıdır dedi. Büyüklerden biri, bir gece, bir hastanın başında bekliyordu. Hasta
ölünce kandili söndürdü. Kandilin yağı, şimdi vârislerin hakkı oldu dedi.
Halîfe Ömer “radıyallahü anh” ganîmet malından bir parça miski evine
bırakmışdı. Birgün eve gelince, âilesinin baş örtüsünden misk kokusu duydu ve
sordu. Miski yerine koyuyordum, elim kokdu. Elimi baş örtüme sürdüm deyince,
Ömer “radıyallahü anh” baş örtüsünü alıp iyice yıkadı, kokusu kalmayınca geri
verdi. Bunun zararı yok idi. Lâkin Ömer “radıyallahü anh”, âdet olmasını
önlemek istedi. Harâm korkusu ile halâli terk ederek, müttekîler sevâbına
kavuşmak istedi. Ahmed bin Hanbelden sordular ki, hadîs-i şerîf yazılı bir
kâğıd bulan kimse, sâhibine sormadan, bunun kopyasını alabilir mi? Hayır dedi.
İnsan, mubâh olan dünyâ işlerine çok dalarsa, şübheli
olanları yapmağa başlar. Belki, halâlden çok yiyen, müttekîlerin derecesine
eremez. Çünki, mi’de halâl ile dolunca, şehvet harekete gelir. Câiz olmıyan
şeyler yapılabilir. Kadınlara, kızlara bakmak tehlükesi baş gösterir.
Zenginlere, mal, mülk, mevkı’ sâhiblerine imrenerek bakmak da, dünyâ hırsını
artdırır. Onlar gibi olmak ister. Harâm toplamağa başlar. Bunun içindir ki,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Dünyâya
gönül bağlamak, günâhların başıdır) buyurdu. Ya’nî mubâh olan
şeylere düşkün olmak, kalbi dünyâya çevirir. Çok mal toplamak ister. Bunu da,
günâh işlemeden yapamaz. Mal toplamağı düşündükce, Allahü teâlâyı unutmağa
başlar. Bütün kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gâfil olmasıdır.
Süfyân-ı Sevrî, birisi ile birlikde evin kapısında duruyordu. Önlerinden,
süslenmiş bir adam geçdi. Arkadaşı, bu adama bakarken, Süfyân mâni’ olup, eğer sizler bakmamış olsanız, böyle isrâf
yapmaz idi. Bunun isrâf günâhına, siz de ortak oluyorsunuz buyurdu.
[Kur’ân-ı kerîmi, mevlidleri mûsîki ile, gazel okur gibi okuyan hâfızların da,
günâha girmelerine sebeb, onları dinliyenlerdir. Günâha sebeb olanlar,
işliyenler gibi azâb görecekdir.]
Dördüncü derece - Sıddîkların vera’ıdır.
Sıddîklar, harâma sebeb olmak korkusu bulunmıyan halâllerden de sakınır.
Bunları meydâna getiren sebeblerden birine harâm karışmış olmasından
çekinirler. Meselâ, Bişr-i Hâfî “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”,
sultânların veyâ adamlarının yapdırdığı çeşmelerden su içmezdi. Ba’zıları,
hacca giderken, sultânların yapdırdığı su kanallarından sulanmış bağların
üzümlerini yimezdi. Birinin yolda, na’lını kopmuşdu. Sultân geçiyordu. Gece,
onun ışığı ile, na’lınını bağlamadı. Bir gece, bir kadın iplik iğriyordu.
Sultân geçdi. İpliğini sultân ışığı ile bükmemek için, sultân geçinceye kadar
işlemedi. Zünnûn-i Mısrîyi habs etmişlerdi “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”.
Günlerce aç kalmışdı. Bir kadın, iplik parası ile hâzırladığı yemekden
gönderdi. Yimedi. Kadın işitince, üzüldü. Halâl para ile yapdığımı biliyorsun,
niçin yimedin dedi. Evet yemek halâl idi. Fekat, zâlimin tabağı içinde
getirdiler buyurdu. Yemeği zindâncıların tabağında getirmişlerdi.
Sıddîkların vera’ı, en yüksek derecededir. Fekat, bu
derecede olmıyanlar, vesveseye düşer. Fâsıkların elinden birşey yimezler. İş
böyle değildir. Fâsıkdan değil, zâlimden kaçınmak lâzımdır. Zâlim, başkasının
hakkını kullanandır. Harâm yimekdedir. Fekat, meselâ zinâ yapan kimsenin
kazancı zinâdan değildir ki, harâm olsun. Harâmdan sakınmak vera’dır. Yoksa
çamaşır yıkarken, su kullanırken, acabâ temiz mi diye vesvese etmek, vera’
değildir. Sıddîklar, böyle vesvese yapmazdı. Her buldukları su ile abdest
alırlardı. Elbisenin, suyun temizliğinde vesvese etmek, gösteriş yapmağa
yaklaşır ve nefsin hoşuna gider. Hâlbuki, Sıddîkların ve-
ra’ı,
kalb temizliğidir. Bunu insanlar görmez. Bunun için nefse güc gelir.
Beşinci derece
- Mukarrebler ve muvahhidler vera’ı olup, Allahü teâlâ
için olmıyan herşeyden,
yimekden, içmekden, yatmakdan, söylemekden sakınırlar. Yahyâ bin Mu’âz
“kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz” ilâc içmişdi. Zevcesi, odada biraz dolaş
dedi. Gezmeğe bir sebeb göremiyorum. Otuz senedir hesâb ediyorum. Allah rızâsı
için olmıyan bir hareketde bulunmadım dedi. Bunlar, din için niyyet etmedikce
hareket etmezler. Yimeleri, ibâdete lâzım
olan aklı ve kuvveti bulmaları niyyeti iledir. Her sözleri, Allah
içindir. Başka niyyetleri harâm bilirler.
Bu dereceleri bildirmekden maksadımız, bunları okuyarak,
duyarak, kendimizi anlıyalım. Birinci dereceden de ne kadar uzağız. Lâfa
gelince, durmadan söyleriz. Meleklerden, göklerden, kıyâmetin nasıl olacağından,
Allahü teâlânın sıfatlarından sorarız, konuşuruz. Halâle, harâma, islâmiyyetin
emrlerine gelince, susarız. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İnsanların en
kötüsü, köşkler, çeşidli yemekler, renkli elbiseler içinde, boş oturup, herkese
hoş gelen, lüzûmsuz sözlerle vakt geçirenlerdir).
3 - Halâl ve harâmlar: Çok
kimseler, dünyâ malını, hep harâm sanır. Ba’zısı da, dünyâdaki şeylerden çoğu harâmdır der. Burada, insanlar üç dürlüdür:
Bir kısmı vera’da ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şübheli
olmıyan şeyleri yiriz der. Bir kısmı da, tenbel, miskîn oturup, her
istediğimizi yiriz, hiçbirşey ayırd etmeyiz der. Üçüncü kısm, herşey yimeli
ammâ, lüzûmu kadar, der. Bunların üçü de yanılmakdadır. Doğrusu şöyledir ki; (Halâl meydândadır. Harâm meydândadır. Şübheliler ikisi
arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir). Nitekim, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” böyle buyurmuşdur.
Dünyâ malından çoğu harâm diyen yanılıyor. Evet, harâm
çokdur. Fekat, dahâ çok değildir. Çok başkadır, dahâ çok, başkadır. Nitekim,
hasta çokdur, tüccâr çokdur, asker çokdur. Fekat, insanların çoğu değildir.
Zâlimler çokdur. Ammâ mazlûmlar dahâ çokdur. (İhyâ)
kitâbımızda, bunu uzun bildirdik.
Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara, (Muhakkak halâl olan,
Allahü teâlânın halâl bildiği şeyleri yiyiniz!) diye emr olunmadı. Bunu kimse
yapamaz. Belki, (Halâl olduğunu bildiğinizi
yiyiniz!) denildi. Harâm olduğu meydânda olmıyan şeyleri yiyiniz
denildi ki, bunu herkes yapabilir. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, bir müşrikin destisinden abdest aldı. Ömer “radıyallahü anh”,
hıristiyan kadının destisinden abdest aldı. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”,
kâfirlerin verdiği suyu içerlerdi. Hâlbuki, pis, necs olan şeyleri yimek
harâmdır. Kâfirler ise, çok kerre pis olur. Elleri ve kapları şerâblı olur.
Hepsi leş yir. [Ya’nî, Besmelesiz kesilen veyâ kesilmeyip başka sûretle
öldürülen hayvânları yirler.] Fekat, pisliği görülmedikce, temiz deyip
yirlerdi. Aldıkları kâfir şehrlerinde, kitâblı kâfirlerden et, peynir satın
alır, yirlerdi. Hâlbuki, o şehrlerde müslimân olmıyanlar arasında içki satan,
fâiz alıp veren ve dünyâya gönül bağlıyan yok değildi. Bu bakımdan insanlar
altı kısmdır:
Birinci kısm - Yabancıdır. Sâlih mi,
fâsık mı belli değildir. Meselâ, bir köye gidince, herkesle alış veriş etmek
câizdir. Herkesin elinde bulunanın, kendi malı olduğunu kabûl etmelidir. Harâm
olduğunu gösteren bir nişân bulunmadıkca, halâl bilmeli ve satın almalıdır. Böyle kimselerle alış veriş etmeyip, sâlih
bildiği birisini aramak vera’ olur. Fekat vâcib değildir.
İkinci kısm - Sâlih bildiğin
kimselerdir. Bunların malını yimek câizdir. Yimemek vera’ olmaz. Belki vesvese
olur. Yimediğin için, o kimse incinirse, yimemek günâh olur. Sâlih kimselere
sû’i zan, ya’nî kötü gözle bakmak günâhdır.
Üçüncü kısm - Zâlim kimselerdir. Yol
kesiciler, hırsızlar, sultân adamları gibi kimselerden, malının hepsi veyâ çoğu
harâmdan olan kimselerden birşey almak câiz değildir. Ancak, halâl olduğu
bilinen veyâ halâl alâmeti bulunan kimsenin ma-
lını
satın almak câiz olur.
(Hadîka) sonunda buyuruyor ki, (Vera’) ya’nî halâle, harâma dikkat etmek abdeste
ve necâsete dikkat etmekden dahâ mühimdir. Fekat zemânımızda halâl ve harâmı
gözetmek, hattâ Ebülleys-i Semerkandînin en kolay olan fetvâsına bile uymak çok
güc oldu. Bu fetvâya göre, malının çoğunun halâl olduğu sanılan kimsenin
verdiği hediyyeyi almak, onunla alış veriş ve kirâlamak câiz olur. Malının çoğu
halâl olduğu sanılmıyan kimse ile bunlar câiz olmaz. Çünki, harâm olduğu
bilinen mal elden ele geçince, harâmlığı yok olmaz. Harâm mâl vârise kalınca,
buna halâl olur denildi ise de, bu kavl za’îfdir. (Kâdîhân)
fetvâsında diyor ki, (Zemânımızda, şübheli maldan sakınmak imkânsız
oldu. Şimdi, müslimânların, harâm olduğunu iyice bildiği şeyden sakınmaları
vâcibdir). Şimdi ise, iş dahâ güc oldu. Çünki hadîs-i şerîfde, (Her yıl, kendinden önceki yıldan dahâ kötü olacakdır) buyuruldu.
Bunun için, bugün vera’ ve takvâ, kalbi, dili ve bütün uzvları harâmdan
korumakdır ve insanlara zulm yapmamakdır ve insanlara ve hayvânlara işkence
yapmamakdır ve işçinin ücretini hemen vermekdir. Gönül rızâsı olmadan
talebesine bile iş yapdırmamakdır.
Herkesin elinde bulunan malı onun mülkü bilmekdir. Gasb,
zulm, rüşvet, hırsızlık, fâiz, harac ve hıyânet yollarından biri ile [ve
alkollü içki satarak] ele geçdiği açıkca bilinen bir malı onun mülkü olmaz.
Bunu ondan almak, kullanmak, yimek halâl olmaz. Başka malları, mülkü kabûl
edilir. Onları verince almak harâm olmaz. Harâmdan topladığı malları, kendi halâl malı ile, yâhud birbirleri ile
karışdırsa, (Mülk-i habîs) denir. Bu
habîs karışımdan verince, harâm olduğunu tanımadığı malı, parayı almak câiz
olur. Çünki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye göre, böyle harâmdan gelen [ve emânet
olarak alınan] paraları kendi halâl malı ile veyâ birbirleri ile karışdırıp da
ayıramazsa, hepsi habîs mülkü olur ve kendi halâl malından sâhiblerine tazmîn
etmesi, ödemesi lâzım olur. Tazmînden
sonra, bu habîs mülkünü kullanması câiz olur. Fâsid akd ile habîs mülk olan
malı kullanmak ise, hiç câiz değildir. (Bezzâziyye)de,
nemâz sonunda diyor ki, (Fakîrlere zekât vermek için, zenginlerin vekîli olan
kimse, topladığı zekâtları birbirleri ile karışdırınca, hepsi kendi mülkü olur.
Fakîrlere kendi malından sadaka vermiş olur. Zenginlerin zekâtları verilmiş
olmaz. Zenginlerden aldıklarını onlara ödemesi lâzım olur. Fakîrler, önceden bu
kimseye izn vermiş olsalardı, onların vekîlleri olarak toplamış olur,
fakîrlerin mallarını birbirleri ile karışdırmış olurdu ve zekâtlar verilmiş
olurdu). (Câmi’ul-fetâvâ)da diyor ki, (Bey’
ve şirâ’ bilgilerini öğrenmeden ticâret yapmak halâl olmaz. Her tâcirin bir fıkh âlimi bulup, işlerini buna
danışarak yapması, böylece fâizden ve fâsid alış verişden kurtulması
lâzımdır).
İmâm-ı Kerhî fetvâsında, (Harâm semeni göstermeden satın
alınan mebî’ müşteriye halâl olur. Eğer, söz kesilirken, harâm olduğu bilinen
semen hâzır olup, buna işâret edilir ve bâyı’a bu semen verilirse, müşteri
mebî’e habîs olarak mâlik olur). (Hadîka)da
el âfetlerinin sonunda diyor ki, (Gasb edilmiş veyâ hırsızlık, hıyânet gibi
harâm yoldan elde edilmiş olduğu bilinen bir malı, hediyye, sadaka, mebî’,
semen ve ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak halâl değildir. Yalnız vârisin,
mal sâhiblerini bilmediği zemân, mîrâs kalan böyle malları alması halâl olur.
Malın böyle harâm olduğu iyi bilinmezse, herkesin alması câiz olur).
Dördüncü kısm - Malının çoğu halâl olup,
harâm da karışık bulunan kimsedir. Meselâ köylü, sultâna da hizmet edip birşey
almış ise veyâ tüccâr, sultân adamları ile de mu’âmele etdi ise, bunların malı halâldir.
Bunlarla alış veriş etmek câiz ise de, etmemek kıymetli vera’dır. Abdüllah ibni
Mübârekin vekîli, Basradan yazdı ki, sultân adamları ile mu’âmele yapan
kimselerle alış veriş ediyoruz. Cevâbında buyurdu ki, başkaları ile mu’âmele
etmiyorlar ise, bunlardan birşey almayınız. Başkaları ile de mu’âmele ediyorlar
ise, mu’âmele yapınız!
Beşinci kısm - Zâlim olduğu bilinmiyen,
malı belli olmıyan, fekat üzerinde zâ-
limler
alâmeti bulunan, onların kıyâfetini taşıyanlardır. Ellerindeki malın halâl olduğu
bilinmedikce, bunlarla alış veriş etmemelidir.
Altıncı kısm - Zâlim kıyâfeti
bulunmıyan, fekat fısk alâmeti bulunan kimselerdir. Meselâ, ipek elbise giyer,
altın yüzük veyâ sâat gibi harâm kullanır. İçki içer. Yabancı kadınlarla
konuşur. Yapdıklarının günâh olduğuna inanıyor, kendilerini suçlu biliyorlarsa,
bunlarla mu’âmele harâm olmaz. Çünki, günâh işlemekle malları harâm olmaz.
Ancak, günâhdan kaçmıyan, harâm maldan da kaçınmaz denilirse de, bu düşünce
ile, malına harâm denilemez. Zâten, kimse günâhsız değildir. Günâh işleyip de,
kul hakkından korkanlar çokdur.
[Halâli, harâmı ayırd etmiyen, farzı yapmağa, harâmdan
kaçınmağa ehemmiyyet vermiyen mürted [Allaha düşman] olur. Bununla alış veriş
edilmez. Malı, mülkü, onun olmaz. Nikâhı sahîh olmaz. Müslimânlardan, mîrâs
alamaz. Kelime-i şehâdet getirse, nemâz kılsa, ben müslimânım dese de, müslimân
olmaz. Bu sözlerine ve ibâdetlerine inanılmaz. Dinden çıkmasına sebeb olan şeye
pişmân olması, buna tevbe etmesi lâzımdır. (Dürr-ül-muhtâr)
sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, karı koca mürted olup,
Dâr-ül-harbe [ya’nî Amerika gibi, kâfir memleketine gidip] yerleşseler, orada
çocukları ve torunları olsa, hepsini esîr alsak, kendileri ve çocukları
müslimân olmazsa, katl olunur. Torunları ise esîr edilir. Çünki, çocukları,
babaları gibi mürteddir. Torunları, dedeye tâbi’ olmaz. Kâfir oğlu kâfir
olurlar].
İşte, buna göre alış veriş etmek lâzımdır. Bunlara dikkat
etdiği hâlde harâma düşen kimse, günâhlı olmaz. Nitekim, necâsetle kılınan
nemâz kabûl olmaz. Fekat, necâset olup da, bilmese kabûl olur. Necâset olduğunu
nemâzdan sonra anlasa, kazâ etmek lâzım gelmez de demişlerdir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, nemâz içinde, na’lınını çıkardı. (Cebrâîl) “aleyhisselâm”, (Na’lının kirli olduğunu haber verdi) buyurdu ve
nemâzı kazâ etmedi.
(Bu maldan kaçınmak lâzım değilse de,
kıymetli vera’dır) dediğimiz yerlerde, bu malı nereden aldın demek câiz olur. Fekat,
sorunca o kimse incinirse, sormak harâm olur. Çünki vera’, ihtiyâtlı olmakdır.
Müslimânı incitmek ise harâmdır. O hâlde, güzellikle sormalı. İkrâm ediyorsa,
bir behâne ile yimemelidir. Çâresiz kalırsa, incitmemek için yimelidir.
Başkasına da sormamalıdır. Çünki, kendisi işitirse dahâ çok üzülür. Tecessüs ve
gıybet ve sû’i zan olur ki, hepsi harâmdır. İhtiyâtlı davranmak için halâl
olmazlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” müsâfir olduğu zemân, ne
verseler kabûl buyururdu. Nerden aldınız diye sormazdı. Hediyye de kabûl eder,
sormazdı. Ancak şübheli olduğu meydânda ise, meselâ, Medîne-i münevvereye yeni
teşrîf buyurduğu zemân, getirdikleri şeylere, hediyye mi, sadaka mı diye
sorardı. Çünki, o zemân şübheli idi. Sorunca, kimse incinmezdi.
Bir yerde, yağma edilmiş, çalınmış şeyler ve hayvânlar
satılıyorsa, çoğunun harâm olduğunu bilen kimse, buradan birşey satın
almamalıdır. Eğer ihtiyâcı çoksa, nereden aldın diye sormalı. Halâlden olduğu
anlaşılanı almalıdır. Çoğunun harâm olmadığı biliniyorsa, sormadan almak câiz
ise de, sormak vera’ olur.
İnsan necâsetini yalnız başına satmak ve insandan ayrılan herşeyi
satmak harâmdır. Hepsini gömmek lâzımdır. İnsan necâsetini yalnız başına da
kullanmak câiz değildir. Toprak veyâ başka şeyle karışık satmak ve kullanmak
sahîhdir. Hayvân gübresi, yalnız olarak da satılır ve kullanılır. Diğer üç
mezheb imâmı “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hayvan gübresi satmak da câiz
değildir dedi.
Mekke-i mükerreme şehrinde, binâ, arsa, tarla satmak
câizdir. Bunun gibi, bir kimsenin vakf
erâzî üzerine yapdığı binâ mülkü olur. Bunu satması câiz olur. Mekkedeki binâları
hac zemânında, hâcılara kirâya vermek harâmdır. Onlara ücretsiz olarak ikrâm
olunur. (Bedâyı’)de, beşinci cild, 146.
cı sahîfede diyor ki, (Mekkedeki evleri, hac zemânında, hâcılara kirâ ile
vermek mekrûhdur).
Şerâb yapan müslimâna üzüm ve şirâ satmak câizdir. Müslimânların
şerâb sat-
ması
ve bundan aldığı para harâmdır. Hattâ borcunu ödemek için, müslimân şerâb
satsa, alacaklının, bu parayı alması harâmdır. Zimmîdeki borcunu, şerâb
parasından alması halâldir. Fekat, tenzîhen mekrûhdur. [İkinci kısmda, kırkıncı
ve üçüncü kısmda, altıncı maddelere bakınız!]
İbni Âbidîn, hayvân zekâtının sonunda ve Kâdî-zâde Ahmed
efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi şerhi)nde
diyor ki, (Bir kimse, elindeki kat’î harâm olan maldan sadaka verse, sevâb
umsa, alan fakîr, harâmdan olduğunu bilerek, verene Allah râzı olsun dese,
veren de veyâ başka bir kimse de âmîn dese, hepsi kâfir olur). İbni Âbidîn,
burada buyuruyor ki, (Harâm olduğu bilinen belli mal ile câmi’ yapdırmak ve
başka hayr yapdırmak ve bunlara karşılık sevâb beklemek de küfrdür).
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, zekât verilecek
yerlerin sonunda buyuruyor ki, kendisine ve
bakması vâcib olanlara lâzım olandan fazla malı bulunan kimsenin sadaka vermesi
müstehabdır. Bakması vâcib olan kimsesi muhtâc iken, bunun sadaka vermesi
günâhdır. Sıkıntıya sabr edemiyecek kimsenin, kendi muhtâc olduğu malı, parayı
sadaka vermesi câiz değildir. Tahrîmen mekrûhdur. Sadaka veren kimsenin, sadaka
sevâbını, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize ve bütün mü’minîn
ve mü’minâta göndermeğe niyyet etmesi iyi olur. Çünki, kendi sevâbı azalmaz ve
hepsine de ayrı ayrı, hep o kadar sevâb verilir.
(Hadîka) sonunda diyor ki, (Bir
kimse, sultândan hediyye, sadaka alsa ve bunun, birinden zulm ile alınmış
olduğunu bilse, sultân, bu malı, kendi halâl malı ile veyâ başkasından zulm ile
aldığı mal ile karışdırmış ise ve birbirlerinden ayrılamaz ise, alması câiz
olur. Yalnız o malı verirse, alması câiz olmaz. Çünki, başka mal ile
karışdırınca, hepsi sultânın mülkü olur. Sâhibinin o malda hakkı kalmaz.
Sâhibine tazmîn etmesi, ya’nî malın benzerini, benzeri yoksa, aldığı gündeki
kıymetini vermesi lâzım olur. Tazmîn etmeden kullanması halâl olmaz. Başka mal
ile karışdırmazsa, mülkü olmaz. Sultân, zulm ile aldığı mal ile, gıdâ maddesi
satın alıp, fakîre yidirse, yimesi halâl olur. Zulm ile aldığını bilmiyen
kimsenin, zulm ile toplanan maldan yimesi câiz olup, bilmemesi özr olur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İstemeden verilen şeyi alınız! Allahü teâlânın gönderdiği
rızkdır). Hükûmet adamlarından hediyye almak câizdir. Bir kimse, bir
ta’âm çalsa, zorla alsa, eline geçirmesi harâm ise de, malın sıfatı değişince
de mülkü olur. Böyle bir ta’âmı pişirdikden sonra, tazmîn etmek şartı ile,
yimesi, satsa veyâ hediyye etse, alanın da yimesi, câiz olur. Kıymetini
vermeden satması, hediyye, sadaka vermesi harâm ise de, nâfiz [ya’nî sahîh]
olur. Fâsid bey’ ile satın aldığı malı kullanmasına benzer. Satsa, bedeli halâl
olur.) Hâlbuki, mırdar eti, ya’nî leş eti ve domuz eti ve şerâb gibi kendileri
kat’î, açık delîl ile harâm olanlar, hiçbir zemân halâl olmaz. Sâhibi satsa,
hediyye etse, halâl etse de, yimek câiz olmaz. Bunlara halâl diyen, yirken
bilerek Besmele çeken kâfir olur. Kat’î harâmların hepsi böyledir. Meselâ,
nikâhı harâm olan kadınlarla evlenmeğe halâl diyen kâfir olur.
İbni Âbidîn, beşinci cildde buyuruyor ki, (Âlimlerin çoğuna
göre, müslimân ölüp, şerâb parası bırakırsa, vârislerin bu parayı alması halâl
olmaz. Gasb edilmiş mal ve zulm ile alınan ve rüşvet, çalgı, tegannî ücretleri,
kumâr paraları da böyledir. Vârislerin, bu paraları sâhiblerine geri vermesi,
sâhibi bilinmiyorsa, fakîrlere dağıtması lâzımdır. Kullanması harâm olur.
Ölenin harâm kazandığını bilir, fekat hangi malın harâmdan geldiğini
ayıramazlarsa, mîrâsın hepsi halâl olur ise de, fakîrlere vermeleri iyi olur.
Kullanmaları harâm olan malı vererek satın aldıklarını yimeleri ve kullanmaları
halâl olur. Sâhibleri bilinmiyen harâm malın vârislere halâl olacağı da
bildirildi. Tegannî, çalgı ücretleri, pazarlıkla olmayıp, parasız okursa,
hediyye olarak aldıkları para habîs olmaz. Halâl olur. Dilencinin birikdirdiği
para ve mal habîsdir. Bir kimse, harâm olarak edindiği malı başkasına verse, o
da, başka birine verse, harâmdan geldiğini bilenlerin bunu alması harâm olur. Fâsid
satış müstesnâdır. Zevce, kocasının harâm para ile satın aldığını, harâm
karışık ma-
lını
yirse, kullanırsa, câiz olur. Günâh kocasına olur.
Herşey ile yarış etmek ve bilmece çözmek halâldir. Bunları
kumâr ile yapmak harâmdır. Koşarak veyâ at ile ve silâh ile, ok ile hedefe
atmak gibi harbde kullanılan şeylerle yapılan yarışlarda, bir tarafdan mal şart
etmek de câiz olur. Ya’nî iki kişiden yalnız biri, sen kazanırsan, ben sana
vereceğim. Ben kazanırsam, sen bana vermiyeceksin derse veyâ bir üçüncü kimse,
yarışa katılan cemâ’at arasından kazanana
ben vereceğim derse, câiz olur. Fekat harbe hâzırlık için yapılmaları lâzımdır.
Oyun, gösteriş, övünmek için yapılan her yarış mekrûh olur. Nemâza mâni’
olacak kadar devâm ederse, harâm olurlar. Harbde kullanılan şeyleri öğrenmek
mendûbdur. 2. ci kısmda, 16. cı ve 31. ci maddelerin baş taraflarına bakınız!
İki tarafın da mal vermesi şart edilirse, (kumâr) olur.
Kumâr oynamak harâmdır. Bir üçüncü kimse de yarışa katılıp, ikisini de geçerse,
ikisinden de alması, ikisini de geçemezse, ondan birşey alınmaması şartı ile,
ikisinden geride kalanın, geçene mal vermesini şart etmek câiz olur. Kıbleye
karşı atış mekrûhdur.
İki ilm adamının bir konuda münâkaşa edip, bir taraflı mal
şart etmeleri de câizdir. Birçok ilm adamından sözü doğru olana, hâricden
birinin mal vermesi de câizdir. Fekat münâkaşaya katılanların birbirlerine mal
vermeleri kumâr olur). Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun,
sahîh ve câiz olan satışlarda, sözkesilirken, müşteriye satın aldığı maldan
başka bir şey de vermek şart edilmezse, satıcı tarafından hediyye olarak
sonradan vermek câiz olur ve bunun için, müşteriler arasında kur’a çekmek harâm
olmaz. Müslimân, ikrâmiyyeli mal satın almağı değil, ucuz ve iyi mal satın
almağı düşünmelidir. Üçüncü kısmda, 4. cü madde sonuna ve 6. cı maddede, (Fâsid satışlar)a bakınız!
(İbni Âbidîn), imâm seçimini anlatırken
diyor ki, (Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olan şartlara müsâvî olarak mâlik olanlar
arasından birini seçmek için, (Kur’a) yapılır).
[Bir mekânın, bir malın, buna müşterek mâlik olan ortaklar arasında kur’â ile
taksîm edileceğini de, (kısmet) bahsinde
uzun bildirmekdedir. Kur’â çekmek câizdir ve sünnetdir. Mülk sâhiblerinin
haklarının mikdârlarını değişdirmek veyâ ortaklardan birinin hakkını yok etmek
yâhud hakkı olmıyana pay vermek için yapılan kur’â (piyango)
harâm olur. İki veyâ çok kimse, aralarında para toplayarak bir
emânetçiye bırakıp, aralarından seçdikleri birinin veyâ vekîlinin, bunu
fakîrlere, hayr kuruluşlarına dağıtması câiz olduğu gibi, fakîrler arasında kur’â
çekip kazananlarına dağıtması da câizdir. Kendi aralarında piyango çekip
kazananların, vermiş oldukları paradan fazla almaları kumâr olur. Geri kalan
kısmı hayr yere bağışlamaları, bu piyangoyu kumârlıkdan kurtarmaz. Herbirinin,
kendi verdiğini geri alması câizdir. Kendi hissesini içlerinden birine hediyye
edebilir. Emânetcinin ücretini, paraları oranında öderler. Emânetci emânet
parayı kullanamaz. Bankaya yatıramaz. Banka emânetci olabilir. Kendilerinden
biri de emânetci olabilir. Kumâr, yarışlarda olduğu gibi, tavla ile, dama
taşları ile, iskambil kâğıdları ile yapılan her oyunda, futbol oyunlarında da
olur. Bunların hepsinde ve ilm adamları arasındaki kumârda, sözleri, tahmînleri
yanlış çıkanlar, tahmînleri doğru çıkanlara mal, para vermekdedir. Kumâra
katılanların herbirinde, hem almak hem de vermek ihtimâli vardır. Kumâr
oynatmak, yarışmak demek değil, tahmînde yanılıp yanılmamak demekdir. Bunun
için, oynıyanlar arasında olduğu gibi, oynamayıp, yarışmayıp, yarışanlardan
kazanacakları önceden tahmîn edenler arasında da kumâr olur. Hattâ yalnız bir
kişinin yapdığı işin başarılı olup olmıyacağını, tahmîn edenler arasında da
olur. Kumârda, sonu tahmîn edilen işin oyun olması, kazanclı, başarılı olması
veyâ zararlı olması arasında fark yokdur. Canbazın düşüp düşmiyeceğini, geminin
batıp batmıyacağını tahmîn edenlerin, birbirlerine para vermek için
sözleşmeleri de kumâr olur. Bunun içindir ki, oyun, yarış yapılmaksızın,
kumârcıların ismleri veyâ para ile aldıkları biletlerin numaraları arasında
piyango çekerek, çekilen numara sâhiblerine, biletlerden toplanan paraların
hepsini veyâ bir mikdârını
dağıtmak
kumâr olur. Çünki, piyangoya katılanların hepsi kendi numarasının çekileceğini
ümmîd etmekdedir. Bu tahmînleri doğru çıkanlar, yanlış çıkanların önceden
vermiş oldukları paralardan almakdadırlar. Aldıkları para ile, önceden bilete
verdikleri paranın farkını, tahmînleri yanlış çıkanlardan almış olmakdadırlar.
Tahmînleri yanlış çıkacaklardan para toplamak güç olacağı için ve bunlar
önceden belli olmadıkları için, piyangoya katılanların hepsinden, önceden bilet
ücreti ismi altında para toplanmakda, tahmîni doğru çıkanların vermiş
oldukları, sonra kendilerine iâde edilmekdedir. Önceden toplanan paraların
hepsini piyango sâhibi almakda, bundan aslan payını kendine ayırıp, geri
kalanını tahmînleri doğru çıkanlara vermekdedir. Piyango sâhibi, kumâra iştirâk
etmese bile, harâma sebeb olduğu için, büyük günâh işlemekde ve piyangoya
iştirâk edenleri soymakda, sömürmekdedir. Harbe ve ilme yarayan mubâh
yarışların ve hayr ve yardım işlerinin ve diğer mekrûh oyunların çoğu, kumâr
veyâ başka harâmların karışmaları sebebi ile harâm olmakdadır. Spor-toto
oynamak böyledir.]
Bilerek Besmele çekerse denildi. Bundan maksad, yidiği
şeyde, yapdığı işde, harâm bulunduğunu bilmesidir. Bunu bilmezse, ma’zûr olup,
afv olur. İslâm memleketlerinde, hattâ bugün için, dünyânın her yerindeki
müslimânların, ahkâm-ı islâmiyyeyi, ya’nî islâmiyyeti öğrenmesi kolay olup,
lüzûmlu şeyleri öğrenmemek, bilmemek özr değil, suç olur. Fekat, tatbîkatde,
yanlış yapmak, bilmiyerek yapmak özr olur. Meselâ, şerâb içmenin harâm olduğunu
bilmek lâzımdır. Bilmemek özr değil, suçdur. Fekat, içinde şerâb karışık hoşafı
veyâ ilâcı veyâ şerbeti, karışık olduğunu bilmiyerek içmek, günâh olmaz.
Karışık olduğunu bilmemesi özr olur. Domuz etinin harâm olduğunu bilmemek özr değildir, suçdur. Koyun, sığır eti ile pişdi
sanarak, domuz eti ile pişmiş yemeği yimek özr olur, afv olur. (Şir’at-ül-islâm) ikiyüzkırkaltıncı sahîfesindeki
hadîs-i şerîfde, (Allaha ve Âhıret gününe inanan kimse, şerâb içilen sofraya
oturmasın!) buyuruldu. Arkadaşlarının gönlünü hoş etmeği niyyet
ederek oturup, şerâb içmemek câiz olur demek ve (Amel
niyyete göre değerlenir) hadîs-i şerîfini söylemek, doğru değildir.
Çünki niyyet, ibâdetlere ve mubâh işlere te’sîr eder. Harâm işler, iyi niyyet
ile câiz olmaz. Yeğitlik göstermek veyâ para, mal kazanmak için gazâ eden
kimse, cihâd sevâbı kazanmaz. Mubâhlar iyi niyyet ile yapılınca, hayr olup
sevâb kazanılır. Fekat, mü’min kardeşinin
gönlünü hoş etmek niyyeti ile harâm işlemek câiz olmaz ve (Mü’mini sevindireni,
Allahü teâlâ sevindirir) hadîs-i şerîfine uyulmuş olmaz. Ancak
zarûret ve fitne uyandırmamak için, içmemek şartı ile oturabilir ise de,
önceden bundan sakınmak lâzımdır.
Dâr-ül-harbde [ya’nî, İtalya, Fransa gibi kâfir
memleketinde] îmâna gelen kimse, farzı, harâmı işitince, Dâr-ül-islâmda îmâna
gelen veyâ bâlig olan da, o ânda, farzları yapması, harâmlardan kaçınması lâzım
olur. Dâr-ül-islâmda farz olduğunu öğreninceye kadar, kılmadığı nemâzları ve tutmadığı orucları kazâ etmesi lâzım
olur. Bilmemesi, terk etmek günâhından kurtulması için özr olur. Öğrenmeği terk
etdi ise, hiç özr olmaz. İkinci kısm, 16. cı madde sonuna bakınız!
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild,
ikiyüzyetmişikinci sahîfede buyuruyor ki, (Rüşvet olarak istenip alınan mal,
insanın mülkü olmaz. Veren, geri isteyebilir. İstemeden verdi ise, geri
isteyemez. Fekat alanın geri vermesi vâcib olur. Bir âlime, kendine şefâ’at
etmesi veyâ zulmden kurtarması için, önceden verilen şey rüşvet olur. Fekat
sonra verilen hediyyesini alması câiz olur. Önceden istemesi harâmdır. Önceden verilen hediyyeyi alması câizdir,
denildi. Hocanın talebesinden hediyye alması da câiz denildi. Dînine,
malına, cânına zarar gelmesinden korkan kimsenin rüşvet vermesi câizdir.
Dînini, malını ve cânını, zâlimlerin zulmünden korumak için ve hakkını
kurtarmak için birşey vermek rüşvet olmaz. Alana günâh olur). Hac bahsinde
bildirildiği gibi, farzları yapabilmek ve harâmlardan kurtulabilmek için verilen
mal da rüşvet olmaz. Bunları almak günâh
olur.
Dördüncü cild, üçyüzüncü sahîfede hâkimin rüşvet alması harâm olduğunu
anlatırken, rüşveti dörde ayırmakdadır: Müftî, hâkim, vâlî olmak için rüşvet
vermek ve birinin, haklı dahî olsa, me’mûra, hâkime rüşvet vermesi ve bunların
almaları harâmdır. Çünki zâten vâcib olan şeyi yapmak için birşey almak câiz
değildir. Bu işleri yapdıkdan sonra, istemeden verilen hediyye, rüşvet olmaz.
Me’mûrların zulmünden kurtulmak veyâ hakkını almak, malını, cânını, dînini,
ırzını korumak için me’mûra veyâ aracıya vermek câizdir. Bunların alması
harâmdır. Zulm yapılması için vermek ve almak harâmdır.
Bir kimse, halâl mülkü olan mâlından hediyye verse,
istenmeden verilen bu hediyyeyi kabûl etmek sünnetdir. (Hediyyeleşiniz, sevişiniz!) hadîs-i şerîfi, (Künûz-üddekâık)da yazılıdır. (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye), ikinci cildinin
otuzyedinci mektûbunda diyor ki, (Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
hazret-i Ömere hediyye gönderdi. Kabûl etmedi. Geri göndermesinin sebebini
sordu. (İnsan için hayrlı olan, kimseden birşey almamakdır) buyurdunuz deyince,
(İsteyip de almak için demişdim. İstemeden verilen
şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızkdır. Onu alınız!)
Hükûmetin piyasaya narh, [fiyât] koyması câiz değildir.
[Hiçbirşeyin satışında kâr haddi yokdur. Herkes, istediği kadar kâr ile
satabilir.] İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cildde buyuruyor
ki, (Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” buyurdu ki, Medîne-i münevverede,
pahâlılık oldu. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Fiyâtlar yükseliyor.
Bize (Si’r) ya’nî kâr haddi koyunuz
denildi. (Fiyâtları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı
genişleten, daraltan, gönderen yalnız Odur. Ben, Allahü teâlâdan bereket
isterim) buyurdu. (Dürr-ül-muhtâr)daki
hadîs-i şerîfde, (Kâr haddi koymayınız! Fiyât
koyan, Allahü teâlâdır) buyurdu. Esnâfın hepsi fiyâtları, fâhiş
olarak [mal oluş fiyâtının iki misline] artdırdığı, millete zarar ve zulm
hâline geldiği zemân, hükûmetin, tüccârlara danışarak uygun bir narh, kâr haddi
koyması câiz olur). [Hükûmetin koyduğu bu fiyâta uymak vâcibdir. Bunun gibi,
adâleti, milletin haklarını, hürriyyetlerini koruyan kanûnlara uymak lâzımdır.
Bunları korumak için, hükûmete yardımcı olmalı, mal, vergi kaçakçılığı
yapmamalıdır. Dâr-ül-harbde, kâfir hükûmetlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.]
İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzellinci sahîfede diyor ki,
(Küçük çocuğun muhtâc olduğu şeylerin, meselâ gıdâsının, elbisesinin, süt anne
ücretinin fazlasını, çocuğu evinde beslemekde olan annesinin ve erkek
kardeşinin, amcasının ve sokakda görerek alıp evinde besliyen kimsenin,
çocukdan kendileri için satın almaları ve kendilerinin böyle mallarını çocuğa
satmaları câizdir. Bunlardan yalnız annesi, evinde beslediği küçük çocuğunu,
ücret ile çalışmağa da verebilir. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre, zî-rahm mahrem
akrabâsından olan kadın veyâ erkek de, ecr-i misl ile verebilir). Hayreddîn-i
Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fetvâsında bu kavli tercîh etmişdir.
(Dürer)de ve (İbni Âbidîn)de satışda îcâb ve kabûlü anlatırken
ve Alî Haydar beğin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mecelle)
şerhi 167, 263, 365 ve 974. cü maddelerinde diyor ki, fâsık, müsrif
olmıyan baba, baba ölmüş ise babanın vasîsi, bu da ölmüş ise, ölürken vasıyyet
etdiği kimse, bu ikinci vasî de yoksa, babanın âdil olan babası, bu da yoksa,
dedenin vasîsi veyâ vasîsinin vasîsi, birinci derece velîdirler. Çocuk
yanlarında olmasa dahî, çocuğun menkûl mallarını her zemân, binâları ise
zarûret olunca, herkese, hattâ kendilerine satmaları, kirâya vermeleri ve
herkesden ve kendi mallarından çocuğun parası ile, çocuk için satın almaları ve
çocuğun malı ile ticâret yapmaları ve ticâret yapması
için ona izn vermeleri, ücret ile ve ücretsiz çalışmağa vermeleri câizdir.
Kardeş ve amca, çocuk kendi yanlarında olup
bakdıkları zemân, ancak çocuğun muhtâc olduğu şeyleri, ona alıp
satabilirler. Vasî olmadıkları zemân, çocuğun malı ile çocuğun menfe’ati için,
ticâret yapamazlar ve çocuğa ticâret yapması için izn veremezler. Çocuğa gelen
hediyyeleri, çocuk için alırlar. Babanın, (Şu malımı küçük çocuğuma şu kadar liraya
satdım) yâhud (Filân küçük çocuğumun malını şu kadar liraya kendim için satın
aldım) demesi lâzımdır. Hem satması, hem alması için bir kimseyi vekîl edemez.
(Oğlum ..... nın malından bildiğini,
dilediğin fiyât ile dilediğine satmak için) diyerek, birini vekîl eder.
Vakf câmi’, binâ harâb olunca, işe yaramıyan parçaları
satılıp, kendi ta’mîrine, tamîri mümkin değilse, yakın bulunan bir vakf binânın
ta’mîrine, onun ihtiyâcına sarf edilir. Başka bir yere sarf edilemez. Üçüncü
kısmda, altıncı maddeye bakınız!
(İhtiyâr) kitâbının sâhibi
“rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Tesbîh, tahmîd, tekbîr ve Kur’ân-ı kerîm
ve hadîs-i şerîf ve fıkh kitâbı okumak sevâbdır. Ahzâb
sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Allahı
çok zikr eden erkeklerin ve kadınların günâhları afv olur ve çok sevâb verilir) buyuruldu. Tüccârın, malını müşteriye
gösterirken, bunları okuması ve kelime-i tevhîd, salevât okuması günâhdır.
Bunları, para kazanmağa âlet etmek olur). İbni Âbidînin beşinci cildinde ve (Dürer)de diyor ki, (Bakkala borc para verip, o
para bitinceye kadar ondan mal satın almak harâmdır. Çünki, istifâde etmek
şartı ile ödünc vermek fâiz olur. Parayı bakkala emânet olarak vermelidir.
Emânet verilen para helâk olursa, bakkal ödemez).
Aşkın bağında açan güllere, bülbül olan,
islâmın hasret ile, beklediği kahramân,
ma’şûkunun aşkından yanıp yanıp kül olan,
ağlasa yeri vardır, seni görmiyen zemân!
İlmîle, irfânîle, sâhib olan (Sıla) ya,
iki temel bilgiyi, vasleden bir araya,
dalıp ucsuz bucaksız, o mu’azzam deryâya,
ve bu Zikr deryâsından en büyük payı alan!
Kimi sâhile gider, ve bu bana yeter der;
kimi uzakdan görür, mest olur, başı döner;
kimi yalnız seyreder, kimi bir katre içer;
bir sensin, bu deryâdan, içip içip de kanan!
Kur’ândan, hadîslerden sonra, gelir eserin,
rûhlara şifâ olan, o mübârek sözlerin,
baş kumandanısın sen, velîlerin, erlerin!
ve (Müceddid-i elf-i sânî) adını alan!
Bize seni duyuran, fıtraten dostun olan,
ve cihânda bir tekdir, senin izinde kalan,
(Seyyid Abdülhakîm) O, senin aşkınla yanan,
hurmetine nasîb et, bize şefâ’atından!
Eserinle cihânı, yeniden tenvîr eden,
sihirli bir kuvvetle, bizi kendine çeken,
ondördüncü yüzyılın, zulmetini gideren,
(Arvâs)ın ışığıdır, gerisi hayâl, yalan!
Biz
onun talebesi, o sizin tâlibiniz,
muhakkak
aks yapar, o nûrlu kalbleriniz,
belli,
birbirinize, âşıksınız ikiniz,
ve
size âşık olur, (Mektûbât)ı anlıyan!