Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
ve kitâbların gönderilmesine sebeb ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emr,
yerlerin, göklerin yaratanının varlığını, Onun bir olduğunu, ilm ve başka üstün
sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara
bildirmekdir. İnsanların çoğu, gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi
inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından, Allahü teâlâ,
kitâblarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve
en açıkda bulunan ve insanların çok şaşdığı her bakımdan düzgün görünen ayı,
güneşi ve yıldızları, her çeşid insanın anlıyabilmesi için, göründükleri gibi
ta’rîf buyurmuşdur. Bunların hesâblarını, kanûnlarını, iç yüzlerini
açıklamıyarak, câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa
zorlamamış, bunları her asrdaki zekî, akllı, seçme kimselerin çalışarak
anlamalarını teşvîk buyurmuşdur. İnsanların buluşları, zemânla değişmekde, bir
vaktler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu
anlaşılmakdadır. Her asrın insanları, zemânlarındaki son buluşların doğru
olacağına inandıkları için, muhtelif asrlardaki insanların inanışları başka
başka olmuş, bu inanışlar, günâh, küfr olmamışdır. Çünki, Peygamberlerin
“aleyhimüsselâm” kitâblarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden
inanışlar, suç olur. Cenâb-ı Hak, kullarını küfrden, suçdan korumak için,
herkesin anlıyamıyacağı, inanamıyacağı fen bilgilerini, kitâblarında
açıklamayıp, bunlara işâret buyurmuş, yer küresini, güneşi, gökleri
göründükleri gibi anlatarak, bunlardan ibret alınmasını, varlığının,
büyüklüğünün anlaşılmasını emr eylemişdir.
Kâdî Beydâvî “rahmetullahi aleyh”, Nahl
sûresinde, (Kullarıma hikmet ile ve güzel
va’z ile beni tanıt!) meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken,
(Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi’ olan câhil
halka da, görünenleri anlatmakla bildir, demekdir) buyuruyor.
Yehûdî ve hıristiyanlar, kitâblarında, görünüşe göre
bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri de böyle sanarak, yeryüzünü düz ve
hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi
kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri
yürütdüğünü sanmışlar, tecribe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına
uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdir. Fen adamları, bu haksız hükm
karşısında, yehûdîliğe ve hıristiyanlığa saldırmışdır. Meselâ, din düşmanlığı
ile tanınan William Draper (İlm ile dînin
çatışması) adlı kitâbında, (Kâ’inâtdan ayrı, kâ’inâta hâkim,
dilediğini yapabilen bir insan yokdur) diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir
insan sanıp bunu inkâr etmekde olduğunu göstermekdedir. Bir yerinde de,
(Kâ’inâtda herşeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papasların inandığı ilâh
değildir) diyerek, Allahü teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin en büyüğü
olacağını zan etdiğini göstermekdedir.
Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, yâ
papasların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış,
yâhud zemânlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile
düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer, islâm âlimlerinin,
Kur’ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini,
doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi hakîkati görüp, seve seve müslimân
olurdu.
Neml sûresindeki, meâl-i şerîfi, (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki bunlar bulut
gibi hareket etmekdedir) olan seksensekizinci âyet-i kerîmesini Kâdî Beydâvî tefsîr
ederken, (Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukda hızlı
gitmekdedir. Büyük cismler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler, bunun
hareket etdiğini duymaz) buyurmakdadır. Fahreddîn-i Râzî, Enbiyâ sûresi,
otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, ayın, güneşin, yıldızların felekde, ya’nî
mihverleri ve yörüngeleri [mahrekleri] etrâfında döndüklerini, Dahhâk ve
Kelbînin söy-
lediğini
yazmakdadır. Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, Bekara sûresi, yirmidokuzuncu âyetini
tefsîr ederken diyor ki, (Hidâye) fizik
kitâbının ve (Îsâgucî) mantık kitâbının
yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Batlemyus
[Ptolemé]nin (Mecistî) adındaki
astronomi kitâbını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmiyen biri, müslimân çocuklarına
böyle ne okutuyorsun diye sorunca, meâl-i şerîfi, (Yerleri,
gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yaratdığımızı görmiyorlar mı?) olan Kaf sûresinin
altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek, cevâb vermişdir. İmâm-ı Râzî,
Ebherînin bu cevâbının doğru olduğunu, tefsîrinde yazmakda ve Allahü teâlânın
mahlûklarını inceliyen fen adamları, Onun büyüklüğünü, iyi anlar demekdedir.
[Birinci kısmda, yirmidördüncü maddeyi okuyunuz!]
Aynalarda ışıkların yansıması kanûnlarını bulan, Muhammed
bin Hasen ibni Heysemdir. Avrupalılar buna
(Alhazem) derler. 354 [m. 965] de Basrada tevellüd ve 430 [m. 1039] da
Mısrda vefât etmişdir. Matematik, fizik ve tıb ilmlerinde yüze yakın kitâb
yazmış, eserlerinin çoğu Avrupa dillerine terceme edilmişdir. Türkistânlı Alî
bin Ebilhazm doktor idi. Tıb ilmindeki buluşlarını bildiren kitâbları, bu ilmde
kıymetli kaynak olmuşlardır. Akciğerlerdeki
kan deverânının şemasını ilk çizen budur. Din bilgilerinde de derin âlim
idi. İbn-ün-Nefîs ismi ile meşhûr olup, 607 [m. 1210] de Türkistânda Karş
şehrinde tevellüd, 687 [m. 1287] de Mısrda vefât etdi.
İslâm cerrâhlarından, meşhûr operatör Amr bin Abdürrahmân
Kirmânî, Endülüs hastahânelerinde ameliyât yapardı. 458 [m. 1066] de orada
vefât etdi.
Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ Râzî “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, bir islâm tabîbi idi. Göz ameliyâtı yapanlardan biri idi. Yüze yakın
eseri olup, (Ber-üs-sâ’), (Kitâb-ül-hâvî) ve
diğer kitâbları, tıb ilmine olan hizmetinin şâhidleridir. Avrupada Razes ismi
ile meşhûrdur. 240 [m. 854] da Rey şehrinde tevellüd ve 311 [m. 923] de
Bağdâdda vefât etmişdir. Tıb tahsîlini Bağdâdda yaparak, mütehassıs olmuşdur.
İlâclar ve kimyâ üzerinde de kıymetli kitâbları vardır. [Ebû Bekr Ahmed bin Alî
Râzî başka olup, hanefî fıkh âlimi idi. 370 [m. 980] de Bağdâdda vefât etdi.]
Peygamberimizin torunu hazret-i Hüseynin kızı Sitti Sükeynenin, islâm tabîbleri
tarafından, gözbebeği çıkarılarak, tekrâr yerine konduğu, (Müncid)de yazılıdır. Meşhûr İbni Hazm Alî bin
Ahmed, (El-fasl) kitâbında, yer
küresinin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle,
bundan dokuz asr önce isbât etdi. Yer küresinin çapı ve güneşin irtifâ’
dereceleri Mûsâ bin Şâkirin oğulları Ahmed ve Muhammed tarafından, halîfe
Me’mûn zemânında Sincâr ve Küfe sahrâlarında ölçüldü. Bu iki kardeşin yapdıkları
astronomi âletleri, o zemân müslimânların ilme ve fenne verdikleri ehemmiyyetin
açık senedleridir. Ahmed 265 de, Muhammed 259 [m. 873] da vefât etdi. Cebr ve
astronomi kitâbları Rozen tarafından ingilizceye terceme edilmiş, 1247 [m.
1831] de, arabîsi ile birlikde Londrada tab’ olunmuşdur. İmâm-ı Ca’fer Sâdıkın
talebesi Câbir bin Hayyânın simyâ ve kimyâ üzerindeki çalışmalarını bildiren
kitâbları meşhûrdur. Avrupada, liselerde, bunlar gibi dahâ nice müslimân fen
adamlarının hiçbirinin ismi talebeye öğretilmiyor. İslâm memleketlerinde de
müslimân çocuklarına, dedelerinin fenne olan hizmetleri bildirilmiyor. Büyük
buluşları olan islâm âlimlerinin ismleri bildirilmiyor. Ufacık birşey yapmış
olan hıristiyanlar, fen adamı olarak övülüyor.
Hindli molla Kudsî (Esrâr-ı
melekût) adındaki arabca astronomi kitâbında, yer, ay, güneş, gökler, yıldızlar hakkındaki âyet-i
kerîmelere, islâm âlimlerinin, vakti ile verdikleri ma’nâları bir araya
toplıyarak bugünün yeni buluşlarına tâm uygun olduğunu göstermiş, bu kitâbını
sultân Abdülmecîd hâna takdîm ederek, çok makbûl olmuşdu. Elbüstânlı hayâtî
zâde Halîl Şeref efendi, bu kitâbı terceme ve şerh ederek, (Efkâr-ı ceberût) ismini vermiş, bu şerh 1265 [m.
1848] de İstanbulda basılmışdır.
Fen adamları, islâm kitâblarını okuyunca, Kur’ân-ı kerîmin,
her tecribeyi, her yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek,
hayrân kalmakdadır. Fen-
den
ve islâm kitâblarından haberleri olmayanlar, islâm düşmanlarının, papasların
yazdığı kitâbları okuyup, islâmiyyeti yanlış tanıyor ve din câhili oluyorlar.
Böylece körü körüne islâm düşmanı kesilen ba’zı câhiller, kendilerine şâ’ir,
gazeteci, romancı, güzel san’atcı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı
gibi ismler takarak, çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz
yapmağa uğraşıyorlar. Kendilerini de, milleti de felâkete sürükliyorlar.
Bu câhillerin bir kısmı da, birkaç fen kitâbı okuyup,
kendilerini fen adamı sanıyor. Avrupadaki fen adamlarının hıristiyanlığa karşı
haklı inkârlarını, i’tirâzlarını, çelik gibi sağlam olan islâm dînine
bulaşdırmağa yelteniyor. Bu fen taklîdcileri düşünmiyor ki, bir fen adamı,
çalışdığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşda konuşursa, sözü kıymetli
olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki mütehassısların
sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünc de olur. Fen adamı olmak,
insana, her ilmde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir kimyâcı,
herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi bir
kimyâgerin raporunda fen hatâsı iddi’â edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın
ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şu’belerinde ve ihtisâslarında
bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir tarafdan maddenin, kuvvetin ve
hayâtın sırlarından, bir veyâ bir kaçını çözerek, fâideli buluşlar başarırken,
bir tarafdan da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyyetin ilerlemesine, dünyâ çapında
zararlı oluyorlar. Bunun misâlleri pek çokdur. Meselâ, İngilizlerin büyük
matematik âlimi olan meşhûr Newton, bir tarafdan, dahâ yirmiüç yaşında, bugünkü
astronominin temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile
anılan dürbünü keşf ve beyâz zıyânın yedi renge ayrılacağını tecribe ile isbât
ederek, fen âlemine unutulmıyacak hizmetde bulunurken, öte yandan, zıyânın,
ışık kaynağından saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek ve aklınca isbât
ederek, fizik ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni’ olmuşdu.
Sonradan, titreşim nazariyyesi kurulunca, Newtonun hatâ etdiği, kat’î
anlaşıldı. Bunun gibi, bugün kimyânın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyâya
terâzîyi sokmakla, Aristonun yanlış nazariyyelerini temelinden yıkarak, tecribî
ilmlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyâgeri Lavoisier, bir tarafdan,
fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmetde bulunmuş, bir tarafdan da,
mütehassıs olduğu kimyâ ilminde öyle hatâlar yapmışdır ki, onun buluşu olduğu
için kitâblara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir orta
mekteb talebesi söylerse, sınıfda bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cism,
bir oksid diyordu ve hâmızları [asidleri] yanlış anlatıyordu. Lavoisiernin en
büyük hatâsı, doğru tecribesini, kıymetli buluşunu îzâh ederken, câhillerin ve
dinsizlerin, çok eskiden beri söylemekde oldukları bir sözü tekrârlaması idi.
Ya’nî, kimyâ tepkimelerinde, ağırlık değişmediğini görerek, (ağırlığın sakımı
kanûnu)nu kurunca, (Tabî’atde hiçbirşey var olmaz ve yok olmaz) diyiverdi. Bunu
duyan fen taklîdcileri, (Yokdan birşey yaratılmaz. Hiçbirşey yok olmaz) diye,
yaygarayı kopardılar. Fen kitâbı diye çıkardıkları sahîfeleri, bu siyâh
yazılarla lekeleyip, güyâ dîni yıkıp islâmiyyeti yere serdiler (?). Îmân
kal’asını uçuracak fennî bir kuvvete sâhib oldular! Hâlbuki, Lavoisier,
herşeyin kimyâ ile olduğunu, Allahü teâlânın da, onun görebildiği kanûn içinde
kalacağını, bu kanûndan başka hâdiseler olmadığını sanarak, bu hatâya düşmüşdü.
Lavoisier adındaki bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve
azalmadığını görmesi, (İnsanlar hiçbirşey var edemez ve yok edemez) hakîkatini
meydâna çıkarmakdadır. Başka din düşmanları gibi, bu da, tecribesinden yanlış
netîce çıkararak dîne saldırdı. Fekat, böylece kendini lekeledi. Çünki, bugünkü
(fiziko-kimyâ) bilgisi, kimyânın
ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek, Lavoisiernin aldandığı isbât
edilmiş, Einsteinın (relativite nazariyyesi), kütlenin
korunması kanûnu bile modifie edilmişdir. Ya’nî değişdirilmişdir. Bu sûretle
anlaşılmışdır ki, madde, Lavoisiernin sandığı gibi, dünyânın temeli değildir.
İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış
ve insanlığa büyük zararlar da yapmışdır. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi
içindeki kıymetlerini ve ehemmiyyetlerini azaltdı demek istemiyoruz. Onları,
fâideli buluşları ile düşünerek, fenne hizmetlerini övüyoruz. Fekat,
ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki
ve hele temâmen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin,
din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevkı ile doymuş olan o hakîkî
büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz. Hakîkî bir
fen adamı, bu hakîkati pek iyi kabûl eder. Fekat para adamları, ya’nî para
kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp,
birkaç şey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan rûhsuz
dimâglarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin
değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilmlerine
saldırarak helâk oluyor ve insanlığı ebedî felâkete sürükliyorlar.
Meselâ, bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu
bir kemik parçasında tedkîkler yaparak, hayât üzerinde kıymetli bilgiler
toplamağa uğraşırken, beri tarafdan, fen yobazları, radyodan veyâ bir broşürden
bunu haber alıp, (İnsanların aslı olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların
maymundan hâsıl olduğu hakîkat hâlini aldı) yaygarasını
basıyor. Saf müslimânları aldatmağa çalışıyorlar. İngiliz fen adamı Darwinin (canlılar
arasındaki hayât mücâdelesi) nazariyyesini anlamıyarak ve yanlış alarak,
müslimânlığı yıkmağa bir silâh yerinde kullanıyorlar. Evet, yüz seneden beri,
birkaç biyolog, hayvanlarda, kan grubları, kan benzerliği, kromozom sayıları,
muhîte intibak [adaptasyon] için fizyolojik ve anatomik değişmeler, somatik
değişmeler ve harâret, zıyâ, röntgen ve radium şuâ’ları ile ve ba’zı kimyâ
maddeleri te’sîri ile çeşidli mutanlar meydâna gelmesi ve nihâyet paleontolojik
müşâhedeler ve bütün canlılarda meios ve bunu ta’kîb eden mitoz bölünme
bulunması ve ba’zı hayvanlarda körleşmiş uzvlar görülmesi [meselâ insanlarda
appandis denilen kör barsak bulunması gibi] ve çok hücreli hayvanların hepsinde
rüşeym [embriyon] teşekkül etmesi ve bir hayvanın, embriyon devrelerini
geçirirken, çeşidli hayvan vasflarını göstermesi [meselâ insan rüşeyminde
pronefroz, mezonefroz, solungaç yarıkları gibi teşekküllerin görülmesi]
karşısında, hayvan nev’lerinin, milyonlarca sene içinde, basîtden mükemmele
doğru değişdiklerini [ya’nî evolution veyâ desendens denilen evrim bulunduğunu]
zan etdi.
Canlıların basîtden mükemmele doğru değişdiğini ilk yazan,
Fransız doktoru Lamarckdır. Lamarck [m. 1809] da neşr etdiği (Filozofi
zoolojik) ismindeki kitâbında (canlıların bir asldan türeyebileceğini) yazdı.
Fekat, aynı asrdaki biyologlar, Lamarckın verdiği misâllerin, hayvânların
birbirlerine dönmesini değil, cânlıların, bulundukları muhîte intibâk
etmelerini (adaptasyonu) göstermekde olduğunu söylediler.
İkinci olarak, İngiltereli bir biyologun oğlu olan Ch.
Darwin, [m. 1859] da neşr etdiği (Nev’lerin menşe’i) ismindeki eserinde,
(Canlılar, bulundukları muhîte uymak için mücâdele eder. Bu hayât mücâdelesini
kazananlar yaşayabilir, gayb edenler ölür. Canlıda tesâdüfen husûle gelen
değişiklikler, muhîte uyarak yaşamağı te’mîn eder) dedi. Buna da çeşidli
i’tirâz edildi. Hattâ, Darwin de göz, beyin gibi karışık uzvların nasıl meydâna
geldiğini anlatmakdan âciz olduğunu bildirmiş, bir arkadaşına yazdığı mektûbda,
(Gözün teşekkülünü düşündükce hayretimden tepem atıyor) demişdir.
Üçüncü olarak, Hollandalı nebâtâtcı Hugo de Vries,
bitkilerde (Saf bir nev’ içinden, tesâdüfen, diğerlerinden farklı ferdler
meydâna çıkdığını, bunların yeni evsâfının dölden döle geçdiğini) görerek, buna
(mutasyon) [ânî değişme] nazariyyesi
dedi. Hâlbuki, mutasyonda yeni uzvlar meydâna gelmiyor. Bundan başka, göz ve
beyin gibi, rüşeymin [embriyonun] muhtelif tabakalarından hâsıl olan karışık
uzvların
teşekkülünü, mutasyon teorisindeki tesâdüfe bağlamak mümkin değildir.
Son olarak, paleontoloji mütehassısları, [ya’nî, ilk
zemânlarda yaşamış canlıların iskeletlerini ve fosillerini inceliyenler], (Her
nev’i canlının kendi nev’i içinde değişebildiğini, bir canlının başka nev’lere
dönmediğini) kabûl etmekdedir. Meselâ, birinci zemândaki derisi dikenliler ne
ise, şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin, mutasyon ile, fıkralı
[omurgalı] hâle döndüğü görülmemiş ve buna âid
bir fosil bulunmamışdır.
Hâlbuki, canlıların yapısında, en basîtinden, en mükemmeli
olan insana doğru, düzgün bir tekâmül bulunduğunu, dahâ önce İbrâhîm Hakkı
hazretleri “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Ma’rifet-nâme)
kitâbında, misâller vererek yazmış, bunun, nev’lerin değişmesi demek
olmadığını da bildirmişdi.
Allahü teâlâ, maddeyi, maddedeki değişmeleri inceleyiniz,
bunları sizin için yaratdım, hepsinden fâideleniniz dediği gibi, yavruların
nasıl tekâmül etdiğini, hayât hâdiselerini de tedkîk ederek, hepsinin müsbet,
muntazam esâslara bağlı olduğunu görüp, varlığımı, büyüklüğümü anlayınız!
buyuruyor.
İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği ehemmiyyeti bilmeyen
câhil fen taklîdcileri, islâmiyyeti baltalamak, Kur’ân-ı kerîme saldırmak için,
fizik, şimik, biyolojik ve astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk
fikrler çıkarıyor. Bu iftirâlarını, ilm, fen bilgisi diye, gençliğin önüne
sürerek müslimân yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni
yeni buluşlar, Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini
dahâ ziyâde meydâna çıkarmakda, islâmiyyeti desteklemekdedir.
Îmânımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve
üniversitedeki fen bilgilerini iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Hakîkî fen
adamları, din düşmanlarının sözlerinin ne kadar çocukca ve câhilce olduğunu hep
görmekdedir.
Dikkat edilirse, yukarıdaki teorilerin hiçbirinde insanın
maymundan hâsıl olduğu söylenmemiş, fen adamlarının hâtırına bile gelmemişdir.
Evet, paleontolojik devrlerde, canlılarda zemânla tekâmül
görülmekde, fekat bu değişmeler, her nev’in içinde olmakdadır. Meselâ, dördüncü
zemânın yeni tabakalarında kromanyon ismi verilen insan iskeleti bulunmuşdur.
Bizim iskeletimizden farklı olduğu hâlde, paleontoloji mütehassısları bunlara,
ilk insanlar demişdir. Diğer tarafdan, üçüncü zemân sonunda yaşayan, antropoid
denilen ve bugünkülere benzemiyen, maymun iskeletleri bulunmuşdur. Antropoloji
mütehassısları, bunların maymun olduğunu söyliyor. (Fen
taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar
ise, yapdıkları tercemelerde, kromanyon insanına ve antropoid maymununa,
insanın ceddi olan veyâ insanla maymun arasında geçid teşkîl eden fosil
diyorlar. Biyologlar, insan ile hayvan arasındaki farkı, yalnız madde
bakımından inceliyor. Hâlbuki, insan ile hayvanlar arasında en büyük fark,
insanın rûhudur. İnsanlarda rûh vardır. İnsanlık şerefi hep bu rûhdan gelmekdedir. Bu rûh, ilk olarak, Âdem
aleyhisselâma verildi. Hayvanlarda bu rûh yokdur. Maddîcilerin,
felsefecilerin bu rûhdan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler.
İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünki, rûhu
vardır. Maymun ise hayvandır. Çünki bu rûhdan ve rûhun hâsıl etdiği
üstünlüklerden mahrûmdur. Görülüyor ki, insan ile hayvan, temâmen ayrıdır.
Aralarında, hiçbir zemân, bir geçid olamaz, birbirine dönemez. Hâlbuki,
hayvanlardan insana en yakın maymun olduğu, asrlar önce, islâm kitâblarında,
meselâ İbni Haldûnun “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Târîhi)
mukaddemesinde ve (Ma’rifetnâme)nin
yirmisekizinci sahîfesinde yazılıdır. [Birinci kısm, otuzdokuzuncu maddeyi
okuyunuz! (Behcet-ül-fetâvâ)da diyor ki,
(Maymunlar, eski insanlardan maymuna çevrilenlerin soyundan değildir.
Maymunların insan soyundan olduğunu söylemek yanlışdır. Çünki, insandan
çevrilen maymunlar üç günden çok yaşamadı. Yok edildiler).]
Bunun gibi, hâtırımıza gelen çeşidli misâllerden, ilm
nâmına, fen hesâbına uta-
narak
şunu da söyliyelim ki, amib denilen, gözle görülmiyen bir hücreli canlılar,
amitoz ile, ya’nî sitoplazma ve çekirdeği tâm ortadan ikiye ayrılmak sûreti ile
ürer. Güney Amerikada bir biyolog, amibi sitoplazma ve çekirdeğini ortadan
keserek, her iki parçanın yaşamağa devâm etdiğini görmüş. Bu tecribe; zâten
amibin üreme tarzına uygundur. Nerde kaldı ki, bu tecribe her zemân aynı
netîceyi vermez. Bunu bir mecmû’ada okuyan bir matematikci, bir hesâb
mütehassısı, gencleri başına toplıyarak,
(Amerikada, amibler parçalanıp öldürüldükden sonra, tekrâr
yaşatılıyor. Artık hayâtın sırrı çözüldü. Ölü hücrelere can veriliyor. Bunu
birkaç sene evvel okumuşdum. Belki bugün dahâ ilerlemeler olmuşdur) deyip,
fennin ölüleri diriltdiği, insanların (Hâşâ) ölüye hayât verdiği, o hâlde, fen
ve tabî’at hâricinde, bir kuvvet, bir yaratıcı bulunamıyacağı, Allah fikrinin
ilk insanlar, câhiller tarafından (Hâşâ) uydurulmuş olduğu aşılanır ve gençler
aldatılmağa çalışılırsa, buna ne denilir? Dinsiz bir hesâb mütehassısının,
sonsuzdan sonsuza kadar uzanan matematik sâhasında, islâmiyyeti lekeliyecek bir
nokta bile bulamadığı için, başka fen kollarında, anlıyamadığı hâdiselerden
çıkardığı yanlış ma’nâlar ile hücûma geçmesi, ne kadar şaşılacak ve acınacak
bir hâldir. Yüksek tahsîl yapan bir insanın, böyle alçak hareketleri, yüksek
tahsîl ismini lekelemez mi? Alçak görgülü olan bile, bu kadar câhilce konuşur
mu? Fen adamlarının tecribelerini, sözlerini
işitip de, kendi kurdukları yalanları, plânları, bu sözlerle maskeleyerek,
gençleri zehrlemeğe, îmânlarını çalmağa uğraşan din hırsızlarına (Fen
yobazı) denir. Fen yobazlarına aldanmamalıyız!
İslâm dîninden haberi olmıyan fen taklîdcileri, fen
yobazları, gençleri aldatmak, dinden çıkarmak için yalan ve iftirâlarla
saldırıyorlar. Din adamlarına yobaz, gerici diyorlar. Din adamları, fen
düşmanıdır diyorlar. İslâm kitâblarını okuyan, islâm dîninin ileri, üstün
bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü
niyyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din
bilgisi az olan, ana baba yuvasından bilgi almayan zevâllılar, bu alçakların
tuzaklarına düşmekde, felâkete sürüklenmekdedir.
Mekteb çocuklarını, (Avrupada matba’a
yapılırken, kitâblar basılırken, bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar,
matba’a günâhdır, gâvur îcâdıdır diyerek yapdırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza
sebeb oldular. Müslimânlık, çöl kanûnu, türklüğe çok zararlı oldu) diyerek,
dinsiz, îmânsız yetişdirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar.
İslâmiyyete, ilm, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça
yalanlar düzüyorlar, körpe dimâgları zehrliyorlar. Her iftirâları gibi, bu
sözlerinin de yalan olduğu meydândadır. Kara zihniyyet dedikleri islâm
âlimlerinin en yüksek temsîlcileri olan Osmânlı şeyh-ul-islâmlarından
elliyedincisi, Yenişehrli Abdüllah efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, matba’a
açmak, kitâb basmak için kendisine soruldukda, bakınız nasıl cevâb vermişdir:
İbrâhîm-i Müteferrika adındaki Macar asllı bir müslimân, İstanbulda 1139 [m.
1725] de ilk matba’ayı kurmak isteyince, şeyh-ul-islâma soruluyor: (Kitâb basma
san’atını iyi bildiğini söyliyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri
âlet ilmleri kitâblarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp,
buradan kâğıdların üzerine basarak, bu kitâbların benzerlerini elde ederim
dese, bu kimsenin böyle kitâb basmasına islâmiyyet izn verir mi?).
Şeyh-ul-islâm Abdüllah efendi, cevâbında: (Kitâb basma san’atını iyi bilen bir
kimse, bir kitâbın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdlara basmakla, bu kitâbdan
az zemânda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitâb
yazılmasına sebeb oluyor. Fâideli bir iş olduğundan, islâmiyyet bu kimsenin bu
işi yapmasına izn verir. Kitâbda yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitâbı
tashîh etmelidir. Tashîh etdikden sonra basılırsa, güzel bir iş olur)
buyurmuşdur. Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitâbının
(Hazar ve lebs) faslında yazılıdır.
İslâm dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini göstermekdedir. Matba’a 851
[m. 1447] de, makinaları ise, 1192 [m. 1778] de keşf edildi. Kâğıd 130 [m. 747]
de keşf edildi.
Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında
yetişen din
adamlarından,
Abdüllatîf Harpûtînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1330 [m. 1911] da, İstanbulda
basılan (Tenkîh-ul-kelâm fî-akâid-i Ehl-i islâm) kitâbı,
fen bilgilerini ve din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzun bildirmekdedir.
Yüzelliüçüncü sahîfede diyor ki: (Fen adamları, cismleri ve cismlerdeki
olayları araşdırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları
anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden,
his etdiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına
çıkmış olur. His olunamıyan, incelenemiyen, deney yapılamıyan konular, fen
bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda, fen adamının sözü kıymetsiz ve
ehemmiyyetsiz
Kur’ân-ı kerîmdeki, fen ile anlaşılabilen bilgileri anlatan
âyetlere, fen bilgilerine, fenne uygun
ma’nâ vermek câiz ve lâzımdır. Bu ma’nâları da, ancak islâm âlimleri, ya’nî fen
bilgilerinde mütehassıs ve dinde müctehid olan büyükler, müfessirler verir. Fen
taklîdcileri, Kur’ân-ı kerîme ma’nâ veremez. Bunların Kur’ân tercemelerine
kıymet verilmez. Fennin, tecribenin dışında olan, fen ile ilgisi olmıyan âyet-i
kerîmeleri, fen bilgilerine uydurmağa kalkışmak, Selef-i sâlihînin tefsîrlerini
değişdirmek, büyük suç olur. Böyle tefsîr ve terceme yapanlar, kâfir olur.
Yetmişüçüncü sahîfede diyor ki, (Gök dürbünleri yapılınca
görülen yıldızlar ile, mikroskopla görülen küçük varlıklar, dahâ önceki
zemânlarda görülemiyor, varlıkları bilinmiyordu.
O zemân görülemediği için, bu varlıklara yok demek, yanlış, haksız olduğu gibi,
fen adamlarının, bugünkü fen âletleri, fen bilgileri ile anlıyamadıkları
şeyleri ve hele, fen, madde bilgisi sınırları dışındaki varlıkları inkâr
etmesi, yok demesi de, yersiz ve haksız olur. Fenne uymıyan bir söz, bir câhil
sözü olur).
Velhâsıl, hakîkî fen adamları, her zemân, islâm dînine âşık
olmakda, fen taklîdcileri ise, dîni ve
dünyâyı anlıyamıyarak, maddî ve ma’nevî kıymetlere saldırıp, nihâyet göçüp Cehenneme
gitmekdedirler.
Kur’ân-ı kerîm hakkında batılı meşhûr bilginler, edîbler
hayrânlıklarını dâimâ açıklamışlardır. Dünyânın sayılı edîblerinden Goethe,
Kur’ân-ı kerîmin yalan yanlış Almanca tercemesini bile okudukdan sonra:
(İçindeki ifâdelerin büyüklüğü, haşmeti karşısında hayrân kaldım) demekden kendini
alamamışdır.
İngiliz râhibi Beowort-Smith, (Muhammed ve Muhammede bağlı
olanlar) adlı eserinde: (Kur’ân, üslûb temizliği, ilm, felsefe ve hakîkat
mu’cizesidir) demekdedir.
Kur’ân-ı kerîmi İngilizceye terceme eden Arbeyrry ise: (Ne
zemân ezân dinlesem, bana bir mistik müzik gibi te’sîr eder) demekdedir.
Marmaduke Pickthall ise, Kur’ân-ı kerîm için: (En taklîd
olunamaz senfoni, en sağlam bir ifâde, insanları ağlamağa veyâ coşdurmağa sevk
eden bir kudret) ifâdesini kullanmışdır.
Bunların yanında birçok batılı filozoflar, yazarlar, ilm ve
siyâset adamları, Kur’ân-ı kerîmden, büyük bir takdîr ve büyük bir hayrânlıkla
bahsetmekdedirler.
Lamartine bile Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
için, (Filozof, hatîb, Peygamber, kumandan, yeni doğmalar koyan, muazzam bir
İslâm Devleti kuran adamdır. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullandıkları
bütün mikyâslarla ölçülsün, acabâ ondan dahâ büyük bir insan var mıdır?
Olamaz!) demekden kendini alamamışdır.
Gibon, (Roma İmperatorluğunun çökmesi ve yıkılması) adlı
eserinde, İslâm dîni ve Kur’ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: (Kur’ân-ı
kerîm, Allahın birliğini isbât eden en büyük eserdir).
Amerikan astronomi uzmanı Michael H.Hart, Hazret-i Âdemden
bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer inceliyerek, bunların
içinden 100 dânesini ayırmakda, bu 100 kişi arasında, en büyüğü olarak
Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” göstermekdedir. (Onun kudreti,
kendisine Allah tarafından vahy edildiğine inandığı, muazzam eser, Kur’ândan
geliyor) demekdedir.
Amerikan Chicago Üniversitesi profesörlerinden, tanınmış
psikoanaliz uzmanı Jules Masserman 1974 yılının 15 Temmuzunda yayınlanan “Time”
mecmû’asının özel nüshasında, (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, târîhde
şimdiye kadar gelip geçmiş olan önderleri incelemekde, bunların psikoanalizini
yapmakda ve bu liderlerin en büyüğünün Muhammed aleyhisselâm olduğunu
bildirmekdedir.
Dünyânın en büyük tabî’î ilmler âlimlerinden biri olan Max
Planck, 1858 yılında Almanyada Kiel şehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kielde
yapdı ve ondan sonra 1889 da Berlin Üniversitesinde çalışmağa başladı.
Berlindeki feâliyeti 30 sene kadar sürdü. 1947 de vefât etdi.
Max Planck, özellikle Işıldama ile meşgûl oldu. En büyük
buluşu, atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kvant) hâlinde
yayıldığını meydâna çıkarması oldu. Planck, bu buluşuna (Kvantlar Teorisi)
adını verdi ve meydâna gelen enerjiyi hesâbladı. (Kvantlar Teorisi formülü:
E=h.v olup, E, meydâna gelen enerjiyi Erg olarak belirtir. v ölçülen dalganın
frekansıdır, h ise, Planck sâbitesi adını alan bir rakamdır ve 6,624.10-27
ye eşitdir. Böylece herhangi bir enerji dalgasının frekansı ile bu rakam
çarpılacak olursa, enerjiyi yukarıda söylediğimiz gibi, Erg cinsinden
hesâblamak kâbildir.) Bu buluşu, ona 1918 de fizik nobel mükâfâtını kazandırdı.
Max Planck diyor ki: Gerek din ve gerek tabî’î ilmler,
üzerimizde kendisine erişmek kâbil olmıyan çok muazzam bir kudret bulunduğunu,
bu kudretin dünyâyı kurduğunu ve ona hükmetdiğini ortaya koymakdadır. Ancak bu
kudreti îzâh husûsunda kullandıkları dil, birbirinden farklıdır. Fekat her iki
îzâh tarzı ayrı bile görünseler, hakîkatde, birbirinin aynıdır. Bu iki îzâh
birbirine zıd değildir. Bil’akis birbirini temâmlarlar.
Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bu âlemi ancak mâhiyetini
hiç bir zemân anlıyamıyacağımız, insanların hiç bir zemân erişemiyecekleri bir
kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu
muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiçbir zemân
bilemiyeceğiz. Onun kudretinin ancak en küçük bir parçasını ve dolaylı olarak
öğrenebiliriz.
Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona
yaklaşdırmak için kendine mahsûs akla hitâbeden semboller kullanır. Tabî’î
ilmler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden fâidelenir.
Hâlbuki, bu iki yolu birleşdirecek olursak, asl o zemân bu yaratıcının ne büyük
bir kudret sâhibi olduğu meydâna çıkar ve dînin Allahı ile tabî’î ilmlerin bu
kudretin ancak küçücük bir kısmında yapdığı araşdırma, ölçme ve formüller, Onun
zâtını ve büyüklüğünü meydâna koyar.
Din ile tabî’î ilmleri karşılaşdıracak olursak, hiç bir
yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din,
gerek tabî’î ilmler, bir muaz-
zam
yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamıyacağını kabûl ederler. Tabî’î ilmlerin
bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında
birer vesîkadır. Din ile tabî’î ilmler arasında hiçbir fark yokdur.
Ba’zılarının sandığı gibi, tabî’î ilmlerin tutduğu yol ayrı değildir. Bugün ne
yazık ki, ba’zı insanlar, tabî’î ilmlerin artık din ile hiçbir ilgisi
kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlışdır. Yukarıda îzâhına bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabî’î ilm
bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları çalışdığım gibi, tabî’î ilmler,
bil’akis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler.Târîhe
görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindâr insanlardı. Esâsen o zemânlar
tabî’î ilm araşdırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde,
râhiblerin evlerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma
enstitüleri, üniversite ilm merkezleri kuruldukdan sonra, din adamları ile
tabî’î ilmler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma üsûlleri
tatbîke başladılar. Zemânla bunların çalışma metodları birbirinden çok ayrılmış
gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu
iki yol, ayrı ayrı istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere
sapan iki yol değildir. Bil’akis birbirine temâmiyle paraleldir. Aynı gâyeye
doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birleşecekler
ise, din ile tabî’î ilmler de, esâs gâye sonsuzunda birbiriyle
kucaklaşacaklardır.
Yukarıdaki yazılar, Max Planckın, (Der Strom
von der Aufklärung bis zur Gegenwart) kitâbından alınmışdır.
Kültürlü insanlar, insafla düşündükleri zemân, Allahü
teâlânın varlığına inanmak mecbûriyyetinde kalıyorlar. Doğru dürüst yapılmayan
Kur’ân-ı kerîm tercemelerinden bile, hakîkî dînin islâmiyyet olduğunu i’tirâf
ediyorlar. Tercemeler, hiç bir zemân, aslına uygun olamaz. Bu bakımdan
islâmiyyeti incelemek isteyen yabancılara, islâm âlimlerinin “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” (Akâid) kitâbları tavsiye edilmelidir.
Hakkın yüzdört kitâbı ki,
nebîler üzre inmişdir,
kütübdür onların dördü, suhuf yüzü, kelâmullah.
Zebûru verdi Dâvüda, dahî
Tevrâtı Mûsâya,
ve hem İncîli Îsâya, getirmiş Cebrâîl vallah.
Habîbullâha Kur’ânı
getirdi, hâcet oldukca,
yirmi üç yıl itmâm eyleyip kesildi vahyullah.
Dahî hem nebîler hakkında
bildim ismetü fitnet,
nezâfet hem emânet, sıdkla teblîgu hükmillah.
Gadrle, zenbü humk ve
kezbü ketmü hıyânetden,
münezzehdir, müberrâdır cemî’i Enbiyâullah.
Nebîler ismini bilmek,
didiler ba’zılar vâcib,
yirmi sekizin bildirdi, Kurânda bize Allah.
Cemî’i enbiyânın evvelidir
hazret-i Âdem,
kamûdan efdalü âhır, Muhammeddir resûlullah.
İkisinin arasında, katî
çok enbiyâ gelmiş,
hesâbın kimseler bilmez, bilir anı hemen Allah.
Resûllerin dinleri mevtle
bâtıl olmaz kat’â,
ve efdaldir meleklerin hepsinden, enbiyâullah.
Bizim Peygamberin ahkâm-ı
şer’î, öyle bâkîdir,
ki, ehl-i mahşeri, bu şer’ ile fasledecek Allah.
Ne ki kılmış Habîbullah,
bize teblîg-i ahkâmı,
kabûl etdim anı, âmentü
billâh ve hükmillâh.