(Tefsîr-i Azîzî)de, Fâtiha sûresini
açıklarken, (Sırât-ı müstekîm)i uzun
bildirmekdedir. Çok kısaltılmışı şöyledir: Allahü teâlâ, insanların ve
hayvanların, yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yaratdı.
Biri, muhtâc oldukları, lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak
kuvvetidir. Bu kuvvete, (Şehvet) denir.
İkincisi, yaşamalarına zararlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara
karşı savunmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Gadab) denir.
Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtâc
oldukları şeyleri her tarafda, bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını
ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini ihsân etmişdir.
Allahü teâlâ, insanlarda şehvet ve gadab kuvvetlerini
yaratmış, insanların muhtâc oldukları şeylere kavuşmaları için ve bulduklarını
kullanabilmeleri için ve korkduklarına karşı savunabilmeleri için, bu iki
kuvveti ihsân etmişdir. En lüzûmlu olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini ihsân etmiş, ikinci
derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini
de ihsân etmişdir. İhtiyâc maddelerini elde etmeleri ve elde etdiklerini
kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, insanları çalışmağa mecbûr kılmışdır.
İnsanlar çalışmazlarsa, muhtâc oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâc
gibi şeylere kavuşamazlar. Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan,
muhtâc olduğu bu çeşidli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikde
yaşamağa, iş bölümü yapmağa mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, insanlara
merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmakdan usanmamaları için,
insanlarda üçüncü bir kuvvet dahâ yaratdı. Bu kuvvet, (Nefs-i emmâre) kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere
kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fekat insanın nefsi,
bu işinde bir sınır tanımaz. Yapdığı işler, hep aşırı, hep zararlı olur. Meselâ
hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanı
nefsi, doydukdan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar. Doyunca,
yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim
yapması, seçdiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefs, bu yorucu,
usandırıcı işleri seve seve yapdırır. Fekat, hoşuna gideni, doydukdan sonra da
yidirir. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin insanı felâkete
sürüklemesine mâni’ olmak istedi. Hem nefsin arzûlarına uymağı sınırlıyan, hem
de nefsi temizleyip emmârelikden ya’nî aşırı, taşkın olmakdan kurtaran emrler
ve yasaklar gönderdi. Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile
gönderdiği bu emr ve yasakların toplamına, (İlâhî
din)ler veyâ (İslâmiyyet) denir.
Bir insan, işlerini yaparken, islâm dînine uyarsa, nefsi, emmâ-
relikden
kurtulup, (mutmainne) olur. Bu zemân,
şehveti ve gadabı fâideli olarak çalışdırır. Kitâbımızın üçüncü kısmının
ellibirinci maddesinde yazılı olan, (Mektûbât)ın
üçüncü cildinin yüzyirmibirinci mektûbunda, nefsin temizlenmesi
bildirilmekdedir. Nefs-i emmâre, şehveti ve gadabı aşırı çalışdırdığı için,
buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyyete uymak ise, bu arzûları frenlediği,
tahdîd etdiği için, insana acı, zor gelmekdedir. Bunun için insan, islâmiyyete
uymak istemez. Nefse uymak ister. Se’âdete kavuşmak istemez. Felâkete
sürüklenmek ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda,
se’âdeti felâketden, doğruyu iğriden ve fâideliyi zararlıdan ayırabilen bir
kuvvet de yaratdı. Bu çok kıymetli kuvvet, (Akl)dır.
Şaşmıyan, yanılmıyan akla (Akl-ı selîm) denir.
Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemiyen
kimse ise, nefsine uyar. İslâm dînine uymak istemez. İslâm dînine uyana, (Müslimân) denir. Müslimân olmak için evvelâ (Îmân) etmek lâzımdır.
Allahü teâlâ, bütün insanlara, îmân etmelerini emr etdi.
İnsanlar arasından dilediklerine merhamet edip, bunların akla uyarak îmân
etmelerini nasîb eyledi. Bu kullarının kalblerini îmân ile doldurdu. (Yûnus) sûresinin
yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ
kullarını, selâmet, se’âdet yeri olan Cennetine da’vet ediyor. Dilediğini bu yola kavuşdurur) buyuruldu.
Akl-ı selîm sâhibi olan, bu mes’ûd insanlara (Sâbikûn)
denir. Peygamberler, Evliyâlar, mezheb imâmları ve bütün müctehidler
böyledirler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Akllarına uymayıp, nefslerine
uyarak, Allahü teâlânın da’vetini kabûl etmiyenlerden, dilediklerini kendi
taşkın, azgın hâllerinde bırakmakda, dilediklerini de, yine ihsân ederek,
dilediği zemânda hidâyete kavuşdurmakda, kalblerini îmân ile doldurmakdadır.
Kendi hâllerinde bırakdıklarından, gafletden uyanarak doğru yolu arayanları da,
merhamet ederek hidâyete kavuşduracağını va’d etmekdedir. (Ankebût) sûresinin son
âyetinde meâlen, (Nefslerine uyanlardan,
doğru yolu arayanları, se’âdete ulaşdıran yollara kavuşdururuz) buyuruldu. Doğru yolu aramayıp, nefslerine
uyarak îmân etmiyenleri, azıp can yakanları, Cehennemde sonsuz olarak yakacağını
haber veriyor. İslâmiyyeti işitmiyen çok kimse vardır ki, akl-ı selîmleri
olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin adamlarına aldanmamışlar,
astronomide ve fen bilgilerinde ve bilhâssa tıb ilminde gördükleri nizâmlı
hâdiselerin birbirlerine bağlantılarını düşünerek, hilkatin sırlarını, bu
hesâblı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selîmleri
sâyesinde, islâmiyyetin bildirdiği güzel
ahlâkın birçoğunu bulup, müslimân gibi yaşamış, kendilerine ve
başkalarına fâideli olmuşlardır. Allahü teâlânın, (Ankebût)
sûresinde va’d etdiği üzere, bunları îmân etmeğe sebeb olan
rehberlere, kitâblara kavuşduracağı, (Rûh-ul-beyân)
tefsîrinde, altıncı cüz son âyetinde yazılıdır. Böyle tâli’li mes’ud
bir kimse anlar ki, herşeyi halk eden,
yaratan, yok olmakdan, zararlardan koruyan bir Allah vardır. Allah herşeyi
görür, bilir, işitir. Herşeye gücü yeter. Gücü, kuvveti sonsuzdur. Herşeyi,
eceli, zemânı gelince yok etmekdedir. İnsanları tekrâr dirilteceğini, hesâba
çekeceğini, îmân etmiş olanlara Cennetde sonsuz ni’metler vereceğini, îmânı
olmayanları, kâfirleri Cehennemde sonsuz yakacağını bildiriyor. Onun yapmak
istediğini kimse durduramaz. Onun işine kimse karışamaz. Onun emrlerine
uymakdan, rızâsını, sevgisini kazanmakdan başka kurtuluş ve se’âdet yolu
yokdur. İnsanların hiçbiri îmân etmese, inanmasa, onun büyüklüğünde,
kuvvetinde, kudretinde hiç noksanlık olmaz. Teknikde çok ilerliyen, elektronik
âletler ve lazer ışınları ile tabî’atin nice sırlarını çözen ba’zı milletlerin
başlarındaki azılı kâfirler, zâlimler, Ona hiçbir zarar yapamaz. Bu dinsizler,
ancak kendilerine zarar yapıyorlar. Muhakkak ölecekler. Kabrde çürüyüp, bir
avuç toprak olacaklar. Sonra tekrâr diriltilip, Cehennemde çok acı azâb
çekeceklerdir. Allahü teâlâ isteseydi, herkesi mü’min yapar, herkesi Cennete
sokardı. Yâhud, herkesi kâfir yapar, herkesi Cehennemde yakardı. Fekat,
ba’zılarının mü’min olmasını, ba’zılarının da kâfir olmasını diledi. Onun
dilediği olur. Onun dilediğini
hiçbir
mahlûk değişdiremez.
[Her müslimânın birinci vazîfesi nefsine uymamakdır. Nefs,
insanın en büyük düşmanıdır. İnsanın îmânını yok etmek ister. Bundan zevk alır.
Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin emrlerinden ve yasaklarından birisinin
bile doğru, fâideli olduğunda şübhe edenin
îmânı gider, kâfir olur. Kâfir, Cehennemde sonsuz yanacakdır. Sonsuz
yanmak ne demek, insan bunu düşünse, korkudan uykusu kaçar, yimekden, içmekden
kesilir. Hiçbir dünyâ zevki gözüne görünmez. Küfrün cezâsı çok ağır, çok
korkunc ise de, küfrden ve günâhlardan kurtulmak çok kolaydır. Bunun biricik
çâresi, îmânını tâzelemekdir. Bunun da en kolay yolu, her akşam yatarken, üç
kerre (Estagfirullahel’azîm) okumakdır.
Ma’nâsını düşünerek okumak lâzımdır. Ma’nâsı, (Yâ
Rabbî, beni afv et)dir. Allahü teâlâ, tevbeleri kabûl edeceğini va’d
etmişdir. Yalnız, tevbenin kabûl olması için, nemâz borcu ve kul hakkı olmamak
lâzımdır. Bir nemâz borcu olan, bunu kazâ etmedikce, tevbesi kabûl olmaz.
Cehennemde yanmakdan kurtulmak için, ölmeden evvel nemâz borcundan ve kul
hakkından kurtulmak lâzımdır.
Hiçbir hayrlı iş insanı bu azâbdan kurtaramaz.
İbni Teymiyyenin kurtarır demesine aldanmamalıdır.]
Hakîkat Kitâbevi
Sabâh olmuş, kuşlar ötüyor,
her taraf süslenmiş Bayram gibi.
câmi’den gelen tekbîr sesleri,
rûhları açıyor, Kur’ân gibi.
Müezzin efendi, ezân okuyor,
sesi çok güzel, bülbül gibi.
İmâm efendi yeşil cübbe giymiş,
siyâh saçlar arasında parlayan zümrüd gibi.
Câmi’den
(Estagfirullah)
sesleri geliyor,
Söyliyenlerin
kalbleri olmuş nûr gibi.
Koşdum,
onlara ben de katıldım,
çok
şükr, oldum melek gibi.
Yâ
Rabbî! Türk vatanı çok mübârek yerdir,
her
köşesinde, ecdâdımızın rûhları sesleniyor:
Muhammed
aleyhisselâma tâbi’ olun, bizler gibi,
Onun
yolundan ayrılmayın, Eshâb gibi.
Yâ
Rabbî! Bizi bu vatandan ayırma!
tâ,
bu vatana hizmet ederken verelim cân!
Yâ
Rabbî! Bu vatanı koruyan kumandanlara yardım et!
Her
birinin vatana hizmet etmesini nasîb et!
İki
yüzlüler çoğaldı, şimdi,
nutuk
çekiyorlar, kahraman gibi.
Londrada
masonların dağıtdığı diplomalarla,
islâma
saldırıyorlar şaklaban gibi.
Bu
hücûmlardan korunmak için,
Muhammed
aleyhisselâma uymalıdır.
hiçbir
şey kalbi temizleyemez,
bu
yüce Peygambere uymak gibi.
Bu
hakîkati her yere yayan (Hakîkat Kitâbevi)dir,
Bu
Kitâbevi insanlara Hakkın büyük ni’metidir.
(Hakîkat
Kitâbevi), hakîkatları yayıyor,
onların
ki ise, hep iftirâ ve yalan.