Bu
mektûb, seyyid Muhammed Nu’mâna “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmış olup, ba’zı Evliyâ, tesavvuf yolunda ilerlerken,
kendilerini, Eshâb-ı kirâmın makâmında görüyor.
Bunu açıklamakda ve dünyâda Peygamberlere çok derd ve belâ gelmesinin sebebini
bildirmekde ve adem, Fenâ ve Bekâyı anlatmakdadır:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun
seçdiği kullarına selâm olsun!
Süâl: Sâlik, tesavvuf yolunda
yükselirken, ba’zan kendisini, kendinden yüksek olduklarında söz birliği olan
Eshâb-ı kirâmın makâmında görüyor. Hattâ, ekseriyâ Peygamberlerin makâmlarında
görüyor. Bu nasıl olur? Ba’zı kimseler, bu sâlikin o makâmların sâhiblerinin
derecesinde olduğunu söylediğini sanıyor. Bunun için, bu sözüne inanmıyorlar.
Hattâ, ona dil uzatıyorlar. Bunun sebebi nedir?
Cevâb: Aşağı derecedeki
insanların, yükseklerin makâmına çıkması, fakîrlerin zenginler kapısına ve
ihsân sâhiblerinin evlerine giderek, onlardan ihtiyâclarını dilemelerine,
ni’metlerine kavuşmalarına benzer. Bunların, o makâma çıkmasını, makâm
sâhibleri ile müsâvî olmak sananlar, câhillik etmiş olur. Bu yükselmeleri,
ba’zan o makâmları görerek özenmeleri içindir. Dünyâda sultânların ve beğlerin
serâylarını, köşklerini seyretmeğe gitmek gibidir. Bu gibileri, sultânlarla,
beğlerle müsâvî oldu sanmak, ahmaklık olur. Hizmetciler, efendilerine hizmet
etmek için, husûsî odalarına kadar girer. Süpürmek için, temizlik için sultânın
yanına yaklaşır.
Mısra’:
Derd sâhiblerine her yandan
gelir belâ...
Ba’zıları, bir zevallıyı ayblamak ve kötülemek için, behâne
arar. Allahü teâlâ, böyle kimselere insâf versin! Bir garîb dervîşi iftirâdan,
lâfdan korumak için sebeb aramaları lâzım gelirdi. Bir müslimânın ırzını,
şerefini korumak için, çalışmaları îcâb ederdi. Bu makâmlara yükselen sâliklere
dil uzatanlar, iki dürlü olabilir:
Bu sâlik, o makâmların sâhibine müsâvî olduğunu sanıyor
derlerse, bu sâliki kâfir ve zındık bilmiş
olurlar. Çünki bir kimse, kendini Peygamberler ile berâber bi-
lirse, kâfir olur. Şeyhaynın [ya’nî Ebû Bekrin ve Ömerin]
“aleyhimürrıdvân” bütün müslimânlardan üstün olduğunu Sahâbe ve Tâbi’în
sözbirliği ile bildirdi. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız, kitâblarında
yazmakdadır. Bunlardan biri, imâm-ı Şâfi’îdir “rahmetullahi aleyh”. Hattâ
Sahâbe-i kirâmın hepsi, sonra gelen müslimânların hepsinden dahâ üstündür.
Çünki, insanların en iyisinin sohbetinin üstünlüğüne benzeyen hiçbir üstünlük
olamaz. Eshâb-ı kirâmın, islâmiyyetin za’îf olduğu ve müslimânların az olduğu o
zemânda, dîni kuvvetlendirmek için ve Peygamberlerin efendisine “aleyhi ve
aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yardım etmek için yapdığı ufak bir hareketine, o
kadar sevâb verilir ki, başkaları, bütün ömrünü, sıkı riyâzetle ve ağır
mücâhedelerle ve ibâdetlerle geçirse, o kadar sevâb alamaz. Bunun için
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden herhangi biri, Uhud dağı
kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz). [Müd, iki rıtldır. (Rıtl)
yüzotuz dirhem-i şer’îdir. Bir (dirhem-i
şer’î) 3.36 gr.dır. Bir (Müd) sekizyüzyetmişbeş
gram ağırlığında bir ağırlık birimidir.]
Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh”, bu ümmetin en üstünü
olmasının sebebi, îmâna gelmekde, malının çoğunu ve cânını fedâ etmekde ve her
dürlü hizmetde, başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadîd
sûresinin onuncu âyetinde meâlen, (Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd
eden kimseye, fethden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden dahâ büyük
derece vardır. Allahü teâlâ, hepsine Cenneti va’d etdi) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, onun için
indirilmişdir. Ba’zı kimseler, fazîletlere,
vak’alara bakarak, bunun en üstün olduğunda duraklıyor. Hâlbuki, bilmiyorlar ki,
üstünlüğün sebebi, fazîletler ve hârikalar olsaydı, fazîletleri ve hârikaları
çok olan herhangi bir müslimânın, o kadar hârikası olmayan kendi
Peygamberlerinden üstün olması lâzım gelirdi. Demek oluyor ki, üstünlüğün
esrârı, sebebi, fazîletlerden ve hârikalardan başka birşeydir. Bu fakîre göre,
bu sebeb, dîni kuvvetlendirmekde ve mal ve
cân fedâ ederek Allahın dînine yardım etmekde başkalarının önünde
bulunmakdadır. Her önde olan, sonra gelenlerden dahâ üstün olur. Önde
gelenler, sonra gelenlerin, dinde üstâdı ve mu’allimidir. Sonra gelenler, önce
gelenlerin nûrları ile aydınlanmakda, onların bereketlerinden fâidelenmekdedir.
Peygamber hepsinden ileride, önde olduğu için, hepsinden üstündür. Bu ümmet
içinde, Peygamberimizden “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vesselâm” sonra, bu
devletin, ya’nî se’âdetin sâhibi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”.
Çünki, dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” yardım etmek için, malını dağıtmakda, cihâd etmekde, şiddetli
mücâdele etmekde ve şânını, şerefini gayb etmekde, öncelerin öncesi Odur. O
hâlde, hepsinden dahâ üstün Odur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâmiyyetin
yükselmesinin ve kuvvetlenmesinin, Ömer-ül Fârûkun yardımı ile olmasını istedi.
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine yardım etmek için, onu kâfi gördü. Enfâl sûresinin, altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim “sallallahü
aleyhi ve sellem”! Sana yardımcı olarak Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana
tâbi’ olanlar yetişir) buyurdu.
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”, (Bu âyet-i kerîme, Ömer-ül Fârûk îmân
etdiği zemân geldi) buyurdu. O hâlde, Ebû Bekr-i Sıddîkdan sonra, en üstün olan
budur. Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în, bu
ikisinin en üstün olduğunu sözbirliği ile bildirdi. Alî “radıyallahü anh” buyurdu
ki: (Ebû Bekr ile Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” bu ümmetin en üstünüdür. Beni
onlardan üstün sanan, iftirâ etmekdedir. İftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa
ile döverim). Bunları başka kitâb ve mektûblarımda uzun anlatmışdım. [Bu
ikisinin üstünlükleri (Kurret-ül ayneyn) ve
(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının (Müslimânların iki gözbebeği) kısmında uzun
yazılıdır.]
Kendini, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü
teâlâ anhüm” gibi sanmak, ahmaklıkdır. Kendini, önce gelen büyüklere benzetmek,
câhillikdir. Şunu da bildirelim ki, ön-
ce
olmak şerefinin üstünlüğe sebeb olması, birinci asrda, insanların en iyisinin
sohbetine kavuşanlar içindir. Sonraki asrlarda böyle değildir. Dahâ sonraki
asrda gelenler, önündeki asrlarda gelenlerden üstün olabilir. Hattâ aynı asrda
bulunanlardan, sonraki, öncekinden [talebesi hocasından] ileri geçebilir.
Allahü teâlâ, dil uzatanları, gaflet uykusundan uyandırsın! Bir müslimânı
kabâhatli sanarak, dedikodu yapmak, söğmek, pek şenî’, çok çirkindir. Vehm ile,
zan ile, bir müslimâna sapık demek, kâfir demek, inâdcılık, kincilik olur. Bu iftirâları yerinde olmadığı zemân,
söyliyenler sapık ve kâfir olur. Böyle olduğunu hadîs-i şerîf
bildirmekdedir.
Sözümüze dönelim. Sâliklere dil uzatanların ikinci kısmını
bildirelim. Bunlar, o derecelerde olduğunu söyliyen sâliklere kâfir ve sapık
demez ise de, iki hâlden birisi olabilir: Ona yalancı derler. Bu da, bir
müslimâna sû-i zan etmek olup harâmdır. Yok eğer, sözüne inanır ve o büyüklere
müsâvî olmak da’vâsında olmadığını bilirler ise, dil uzatmalarına sebeb kalmaz.
Onu niçin söğüp çekişdirirler? Doğru keşflere iyi ma’nâlar vermek lâzımdır.
Doğru keşf sâhiblerini ayblamamalı, onlar için kötü, çirkin şeyler
söylememelidir.
Süâl: Dedikodu yapan bir
kimse, (Sâlikin, fitne ve fesâda sebeb olacak hâlini açığa çıkarmasına ne lüzûm
var?) derse:
Cevâb: Tesavvuf büyükleri
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle hâllerini çok bildirmişdir. Hattâ,
âdet olmuşdur. Bu hâllerini, iyi niyyetlerle, doğru maksadlarla açığa
vurmuşlardır. Buna sebeb, ba’zan, şübheli olan hâllerinin, doğru olup
olmadığını anlamak için mürşidlerine bildirirler. Ba’zan da, tâlibleri,
gençleri teşvîk için söylemişlerdir. Ba’zan da, şu veyâ bu, hiçbir sebeb
olmıyarak, tarîkat serhoşluğu ile, ağzından
kaçırır. Böyle hâlleri şöhret için, kendini beğendirmek için söyleyen
yalancıdır. Böyle hâli varsa, kendine zarardır, istidrâcdır.
Süâl: Peygamberler
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Velîler “aleyhimürrıdvân”, hep derd ve belâ
içinde yaşadı. Hattâ (Belâlar, mihnetler, en çok
Peygamberlere, sonra Evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir) buyuruldu.
Hâlbuki, Şûrâ sûresi, otuzuncu [30] âyetinde
meâlen, (Size gelen belâlar, kabâhatlerinizin
cezâsıdır) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeye göre, derdlerin çokluğu,
günâhın çokluğunu gösterir. Peygamber ve Velî olmayanların, çok sıkıntı çekmesi
îcâb eder. Dostlarına, neden derd, belâ veriyor? Düşmânları râhat ve ni’metler
içinde, dostları mihnetler, belâlar içinde nasıl olur?
Cevâb: Dünyâ, zevk için, lezzet
için yaratılmadı. Âhıret, bunun için yaratılmışdır. Dünyâ ile âhıret,
birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebeb
olur. Ya’nî, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeğe sebeb olur. O hâlde,
dünyâda ni’metleri, lezzetleri çok olanlar, [bunlara lâzım olan şükrü
yapmazlarsa] âhıretde çok korkacak, çok acı çekecekdir. Bunun gibi, dünyâda [tehlükelerden
sakındığı, çalışdığı hâlde] çok acı çeken mü’min, âhıretde çok lezzete
kavuşacakdır. Dünyânın ömrü, âhıretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla
kadar bile değildir. Dahâ doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun
için dostlarına merhamet ederek, sonsuz ni’metlere kavuşmaları için, dünyâda
birkaç gün sıkıntı çekdiriyor. Düşmânlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz
lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor.
Süâl: Fakîr olan kâfir,
dünyâda da, âhıretde de sıkıntı çekiyor. Bunun dünyâda çekdiği sıkıntılar
âhıretde lezzete kavuşmasına niçin sebeb olmıyacak?
Cevâb: Kâfir, Allahü teâlânın
düşmanıdır. Sonsuz azâb görmesi lâzımdır. Dünyâda, ona azâb yapmamak, kendi
hâline bırakmak, ona iyilik, lezzet demekdir. Hattâ, bunun için hadîs-i şerîfde,
(Dünyâ kâfirlerin Cennetidir) buyuruldu.
Kâfirlerden bir kısmına, dünyâda azâb yapmamakla iyilik etdikleri gibi, ayrıca
ni’metler, lezzetler de verirler. Bir kısmına ise, yalnız azâb yapmamak ile
iyilik edip, ayrıca lezzetler vermezler. Bunların hep, hikmetleri, fâideli
sebebleri vardır.
Süâl: Allahü teâlâ, herşeye
kâdirdir. Dostlarına, hem dünyâda, hem de âhıretde ni’metler, lezzetler
verseydi ve dünyâda verdiği lezzetler, âhıretde, bunların elem çekmesine sebeb
olmasaydı, dahâ iyi olmaz mı idi?
Cevâb: Bunun çeşidli cevâbları
vardır:
1. ci cevâb: - Dünyâda, birkaç gün
derd, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedî
ni’metlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmiyen, yemeğin lezzetini anlamaz.
Acı çekmiyen, râhatlığın kıymetini bilmez. Dünyâda bunlara elem vermek, sanki
dâimî lezzetleri artdırmak içindir. Bu elemler, bir ni’met olup, câhil halkı
denemek için, büyüklere verilen ni’metler, elem olarak gösterilmekdedir. Yabancılara
elem şeklinde gösterilen, dostlar için ni’metdir.
2. ci
cevâb: -
Belâlar, sıkıntılar, câhil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden
gelen herşey, tatlı olmakdadır. Ni’metlerden lezzet aldıkları gibi, belâlardan
da lezzet duyarlar. Hattâ, belâ sâdece sevgilinin arzûsu olup, kendi istekleri karışmadığı
için, dahâ tatlı gelir. Ni’metlerde bu lezzet bulunamaz. Çünki, ni’metlerde,
nefslerinin istekleri de vardır. Belâ gelince, nefsleri ağlamakda,
inlemekdedir. Bu büyükler, belâyı ni’metden dahâ çok sever. Belâ, bunlara,
ni’metden dahâ tatlı gelir. Bunların dünyâdan aldıkları lezzet, belâlardan,
musîbetlerden gelmekdedir. Dünyâda derd ve belâ olmasaydı, bunların gözünde,
dünyânın hiç değeri olmazdı. Dünyânın acı
hâdiseleri olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi. Fârisî nazm tercemesi:
Seni sevmekden maksadım,
derdi ve gammı tadmakdır.
Böyle olmasaydı arzûm,
dünyâda başka tat çokdur.
O hâlde, Allahü teâlânın dostları, dünyâda da,
âhıretde de lezzetli ve sevinclidir. Derdlerden aldıkları lezzetler, âhıret
lezzetlerinin azalmasına sebeb olmaz. Âhıret lezzetlerini gideren, câhillerin
aradıkları lezzetlerdir. Yâ Rabbî! Dostlarına nasıl ihsân yapıyorsun ki,
başkalarına verdiğin ni’metler, bunlara da rahmetdir. Onlara derd, elem olanlar
da, bunlara ni’metdir. Başkaları ni’met gelince sevinir. Derd gelince üzülür.
Bu büyükler, ni’metde de sevincli, derdde de sevinclidir. Çünki bunlar, işlerin
güzelliğine, çirkinliğine bakmıyor. İşleri yapanın güzelliğine bakmakdadırlar.
O, güzellerin güzelidir. İşleri yapan sevgili olduğu gibi, işleri de sevgili
olmakda ve tatlı gelmekdedir. Bu dünyâda, herşey, güzel olan yapıcının işi
olduğundan, derd ve zarar verse de, bunlara, istedikleri ve sevdikleri şey
olmakdadır. Kendilerine tatlı gelmekdedir. Yâ Rabbî! Bu nasıl lutf ve ihsândır
ki, bu gizli ve kıymetli ni’metleri, yabancılara sezdirmeden, dostlarına
gönderiyorsun! Bunları, her ân, kendi arzûna râzı bulundurup, zevk ve lezzet
içinde tutuyorsun! Başkalarına derd, ayb, aşağılık olarak gönderdiklerin,
bunlar için, cemâl ve kemâl oluyor. Bunların arzûlarını, arzû edilmiyen şeyler
içine yerleşdirdin. Dünyâ lezzet ve
zevklerini, başkalarının tersine olarak, âhıret derecelerinin, lezzetlerinin artmasına
sebeb eyledin. Bu, Allahü teâlânın büyük ni’metidir. Dilediğine ihsân eder.
Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
3. cü cevâb: - Bu dünyâ, imtihân
yeridir. Burada hak, bâtıl ile; haklı, haksız ile karışıkdır. Burada,
dostlarına sıkıntılar, belâlar vermeseydi, yalnız düşmanlarına verseydi, dost,
düşmandan ayrılır, belli olurdu. İmtihânın fâidesi kalmazdı. Hâlbuki, gayba
îmân etmek lâzımdır. Dünyânın ve âhıretin bütün se’âdetleri, görmeden inanmağa
bağlıdır. Hadîd sûresi, yirmibeşinci [25] âyetinin
meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ, Peygamberlerine,
gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için...) olup, bu hâl bildirilmekdedir. Dostlarını mihnet
ve belâ içinde göstererek, düşmanlarının gözünden sakladı. Dünyâ, imtihân yeri
oldu. Dostları, görünüşde belâda, hakîkatde ise, zevk ve lezzetdedir.
Düşmânlar, böylece zarar, ziyân etmekdedir.
Peygamberlerin, muhârebelerde düşmânlarla döğüşmesi de böyle
olurdu. Bedr gazâsında müslimânlar, Uhud gazâsında kâfirler gâlib gelmişdi.
Allahü teâlâ bu hâli, Âl-i İmrân sûresi, yüzkırkıncı [140] âyetinde
bildirmekdedir.
4. cü cevâb: - Evet, Allahü teâlâ
herşeye kâdirdir. Dostlarına hem dünyâda, hem de âhıretde râhatlık verebilir.
Fekat, âdeti böyle değildir. Kudretini, hikmeti ve âdeti altına gizlemeği
sever. İşlerini, yaratmasını, sebebler altında gizlemişdir. O hâlde, dünyâ
âhıretin aksi olduğundan, dostların, âhıret ni’metlerine kavuşmak için, dünyâda
sıkıntı çekmeleri lâzımdır. [Allahü teâlânın dostları, derdlere, belâlara,
tehlükelere karşı tedbîr alır. Bunlardan kurtulmağa çalışır. Dayanılamıyacak
şeylerden kaçınmak, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sünnetidir.
Tedbîrlere, çalışmalara rağmen başa gelen belâlardan zevk alırlar. Derdlerden
zevk almak, yüksek derecedir. Çok az seçilmişlerin yapacağı işdir.]
Asl cevâb: - Dertlerin, belâların
gelmesine sebeb, günâh işlemekdir. Fekat, belâlar, sıkıntılar, günâhların afv
edilmesine sebeb olur. O hâlde, dostlara, belâları, sıkıntıları çok vermek
lâzımdır ki, günâhları kalmasın. [Allahü teâlâ, sevdiklerinin günâhlarını afv
etmek için, onlara derd, belâ gönderiyor. Tevbe, istigfâr edince de, günâhlar
afv olur. Derd ve belâ gelmesine lüzûm kalmaz ve gelmiş derdler de gider. O
hâlde, derd ve belâdan kurtulmak için, çok (istigfâr)
okumalıdır.] Dostların günâhını, düşmanların günâhları gibi
sanmamalıdır. (İyilerin, iyilik etmek olarak bildikleri şeyleri, dostlar, günâh
işlemek bilirler) buyuruldu. Bunlardan günâh ve kusûr sâdır olsa da,
başkalarının günâhları gibi değildir. Yanılmak ve unutmak gibidir. Niyyet
ederek, karâr vererek yapılmış değildir. Tâhâ sûresi,
yüzonbeşinci [115] âyetinde meâlen, (Âdeme
önce söyledik. Fekat unutdu. Azm ile, karâr ile yapmadı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme Âdem “alâ nebiyyinâ
ve aleyhisselâm” içindir. O hâlde, dostlara gelen derdlerin, belâların, musîbetlerin çok olması, günâhların
çok afv edildiğini gösterir. Günâhların çok olduğunu göstermez.
Dostlarına çok belâ vererek, günâhlarını afv eder, temizler. Böylece bunları,
âhıret sıkıntılarından korur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ölüm
hâlinde, şiddet ve sıkıntıda iken, Fâtıma “radıyallahü anhâ”, babasını çok
sevdiği ve çok acıdığı için ve Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Fâtıma, benden bir parçadır) buyurmuş olduğu
için, o da sıkılıyor, kıvranıyordu. Kızının bu hâlini görünce, onu tesellî
etmek için, (Babanın çekeceği sıkıntı, ancak bu
kadardır. Başka hiçbir sıkıntı görmez!) buyurdu.
Cehennemdeki çok şiddetli azâbların, birkaç günlük sıkıntı
ile giderilmesi ve günâhların temizlenmesi için dünyâda sebebler gönderilmesi
ne büyük ni’metdir. Dostlara bu mu’âmele yapılırken, başkalarının günâhlarının
hesâbını âhırete bırakıyorlar. O hâlde dostlara, dünyâda çok derd ve belâ
vermesi lâzımdır. Başkaları, bu ihsâna lâyık değildir. Çünki, büyük günâh
işlerler, yalvarmaz, boyun bükmez, ağlamaz ve Ona sığınmazlar. Günâhları
sıkılmadan işlerler ve kasd ile, plânlıyarak işlerler. Hattâ inâd edercesine
işlerler. Hattâ, Allahü teâlânın âyetleri ile alay edecek, inanmıyacak kadar
ileri giderler. Cezâ, suçun büyüklüğüne göre değişir. Günâh küçük olur ve suçlu
boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünyâ derdleri ile afv olunabilir. Fekat,
günâh büyük, ağır olur ve suçlu inâdcı, saygısız olursa, bunun cezâsı âhıretde
sonsuz ve çok acı olmak lâzım gelir. Nahl sûresi,
otuzüçüncü [33] âyetinde meâlen, (Allahü
teâlâ, onlara zulm etmez. Onlar, kendi kendilerine zulm edip, ağır cezâları hak
etdiler) buyuruldu.
[(Günâh), Allahü teâlânın
emrlerini yapmamak, yasak etdiklerinden sakınmamakdır. Emr ve yasaklar,
müslimânlaradır, îmânı olanlaradır. Îmânı olmayanları, kâfirleri, emr vermekle,
ibâdet etdirmekle şereflendirmedi. Onlar, hayvanlar gibi, her istediklerini
yapar, günâh olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları için, günâh işledikleri için,
dünyâda azâb çekmezler. Her dürlü ni’mete kavuşurlar. İstediklerini,
çalışdıklarını elde ederler. Yalnız, zâlim olanları, mahlûklara eziyyet veren-
leri,
dünyâda cezâlarını çeker. Kâfirlere, yalnız bir emr verilmiş, onlardan yalnız
birşey istenilmişdir. Bu bir emr, îmân etmeleri, müslimân olmalarıdır.
Kâfirler, bu emri dinlemedikleri için, biricik suç işlemiş oluyorlar. Fekat bu
suç, en büyük suçdur. Bu suçun cezâsı, pek büyük, çok acı ve sonsuzdur. Dünyâda
böyle cezâ olamaz. Bu sonsuz cezâ, bunlara, âhıretde, Cehennemde verilecekdir].
Diyorsunuz ki, câhiller, ahmaklar, [nemâz kılanlarla, oruc
tutanlarla, islâmiyyete uyanlarla] alay ediyor. [Bunlara gerici diyor.] Allah,
dostlarına niçin derdler, belâlar gönderiyor? İyilikler, ni’metler vermiyor?
[Biz Onun emrlerini yapmıyoruz. Bize cezâ verse yâ? Oh! Biz râhat, istediğimiz
gibi zevk, safâ ediyor, keyf sürüyor, hîle ile, yalan ile, dünyânın tadını
çıkarıyoruz. Sizler, nemâzla, orucla vakt geçiriyor, dünyâ zevklerinden
kaçıyor, sıkıntı içinde yaşıyorsunuz! Bu sıkıntılar yetişmiyormuş gibi,
Rabbiniz, derdleri, belâları da size veriyor. Müslimânlık se’âdet yolu olsaydı,
siz bizden dahâ râhat, dahâ tatlı, dahâ mes’ûd yaşardınız diyorlar]. Böyle
bayağı sözlerle, bu sevgili kullara inanmıyorlar.
Kâfirler, insanların en iyisine de böyle söylerdi. Furkan sûresi, yedinci [7] âyetinde meâlen, (Kâfirler: Bu nasıl Peygamberdir? “sallallahü aleyhi ve sellem”. Bizim gibi yiyip içiyor,
sokaklarda geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine melek gelirdi. Yardımcıları
olur, bize onlar da haber verir, Cehennem ile korkuturlardı. Yâhud, Rabbi, para
hazîneleri gönderir, yâhud, meyve bağçeleri, çiftlikleri olur, istediğini yirdi
dediler...) buyuruldu. Bu gibi
sözler, âhırete, Cennete, Cehenneme inanmıyanların, ilerisini göremiyenlerin
sözleridir. Cennet ni’metlerinin, Cehennem azâblarının sonsuz olduğunu bilen
kimse, dünyânın birkaç günlük belâlarına, sıkıntılarına hiç ehemmiyyet verir
mi? Bu derdlerin, sonsuz se’âdete sebeb olacağını düşünerek, bunları ni’met
olarak karşılar. Câhillerin sözlerine aldırış etmez. Derdler, belâlar,
sıkıntılar, muhabbetin, sevginin, şaşmıyan şâhidleridir. Ahmakların bunu anlamamasının ne ehemmiyyeti olur. En iyisi,
böyle câhillerle konuşmamalı, [radyolarını dinlememeli, filmlerini,
gazetelerini ve kitâblarını görmemelidir].
6. cı cevâb: - Belâ, kemend-i
mahbûbdur [sevgilinin, âşıkını kendine çekmek için gönderdiği kemenddir].
Âşıkları, sevgiliden başka şeylere bakmakdan koruyan bir kamçı gibidir. Âşıkları,
sevgiliye döndürür. O hâlde, derdlerin, belâların dostlara gönderilmesi
lâzımdır. Belâlar, dostları, sevgiliden başka şeylere düşkün olmak
günâhından korur. Başkaları, bu ni’mete lâyık değildir. Dostları, zorla
sevgiliye çekerler. İstediklerini derd ve belâ ile çekerler ve onu mahbûbluk
derecesine yükseltirler. İstemediklerini başıboş bırakırlar. Bunların içinden,
se’âdet-i ebediyyeye lâyık olan, kendisi doğru yola gelip, çalışarak,
uğraşarak, lutf, ihsâna kavuşur. Böyle yapmıyan, başına gelecekleri düşünsün!
Görülüyor ki, seçilenlere, belâ çok gelir. Çalışanlara,
uğraşanlara o kadar çok gelmez. Bunun içindir ki, seçilmişlerin reîsi,
beğenilmişlerin, sevilmişlerin baş tâcı olan Peygamberimiz
“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, (Benim
çekdiğim acı gibi, hiçbir Peygamber
acı çekmedi!) buyurdu. O hâlde, derd ve belâlar, öyle usta bir
kılavuzdur ki, dostu dosta, şaşmadan kavuşdurur. Sevgiliden başkasına bakmakla
onu lekelemekden korur. Ne kadar şaşılır ki, âşıklar, hazînelere, milyonlara
mâlik olsa, hepsini verip, derd ve belâ satın alır. Aşk-ı ilâhîden haberi
olmıyan, derd ve belâdan kurtulmak için, milyon harc eder.
Süâl: Ba’zan, dostlar, derd ve
belâ gelince, üzülüyor. İstemediği anlaşılıyor. Bunun sebebi nedir?
Cevâb: O üzüntü ve isteksizlik,
görünüşdedir. Tabî’atden, maddesindendir. Bu isteksizliğin fâideleri vardır.
Çünki, bu isteksizlik olmasa, nefs ile cihâd, düşmanlık edilemez. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edeceği zemân, görülen sıkıntısı, nefs ile
cihâdın son parçaları idi. Böylece, son nefesi de düşman ile mücâdelede geçmiş
oldu. Ölüm ânında en şiddetli mücâdeleyi yapdı. İnsanlık sı-
fatları,
tabî’at istekleri kalmadı. Mubârek nefsini tâm itâ’ate, hakîkî itmînâna
getirdi.
O hâlde, belâ, aşk ve muhabbet pazarının dellâlıdır.
Muhabbeti olmıyanın dellâl ile ne işi olur. Dellâlın buna ne fâidesi olur ve
bunun gözünde dellâlın ne kıymeti vardır?
7. ci cevâb: - Belâ gelmesinin bir
sebebi de, doğru âşıkları, dost görünen yalancılardan ayırmakdır. Doğru olan
âşık, belâdan lezzet alır, sevinir. Yalancı ise, acı duyar, sızlanır.
Muhabbetin tadını tatmış ise, hakîkî acı duymaz. Acı duyması görünüşdedir. Âşıklar, bu iki acıyı birbirinden
ayırır. Bunun içindir ki, (Velî “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”,
Velîyi tanır) buyurmuşlardır.
Süâl: Ayrıca, soruyorsunuz ki,
adem, her bakımdan yok demekdir. Vücûd ile ilişiği olmaz. O hâlde adem, zihnde,
ilmde nasıl bulunuyor? Zihnde bulunan birşey hayâlden dışarı nasıl çıkabilir?
Cevâb: Evet adem, yok demekdir.
Fekat, bütün bu mahlûklar, ondan yapılmışdır. Herşeyin vücûde gelmesi, onun
ayna olması sâyesindedir. Allahü teâlânın ismlerinin, ilm-i ilâhîdeki
görünüşleri, adem aynasında aks ederek, onu ademlere ayırmışlar. İlmde var
olmasına sebeb olmuşlardır. Böylece, adem, her bakımdan yok olmakdan kurtulmuş,
mahlûklara başlangıç [menşe’] olmuşdur. Bu mahlûklar, ilmden dışarıda da
vardır. His ve vehm mertebesindedirler. Fekat, his ve vehmin yok olması ile,
yok olmazlar. Hattâ hâricde mevcûddurlar denilebilir. Ademin böyle terakkî
etdiğine, niçin şaşıyorsunuz? Bu kâinâtın bütün olayları, hep adem üstüne
kurulmuşdur. Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü anlamalı ki, bu kâinâtı
adem üzerine kurmuşdur. Vücûdün [varlığın] kemâllerini, onun kusûrları vâsıtası
ile meydâna çıkarmışdır. Ademin terakkî sebebi
meydândadır. Çünki, Allahü teâlânın ismlerinin, sıfatlarının, ilm-i ilâhîdeki sûretleri
[görünüşleri] onun odasında oturmakdadır. Onunla bir yatakda, onun
koynundadırlar. Sûretleri, zılleri, asla, hakîkate kavuşduran bir yol
bulmuşdur. Kör olan kalbler, bunu görmez. (Bizim
vazîfemiz, Rabbine yol bulmak istiyenlere, yol göstermekdir). Vehm
ve hayâl kelimeleri sizi şübheye düşürmüş. Ademin terakkî etmesine şaşmayınız!
Çünki, bu âlemdeki her vak’a, her iş, ilmin, hayâlin dışında değildir. Fekat,
hayâlden hayâle fark vardır. Hayâl mertebesinde var olmak başkadır. Vehmde,
hayâlde meydâna gelmek başkadır. Hayâl mertebesindeki varlık, hakîkî varlıkdır.
Hattâ, dışarda olan bir varlıkdır denilebilir. Hâlbuki, hayâlde meydâna gelen
varlık, böyle değildir. Böyle devâmlı olmaz. Ademin ba’zı hünerlerini
yazmışdım. Bir sûretini emîr Muhibbullah götürmüşdü. Merâk ediyorsanız, oradan
okuyunuz!
Süâl: Fenâ ve Bekâyı
soruyorsunuz.
Cevâb: Bunları, çeşidli
mektûblarımda ve risâlelerimde yazmışdım. Anlaşılmıyan yerleri kaldı ise,
bunları iyi anlamak için, görüşmek, berâber bulunmak lâzımdır. Bunların
hakîkati, yazıya sığmaz. Sığsa da, yazmak doğru olmaz. Çünki, kim kavrar, kim
anlar? Fenâ ve Bekâ, şühûdîdir. Vücûdî değildir. [Ya’nî Fenâ, kendini yok
görmekdir. Yok olmak değildir. Bekâ da böyledir.] Birşey olmıyan kul, Rab
olmaz. Hak teâlâ ile birleşmez. Kul, hep kuldur. Rab, hep Rabdır. Fenâ ve
Bekâyı, vücûdî sanarak, kulların te’ayyün-i vücûdlerini ortadan kaldırıp,
te’ayyünlerden ve benzemekden münezzeh olan asl ile birleşmeği ve kendisi yok
olup, Rabbi ile sonsuz var olacağını söyliyen,
zındıkdır. Bir damla su, yerinden yok olup, denize damlaması gibi, kaydlardan, bağlardan
kurtulup, kaydsızla birleşmeği söylemek zındıklıkdır. Böyle kötü i’tikâddan,
inanışdan Allahü teâlâya sığınırız. (Fenâ) demek,
Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak, başkasına bağlanmamak ve bütün
isteklerinden kalbini temizlemek demekdir. Kulluk da, bundan ibâretdir. (Bekâ) da, kulun, Rabbinin irâdesine uyması,
Allahü teâlânın isteklerini, kendi isteği yapmasıdır.
Süâl: Enfüsün üstündeki seyri
[yürüyüşü] bildiriyorsunuz. Bu hangi seyrdir?
Âlem-i halkın ve Âlem-i emrin on mertebesinde seyr ve
hey’et-i vahdânînin seyri, enfüs içinde seyrdir. O hâlde, enfüsün dışındaki
seyr, hangi seyrdir? Hangi yolculukdur?
Cevâb: Enfüs de, âfâk gibi,
ismlerin zılleri, hayâlleridir. Allahü teâlânın ihsânı ile zıl kendini
unutarak, aslına dönerse ve aslını sevmeğe başlarsa, (Herkes sevdiği ile berâber olur) hadîs-i şerîfi gereğince,
kendini, kendinin aslı bulur. Varlığını, aslının varlığı görür. Bu aslın da
aslı vardır. Birinci asldan, bu asla geçer. Kendini bu asl bulur. Böylece,
asldan asla ilerler. Bu seyr, âfâk ve enfüsün üstünde bir yolculukdur.
Ba’zıları Seyr-i enfüsîye, (Seyr-i fillah) demişdir.
Bizim bildirdiğimiz seyr, onların dediği seyrden başkadır. Çünki, onların
seyri, husûlîdir. Bu ise, vusûlîdir. Husûl ve vusûl arasındaki farkı, çeşidli
mektûblarda bildirmişdik.
Süâl: Allahü teâlânın zâtının,
sıfatlarının ve ismlerinin çok yakın olduğunun açıklanmasını soruyorsunuz?
Cevâb: Bu sorunun cevâbı
konuşmağa, buluşmağa bağlıdır. Yazmak uygun değildir. Yazılırsa, kapalı olur.
Anlaşılabileceği belli değildir. Karşılıklı anlatılırsa, çok fâideli olur.
[Birinci kısm, kırkbeşinci maddeyi okuyunuz!].
Süâl: Kemâlât-i nübüvveti
soruyorsunuz. Fenâ ve Bekâ ve tecellî ve mebde’iyyet-i te’ayyünün hepsi üç
vilâyetin [Evliyâlığın] kemâlâtındandır. Kemâlât-i nübüvvetde seyr, ne ile
belli olur diyorsunuz?
Cevâb: Urûc ederken, ilerlerken
birbirinden ayrılıklar bulunursa ve bir asldan, başka asla geçiliyorsa, böyle
kemâlâtın hepsi, Evliyâlıkdadır. Aralarında fark kalmaz, ayrılık gider, hep bir
olursa, Peygamberlik mertebesinin kemâlâtına başlanmış olur. Bu mertebede de
vüs’at varsa da, bu başka genişlikdir. Ayrılık da varsa da, başka ayrılıkdır.
Bundan fazla ne yazılır ve ne de anlaşılır.
Nemâzın ba’zı sırlarını soruyorsunuz. Bunun cevâbını başka
zemâna bırakıyorum. Şimdi vakt pek azdır.
Zemânımız insanlarından şikâyetinize ba’zı şeyler yazdım.
Dahâ fazla sormayınız. Bu fakîre acıyınız!
Yâ Rabbî! Günâhlarımızı ve emrlerini yapmakda
kusurlarımızı afv eyle! Bizi doğru yoldan ayırma! Kâfirlerin karşısında
yardımcımız ol, yâ Rabbî! Âmîn.
Aldın mı kalb yoluyla,
yektâ haberini sen,
duydun mu hem Yûsüf ve Züleyhâ haberin sen?
Kalbini nice yıllar,
ağlatmadı mı bu aşk,
alsan n’olur doğruca, Leylâ haberini sen?
Dağlar dahî duramaz, onun
yüzüne karşı,
âlime sor Tûr ile, Mûsâ haberini sen!
Sular gibi yüzünü, yere
sür, durma yüksek,
alçaklarda bulursun, deryâ haberini sen!
Âlemde nice yüzbin kişi,
aşkdan bahseder,
sorma o mecnûnlara mevlâ haberini sen!
Bülbüle bakma sakın, âşık
olayım dersen,
pervâneden al
gizli, sevdâ haberini sen!