Eshâb-ı kirâm
arasındaki muhârebeler ictihâd yüzünden idi. Döğüşenler de, birbirini çok seviyordu. Ananın, babanın çocuğunu döğmesi gibi idi.
Ehl-i sünnet âlimlerinin, Eshâb-ı
kirâmın büyüklüğünü, üstünlüğünü bildiren sözlerini, yazılarını, kitâbımızın
birkaç yerinde açıkladık. Kayyûm-i rabbânî, Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî Serhendî
“rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının
ikinci cildi, otuzaltıncı mektûbunda, sekizinci süâlin cevâbında buyuruyor ki:
Tepeden tırnağa kadar rahmet olan hazret-i Alî “kerremallahü
teâlâ vecheh”, hâşâ ve kellâ, bir müslimâna bile la’net etmedi. Nerde kaldı ki,
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına ve hele çok kerre
hayr düâ etdiği hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” la’net etmiş olsun.
Hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye ve yanında
bulunanlar için (Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler.
İctihâdları ile hareket etdiler) buyurdu. Bu sözü, onlara küfrü ve fıskı
yaklaşdırmamakdadır. O hâlde, hiç la’net eder mi? Hiç beddüâ eder mi? İslâm
dîninde, hiç kimseye, hattâ frenk kâfirlerine bile la’net etmek, ibâdet
değildir. Beş vakt nemâzdan sonra, düâ etmek lâzım iken, kendi düşmanlığı için,
düâ yerine, bed düâ eder mi? Tesavvufdaki fenâ derecelerinin en yükseğine ve
itmînânın sonuna ulaşmış ve şahsî arzûlarından geçmiş olan hazret-i Alînin
nefsini, kendi nefs-i emmâreleri gibi kin ile, inâd ile, düşmanlıkla dolu mu
sanıyorlar? O çok yüksek zâta, böyle bir bühtânda, böyle alçak bir iftirâda
bulunuyorlar. Hazret-i Alî, Fenâ-fillâh ve muhabbet-i Resûlillah makâmlarının
en son derecesine ulaşmış, cânını, malını, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem”
yoluna fedâ etmişdir. Niçin, bu düâ zemânında, her iki cihânın sultânı olan Peygamber
efendimize, envâ-ı ezâ ve cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” düşmanlarını söyleyip, onlara la’net etmesin de, kendi
düşmanlarına la’net etsin? Hâlbuki, hazret-i Alînin (İctihâdları ile hareket
etdiler) sözü, onlara düşman olmadığını gösteriyor.
İşin içi, özü şöyledir ki, bu muhârebeler, bu çarpışmalar
düşmanlıkla, kin gütmekle olmadı. Hep, ictihâd ile, din bilgisi ile oldu. Bunun
için, ayblamanın yeri yokdur. Nerde kaldı ki, bed düâ, ve la’net edilsin. Bir
kimseyi kötülemek, ona la’net etmek ibâdet olsaydı, İblîs-i la’îne, Ebû Cehle,
Ebû Lehebe ve Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” inciten, Ona
cefâ ve ezâ eden ve bu hak olan dîne, düşmanlıklar, ihânetler, hıyânetler
yapan, Kureyşin azılı kâfirlerine la’net etmek, islâmın îcâblarından olurdu.
Düşmanlara la’net etmek emr edilmeyince, dostlara la’net sevâb olur mu?
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Bir kimse, şeytâna la’net ederse, ben
zâten mel’ûn oldum. Bu la’netin bana zararı olmaz der. Yâ Rabbî! Beni şeytândan
koru derse, eyvâh bel kemiğimi kırdın der). Bir başka hadîs-i
şerîfde, (Şeytâna söğmeyiniz! Şerrinden, Allahü
teâlâya sığınınız) buyuruldu. Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler,
hazret-i Alîye iftirâdır. Onu kötülemekdir. Bundan başka, hazret-i Mu’âviye,
hazret-i Alîye ve hazret-i Hasene ve Hüseyne ve diğerlerine “radıyallahü anhüm
ecma’în” la’net etmeğe başladı demek de, Mu’âviye hazretlerine iftirâ olur.
Birbirlerine, aslâ bed düâ, la’net etmediler. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi
şöyledir ki, Mu’âviyeye “radıyallahü anh” dil uzatmak câiz değildir. Bu söz,
ona bir iftirâdır. Hem bunu bildiren, doğru bir haber de yokdur. Târîhciler
söylüyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir? Dînin temel bilgileri, târîhcilerin
sözleri üzerine kurulamaz. Burada, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve onun eshâbının
sözlerine bakılır. Târîhcilerin sözlerine ve Keşşâf tefsîrinde yazılı olan
haberlere bakılmaz. Keşşâfda, hazret-i Alînin ve hazret-i Mu’âviyenin ismleri
geçmiyor. Bu iki din büyüğünün birbirine la’net etdiğini gösteren bir işâret
bile yokdur. Bununla berâber (Keşşâf)daki
o yazılar doğrudur. Ehl-i sünnetin bildirdiğine uymıyan birşey yokdur ki, iyi
ma’nâ çıkarmağa çalışmak lâzım gelsin. Evet, Emevî halîfeleri, minberlerde,
Ehl-i beyte yıllarca la’net etdirdi. Ömer bin Abdül’azîz “rahmetullahi aleyh”
buna son verdi. Allahü teâlâ, bizim tarafımızdan, ona bol bol mükâfât versin!
Fekat, Mu’âviye de “radıyallahü anh” Emevî halîfelerinden ise de, ona
dokunulamaz. Eğer, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” söğülürse, kötülenirse bu ayrılıkda ve muhârebelerde, onunla
birlik olan, çok sayıda Eshâb-ı kirâm, hattâ aşere-i mübeşşereden
birkaçı da mel’ûn olur. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onlardan bize gelmiş
olan din bilgilerini bozmağa sebeb olur. Hiçbir müslimân, bunu uygun görmez ve
kabûl etmez.
Ba’zıları, üç halîfeyi ve hazret-i Mu’âviyeyi ve ictihâdda
ona uyanları “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötülüyor, bunlara söğüyor,
Peygamber efendimizden sonra “sallallahü aleyhi ve sellem”, birkaçından başka,
Eshâb-ı kirâmın hepsi mürted oldu diyorlar. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebine
göre, Eshâb-ı kirâmın hepsine, iyilikden başka birşey söylenmez. Hiçbiri fenâ,
kötü değildir. İmâm-ı Yahyâ bin Şeref Nevevî, (Müslim)
hadîslerini açıklarken buyuruyor ki, o muhârebelerde, Eshâb-ı kirâm
üçe ayrılmışdı: Bir kısmının ictihâdı, hazret-i Alînin ictihâdına uygun oldu.
Bunlara kendi ictihâdlarına uygun yol tutmak vâcib oldu. Bunlar, hazret-i Alîye
“radıyallahü anhüm” yardım etdi. Eshâb-ı kirâmın ikinci kısmı, ictihâdda, doğru
olanı ayıramadı. Bunların, kimseye karışmaması vâcib oldu. Üçüncü kısmın
ictihâdı, hazret-i Alîye karşı gelenlerin ictihâdları gibi oldu. Bu ictihâdda
olanların karşı tarafa yardım etmesi lâzım oldu. Demek ki, her biri, kendi
ictihâdına uygun iş yapdı. Bunun için hiçbirini ayblamak doğru değildir.
Bununla berâber, hazret-i Alî ve onun ictihâdında olup, ona uyanlar, ictihâdda doğruyu bulmuşlardı. Karşılarındakiler, ictihâdda
yanılmışlardı. Fekat, ictihâdda yanılma olduğu için, kötülenemez.
Yanılanlar bir sevâb aldı. Doğruyu bulanlar, on sevâb aldı. Yanıldılar demek
bile, doğru değildir. Yanılanları da iyilikle anmak lâzımdır. Demek ki,
Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” sevmiyen, ona la’net eden bir kimse, bütün Eshâbı
iyi bilip sevse de, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atden olamaz. Böyle kimseyi, Şî’îler
de sevmez. Bu kimse, Ehl-i sünnet olmadığı gibi, Şî’î de değildir. Üçüncü bir
mezhebden
olur. Otuzaltıncı mektûbdan terceme, burada temâm oldu.
[Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” arasındaki
ayrılıkları iyi ve doğru anlamak için,
güvenilen ve herşeyi açık ve ayrı ayrı anlatan i’tikâd kitâblarını okumalıdır. Sonradan
yazılan târîhlere, birbirini tutmıyan çürük sözlere, böyle olan
ansiklopedilere, gazetelere aldanmamalıdır!
Ne kadar şaşılır ki, Cevdet Pâşa (Kısas-ı
Enbiyâ) kitâbında, (Hazret-i Alî, kendi hükûmetinin za’îflediğini,
Mu’âviyenin kuvvetinin artdığını görünce, müte’essir olarak, elem çekerek,
Mu’âviyeye ve ayrıca altı kişiye bed düâ etmeğe başladı. Mu’âviye, bunu
işitince, o da Alîye ve ibni Abbâsa ve Hasen, Hüseyne bed düâ etmeğe başladı)
diyor. Deve ve Sıffîn vak’alarını anlatırken de Eshâb-ı kirâmdan
“aleyhimürrıdvân” birkaçı için şânlarına yakışmıyan kelimeler kullanıyor.
Şemseddîn Sâmî de (Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında,
hazret-i Mu’âviye ve ba’zı Sahâbî için, müslimânın söyliyemiyeceği cümleler
yazarak, saygısızlık göstermekdedir. Bunun, böyle saygısızlık göstermesine, pek
de şaşılmaz. Çünki bu, (Toprak) ismindeki
kitâbında, Allahü teâlâya karşı da saygısızlık gösteriyor. Hâlık-ı teâlâyı,
esîr, madde derekesine düşürmekden çekinmiyor. Fekat, Cevdet Pâşanın pek
safcasına, Abbâsî târîhlerine, mezhebsizlerin kitâblarına aldanması, insanı
hayrete düşürmekdedir. Çünki, onun (Kısas-ı Enbiyâ)sı,
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
hayâtını ve islâm târîhini, geniş ve açık yazan, doğru olarak tanınan,
güvenilir, kıymetli bir kitâbdır. İslâm târîhini öğrenmek istiyenlere, tavsıye
edilecek kitâbların önünde gelmekdedir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”
arasındaki muhârebeleri, bunların sebeblerini de insâflı ve doğru yazmakdadır.
Meselâ dörtyüzotuzsekizinci (438) sahîfede diyor ki: (İrtidâd tehlükesi
birdenbire büyüdü. Her tarafı dehşet bürüdü. Yemendeki ve başka yerlerdeki
me’mûrlar geri gelmeğe, kara haberler getirmeğe başladılar. Müslimânlar
karanlık gecede yağmura tutulmuş koyun sürüsü gibi şaşkına döndü. Mürtedlerin
sayısı yanında müslimânlar pek az idi. Fekat, Resûlullahın halîfesi, zemân-ı
se’âdetdeki gelişmeyi hiç değişdirmemeğe ve Resûlullahın niyyetlerini yerine
getirmeğe karârlı idi. Mürtedlerle muhârebeyi göze aldı. Her tarafa birlikler
gönderdi. Medîneye hücûma hâzırlanan düşman üzerine, gece bir şiddetli çıkış
yaparak, sabâha kadar savaşdı. Hepsini dağıtdı. Yanındaki askerlerle birlikde,
uzakdaki mürtedlerle muhârebeye gitmek üzere devesine bindi. Fekat, hazret-i
Alî “radıyallahü anh”, halîfenin devesinin yularını tutup, ey Resûlün halîfesi!
Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muhârebesinde söylediğini söylerim. O
gün sana, (Kılıcını
kınına sok! Ölümünle bizi yakma!) buyurmuşdu. Vallahi, sana bir hâl olur ise, müslimânlar, senden
sonra düzen bulmaz dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, hazret-i Alîyi “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” tasdîk etdi. Halîfe hazretleri Medîne-i münevvereye döndü.
Halîfe seçilmesindeki sert konuşmalarından hemen sonra,
birbirlerine karşı olan sevgilerine bakınız! Kimseye boyun eğmeyen, halîfe
seçimine çağrılmadı diye, hazret-i Ebû Bekre oy vermesini gecikdiren, Allahın
arslanı, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” şimdi onun muhârebeye
gitmesini önlüyor. Eğer, kalbinde ona karşı ufak bir kırıklık olsaydı, halîfe
harbe gitsin de, ona birşey olursa, yerine ben geçerim diye düşünür, hiç
olmazsa, gitmesine karışmazdı.
Hazret-i Sıddîk gibi, din uğrunda, aslâ cânını esirgemeyen
bir zâtın da, cihâd gibi mühim bir ibâdete başlarken, hiç kimsenin sözü ile,
bundan vaz geçmeyeceği meydânda iken, niyyetinden dönmesi, ancak hazret-i
Alînin fikrinin ve sözünün doğru olduğuna güvenmesinden ve ona uymasından ileri
geldiği şübhesizdir. Hepsinin düşüncesinin ve konuşmasının, hep islâm dînine
hizmet niyyeti ile olduğu, buradan da anlaşılmakdadır “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în”.
Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”
birkaçının dünyâya düşkün olduğunu sanan ve yazan sapıklar, onların böyle
davranmalarına dikkat etselerdi, bu büyük zâtlara karşı, kötü zanda bulunmak
günâhından kurtulurlardı).
Abbâsî târîhcileri, sultânların gözüne girmek, mal ve mevkı’
elde etmek için vak’aları değişdirmekden, hâdiseleri yanlış yazmakdan çekinmemiş,
Emevîleri insâfsızca kötülemeğe koyulmuşlardı. Abbâsî halîfeleri, Emevîlere
düşman olduğundan, târîhcileri de, dünyâlık ele geçirmek için, ilmi, siyâsete
kurbân etmişlerdir. Osmânlılar, zemân bakımından, Abbâsîlere dahâ yakın, toprak
bakımından da, komşu olduğundan, câhil târîhciler, Abbâsî târîhlerini olduğu
gibi terceme etmiş, Cevdet pâşa bile, bu te’sîrden kendini kurtaramamışdır. Bir
yandan târîhciler, bir yandan da, şâh İsmâ’îlin bozguna uğrıyan ordusunun
döküntüsü olup, tekkelere sığınan kızılbaşlar, türk milletine, Eshâb-ı kirâmın
düşmanlığını bulaşdırdı. Yalnız, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından, işin doğrusunu öğrenenler, bu felâketden kurtulabildi.
Allahü teâlâ, doğru yolda bulunanların yardımcısı olsun! Âmîn.
(Merec-ül-bahreyn)de diyor ki, hakîm Alî
Tirmizî buyurdu ki, (Yaşım ilerledikçe, ilmim, amelim ve mücâhedem artdığı
hâlde, gençliğimde kavuşmuş olduğum nûrları, te’sîrleri kendimde bulamaz oldum.
Sebebini bir dürlü anlıyamadım. Gençlik zemânım, Resûlullahın zemânına dahâ
yakın olduğu için, o zemândaki hâlin dahâ üstün olduğu, kalbime ilhâm edildi).
O zemâna yakın zemânlar böyle kıymetli olunca, o zemânın kendinin ne kadar çok
kıymetli olduğunu anlamalıdır. Bunun içindir ki, (Kût-ül-kulûb)da,
(Resûlullahın o mubârek cemâlini bir kerre görmek ve biraz huzûrunda oturmak,
insanı öyle şeylere kavuşdurur ki, başka zemânlarda yapılan halvetlerle ve
erbaînlerle, ya’nî kırk gün riyâzet çekmekle, bunlar elde edilemezler)
buyurulmakdadır. Başka zemânlarda yetişen büyük Velîler de, Resûlullahın ma’nevî
sohbetinde bulunup, feyz almakla yükselmişlerdir].