Bu mektûb, hâce
Ebül-Hasen Behâdır Bedahşîye yazılmış olup, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edeceğine yakın kâğıd istediğini
açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullara selâm olsun!
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, mevt hastalığında, kâğıd istedi. (Bana kâğıd getiriniz! Benden sonra, yolu şaşırmamanız için,
size kitâb yazacağım) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh” birkaç Sahâbî
ile birlikde, (Bize Allahü teâlânın kitâbı yetişir! Soralım, sayıklıyor mu?)
dedi. Hâlbuki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü vahy ile
idi. Nitekim Vennecmi sûresi, üçüncü âyetinde
meâlen, (O, boşuna
konuşmaz. Hep, vahy olunanı söylemekdedir) buyuruldu.
Vahy red olunursa, küfr olur. Nitekim, Mâide sûresi,
kırkdördüncü âyetinde meâlen, (Allahü
teâlânın gönderdiğine uymıyanlar kâfirdir) buyuruldu.
Bundan başka, Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” sayıklıyacağını,
fâidesiz söyliyebileceğini sanmak, Ona güvenmeği ve dînine i’timâd etmeği
sarsar ki, bu da küfr ve zındıklıkdır. Bu mühim şübheyi nasıl hal etmeli?
Allahü teâlâ, anlayışını artdırsın. Doğru yolda yürümeni
nasîb eylesin! Böyle şübheleri ortaya atarak, üç halîfeyi ve başka Sahâbîleri
lekelemek istiyenler, insâf etseler ve insanların en iyisinin sohbetinin
şerefini, kıymetini anlasalar ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” bu sohbetde
bulunmakla, nefslerinin isteklerinden, temâmen kurtulduklarını ve kin,
düşmanlık gibi huylardan temizlendiklerini ve hepsinin din büyüğü, islâmın göz
bebekleri olduklarını ve islâmiyyeti kuvvetlendirmek ve insanların en iyisine
yardım etmek için, bütün gücleri ile çalışdıklarını ve islâmiyyeti yükseltmek
için, bütün mallarını fedâ etdiklerini ve Resûlullaha “aleyhisselâm” olan aşırı
sevgileri uğrunda aşîretlerini, kabîlelerini, evlâdlarını, zevcelerini,
vatanlarını, evlerini, sularını, tarlalarını, ağaçlarını, nehrlerini terk ve
fedâ etdiklerini, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi cânlarından
çok sevdiklerini, vahyi, meleği görmekle şereflendiklerini, mu’cize ve
hârikalar gördüklerini, görmeden inanılan şeyleri, görerek anladıklarını,
başkalarının bilgilerinin bunlara görgü olduğunu ve Kur’ân-ı kerîmde, Allahü
teâlâ tarafından medh ve senâ edildiklerini bilseler, bu şübhelerin uydurma
sözler olduğunu anlar, kulak bile vermezler. Bu sözlerin yanlış yerlerini anlamağa,
çürük noktalarını ayırmağa lüzûm bile görmezler. Bu üstünlüklerde, Eshâb-ı
kirâmın hepsi ortakdır. En üstünleri olan (Hulefâ-i
râşidîn) ya’nî dört halîfenin büyüklükleri nasıl anlatılabilir? Ömer
“radıyallahü anh” öyle bir Ömerdir ki, Hak teâlâ, onun için Resûlüne, Enfâl sûresinin altmışdördüncü âyeti de meâlen, (Ey Peygamberim “aleyhisselâm”! Sana Allah ve mü’minlerden,
senin izinde gidenler yetişir!) buyurdu.
Bu âyet-i kerîmenin, Ömer “radıyallahü anh” müslimân olduğu için indiğini,
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” bildiriyor. Eshâb-ı kirâm için
söylenen böyle iftirâlar, hiçbir esâsa dayanmamakdadır. Meydânda olan, bilinen
hakîkatlere uymamakdadır. Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile red
edilmekdedir. Bununla beraber, bu süâle cevâb vermiş olmak için ve o şübheli
sözün çürük noktalarını belirtmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç
önsöz yazmağı uygun gördüm. Dikkatli okuyunuz! Bu şübheyi temâmen gidermek
için, birkaç önsöze lüzûm vardır. Bu sözlerden herbiri ayrı birer cevâb gibidir:
Birinci önsöz - Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü, vahy ile değil idi. Vennecmi sûresindeki, (O,
boş söz söylemez!) meâlindeki âyet-i
kerîme, Kur’ân-ı kerîm içindir. Her sözü, vahy ile olsaydı, ba’zı
sözlerine, Allahü teâlâ, yanlış demezdi ve afv etdiğini bildirmezdi. Tevbe sûresi, kırküçüncü âyetinde meâlen, (Onlara izn verdiğin için olan hatânı, Allahü teâlâ afv etdi) buyuruldu.
İkinci önsöz - İctihâdla olan sözlerde ve
aklın verdiği karârlarda, o Serverin “aleyhi ve alâ âlihissalevât vetteslîmât”
hilâfına, başka dürlü söylemek câiz idi. Haşr
sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Ey akl sâhibleri, başkalarından ibret alınız!) buyuruyor. [Kıyâsın câiz ve lâzım olduğu, bu
âyet-i kerîmeden anlaşıldığı, (Beydâvî) tefsîrinde
yazılıdır.] Âl-i İmrân sûresinin yüzellidokuzuncu
âyetinde meâlen, (İşlerinde Eshâbın ile
meşveret et, onlara danış!) emr
edilmekdedir. İbret almakda ve meşveret olurken fikrler, sözler red ve tebdîl
olunur. Nitekim, Bedr muhârebesinde alınan esîrlerin öldürülmesi veyâ para
karşılığı koyuverilmesi için sözler ikiye ayrılmışdı: Ömer “radıyallahü anh”
öldürülmelerini istemişdi. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bırakalım
demişdi. Vahy, Ömerin “radıyallahü anh” istediği gibi geldi. Para alınması,
suçdur buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eğer, azâb gelseydi, Ömer ile Sa’d bin Mu’âzdan başka,
birimiz kurtulamazdık) buyurdu. Çünki, Sa’d da “radıyallahü teâlâ
anh” esîrlerin öldürülmesini istemişdi.
[Bedr gazâsı, hicretin ikinci senesi Ramezân ayında oldu.
Ramezânın onikinci günü Medîneden çıkıldı.
Bedrde üç gece kaldı. Ondokuz gün sonra Medîneye avdet buyurdu. Bu
gazâda, düşman ordusu bin nefer kadardı. Hepsi demir zırh giymişdi. İçlerinde
yüz atlı, yediyüz develi vardı. Muhâcirînin beyâz sancağını Mus’ab bin Umayr
taşıyordu. Mus’abın kardeşi Ebû Azîz, Ebû Bekr-i Sıddîkın oğlu Abdürrahmân, Ebû
Huzeyfe hazretlerinin babası Utbe ve kardeşi Velîd ve amcası Şeybe, hazret-i
Alînin kardeşi Ukayl ve amcası Abbâs ve amcası Hârisin oğulları Ebû Süfyân ile Nevfel
ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dâmâdı Ebül’Âs bin Rebî’
düşman ordusunda idiler. Bunlardan yetmiş kâfir öldürüldü. Yetmiş de esîr
alındı. İslâm ordusu üçyüz onüç nefer olup bunlardan sekizi başka yerde
vazîfeli idi. Üçyüzbeş kişi harbe girdi. Altmışdördü muhâcirlerden idi. Üçü
atlı, yetmişi develi idi. Altısı muhâcirlerden olarak ondört kişi şehîd oldu.
Üçyüzonüç kişinin ismleri, Abdürrahman Kabânînin (Esmâ-i
Ehl-i Bedr-i kirâm) kitâbında ve Hâlid-i Bağdâdînin (Câliyet-ül-ekdâr) kitâbında yazılıdır.]
Üçüncü önsöz - Peygamberlerin
“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yanılması ve unutması câizdir. Hattâ
olmuşdur. Zülyedeyn hadîsinde bildirildiği gibi, Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” dört rek’atli farz nemâzda, ikinci rek’atde selâm verdi.
Zülyedeyn: (Yâ Resûlallah! Nemâzı iki rek’at mı kıldınız, yoksa unutdunuz mu?)
dedi. Zülyedeynin sözünün doğru olduğu anlaşılınca, Resûl “sallallahü aleyhi ve
sellem”, kalkarak, iki rek’at dahâ kıldı ve secde-i sehv yapdı. Hasta değil iken
ve sıkıntısı yok iken, insanlık îcâbı, yanılması câiz olunca, ölüm
hastalığında, şiddetli ağrıları varken, istemiyerek, düşünmeden söylemesi de
elbet, câiz olur. Niçin câiz olmasın ve bununla, islâmiyyete i’timâd, güven
kalmasın? Çünki, Allahü teâlâ, Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem”
yanıldığını, unutduğunu, vahy ile, kendisine bildirmişdi ve doğrusunu,
yanlışından ayırmışdı. Bir Peygamberin yanlış yolda kalması câiz değildir.
Yanıldığı, vahy ile hemen bildirilir. Böyle olmasaydı, islâmiyyete güven
kalmazdı. Demek oluyor ki, islâmiyyete güven kalmamasına sebeb, yanılmak ve
unutmak değildir. Yanılmasının ve unutmasının, kendisine bildirilmemesi,
düzeltilmemesidir. Bu ise, câiz değildir. Ya’nî hemen bildirilir.
Dördüncü önsöz - Hazret-i Ömer, hattâ
öteki üç halîfe de “radıyallahü teâlâ anhüm”, Cennet ile müjdelenmişdir.
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, bunların Cennete gideceklerini bildiriyor.
Bunların Cennete gidecekleri, o kadar çok söylenmişdir ki, tevâtür derecesine
gelmişdir. Buna inanmamak, yâ kara câhillik veyâ koyu inâddır. Hadîs
imâmlarımız, bu haberleri, hocaları olan Sahâbe ve Tâbi’înden alarak,
kitâblarına yazmışdır. Yetmişiki fırkadan hadîs söyliyenlerin hepsi, bir araya
toplansa, Ehl-i sünnetin hadîs âlimlerinin yüzde biri kadar olamaz.
Kitâblarında bulunmaması, yok olmasını göstermez. Kur’ân-ı kerîmdeki müjdelere
ne diyecekler? Meselâ, Tevbe sûresinin yüzüçüncü âyetinde
meâlen, (Önce îmâna gelenlerden, her fazîletde öne
geçenlerden, hem Mekkeden gelen Muhâcirlerden, hem de Medînede bunları karşı-
layıp yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikde bunların
izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü
teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ, Onlara Cenneti hâzırladı. Cennetde sonsuz
kalacaklardır) ve
Hadîd sûresinin, onuncu âyetinde meâlen, (Mekke şehri alınmadan önce,
din düşmanları ile harb edenler ve mallarını, Allah yolunda harc edenler ile,
Mekke alındıkdan sonra, bunları yapanlar, müsâvî, eşit değildir. Birinciler
elbette dahâ yüksekdir.
Allahü teâlâ, hepsine Hüsnâyı, ya’nî
Cenneti söz verdi) buyuruldu.
Mekke-i mükerreme şehri alınmadan ve
alındıkdan sonra harb edenler ve mallarını fedâ edenler Cennet ile
müjdelenmiş olunca, mal fedâ etmekde ve cihâd-ı fî sebîlillahda ve muhâcir
olmakda hepsinden önde olan Eshâbın büyükleri için acabâ ne denir? Bunların
büyüklüklerinin derecesini kim anlıyabilir? Bu âyetdeki (müsâvî değildir)
kelimesinin, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” için geldiğini tefsîr
kitâbları yazmakdadır. Çünki, mal fedâ etmekde, cihâd etmekde, öncelerin öncesi
odur. Feth sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen,
(Ağaç altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü
teâlâ elbette râzıdır) buyuruldu.
Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Me’âlimüttenzîl) ismindeki tefsîr kitâbında,
ma’nâ verirken diyor ki: Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” dedi ki,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ağaç
altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu.
Bu sözleşmeye, (Bî’at-ür-rıdvân) denir.
Çünki, Allahü teâlâ, bunlardan râzıdır. [Bunlar, bindörtyüz kişi idi. Yedinci
senedeki Hayber gazâsından bir sene evvel, Hudeybiyede (Bî’at-ür-rıdvân)
yapıldı ve sekizinci senede Mekke feth edildi.] Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i
şerîfde Cennet ile müjdelenen kimseye kâfir demek, küfre sebeb olur ve en
çirkin şeydir.
Beşinci önsöz - Hazret-i Ömerin
“radıyallahü anh” kâğıd getirmeğe mâni’ olması, emre uymamak değildi. Böyle
şeyden, Allaha sığınırız! Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”
vezîrleri, yardımcıları, en iyi ahlâk sâhibi idi. Bunlardan biri, hiç böyle
saygısızlık yapar mı? Hattâ, bir kerre veyâ iki kerre sohbetde bulunmakla
şereflenen en aşağı derecedeki Sahâbînin bile, hattâ îmân ile şereflenip, Ona
ümmet olan herhangi bir kimsenin, Onun emrine uymaması düşünülemez.
Muhâcirlerin ve Ensârın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” en büyüklerinden olan
ve en kıymet verdiği yardımcıları bulunan büyükler için böyle şey düşünülebilir
mi? Allahü teâlâ, insâf versin de, din büyüklerine, böyle kötü gözle
bakmasınlar. Anlamadan, dinlemeden, ağızlarına gelenleri söylemesinler.
Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”
maksadı, sormak, anlamak idi. Nitekim, (Sorunuz) demişdi. Ya’nî kâğıdı elbette istiyorsa,
getiriniz demek istedi. Eğer, istemiyorsa, bu nâzik zemânda, kendisini
üzmiyelim demek idi. Çünki, vahy ile ve emr olarak isteseydi, kâğıdı tekrâr ve
ehemmiyyet ile isterdi. Kendisine emr olunan şeyi yazardı. Peygamberin
“aleyhisselâm” vahyi bildirmesi lâzımdır. Kâğıdı istemesi vahy ile, emr ile
olmayıp, ictihâd ve arzû ile birşey yazacak ise, bu nâzik zemân, buna elverişli
olur veyâ olmaz. Vefâtından sonra ümmeti
ictihâd edecekdir. Dînin temeli olan Kur’ân-ı kerîmden, ictihâd ile,
emrler çıkaracakdır. Kendisi hayâtda iken ve vahy gelmekde iken, ümmeti ictihâd
etmekde idi. Vefât edip, vahy kesilince, ilm sâhiblerinin ictihâd etmeleri
elbet makbûl olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, kâğıdı tekrâr
ve ehemmiyyet ile istemedi. Hattâ, vaz geçdi. Böylece, vahy olmadığı anlaşıldı.
Sayıklama olup olmadığını anlamak için, duraklamak, hiç yanlış bir iş değildir.
Melekler, Âdem aleyhisselâmın niçin halîfe olduğunu merâk edip, anlamak istedi.
Bekara sûresi, otuzuncu âyetinin, (Yâ Rabbî! Yeryüzünde, fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan
kulları mı yaratacaksın? Biz, seni tesbîh ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her
dürlü aybdan, kusûrdan takdîs ediyoruz dedi) meâl-i
şerîfi, bunu bildirmekdedir. Bunun gibi, Zekeriyyâ “aleyhisselâm”, kendisine,
Yahyâ “aleyhissalâtü vesselâm” isminde bir oğul verileceği müjdelendiği zemân, Meryem sûresi, sekizinci âyetinin meâl-i şerîfinde
bildirildiği gibi, (Benim
hiç çocuğum olur mu? Zevcem kısırdır. Ben ise, ihtiyâr oldum) dedi. Meryem
“radıyallahü
anhâ” da, Meryem sûresi, yirminci âyetinin
meâl-i şerîfinde bildirildiği gibi, (Benim hiç
çocuğum olur mu? Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günâh da işlemedim) dedi. Peygamber, melekler, büyükler, böyle
sorup, suç sayılmayınca, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”, kâğıd getirmesini
sorması, neden kusûr olsun? Neden kendini şübheli duruma düşürsün?
Altıncı önsöz - Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmına iyi gözle bakmamız lâzımdır.
Asrların en iyisi, Onun “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” asrının olduğunu
ve Peygamberlerden “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sonra, bütün
insanların en iyisi, en yükseğinin, Eshâb-ı kirâm olduğunu bilmemiz lâzımdır.
Böylece, asrların en iyisinde, Peygamberlerden başka, bütün insanların en iyisi
olan Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince,
yanlış, bozuk bir şeyde sözbirliği yapmıyacakları ve fâsıkları, kâfirleri,
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yerine geçirmiyecekleri
anlaşılmış olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi,
insanların hepsinden, nasıl dahâ üstün olmaz ki, bu ümmetin bütün ümmetlerden dahâ
üstün olduğunu, Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Bu ümmetin en üstünü ise,
onlardır. Hiç bir Velî, bir Sahâbînin derecesine yükselemez. O hâlde, biraz
insâf etmeli ve iyi düşünmeli! Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd
getirilmesine mâni’ olması, küfr olsaydı, bu ümmetin en müttekîsi olduğu,
Kur’ân-ı kerîmde bildirilen Ebû Bekr-i Sıddîk, bunu, yerine halîfe seçer mi
idi? Muhâcirler ve Ensâr, onu söz birliği ile, halîfe yapar mı idi? Hâlbuki,
Muhâcirleri ve Ensârı, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde medh etmekdedir.
Hepsinden râzı olduğunu bildirmekde ve hepsine, Cenneti söz vermekdedir.
Bunlar, onu Peygamberin yerine geçirir mi idi? Bir kimse, Peygamber efendimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına iyi gözle bakarsa, böyle çirkin zan ve
şübhelerden kurtulur. Sevmek için, hüsn-i zan etmek lâzımdır. Peygamber
aleyhisselâmın sohbetine ve o sohbetde bulunanlara, iyi gözle bakılmazsa ve
Allah göstermesin, kötülenirse, bu kötülük, o sohbetin ve o Eshâbın sâhibine
gider. Hattâ, bu sâhibin sâhibine, [ya’nî Allahü teâlâya] gider. Bu hâlin
çirkinliğini iyi düşünmek lâzımdır. Eshâb-ı kirâma kıymet vermiyen kimse,
Allahü teâlânın Peygamberine inanmamış olur denildi. Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmın şânını anlatmak için, (Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık
eden, bana düşman olduğu için eder) buyurdu. O hâlde, Eshâb-ı kirâmı
sevmek, Onu sevmek demekdir.
Bu altı önsöz anlaşılınca, bu gibi şübhelere meydân kalmaz.
Hattâ çeşidli cevâblar te’mîn edilmiş olur. Bu önsözler, düşünmeğe bile lüzûm
kalmadan insanı şübheden kurtarır. Zâten böyle şübhelerin bozuk olduğu
âşikârdır. Bu önsözler, bu şübhelerin bozukluğunu anlatmak için değil, meydânda
olan hakîkati hâtırlatmak içindir. Bu fakîre göre, böyle şübheler şuna benzer
ki, bir zekî kimse, ahmakların yanına gelip, önlerinde duran bir altının taş olduğunu, çeşidli yalanlarla isbât etse, o
zevallılar, bu sözlerin yalan olduğunu anlamayıp, bozuk taraflarını
meydâna çıkaramadıklarından, şübheye düşerler. Hattâ altını, taş sanırlar.
Gördüklerini unutur, hattâ buna inanmazlar. Zekî olan, açıkça gördüğüne inanıp,
buna uymıyan sözlerin yanlış olduğunu anlar. Burada da, üç halîfenin, hattâ
Eshâb-ı kirâmın hepsinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü,
yüksekliğini, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, güneş gibi meydâna çıkarmış,
herkese göstermişdir. Yalan ve yaldızlı sözlerle, bu büyükleri kötülemeğe
çalışmak, göz önündeki altını, taş olarak tanıtmağa benzer. Yâ Rabbî! Bize
doğru yolu gösterdikden sonra, kalblerimizi bu yoldan kaydırma! Bizlere acı! Merhameti
bol ancak sensin!
Din büyüklerine, islâmın göz bebeklerine, acabâ niçin dil
uzatıyor, bunları kötülüyorlar? Fâsık ve kâfir olduğu islâmiyyetde bildirilen
kimselerden birini bile kötülemek, ibâdet ve fazîlet değildir ve insanı
Cehennemden kurtaracak bir sebeb değildir. O hâlde, dîne yardım edenlere ve
islâmiyyeti koruyanlara dil uzatmanın hiç
fâidesi
olur mu? Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
büyük düşmanlarına sövmenin bile ibâdet olacağı, islâmiyyetde bildirilmemişdir.
Belki, ismlerini anmayıp, vakt gayb etmemek dahâ uygundur.
Allahü teâlâ Feth sûresi son âyetinde
meâlen, (Onlar, birbirine, her zemân ve çok iyilik
edicidir) buyurdu. O hâlde, bu
büyükleri birbirine düşman bilmek, kin taşıyorlardı sanmak, Kur’ân-ı kerîme
inanmamak olur. Birbirlerine düşman olduklarını, kin taşıdıklarını söylemek,
her iki tarafı da kötülemek, güvenlikden düşürmek olur. Peygamberlerden
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra, insanların en kıymetlisi olanları,
insanların en fenâsı yapmak olur. Asrların en iyisi, en kötüsü yapılmış olur.
Çünki, o asrın insanları, birbirine kin, düşmanlık taşıyorlarmış. Îmânı olan,
böyle söz söyler mi ve böyle birşey düşünür mü? Hazret-i Alîyi “radıyallahü
anh” medh etmek için üç halîfenin buna düşman olduklarını ve bunun da, üç
halîfeye kin taşıdığını söylemek, her iki tarafı da kötülemek olur. Niçin
birbirlerini sevmesinler? Bunların hiçbiri, halîfe olmağa özenmiyordu ki, bu
yüzden düşman olsunlar. Ebû Bekr-i Sıddîk, (Beni halîfelikden afv edin) ve Ömer-ül-Fârûk,
(Satın almak istiyen olsa, bu hilâfeti, bir altına satarım) demişdir
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, (Redd-i Revâfıd) adındaki kitâbında buyuruyor ki:
Alî “radıyallahü anh”, Ebû Bekr-i Sıddîkın halîfeliğini seve seve kabûl
etmişdi. Bunu herkes iyi bildiği için, (İstemiyerek kabûl etdi), demekden başka
söz bulamadılar. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât
edince, Eshâb-ı kirâm, defnden önce, halîfe ta’yînine başladı. Bu işi vâcib, lâzım
bildiler. Çünki, Peygamber “sallallahü
aleyhi ve sellem”, suçlulara, dînin emr etdiği cezânın verilmesini, savaşa
hâzır bulunmağı ve hükûmetin yapacağı diğer şeyleri emr buyurmuşdu. Bu
vâcibleri yerine getirecek vekîlin seçilmesi vâcib idi. Bunun için, hazret-i
Ebî Bekr “radıyallahü anh” kalkıp, (Muhammed aleyhisselâma ibâdet ediyorsanız
biliniz ki, O vefât etdi. Allahü teâlâya ibâdet ediyorsanız, O ölmez, hayâtı
sonsuzdur. Onun emrlerini yerine getirecek birini seçmelisiniz. Düşünün, bulun,
seçin!) dedi. Herkes, doğru söylüyorsun dedi. Ömer “radıyallahü anh” hemen
kalkıp: (Seni isteriz, yâ Ebâ Bekr!) dedi. Bulunanların hepsi, seni seçdik
dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa bakdı. Zübeyri
göremiyorum. Onu çağırın, dedi. Zübeyr geldi. Ebû Bekr, Zübeyre (Müslimânlar
beni halîfe seçdi. Bunların söz birliğinden ayrılmak ister misin?) dedi.
Zübeyr: (Ey Resûlün halîfesi! Bu söz birliğinden ayrı değilim) dedi. Elini
uzatıp kabûl etdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa
bakdı. Alîyi göremedi. Çağırın dedi. Emîr gelince, ona da, böyle söyledi. O da:
(Ayrılmam) deyip elini uzatarak müsâfeha ve
kabûl buyurdu. Hazret-i Alî ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ”, seçime geç
geldikleri için halîfeden özr dilediler ve (Bize önce haber vermedikleri için
gelmedik. Bunun için de üzüldük. İçimizde halîfe olmağa lâyık Ebû Bekr olduğunu
görüyoruz. Çünki, o, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mağaradaki
arkadaşıdır. En şereflimiz, en iyimiz odur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, içimizden onu imâm seçdi. Arkasında nemâz kıldı) dediler. Hazret-i Ebû
Bekr, halîfeliğe lâyık olmasaydı, hazret-i Alî “radıyallahü anh” onu istemez,
benim hakkımdır derdi. Nitekim, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” halîfe
olmasını kabûl etmedi. Kendisi halîfe olmak
için uğraşdı. Hâlbuki, hazret-i Mu’âviyenin ordusu, kuvveti çok idi. Bu yüzden
çok kimselerin ölmesine sebeb oldu. Böylece güç durumda hakkını istediği
hâlde, hakkı kendinde görseydi, hazret-i Ebû Bekrden istemesi dahâ kolay idi.
Seçilmesini ister ve hemen seçilirdi. Alî “radıyallahü anh”, Ebû Bekri
“radıyallahü anh” seçdiğini bildirip bî’at etdikden sonra, minberin önünde
oturdu. Sonraki konuşmalarda, halîfenin süâllerine te’sîrli cevâblar vererek
halîfeyi destekledi.
Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden ve reîslerinden olan,
gavs-i a’zam, seyyid Ab-
dülkâdir-i
Geylânî “kuddise sirruh”, talebesine ve bütün gençliğe, dîn-i islâmı öğretmek ve i’tikâdlarını düzeltmek için yazdığı,
(Gunyet-üt-tâlibîn) ismindeki kitâbının,
Mısrda [1322] senesi baskısı, seksendördüncü ve türkce tercemesinin
İstanbulda [1303] baskısı yüzondördüncü sahîfelerinden başlıyarak buyuruyor ki:
(Ehl-i sünnete göre, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka
Peygamberlerin ümmetlerinden dahâ üstündür. Bu ümmetin de üstünü, Ona îmân
ederek mubârek yüzünü görmekle şereflenen Eshâb-ı kirâmdır ki, hepsi Ona tâbi’
olmuş, Onun için harb etmiş, Onun uğruna cânlarını, mallarını fedâ etmişdir.
Onun emrini yapmak, birinci vazîfeleri olmuş, herşeyde Onun yardımcısı
olmuşlardır. Bu Eshâbın da en üstünü Hudeybiyede, Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem” ile bî’at edip, Onun için ölmeğe hâzır olduklarını söz veren
kahramanlardır. Bunlar, bindörtyüz kişi idi. Bunların da en üstünü, Bedr
muhârebesinde bulunanlardır ki, bunlar Tâlûtun askeri gibi üçyüzonüç kişi idi.
[İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının birinci
cüz’ünde de üçyüzonüç mektûb vardır.] Bunların da üstünü, ilk müslimân olan
kırk kişidir ki, kırkıncısı, Ömer “radıyallahü anh”,
Bekr-i
Sıddîkı “radıyallahü anh” kendi yerine imâm yapmışdı. Bilâl-i Habeşî
“radıyallahü anh” her ezân okuduğunda, (Ebû Bekre
söyleyiniz, nâsa imâm olsun!) buyururdu. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, kendinden sonra, hazret-i Ebû Bekrin halîfe olmağa,
herkesden dahâ lâyık olduğunu gösteren ve Ömer, Osmân ve Alîden “radıyallahü
anhüm” her birinin de, kendi zemânlarındaki insanlardan, hilâfete en lâyık
olduklarını bildiren çok şeyler söylemişdir).
Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, kitâbında, Ebû Bekr,
Ömer, Osmân, Alî ve Hasenin “radıyallahü
anhüm” üstünlüklerini gösteren hadîs-i şerîfleri ve hilâfetlerini uzun uzadıya
bildirdikden sonra, diyor ki: İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” şehîd olunca, imâm-ı
Hasen “radıyallahü anh” müslimân kanı dökülmemesi ve râhat etmeleri için
hilâfeti bırakmak istedi. Mu’âviyeye “radıyallahü anh” teslîm eyledi. Onun
emrlerine tâbi’ oldu. O günden i’tibâren Mu’âviyenin “radıyallahü anh” hilâfeti
hak ve sahîh oldu. Bu sûretle, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem”
haber vermiş olduğu, (Bu benim oğlum seyyiddir.
Ya’nî büyükdür. Allahü teâlâ, onun ile, mü’minlerden, iki büyük fırka arasını
bulur. Ya’nî barışdırır), hadîs-i şerîfinin ma’nâsı meydâna çıkdı.
Görülüyor ki, imâm-ı Hasenin “radıyallahü anh” tâbi’ olması ile, Mu’âviye
“radıyallahü anh”, islâmiyyete uygun halîfe olmuşdur. Böylece, müslimânlar
arasındaki bütün anlaşmazlık sona ermişdir. Tâbi’în ve Tebe-i Tâbi’în ve
dünyâdaki bütün müslimânlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Mu’âviyeyi
“radıyallahü anh” halîfe olarak tanımışdır. Server-i âlem
“sallallahü aleyhi ve sellem”, Mu’âviyeye “radıyallahü anh”, (Halîfe olduğun zemân, yumuşak ol veyâ güzel idâre et!) buyurdukları
gibi, diğer bir hadîs-i şerîfde: (İslâmiyyet
değirmeni, otuzbeş sene veyâhud otuzyedi sene devâm edecekdir) buyurmuşdur.
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” çarh, ya’nî dolab
buyurmasının sebebi, dindeki kuvveti ve sağlamlığı bildirmek içindir. Bu
müddetin otuz senesi dört halîfe ve imâm-ı Hasen ile “radıyallahü anhüm”
temâmlandıkdan sonra, geri kalan beş veyâ yedi senesi, Mu’âviyenin “radıyallahü
anh” hilâfeti zemânıdır. Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözü burada
temâm oldu.
(Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildinde,
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” gelecekde olacak şeylerden verdiği
haberleri bildirirken diyor ki: İbni Asâkir bildiriyor ki, Resûlullah,
Mu’âviyeye: (Benden sonra, ümmetimin üzerine hâkim
olursun. O zemân, iyilere iyilik et. Kötülük yapanları da, afv eyle!) buyurdu.
Yine İbni Asâkir bildiriyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Mu’âviye, hiç mağlûb olmaz) buyurmuşdur. Alî
“radıyallahü anh”, Sıffîn muhârebesinde: Bu hadîs-i şerîf hâtırıma gelseydi,
Mu’âviye ile harb etmezdim, demişdir. [Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ
anh” için Allâme Abdül’Azîz Ferhârî Hindînin “rahmetullahi aleyh” arabî (En-nâhiyetü an ta’nı emîrül-mü’minîn Mu’âviyete) kitâbında
geniş bilgi vardır. (En-nâhiye) kitâbı,
Hakîkat Kitâbevi tarafından yeniden tab’ edilmişdir.]
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Haseni
“radıyallahü anh” göstererek: (Biliniz ki, benim şu
oğlum seyyiddir. Allahü teâlâ, yakın zemânda, müslimânlardan iki büyük askeri,
bu oğlum sebebi ile, barışdırır) buyurdu. Alî “radıyallahü anh”
şehîd olunca, kırkbinden ziyâde kimse, hazret-i Haseni “radıyallahü anh” halîfe
yapdı. Irâkda ve Horâsânda, yedi ay, halîfe oldu. Sonra, büyük bir ordu ile,
Mu’âviyenin “radıyallahü anh” üstüne yürüdü. İki ordu karşılaşınca, hazret-i
Hasen “radıyallahü anh”, iki tarafdan birinin çoğu ölmeyince, diğer tarafın
gâlib olamıyacağını düşünerek, müslimânların
kanı dökülmemesi için, hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü teâlâ anh”
mektûb yazdı. Ba’zı şartlarla, hilâfeti ona bırakdı.
İmâm-ı Beyhekî diyor ki, Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki,
Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim, buyurdu ki: (Ümmetimden ba’zı kimseler meydâna çıkacak, Eshâbımı
kötüliyeceklerdir. Bunlar, müslimânlıkdan ayrılacaklardır). (Mevâhib-i
ledünniyye)nin yazısı burada temâm oldu].
Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” hazret-i Mu’âviye
“radıyallahü anh” ile muhârebe etmesi [târîhcilerin sandığı gibi] halîfelik
için değildi. Bâgî ile [itâ’at etmiyenler ile] muhârebe etmek farz olduğu için
idi. Isyânı basdırmak içindi. Hucürât sûresi,
dokuzuncu âyetinde meâlen, (Isyân edenler ile
harb edip, bunları itâ’ate getirin!) buyuruldu.
Bununla berâber, ısyânlarının şer’î sebebi olduğu için ve herbiri ictihâd
sâhibi âlimler oldukları için, yanlış ictihâd etdikleri hâlde bile, hiçbirine
dil uzatılamaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Fâsık ve kâfir denilemez.
Hazret-i Alî “radıyallahü anh” âsîler için “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”,
(Kardeşlerimiz bize âsî oldu. Bunlar, kâfir veyâ fâsık değildir. Çünki,
Kur’ân-ı kerîmden anladıklarını yapıyorlar) dedi. [Ofset baskısı yapılarak
İstanbulda neşr edilen (Minhat-ül-vehbiyye) ve
(Ulemâ’ül-müslimîn vel-vehhâbiyyûn) ismlerindeki
iki arabî kitâbda ictihâd üzerinde geniş bilgi verilmişdir.]
İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Allahü
teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmakdan koruduğu gibi, biz de, dilimizi
tutup, bulaşdırmıyalım!). Ömer bin Abdül’azîz de “rahmetullahi aleyh” böyle
söylemişdir.
Yâ Rabbî! Bizi ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi afv
eyle! Mahlûkların en kıymetlisi olan, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ve
temiz olan Âline ve Eshâbının hepsine “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” bizlerden
kıyâmete kadar düâ ve selâmlar olsun! Âmîn.
[TENBİH: Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâm hakkında,
müslimânlara nasîhat olarak pek çok kitâb yazdılar. Bu kitâblardan otuzikisinin
ismleri ve yazarları, (Müjdeci Mektûblar Tercemesi)
kitâbının sekseninci mektûbunun sonunda bildirilmişdir].