Semâvî
dinlerden, bozulmuş olanları bildireceğiz:
1
- ŞÂMÂNÎLER: Nûh aleyhisselâmın
üçüncü oğlu Yâfes, yüzlerce torunları ile Asyanın ortalarına yerleşdi. Orada
çoğalarak, doğu Asyaya ve o zemân mevcûd olan kara yolları ile, Okyânus
adalarına yayıldılar. Yâfes öldükden nice yıllar sonra, insanlar azmağa, Nûh
aleyhisselâmın ve Yâfesin dînini, nasîhatlerini unutarak, hayvan gibi aşamağa
başladılar. Yıldızlara, aya, güneşe, heykellere, cinne tapınmağa koyuldular. Çeşid
çeşid yollara ayrıldılar.
Böyle, uydurulan, meydâna çıkan sapık yollardan biri,
Şâmânîlikdir. Avrupalıların Chamanisme dediği bu bozuk yol, vakti ile doğu
Asyada kâfirlerin uydurduğu bir din olup, bugün Sibiryadaki ve Okyânus
adalarındaki vahşîler arasında yayılmış hâldedir. Bunlar, güneşde bulunuyor
dedikleri bir tanrıya ve cinne ve meleklere tapınır. En büyüğüne şeytân derler.
Şâmân dedikleri papasları bir at kuyruğu takar. Güyâ cinni kovmak için
boyunlarına bir davul asarlar. Bu davulu ara sıra çalarlar. Sihr, ya’nî
büyücülük, bunlarda kerâmet sayılır. Bu da, Berehmen ve Buda dinleri gibi,
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” getirdiği hak dinlerin, asrlar
boyunca, câhiller, zâlimler tarafından bozulması, değişdirilmesi ile meydâna
gelmişdir.
2 - BEHÂÎLER VE BEHÂÎLİK: İslâmiyyeti
yıkmak için uğraşanlardan biri de, Behâîlerdir. Bu dinsizlerin başı,
Behâullahdır. Elbâb Alî Muhammed ismindeki bir acemin talebesi ve halîfesi idi.
Elbâb, kendisine ayna derdi. Bu aynada Allah görünüyor derdi. Ölünce, Behâullah
bunların reîsi olup, behâîlik ismini verdiği safsatalarını yaymağa başladı.
Ölmeden önce, yerine, oğlu Abdülbehâ Abbâsı geçirdi. Abbâs (Gasniyyi a’zam) ismini aldı. Avrupa ve Amerikaya
giden Abbâs, yüzbinden ziyâde Behâî topladı ve 1339 [m. 1921] de öldü. Yerine,
oğlu Şevkî geçdi. Bu da, Behâî tarîkatini yaydı. Behâullah, kendinin Peygamber
ve âhır zemânın büyük kurtarıcısı olduğunu söylerdi. Kendisine ilk küfr
damgasını bu sözü ile vurmuşdur. İkibin yıl sonra bir Peygamber dahâ geleceğini
söylemişdir. İslâmiyyet ile ilişiği olmıyan bu kâfirlere göre, ondokuz adedi
mukaddes imiş. Orucları ondokuz gün imiş. Her Behâînin, ondokuz günde bir,
ondokuz Behâîyi da’vet etmesi şart imiş. Dinsiz yollarını, (Umûmî adâlet evi) dedikleri, yüksek meclislerine
seçilen ondokuz kişi idâre edermiş. Her Behâî, her sene, kazancının
beşde birini bu hey’ete vermeğe mecbûr imiş. Onbir yaşında evlenmek lâzım imiş.
Bekâr yaşamak yasak imiş. Çıplak kadınlarla toplantı yapmak ibâdet olup, başka
dürlü ibâdete lüzûm yok imiş. Her dürlü ahlâksızlık, şeref sayılırmış.
Behâîlerin, bütün dünyâda seksensekiz yerde teşkilâtı
vardır. Hıristiyan, Yehûdî, Mecûsî, Sîhî, Zerdüştî ve Budistleri aldatarak,
kendilerine çekmekdedirler. Bunların en korkdukları, dayanamadıkları, amansız
düşmanları, islâm âlimleridir. Dînini bilen, anlıyan hiçbir müslimânı
aldatamamışlardır. Kitâblarını, propaganda neşriyyâtlarını kırksekiz dile
terceme edip, her yere dağıtdıkları ve bu yolda milyonlarca lira harc etdikleri hâlde, islâmiyyet karşısında âciz
kalmakda, eriyip gitmekdedirler. Buna karşılık, Avrupada ve Amerikada ve
Afrikada ve Avustralyada yetmişyedi mahallî mahfil, resmen tescil
edilmiş bulunmakdadır. Rus Türkistânında [m. 1902 de] yapılmış ve Şikagoda [m.
1920] de yapılmış büyük ma’bedleri vardır. Irk ve milliyet tanımazlar.
Komünistler gibi, bütün dünyâya yayılmak, tek bir (salâhiyyetli mübeyyin)in
emrleri ile idâre edilmek gâyesindedirler. Ferdlerin menfe’atini düşünmezler.
Devlet kapitalizmini desteklemekdedirler.
Tapınmaları, teşkilâtları, vazîfeleri (Akdes) dedikleri
kitâblarında ve (Vasıyyetler levhaları)nda yazılıdır. Allahü teâlâya inanmaları
ve birçok bilgileri, islâm dîninden alınmışdır. İslâmiyyete uymıyan, uydurma
tarafları da çokdur. Mantıkî ve çoğu sosyal olan dünyâ görüşleri, din diye,
ilâhî vahy diye anlatılmakdadır.
Nemâzları, Hayfaya karşı durup, Allahı düşünmek imiş.
Hacları, Bâbın Şîrâz-
daki
evini veyâ Behâullahın Bağdâddaki evini
gidip görmek imiş. Âyet okumak, kalb ile Allahı düşünmek demek imiş.
Şimdi, dünyâdaki ve hele memleketimizdeki islâm câhilleri,
İslâmiyyeti yıkmak için her kılığa giriyor, islâma karşı olan her kötülüğü,
yaldızlı sözlerle övüyorlar. Behâîliğe bir değer vermedikleri hâlde, yalnız
islâmın karşısında olduğu için, bu dinsizleri de öven, şişiren, göklere çıkaran
kitâblar yazıyor ve dağıtıyorlar.
3 - AHMEDİYYE
(KÂDIYÂNÎ): Hindistânda,
Pençabda, 1298 [m. 1880] senesinde, Mirzâ Gulâm Ahmed Kâdıyânî tarafından
kurulmuşdur. Kendisi [m. 1835] de doğmuş, [m. 1908] de ölmüşdür. Görülüyor ki,
sapık fikrlerini, İngilizler Hindistânı sömürge yapdıkdan bir sene sonra
yaymağa başlamışdır. İslâmiyyeti içerden yıkmak için, İngilizler tarafından
kurulmuş ve beslenmiş, İngiliz câsûslarının yardımı ile sür’at ile yayılmışdır.
Abdürreşîd İbrâhîm efendi,[1] 1328 [m. 1910] de İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i islâm) kitâbının ikinci cildinde,
(İngilizlerin islâm düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki: (Hilâfet-i
islâmiyyenin bir an evvel kaldırılması, ingilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebelerine sebeb
olmaları ve burada türklere yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için bir
hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. [1923 de yapılan Lozan
sulhunun gizli celselerinde, bu düşmanlıklarını açıkca göstermişlerdir.] Her
zemân türklerin başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün,
hep ingilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyyeti yok
etmekdir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyyetden korkmalarıdır. Müslimânları aldatmak
için, satılmış vicdanları kullanmakdadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman
olarak tanıtırlar. Sözümüzün hulâsası, islâmiyyetin en büyük düşmanı
ingilizlerdir.) Amerikalı hukûk ve siyâset adamlarından Bryan William Jennings,
kitâbları, konferansları ve 1891 ile 1895 arasındaki ABD kongresi Temsilciler
meclisinde a’zâlık yapması ile meşhûrdur. 1913-1915 arasında ABD hâriciyye
vekîli idi. 1925 de öldü. (Hindistânda İngiliz
hâkimiyyeti) kitâbında, ingilizlerin islâm düşmanlığını,
vahşetlerini, zulmlerini uzun yazmakdadır.
İngilizlerin maşası olan gulâm Ahmed Kâdıyânî öldükden sonra, yerine Hakîm Nureddîn halîfesi oldu. 1914 de bunun yerine geçen Beşîrüddîn Mahmûd, 1307 [m. 1889] de tevellüd, 1385 [m. 1965] de vefât etmişdir. Ahmed, 1323 [m. 1905] de Hindistânda Kâdyân şehrinde (El-vasıyyet) kitâbını neşr ederek, kendisinin, va’d edilmiş Mesîh [ya’nî Îsâ aleyhisselâm] olduğunu bildirdi. Oğlu Beşîr, Ahmedîlerin merkezini Rabwah kasabasına nakl edip, Ahmediyye yolunun sapık inançlarını (Gerçek islâmiyyet) adı altında yaymağa başladı. (Kur’ân tefsîri) diyerek çıkardığı büyük iki kitâbı, Kur’ân-ı kerîme uymıyan sapık, bozuk yazılarla doludur. Binüçyüz seneden beri müfessirlerin hiçbirinin dikkatini çekmediği ekonomik hakîkatleri görüp yazdığını bildirmekdedir. Allahın böyle bir bilgiyi, ancak Peygamberlere ve onların halîfelerine bahş etdiğini güvenle iddiâ edebilirim demekdedir. (Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşü ile tefsîr eden kâfir olur) hadîs-i şerîfi, bunların islâmiyyetden ayrı, sapık bir yolda olduklarını açıkca göstermekdedir. Vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitâbının ikiyüzyetmişbeşinci sahîfesinde, Muhammed Sıddîk Hasen hânın (Kitâb-ül-izâ’a) kitâbından alarak, (Zemânımızdaki deccâllerden biri de, frenk deccâlı, gulâm Ahmed Kâdıyânî habîsidir. Allah onu dahâ çirkin eylesin! Kötülüğünü herkese duyursun! Onun küfr yoluna sürüklenmiş olanları da, onun gibi eylesin! Çünki o, büyük fitne uyandırdı. Önce, Mehdî olduğunu söyledi. Sonra Peygamberlik da’vâsına kalkdı. Hıristiyan devletlerin, müslimânları parçalamak siyâsetlerine âlet oldu) yazmakdadır. Bunlar, gerçek müslimânlık, yalnız Ahmedîlikdir diyor. Her ikisi de, hadîs-i şerîf ile övülmüş olan ilk iki asrın doğru yolundan ayrılarak, insanları küfr ve dalâlet felâketine sürüklemekdedirler. Pençâb ve Bombayda câhil halk arasında sür’at ile yayılan bu bâtıl yol, şimdi
---------------------------------
[1]
Abdürreşîd efendi, 1944 de Japonya’da vefât etdi.
Avrupa ve Amerikada yerleşmekdedir. Kendilerine müslimân
dedikleri hâlde, bozuk inançları ve âyinleri ile, müslimânlıkdan
ayrılmışlardır. Küfrlerine sebeb olan şeyler çok ise de, şu üçü mühimdir:
1 - Ahmedî ve Kâdıyânî
adını alanlara göre, Îsâ aleyhisselâmı asmak istememişlerdi. Fekat,
kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabrinden çıkıp, Hindistânda,
Keşmîre gitdi. Orada, İncîli öğretip tekrâr öldü diyorlar.
2 - Mehdînin
çıkmasında ve herkesi dîne çağırmasında da, islâmiyyetden ayrılıyorlar. Îsâ ve
Muhammed aleyhimesselâmın rûhları insan şeklinde görünecekdir. Bu da, Mirzâ
Ahmeddir. Başka Mehdî yokdur diyorlar.
3 - Müslimânlıkda cihâd
vardır. Fekat, top ile, kılınc ile değil, nasîhat ile, irşâd iledir. Kan
dökmek, cân yakmak yokdur, soğuk harb vardır diyerek, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını
değişdiriyor, cihâd için olan âyet-i kerîmeleri inkâr etmiş oluyorlar. Gulâm Ahmedin
oğlu Beşîrüddînin (Yeni dünyâ nizâmı) kitâbı,
küfr saçmakdadır. Hindistân âlimlerinden, şeyh Muhammed Enver şâh Keşmîrî,
Kâdiyânîleri red için, (Akîdet-ül-islâm fî hayât-i
Îsâ aleyhisselâm) ve (İkfâr-ül-mülhidîn)
ve (Hâtem-ün-nebiyyîn) kitâblarını
yazmışdır. Bu kitâbların ön sahîfelerinde çeşidli âlimlerin takrîz ve medhiyyeleri
vardır. Bunlar arasında, Karaşideki (Medrese-i
islâmiyye) müderrislerinden
seyyid Muhammed Yûsüf Benûrî, Muhammed Enver şâhın hayâtını ve salâhını
uzun yazmışdır. Burada, asrının derin âlimi, Osmânlı devletinin son şeyhulislâmı
Mustafâ Sabrî efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mevkıful’ilm
vel’akl
veddîn) kitâbının, üçüncü cildi, üçyüzyirmiyedinci sahîfesinde,
Hindin büyük âlimi Muhammed Enver şâhı görüp hayrânı olduğunu yazdığını da
bildirmişdir. Muhammed Enver şâh “rahmetullahi teâlâ aleyh”, binüçyüzelliiki
1352 [m. 1933] de vefât etmişdir. Bu üç kitâbında, Mirzâ Gulâm Ahmed Kâdıyânî
için diyor ki:
Îsâ aleyhisselâmın gökden ineceğine inanmıyor. O, asıldı,
öldürüldü. O, babasız değildi. Yûsüf-i Neccârın oğlu idi diyor. Bu yüce
Peygambere, yehûdîler gibi çok çirkin şeyler söyliyor. Kendisinin Peygamber
olduğunu, yeni bir din getirdiğini bildiriyor. Îsâ gökden inecekdir demekle,
benim geleceğim bildirilmişdir diyor. Nassları değişdirip, inanılması zarûrî olan bilgileri inkâr ediyor.
Muhammed aleyhisselâmın, Peygamberlerin sonuncusu olduğuna, hepsinden
üstün olduğuna inanmıyor. Kendisinin binlerce mu’cizeleri olduğunu,
mu’cizelerinin, Peygamberlerin hepsinin mu’cizelerinden dahâ çok ve dahâ üstün
olduğunu bildiriyor. Birçok âyetlerin, kendisini haber verdiğini, Kur’ânda
övüldüğünü bildiriyor.
Ahmed Kâdıyânî, moğol, tâtâr kavmindendir. İsmâ’ilî
fırkasından bir zındık idi. Çok kitâb okudu. Ehl-i sünnetin azılı düşmanı idi.
İngilizler, islâmiyyeti içerden yıkmak için hâzırladıkları plânları uygulayacak
Hindistânda da bir maşa arıyorlardı. Bunu seçdiler. Bol para ile satın aldılar.
Önce, Behâî olarak ortaya çıkarıldı. Müceddid olduğunu söylerdi. Sonra,
Mehdîyim dedi. Dahâ sonra, gökden ineceği bildirilen Îsâ Mesîh olduğunu
söyledi. Nihâyet, Peygamber olup, yeni bir din getirdiğini i’lân etdi.
Kâdıyândaki mescidi, Mescid-i aksâ imiş. Şehri de Mekke imiş. Sonradan
yerleşdiği Lâhor şehri de, Medîne imiş. Bir mezârlık yapıp, buna (Makberet-ül-Cenne) dedi. Buraya gömülen Cennete
gider dedi. Kendi kadınlarına (Ümmehât-ül-mü’minîn)
dedi. Aldatdığı kimselere (ümmetim) dedi. Mu’cizelerinin en büyüğü
(Muhammedî beygüm) dediği nikâh imiş. Gökde yapılırmış. Vahy olarak kendisine
bildirilmiş. Dînini, 1305 [m. 1888] de i’lân etdi. 1326 [m. 1908] de Cehenneme
gitdi. Kendisine inanmıyanlara kâfir dedi.
Bunun, (Hakîkat-ül-vahy) kitâbının
148. ci sahîfesinde, (Allah, bu ümmet arasında, Îsâdan dahâ üstün bir mesîh
yaratdı. Îsâ, şimdi sağ olsaydı, benim yapdıklarımı yapamazdı. Bende görülen
mu’cizeler, onda görülmezdi) diyor. 107. ci sahîfesinde, (Fir’avna resûl gönderdiğim gibi, size de Resûl gönderdim) âyet-i
kerîmesindeki Peygamberin kendisi olduğunu yazıyor. 68. ci sahîfesinde, (Allah,
be-
ni
Peygamber olarak gönderdi. Va’d olunan Mesîh sensin dedi. Bana üçyüzbin mu’cize
verdi) diyor. (Berâhîm-ül-Ahmediyye) kitâbının ellialtıncı sahîfesinde,
kendi mu’cizelerinin, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinden dahâ
çok olduğunu yazıyor.
Muhammed aleyhisselâmın, Peygamberlerin sonuncusu olduğunu
bildiren yüzelli hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan otuz kadarı (Kütüb-i sitte)de yazılıdır. Îsâ aleyhisselâmın
gökden ineceği de, zarûrî bilinmekdedir. Bunlara inanmıyan kâfir olur.
(Kâdıyânî) ve (Ahmedî) denilen bu yolun, islâmiyyeti içerden yıkmak
için ingilizler tarafından kurulmuş olduğunu vesîkalarla anlatan bir kitâb
elimize geçdi. (El-mütenebbi-ül-Kâdıyânî) adındaki
bu arabî kitâb, Pâkistânda, Mültânda, (Meclis-i
tehaffuz-i hatm-in-nübüvve) tarafından 1387 [m. 1967] de
basılmışdır. Bu kitâb, Enver şâh-ı Keşmîrînin, (İkfâr-ül-mülhidîn)
kitâbının başındaki allâme Muhammed Yûsüf Benûrînin kıymetli
yazılarını ve (Havenet-ül-islâm) risâlesini
de ekliyerek, 1393 [m. 1973] de ofset ile İstanbulda basdırılmışdır.
4 - MELÂMÎLER VE KALENDERLER:
(Mekâtîb-i şerîfe)nin altmışsekizinci mektûbunda diyor ki,
(Sôfiyye-yi aliyye, ikinci asrın sonunda meydâna çıkdı). Yetmişdokuzuncu
mektûbunda ve (Nefehât-ül-üns) kitâbının
başında ve seyyid Abdülhakîm efendi, (Er-rıyâd-ut-tesavvufiyye)
kitâbının yüzondördüncü sahîfesinde buyuruyorlar ki:
Tesavvuf yolunda nihâyete varanlar “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” iki dürlüdür: Birincisi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” izinde giderek kemâle erdikden sonra, insanları gafletden uyandırmak
için, halk derecesine indirilmiş olanlardır.
İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların
yetişmesi ile vazîfeli olmıyan (Evliyâ)dır
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bunlara, (Kutb-i
medâr) denir.
Tesavvuf yolunda yürüyenler de iki kısmdır: Birincisi, Allahü
teâlâdan başka herşeyi unutup, yalnız Onu istiyenlerdir. İkincisi, âhıreti,
Cenneti istiyen tâliblerdir.
Allahü teâlâyı irâde edenler, istiyenler de, iki dürlüdür:
Biri, nefslerini temizleyip nihâyetden birkaç şeye kavuşmuşlardır.
İkincisi, (Melâmî)lerdir.
Bunlar, sıdk ve ihlâs kazanmağa çalışır. İbâdetlerini, hayrâtı gizler,
sünnetleri, nâfile ibâdetleri de çok yaparlar. Bu ibâdetlerin görünmesinden
korkarlar. Bunlar çok kıymetli ise de, mahlûk ile meşgûl olduklarından, tevhîd
makâmına varamıyorlar. Melâmîler muhlisdir. Sôfîler ise muhlasdır.
Âhıretin tâlibleri dört dürlüdür: Zâhidler, fakîrler, huddâm
ve âbidler.
Bütün bu sekiz sınıfın taklîdcileri vardır. Bu taklîdcilerin
herbiri de, yâ doğru veyâ yalancı olur. [Biz burada, yalnız Melâmîlerin iki
dürlü taklîdcisini bildireceğiz]:
Melâmîlerin doğru taklîdcileri, ibâdetlerinin görünmesine
ehemmiyyet vermezler. Âdetlere uyarlar. Herkese tatlı söyliyerek, gülerek kalb
kazanmağa uğraşırlar. Nâfile ibâdetleri yapmazlar. Farzlara dikkat ederler.
Dünyâya düşkün değildirler. Bunlara, (Kalender)
denir. Bunlar, riyâ, gösteriş
yapmadıkları için, Melâmîlere benzer. Abdüllah-ı Dehlevî “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, yetmişdokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Kalender, bâtınını
temizlemek, nefsini yok etmek için çalışır. Çok ibâdet yapmaz. Sôfî ise, bunun
ikisine de çalışır. Mahlûkları görmez. Kalenderden dahâ üstündür). Zemânımızda,
Kalender ismini taşıyan birçok kimse, bu saydığımız şeyleri yapmıyor. Bunlara
Kalender yerine (Haşevî) dense yerinde olur. [(Haşevî)
Allahü teâlâyı mahlûklara benzeten, madde, cism diyen kâfirlere
verilen ismdir. Yetmişiki bid’at fırkasından biri olan (Müşebbihe) ve (Mücessime)
denilen fırkadakilerin çoğu Haşevî olmuşlardır.]
Melâmîlerin yalancı taklîdcileri, zındıklardan bir kısmdır
ki, her dürlü günâh işler. Kalblerimiz temizdir, her işi Allah rızâsı için
yapıyoruz derler. Riyâdan, gösterişden kurtulup, hâlis Allah adamı olmak için
günâh işliyoruz derler. Allahü teâlânın ibâdete ihtiyâcı yokdur. Kulların günâh
işlemesi, Ona zarar, ziyân vermez. Asl günâh, mahlûkları incitmek, can
yakmakdır. İbâdet de, insanlara iyilik, ihsân etmekdir derler. Bunlar, dinsiz,
zındıklardır. Bugün, Melâmîlerin bir şeyhleri vardır. Onun yanında bir iki
dakîka oturanın kalbi Allah dermiş. Gönülde içilen şerâb ile hemen serhoş gibi
olurmuş. Kendini (rabbî) âhengine uygulıyarak, gerçek insan olurmuş. Şâh
damarından dahâ yakın olan Allahın varlığını duyup, Onunla bir arada yaşarmış.
Kendi özünden üstün bir etki ve yetki tanımazmış. Kendinde görüp duyduklarına
inanılıp, başka birşeye inanılmazmış. Özünden ve kendi tekliğinden başka varlık
yokmuş. Bu sözler, Allahü teâlâyı inkâr etmek olup, küfrdür, zındıklıkdır.
5
- DEREZÎLER: Dürûz,
ya’nî Derezîlere, yanlış olarak, Dürzü deniliyor. İbni Âbidîn, üçüncü cildde,
mürtedleri anlatırken buyuruyor ki:
(Derezîler, müslimân adı taşır. Nemâz kılanları da vardır.
Fekat, îmânları bozukdur. Tenâsüha inanırlar. Şerâba, alkollü içkilere ve
zinâya halâl diyorlar. (Ülûhiyyet sıfatları) tanrılık
insandan insana geçer diyorlar. Öldükden sonra dirilmeğe, nemâza, oruca, hacca
inanmazlar. Bunların ma’nâları, dünyâda yaşama yollarını düzeltmekdir derler.
Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” çirkin şeyler söylerler. Şâm
müftîsi allâme Abdürrahmân, (İmâdî fetvâsı)nda,
bunların Mülhidler gibi ve İsmâ’îliyye gibi inandıklarını bildirmekdedir. Dört
mezhebin âlimleri, bunlardan cizye alarak islâm memleketlerinde oturmalarına
izn vermek halâl olmaz dedi. Bunlardan kız almak, kesdiklerini yimek câiz
değildir. (Fetâvâ-i Hayriyye)de, bunlar
uzun bildirilmekdedir. Bunlara, zındık, mülhid ve münâfık denir. İnanışları
bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslimân sayılmazlar. Dîn-i
islâma uymıyan inanışlarından vaz geçmedikçe, müslimân olmazlar. Bunlar,
kitâblı ve kitâbsız kâfirlerden dahâ zararlıdır). İbni Âbidînden “rahmetullahi
teâlâ aleyh” terceme temâm oldu. Bu (Mülhidler), Allah,
Alînin ve çocuklarının şeklinde göründü derler. Onbirinci imâm olan Hasen bin
Alî Askerînin adamlarından olduğunu iddi’a eden İbni Nusayrın uydurduğu çirkin sözlere
inanırlar. Sûriyede bulunanların kendilerine alevî dedikleri (Müncid)de yazılıdır. Türkiyede böyle alevî
yokdur.
Mısrdaki Fâtimî hükümdârları, Ehl-i sünnetden ayrıldı. Bozuk
yollara sapdı. Bunlardan Hâkim bi-emrillah, müslimânlıkdan da çıkmışdı. Dırâr
isminde bir dönme, Hâkimi aldatdı. İslâmiyyeti yıkmağa uğraşdı. Dırârın
talebesinden Hamza bin Ahmed sapık inanışlar uydurmuş, Hâkimi ve Mısrdaki
Derezîleri, bu bozuk yola sokmuşdu. Bu inanışları alan Derezîler, Sûriye ve
Lübnandakilere de aşıladı. Selmân-ı Fârisîyi “radıyallahü anh” çok severiz
derler. İnanışlarını gizli tutarlar. İri, inâdcı, yağmacı, merhametsiz
kimselerdir. Yavûz sultân Selîme “rahmetullahi teâlâ aleyh” tâbi’ oldular.
Sultân üçüncü Murâd zemânında ısyân etdiler ise de, Bosnalı dâmâd İbrâhîm pâşa,
terbiyelerini verdi. Sûriyedeki hıristiyanlarla da, ara sıra savaşdılar.
Derezîler, Arabistândan Irâka gelmişdir. Îrânlılar, Irâkdaki Hîre devletini
yıkınca, Hîrelilerle birlikde derezîler de Mısr, Şâm ve Halebe göç etmişdi.
Şâmın fethinde islâm askerine yardım etdiler. Fâtimîler zemânında yolu
sapıtdılar.
6 - İSMÂ’ÎLİYYE: (Milel-nihal) kitâbında diyor ki, (Eshâb-ı
kirâma dil uzatanlar yirmi fırkaya ayrılmışlardır. Bunlardan biri, İsmâ’îliyye
fırkasıdır. Bunların yedi ismi vardır. Birinci ismleri, (Bâtıniyye)dir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin açık
ma’nâlarına inanmayıp, kendilerine göre başka ma’nâlar çıkarırlar. Kur’ânın
zâhir ve bâtın ma’nâları
vardır derler. Bâtın (iç, öz) ma’nâsı lâzımdır, cevzin kabuğu değil, içi, özü
işe yarar derler.
Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîflerdeki
kelimelere, açık ma’nâları verilir. Başka bir âyet, dahâ açık anlaşılıyorsa, o
zemân, birinci âyete de, buna uyacak şeklde değişik ma’nâ verilebilir. Böyle
bir mecbûriyyet olmadan, açık ma’nâyı bırakıp, başka ma’nâ vermek, küfr ve
ilhâd olur. Çünki, bu sûretle, islâmiyyeti değişdirmek, bozmak olur.
İkinci ismleri, (Karâmita)dır.
Çünki, bu fırkayı meydâna çıkaran, Hamdan Karmat denilen kimsedir. Hamdan,
Basrada, Vâsıt şehrinde bir köy ismidir.
Üçüncü ismleri, (Hurumiyye)dir.
Çünki, birçok harâmlara halâl diyorlar. Dördüncü ismleri, (Seb’ıyye)dir. Çünki, din sâhibi olan
Peygamberler yedidir derler. Bunların altısı Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve
Muhammed “aleyhimüsselâm”dır. Mehdî de yedinci olacakdır derler. Nâtık adını
verdikleri bu Peygamberlerden “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” her ikisi
arasında yedi imâm gelmişdir. Her asrda yedi imâm bulunur derler.
Bunların en yayılan ismleri, (İsmâ’îliyye)dir.
Çünki, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın “radıyallahü anh” vefâtından sonra, büyük oğlu
İsmâ’îl, müslimânların imâmı oldu derler. Bunların meydâna çıkması şöyle oldu:
Hindistândaki mecûsîler, ya’nî ateşe tapan kâfirler,
islâmiyyetin üç kıt’a üzerinde sür’at ile yayıldığını görünce, (Müslimânları,
kılıncla yenmeğe, yayılmalarını önlemeğe imkân yokdur. Onları içden yıkmakdan
başka çâre kalmamışdır. Onların kitâblarına, kendi inancımıza göre ma’nâ verip,
gençlerini, câhillerini yoldan çıkaralım) dediler. Başları olan Hamdan Karmat,
şu temel prensipleri koydu:
1 - Din bilgisi
olanlarla konuşulmıyacak. Din âlimi bulunan yerde, kendimizi gizliyeceğiz.
2 - Karşıdakinin
arzûsuna, keyfine göre konuşulacak. Meselâ, zâhidin yanında zâhidler medh
edilecek. Fâsıka, düşkün olduğu günâhların yasak olmadığı söylenecek, [Ehl-i
sünnetin yanında, Ehl-i sünnet övülecek. Hepimiz kardeşiz denilecek].
3 - Müslimânlar,
islâmiyyetin emrlerinde ve yasaklarında şübheye, karârsızlığa düşürülecek.
Meselâ, özrlü kadına oruc kazâ etdiriliyor da, nemâzları niçin kazâ
etdirilmiyor? Bevl, dahâ pis olduğu hâlde, niçin bevl çıkınca da gusl farz
olmuyor? Beş vakt nemâzların iki veyâ üç veyâ dört rek’at olması nedendir? gibi
şeyler sorup, zihnleri şaşırtmağa çalışılacak.
4 - Sırlarını
yabancılara söylememek için söz alırlar. Allah, Kur’ânda mîsâk emr ediyor
derler.
5 - Din ve dünyâ
büyükleri bizi beğeniyor, bizi öğüyor derler.
6 - Aldatmak için,
önce, herkesin inandığı şeyleri müdâfe’a etmeli, derler.
7 - İbâdetlere lüzûm
yokdur. İş, kalbin temiz olmasıdır derler.
8
- Avlanılan gençlere, Ehl-i sünnet i’tikâdını
kötülemeli, Ehl-i sünnete gerici demeli. Son olarak, harâmları işlemeğe
alışdırmalı. Bunları yapdırmak için, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere
yanlış ma’nâlar vermeli. Bunlar, bâtınî ma’nâlardır. Her âlim bunları anlıyamaz
demeli.
Meselâ Cennet, ibâdetlerden kurtulmak ve lezzetli şeyleri
yapmakdır. Cehennem, ibâdetlerin yüklerine katlanmak ve harâmlardan sakınmakdır
demeli.
İlk zemânlar, birçok bilgileri, eski Yunan felesoflarından
aldılar. Meselâ, yaratıcı ne vardır, ne de yokdur. Ne âlimdir, ne câhildir. Ne
kâdirdir, ne âcizdir. Bütün sıfatları da böyledir
dediler. Çünki, bunlar var denirse, mahlûklara benzetilmiş olur. Yokdur
denirse, yokluk kondurulmuş olur dediler. Yaratan, kadîm de değildir,
hâdis de değildir dediler.
Bunların başına geçen Hasen bin Muhammed Sabbâh, gitdikleri
yola bozuk denilmemesi için, gençlerin din bilgilerini öğrenmesini ve
âlimlerin, eski kitâbları oku-
malarını
men’ etdi. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ile
görüşmeği, Ehl-i sünnet kitâblarını okumağı şiddetle yasak etdi. İlm-i zâhirin
çoğalması, ilm-i bâtını örter, söndürür dedi. İslâmiyyet ile alay etdi. Allahü
teâlânın emrlerini, yasaklarını inkâr etdi. Hayvanlar gibi, dinsiz, kanûnsuz
yaşamak yolunu tutdular).
İsmâ’îlîlerin (Süleymâniyye) kolunun
kurucusu olan Süleymân bin Hasen, 1005 [m. 1597] de ölmüşdür. (Nühab-ül-mültekıta) kitâbında, bu fırkanın gizli
felsefesini uzun açıklamakdadır.
7 - YEZÎDÎLER: Seyyid
Şerîf-i Cürcânînin (Ta’rîfât) kitâbında
kısaca ve (Milel-nihal) kitâbında geniş
yazıldığı gibi, Hâricîler yedi fırkadır. Bunlardan (İbâdıyye
fırkası) Abdüllah bin İbâd adındaki kimsenin kurduğu fırkadır. Bu
adam, hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye ile, hakem yapmak sûreti ile uyuşduğu
için, hazret-i Alîden ayrıldı. Trablusgarba gitdi. Orada İbâdıyye fırkasını
kurdu. Bundan sonra, adamları [153] yılında, halîfeye ısyân edip Trablusgarbı
ele geçirdiler. Kendilerinden başka olan müslimânlara kâfir dediler. Harb
zemânlarında mallarını almak câizdir dediler. Büyük günâh işliyen mü’min değildir
dediler. Hazret-i Alîyi ve Eshâb-ı kirâmdan çoğunu kâfir bildiler. 1129 [m.
1717] da tevellüd ve 1222 [m. 1808] de vefât eden Abdül’azîz bin İbrâhîm
adındaki biri (Kitâb-ün-nîl) adında
kitâb yazarak, İbâdîlerin Cezâyirde çoğalmasına sebeb oldu. 749 [m. 1349] da
ölen İsmâ’îl Cîlâtînin (Kavâid-ül-islâm) kitâbına
da çok önem veriyorlar. Bu kitâb Mısrda basılmışdır.
İbâdıyye fırkası dörde ayrıldı: Bunlardan Yezîd bin Enîsenin
adamlarına (Yezîdî) denildi. Bunlar,
Acemden bir Peygamber gelecek, buna, gökde yazılmış bir kitâb inecek, Muhammed
aleyhisselâmın dîninden çıkacak, Sâbi’iyye olacak, ya’nî yıldızlara tapınacak
diyorlar. Küçük, büyük her günâhı işliyen kâfir olur diyorlar.
1385 [m. 1966] mart ayında Irâkdan Anadoluya gelen Yezîdî
şeyh Emâvînin bildirdiğine göre, Yezîdîliği yayan adam, Âdi adında bir
Sûriyelidir. Abbâsîlerin baskısından kaçarak, Irâkın şimâlinde Sengal
dağlarının ortasındaki Lâdeş vâdisine sığınmış, Adeviyye adında bir yol
kurmuşdur. Kürdler ve arablar arasına yayılan bu inanışa Yezîdîlik denildi. 550 [m. 1154] de, seksen yaşında öldü.
Yerine kardeşinin oğlu ikinci Âdi geçdi. Bundan sonra, bunun oğlu şeyh
Hasen reîs oldu. Bunun zemânında çoğaldılar. Seksenbin oldular. Yezîdîlerin
inanışları, müslimânlıkla hıristiyanlık inanışlarının karışığıdır. (Kitâb-ül-celve) adındaki en önemli kitâbları
arabî ve kürdce olup, Maksimilyan Bütner tarafından almancaya terceme edilmiş
ve 1331 [m. 1913] yılında basılmışdır. Şeytâna tapınırlar. İblîse melek ve
tâvus derler. Şeytâna söğeni öldürürler. Derdleri, belâları İblîs yaratır
derler. Müslimânlardan ve hıristiyanlardan işitdikleri şeyleri, Yezîdîlik
olarak anlatırlar. Müslimânların îmânının ve ibâdetlerinin hiçbiri bunlarda
yokdur. Lâdeş vâdisindeki Baadır köyünde bulunan ölülerini gidip dolaşmağa, hac
derler. Bunu eylül ayında yaparlar. Hergün güneş doğarken, ona karşı dururlar.
Sabâh, ilk ışık gelen toprağı öperler. Güneş batarken de, ona yalvarırlar. Bu
yapdıklarına, nemâz kılmak, ibâdet etmek derler. Ocak ayında, üç gün oruc
tutarlar. Bu çeşidli işlerini, nemâz, oruc, hac, ibâdet diye anlatırlar. Bu
sözlerini işiten, bunları müslimân sanır. Yezîdîlerin okuma, yazma öğrenmesi,
büyük günâhdır. Bunun için, çok geri ve câhildirler. Müslimânlıkdan haberleri
yokdur. Sakal kesmeleri de günâhdır. İnsanları, dünyâda ve âhıretde sıkıntılara
sürükliyen bu tuhaf dîne karşı, ilk olarak, Mûsul emîri, İmâdüddîn-i Zengî
harekete geçerek, kumandanı Bedreddîn-i Lü’lüü, şeyh Hasenin üzerine yolladı.
Onları dağıtdı. Başkanları Emâvîye göre, bugün, onmilyon yezîdî vardır. Bunlar,
Irâkda, Sûriyede, Yemende, Azerbaycânda, Türkiyede ve Hindistânda
bulunmakdadır. Câhil olduklarından, komünistlik propagandalarına çabuk
aldanmakdadırlar. Rusyada üçmilyon komünist Yezîdî bulunduğu-
nu
ve Irâkdaki Abdüsselâm hükûmetinin asdığı binikiyüz komünist içinde,
Yezîdîlerin de bulunduğunu Emâvî açıklamışdır. Emevî halîfelerinden Yezîdin,
bunlarla hiçbir bağlılığı yokdur. Emâvî ismindeki reîsleri [m. 1930] da Lâdeşde
doğmuşdur. Irâk ordusunda general rütbesine yükselmişdir. Irâkda bulunan
müslimân kürdlere karşı, Irâk ordusu ile birlikde harb etmişdir.
(Behcet-ül-fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi
teâlâ aleyh” diyor ki, (Bağdâdda birçok kimse, kendilerine müslimân dedikleri
hâlde, harâma halâl diyor, güneşe tapıyor ve İblîse ta’zîm ediyorlar. Ülül-emre
ısyân edip, bulundukları yerde, başkanları ile birlikde, küfr ahkâmını
yapıyorlar. Bulundukları yer, (Dâr-ül-harb) olur.
İslâm askeri bunlarla harb edip, erkekleri müslimân olursa öldürülmez.
Kadınları irtidâddan vaz geçip müslimân olurlarsa, câriye olarak vaty halâl
olur).
Yezîdîlerin (Îrânda bir Peygamber gelecek) dedikleri için
kâfir oldukları, (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında yazılıdır.
8 - SÜRYÂNÎLER: Süryânî
dili ile konuşan eski hıristiyanların artıklarıdır. Katolik kısmından,
Ya’kûbiyye fırkasındandırlar. Monofîsiyye inancında olup, Îsâ tanrıdır derler. Urfa
patrîki olan Ya’kûb-i Berde’î tarafından kuruldu. Antakya patrîki Mihâil-i
Süryânî tarafından yayıldı. Mihâil, mîlâdî [1126] da doğdu. 594 [m. 1199] de
öldü. Ya’kûb [m. 578] de ölmüşdür. Hıristiyanlıkda monofîsiyye inancını, ilk
olarak, İstanbul patrîki Utîhâ çıkarmışdı. İskenderiyye patrîki Dioskorüs de
buna uymuşdu. Mîlâdî [451] deki Kadıköy toplantısında,
Dioskorüsün fikrleri red edilmişdi. Mîlâdın 405 senesinde ölmüş olan Mar-Maron
isminde bir katolik papası da Maronî fırkasını kurmuşdur. Sûriyedeki hıristiyanların
bir kısmının Süryânî, bir kısmının da Maronî oldukları (Kâmûs-ül-a’lâm)da yazılıdır. Birinci kısmda, 91,
92 ve 93. cü maddelere bakınız!
(Müncid)de diyor ki, (Amerikalı
Şarl Russelin 1289 [m. 1872] da kurmuş olduğu (Yehve
Şâhidleri) fırkası, bid’at yoludur. İncîle, kendine göre yeni
ma’nâlar vermişdir). Bunlara yanlış olarak
(Yahova Şâhidleri) deniliyor. Kendilerine inananlara maddî yardım va’d
eden misyoner teşkîlâtının merkezi İsviçrenin Zürih şehrindedir.
9 - SELEFÎLER: Hemen
söyliyelim ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
kitâblarında, (Selefiyye) denilen bir
ism ve (Selefiyye Mezhebi) diye bir yazı
yokdur. Bu ismler mezhebsizler tarafından sonradan uydurulmuş ve câhil din adamları
tarafından, mezhebsizlerin kitâbları arabîden türkceye terceme edilirken, türkler arasında da yayılmağa başlamışdır.
Bunlara göre, (Eş’arî ve Mâtürîdî mezhebleri kurulmadan evvel bütün
sünnîlerin tâbi’ oldukları mezhebe Selefiyye adı verilmekdedir. Bunlar Sahâbe
ve Tâbi’înin izinde yürümüşlerdir. Selefiyye mezhebi Eshâbın, Tâbi’înin ve
Tebe’i tâbi’înin mezhebidir. Dört büyük imâm bu mezhebe mensûb idi. Selefiyye mezhebini
müdâfe’a için ilk eser, (Fıkh-ul-ekber) ismi
ile İmâm-ı a’zam tarafından
yazılmışdır. İmâm-ı Gazâlî, (İlcâm-ül avâm-anil
kelâm) eserinde Selefiyye mezhebinin esâslarını yedi olarak
bildirmekdedir. İmâm-ı Gazâlînin zuhûru ile müteahhirînin ilm-i kelâmı başlar.
İmâm-ı Gazâlî, önce gelen kelâmcıların mezheblerini ve İslâm felesoflarının
fikrlerini tedkîk etdikden sonra, kelâm ilminin metodlarında değişiklikler yapdı.
Felsefî düşünceleri, red maksadıyla kelâma sokdu. Râzî ve Âmidî, kelâm ile felsefeyi mezc ederek bir ilm hâline koydular.
Beydâvî ise, kelâm ile felsefeyi birbirinden ayrılmaz hâle koydu.
Müteahhirînin ilm-i kelâmı Selefiyye mezhebinin yayılmasına mâni’ oldu. İbni
Teymiyye ve talebesi İbn-ül-Kayyım-il-cevziyye, Selefiyye mezhebini ihyâya
çalışdılar. Selefiyye mezhebi sonradan ikiye ayrılmışdır: Eski Selefîler,
Allahın
sıfatları ve müteşâbih nassları hakkında tafsîlâta girmemişlerdir. Sonraki
Selefîler bunlar hakkında tafsîl cihetine ehemmiyyet vermişlerdir. İbni
Teymiyye ve İbni Kayyım Cevziyye gibi sonraki Selefîlerde bu hâl açık olarak
görülmekdedir.
Eski ve yeni Selefîlerin hepsine birden (Ehl-i
sünnet-i hâssa) denir. Ehl-i sünnet kelâmcıları ba’zı nassları
te’vîl etmişlerse de, Selefîyye buna muhâlifdir. Selefiyye, Allahın yüzü ve
gelmesi, insanların yüzüne ve gelmesine benzemez diyerek müşebbih eden
ayrılmışdır) diyorlar.
(Eş’arî) ve (Mâtürîdî) mezhebleri sonradan kurulmuş demek
doğru değildir. Bu iki büyük imâm, Selef-i sâlihînin bildirdikleri i’tikâd,
îmân bilgilerini açıklamışlar, kısmlara bölmüşler, gençlerin anlayabileceği bir
şeklde yaymışlardır. İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Şâfi’înin talebesi zincirinde
bulunmakdadır. İmâm-ı Mâtürîdî de, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin talebeleri
zincirinin büyük bir halkasıdır. Eş’arî ve Mâtürîdî, hocalarının i’tikâddaki
müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamışdır. Bu ikisinin
ve hocalarının ve dört mezheb imâmının tek bir i’tikâdı vardır. Bu da (Ehl-i sünnet vel cemâ’at) ismi ile meşhûr olan
i’tikâd mezhebidir. Bu fırkada bulunanların i’tikâdları, inanışları, Eshâb-ı
kirâmın ve Tâbi’înin ve Tebe-i tâbi’înin inanışlarıdır. İmâmı a’zam Ebû
Hanîfenin yazdığı, (Fıkh-ul-ekber) kitâbı,
Ehl-i sünnet mezhebini müdâfe’a etmekdedir. Bu kitâbda ve İmâm-ı Gazâlînin, (İlcâm-ül-avâm-anil-kelâm) kitâbında Selefiyye
kelimesi yokdur. Bu iki kitâb ve (Fıkh-ul-ekber) kitâbının
şerhleri arasında (Kavl-ül-fasl) kitâbı,
Ehl-i sünnet fırkasını bildirmekde ve bid’at fırkaları ile felsefecilere
cevâblar vermekdedir. Kavl-ül-fasl ve İlcâm kitâbını Hakîkat Kitâbevi
basdırmışdır.
İmâm-ı Gazâlî, (İlcâm-ül-avâm) kitâbında,
(Bu kitâbda i’tikâddaki fırkalardan, Selef mezhebinin hak olduğunu,
bildireceğim. Bu mezhebden ayrılanların bid’at sâhibi olduklarını anlatacağım.
Selef mezhebi demek, Eshâbın ve Tâbi’înin i’tikâdları demekdir. Bu mezhebin
esâsları yedidir) diyor. Görülüyor ki, İlcâm kitâbı, Selef mezhebinin yedi
esâsını yazmakdadır. Buna Selefiyyenin yedi esâsı demek, kitâbın yazısını
değişdirmek ve İmâm-ı Gazâlîye iftirâ etmek olmakdadır. Ehl-i sünnet
kitâblarının hepsinde, meselâ, çok kıymetli fıkh kitâbı olan, (Dürr-ül-muhtâr)ın Şâhidlik kısmında, Selef ve
Halef dedikden sonra; (Selef, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin ismidir. Bunlara
(Selef-i sâlihîn) de denir. Halef de, Selef-i sâlihînden sonra gelen Ehl-i
sünnet âlimlerine denir) yazılıdır. İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Râzî ve tefsîr
âlimlerinin baş tâcı olan İmâm-ı Beydâvî, hep Selef-i sâlihîn mezhebinde
idiler. Bunların zemânında türeyen bid’at fırkaları, ilm-i kelâma felsefeyi
karışdırdılar. Hattâ îmânlarının esâsını felsefe üzerine kurdular. (Milel ve Nihal) kitâbında bu bozuk fırkaların
inançları geniş anlatılmakdadır. Bu üç imâm, bu bozuk fırkalara karşı Ehl-i
sünnet i’tikâdını müdâfe’a ederken ve onların sapık fikrlerini çürütürken,
onların felsefelerine de geniş cevâblar verdiler. Bu cevâbları, Ehl-i sünnet mezhebine
felsefeyi karışdırmak değildir. Bil’akis kelâm ilmini, kendisine karışdırılan
felsefî düşüncelerden temizlemekdir. Beydâvîde ve bunun şerhlerinin en
kıymetlisi olan (Şeyhzâde) tefsîrinde
hiçbir felsefî düşünce, hiçbir felsefî metod yokdur. Bu yüce imâmlara felsefe
yolunda idiler demek, çok çirkin iftirâdır. Ehl-i sünnet âlimlerine bu iftirâyı
ilk olarak, İbni Teymiyye, (Vâsıta) kitâbında
yazmışdır. İbni Teymiyyenin ve talebesi İbn-ül-Kayyım-ıl-cevziyyenin Selefiyye
mezhebini ihyâya çalışdıklarını söylemek ise, hak yolda olanlar ile bâtıl yola
sapmış olanların ayrıldığı mühim bir noktadır. Bu iki şahısdan evvel Selefiyye
mezhebi, hattâ Selefiyye kelimesi yok idi
ki, bu ikisinin ihyâya çalışdığı söylenilebilsin. Bu ikisinden evvel yalnız ve
tek hak i’tikâd olarak (Ehl-i sünnet
vel-cemâ’at) ismi verilmiş olan Selef-i sâlihînin mezhebi vardı.
İbni Teymiyye, bu hak mezhebi bozmuş, birçok bid’atlar meydâna çıkarmışdır. Şimdi mezhebsizlerin, dinde reformcuların,
kitâblarının, sözlerinin, yanlış düşüncelerinin kaynağı, hep İbni
Teymiyyenin bid’atleridir. Bunlar, kendilerinin hak yolda olduklarına gençleri
inandırmak için, korkunç bir hîle ortaya çıkardılar. İbni Teymiyyenin
bid’atlerini, yanlış fikrlerini haklı göstererek, gençleri onun yoluna
sürüklemek için, Selef-i sâlihîne Selefiyye ismini verdiler. Selef-i sâlihînin
halefleri olan islâm âlimlerine felsefe ve bid’at lekelerini bulaşdırdılar.
Bunları, Selefiyye dedikleri uydurma ismden ayrılmakla suç-
ladılar.
İbni Teymiyyeyi Selefiyyeyi yeniden canlandıran bir kahraman, bir müctehid
olarak ortaya koydular. Hâlbuki, Selef-i sâlihînin halefleri olan Ehl-i sünnet
âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, zemânımıza kadar, hattâ bugün
bile, yazdıkları kitâblarında Selef-i sâlihînin mezhebi olan (Ehl-i Sünnet) i’tikâd bilgilerini savunmuşlar. İbni Teymiyyenin, Şevkânînin ve benzerlerinin
Selef-i sâlihînin yolundan ayrıldıklarını ve müslimânları felâkete ve
Cehenneme sürüklediklerini bildirmişlerdir. (Et-tevessül-ü-bin-Nebî
ve bis-Sâlihîn) ve (Ulemâ-ül-müslimîn
vel-muhâlifûn) ve (Şifâ-üs-sikâm) ile
bunun ön sözü olan (Tathîrul-füâd
min-denis-il-i’tikâd) kitâblarını okuyanlar, yeni Selefiyye denilen
bu inanışları ortaya çıkaranların, müslimânları felâkete götürdüklerini ve
islâm dînini içerden yıkmakda olduklarını çok iyi anlar.
Son günlerde, ba’zı ağızlardan (Selefiyye) ismi işitilmeye
başlandı. Her müslimân şunu iyi bilmelidir
ki, islâmiyyetde (Selefiyye mezhebi) diye
birşey yokdur. İslâmiyyetde yalnız (Selef-i
sâlihîn) mezhebi vardır. Selef-i sâlihîn, hadîs-i şerîf ile medh ve
senâ buyurulmuş olan, ilk iki asrın müslimânlarıdır. Üçüncü ve dördüncü
asrlarda gelen islâm âlimlerine (Halef-i sâdıkîn) denir.
Bu şerefli insanların i’tikâdına,(Ehl-i sünnet
vel-cemâ’at mezhebi) denir. Bu mezheb, îmân, inanış mezhebidir.
Selef-i sâlihînin, ya’nî Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i i’zâmın îmânları hep aynı
idi. İnanışları arasında hiç fark yokdu. Şimdi yer yüzünde bulunan
müslimânların çoğu, Ehl-i sünnet mezhebindedirler. Yetmişiki sapık bid’at
fırkalarının hepsi ikinci asrdan sonra ortaya çıkdı. Bunların bir kısmının
kurucuları dahâ önceden yaşamış iseler de, kitâblarının yazılması ve toplu
olarak ortaya çıkmaları ve Ehl-i sünnete karşı baş kaldırmaları Tâbi’în-i
i’zâmdan sonra oldu.
Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahdır
“sallallahü aleyhi ve sellem”. Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynakdan
aldılar. Tâbi’în-i i’zâm da bu bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Dahâ
sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere
nakl ve tevâtür yoluyla geldi. Bu bilgiler akl ile bulunamaz. Akl bunları
değişdiremez. Akl, bunları anlamaya yardımcı olur. Ya’nî, bunları anlamak,
doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akl lâzımdır. Hadîs âlimlerinin
hepsi, Ehl-i sünnet i’tikâdında idiler. Amelde dört mezhebin imâmları da bu
mezhebde idi. İ’tikâdda mezhebimizin iki imâmı olan Mâtürîdî ve Eş’arî de Ehl-i
sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imâm, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara
karşı ve eski yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere
karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük
Ehl-i sünnet âliminin zemânları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden
ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka
olduğundan, savunma metodları ve tenkidleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu
hâl, mezheblerinin ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle
derin âlim ve velîler, bu iki yüce imâmın kitâblarını inceliyerek ikisinin de,
Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir. Ehl-i sünnet
âlimleri, ma’nâları açık olan (Nass)ları,
zâhirleri üzere almışlardır. Ya’nî, böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i
şerîflere açık olan ma’nâları vermişler, zarûret olmadıkça böyle Nassları (te’vîl) etmemişler, bu ma’nâları
değişdirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç
yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, yunan
felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklîdcilerinden işitdiklerine
uyarak, îmân bilgilerinde ve ibâdetlerde değişiklik yapmakdan çekinmemişlerdir.
Misyonerlerin asrlar boyu devâm eden çalışmaları ile ve
ingiliz imperatorluğunun iğrenç siyâseti ve her dürlü maddî güçlerini
kullanması ile, islâm dîninin bekçisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hizmetçisi olan Osmânlı devleti parçalanınca,
mezhebsizler meydânı boş buldular. Bilhâssa, Ehl-i sünnet âlimlerine söz hakkı
tanınmayan memleketlerde, meselâ Sü’ûdî Arabistânda, şeytânî yalan ve
hîlelerle, Ehl-i sünnete saldırmağa, islâmiyyeti
içerden
yıkmağa başladılar. Sü’ûdî Arabistândan dağıtılan sayısız altınlar, bu
saldırganlığın dünyânın her yerine yayılmasını sağladı. Pâkistândan,
Hindistândan ve Afrika milletlerinden gelen haberlerden anlaşıldığına göre, din
bilgisi ve Allah korkusu olmıyan ba’zı din adamları, bu saldırganlara destek
olarak mevkı’lere ve apartmanlara kavuşmuşlardır. Bilhâssa gençleri aldatarak,
Ehl-i sünnet mezhebinden ayırmak için yapdıkları hıyânetleri, bu habîs
kazançlarına sebeb olmakda imiş. Medreselerdeki talebeyi, müslimân yavrularını
aldatmak için yazdıkları kitâblardan birini getirtdik:
Kitâbın bir yerinde, (Bu kitâbı, mezheb te’assubunu
kaldırmak ve herkesin kendi mezhebi içinde kavgasız yaşamasını sağlamak için
yazdım) diyor. Bu adam, mezheb te’assubunu kaldırmağı, Ehl-i sünnete saldırmakda,
Ehl-i sünnet âlimlerini küçültmekde gördüğünü söylemekdedir. İslâm dînine
hançer saplamakda, bunu müslimânların kavgasız yaşaması için yapdığını
söylemekdedir. Kitâbın bir yerinde, (Düşünen bir insan, düşüncesinde isâbet
ederse, on misli ecr alır. Hatâ ederse, bir ecr alır) diyor. Buna göre her
insan, ya’nî ister hıristiyan olsun, ister müşrik olsun, bir kimse, her
düşüncesinde ecr alacak. Hem de doğru olanlarında on sevâb! Bakınız,
Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîfini nasıl
değişdiriyor? Nasıl hiyle yapıyor? Hadîs-i şerîfde, (Bir
müctehid, âyet-i kerîmeden ve hadîs-i şerîfden [amele âid] bir hükm çıkarırken, isâbet ederse, buna on sevâb
verilir. Hatâ ederse, bir sevâb verilir) buyuruldu. Hadîs-i şerîf,
bu sevâbların her düşünene değil, ictihâd derecesine yükselmiş olan islâm
âlimine verileceğini, buna da, her düşünmesine değil, Nasslardan [amele âid]
ahkâm çıkarmak için çalışmasında verileceğini göstermekdedir. Çünki, bu
çalışması ibâdetdir. Her ibâdete verildiği gibi, burada da sevâb verilmekdedir.
Selef-i sâlihîn zemânında ve bunların halefleri olan
müctehid âlimlerin zemânında, ya’nî dörtyüz senesinin sonuna kadar, yaşama
şartlarında değişmeler olunca, yeni hâdiseler ortaya çıkınca, müctehid olan
âlimler, gece gündüz çalışarak, bu işin nasıl yapılması lâzım geldiğini, (Edille-i şer’ıyye) ismindeki dört kaynakdan
bulup çıkarmışlar, bütün müslimânlar da, bu işi, kendi mezheb imâmlarının bulup
anladığına uyarak yapmışlardı. Yapanlar da, on veyâ bir sevâb kazanırdı.
Dörtyüz senesinden sonra da, bu müctehidlerin bulduklarına uyuldu. Bu uzun
zemânlarda, hiçbir müslimân, hiçbir işinde çâresiz kalmadı, sıkıntıya düşmedi.
Dahâ sonra müctehidlerin yedinci derecesinde de bir âlim, bir müftî
yetişemediği için, şimdi dört mezhebden birinin âlimlerinin kitâblarını okuyup
anlıyabilen bir müslimândan ve onun terceme etdiği kitâblardan öğrenip,
ibâdetlerimizi buna göre yapmamız ve bunlara uygun yaşamamız lâzımdır. Allahü
teâlâ, herşeyin hükmünü Kur’ân-ı kerîmde bildirdi. Onun yüce peygamberi olan
Muhammed aleyhisselâm da, bunların hepsini açıkladı. Ehl-i sünnet âlimleri de,
bunları, Eshâb-ı kirâmdan öğrenip kitâblarına yazdılar. Şimdi bu kitâbları
dünyânın her yerinde mevcûddur. Dünyânın her yerinde, kıyâmete kadar ortaya
çıkacak olan her yeni şeyin nasıl kullanılacağı, bu kitâbların bir bilgisine
benzetilebilir. Bunun mümkin olması, Kur’ân-ı kerîmin mu’cizesi ve islâm
âlimlerinin bir kerâmetidir. Yalnız mühim olan şey, karşılaşılan işin nasıl
yapılacağını, Ehl-i sünnet olan hakîkî bir müslimândan sorup öğrenmek lâzımdır.
Mezhebsiz din adamına sorulursa, fıkh kitâblarına uymayan cevâb vererek, insanı
yanlış yola sürükler.
Arab memleketlerinde birkaç sene kalıp da, arabî konuşmasını
öğrenip, orada zevk ve safâ ile eğlenerek ömrünü günâh işlemekle çürütüp, sonra
bir mezhebsizden, bir Ehl-i sünnet düşmanından mühürlü bir kâğıd alarak,
Pâkistâna, Hindistâna dönen mezhebsiz câhillerin, gençleri nasıl aldatdıklarını
yukarıda bildirmişdik. Bunların sahte diplomalarını gören ve arabî
konuşduklarını işiten gençler, kendilerini din adamı sanır. Hâlbuki bunlar bir
fıkh kitâbını anlamakdan âcizdirler. Kitâblardaki fıkh bilgilerinden hiç
haberleri yokdur. Zâten, bu islâm bilgilerine
inanmazlar,
gericilik derler. Eskiden islâm âlimleri kendilerine sorulan şeylere, fıkh
kitâblarından cevâb bulup, süâl edenlere bunları
söylerlerdi. Mezhebsiz din adamı ise fıkh kitâbını okuyup anlıyamadığı için,
câhil kafasına ve noksan aklına gelenleri söyliyerek süâl sâhibini
aldatır. Onun Cehenneme gitmesine sebeb olur. Bunun içindir ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü
insanların en kötüsüdür) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki,
Ehl-i sünnet âlimi, insanların en iyisidir. Mezhebsizler de, insanların en
kötüsüdür. Çünki, birinciler, insanları Resûlullaha uymağa, ya’nî Cennete,
ikinciler ise, insanları kendi sapık düşüncelerine uymağa, ya’nî Cehenneme
sürüklemekdedirler.
Mısrdaki Câmi’ul-ezher islâm üniversitesinden me’zûn üstâz
ibni Halîfe Alîvî (Akîdet-üs-selef-i
vel-halef) kitâbında diyor ki, (Allâme Ebû Zühre, (Târîh-ul-mezâhib-il-islâmiyye) kitâbında yazdığı gibi, hicretin
dördüncü asrında, hanbelî mezhebinden ayrılan ba’zı kimseler, kendilerine (Selefiyyîn) ismini verdiler. Yine hanbelî
mezhebinde olan Ebülferec İbnülcevzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” ve başka
âlimler, bu selefîlerin selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli,
mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını
önlediler. Yedinci asrda, İbni Teymiyye, bu fitneyi tekrâr alevlendirdi). Bu
kitâbda, selefîlerin ve vehhâbîlerin çeşidli bid’atleri ve Ehl-i sünnete karşı
yapdıkları iftirâları uzun yazılmış ve cevâbları verilmişdir. Kitâb 1398 [m.
1978] de Şâmda basılmışdır. Üçyüzkırk sahîfedir.
Mezhebsizler kendilerine, (Selefiyye)
ismini takmışlar. İbni Teymiyye, Selefîlerin büyük imâmıdır
diyorlar. Bu sözleri bir bakımdan doğrudur. Çünki, İbni Teymiyyeden önce (Selefî) ismi yokdu. Selef-i sâlihîn vardı.
Bunların i’tikâdları da Ehl-i sünnet mezhebi idi. İbni Teymiyyenin sapık
fikrleri vehhâbîlere ve diğer mezhebsizlere kaynak oldu. İbni Teymiyye hanbelî
mezhebinde olarak yetişdi. Ya’nî Ehl-i sünnet idi. Fekat ilmi çoğalıp, fetvâ
makâmına yükselince, kendi fikrlerini beğenmeğe, kendini Ehl-i sünnet
âlimlerinden “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” üstün görmeğe başladı.
İlminin çoğalması, dalâletine, sapıtmasına sebeb oldu. Hanbelî olması kalmadı.
Çünki, dört mezhebden birinde olabilmek için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak
lâzımdır. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmayan kimse için hanbelî mezhebindedir
denilemez.
Mezhebsizler, bulundukları memleketdeki Ehl-i sünnet din
adamlarını “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, her fırsatda kötülüyorlar.
Bunların kitâblarının okunmasını, Ehl-i sünnet bilgilerinin öğrenilmesini önlemek
için her hiyleye başvuruyorlar. Meselâ, bir mezhebsiz, muhterem bir ismi
söyliyerek, (Eczâcı, kimyâger, dinden ne anlar? O kendi san’atı üzerinde
çalışsın. Bizim işimize karışmasın) demiş. Şu câhilce, şu ahmakca söze bakınız!
Fen adamlarının din bilgisi olmaz sanıyor. Bilmiyor ki, müslimân fen adamı, her
an sun’-ı ilâhîyi temâşâ etmekde, masnû’ât kitâbında sergilenmiş bulunan yüce Hâlıkın kemâlâtını anlamakda, Onun sonsuz
kudreti karşısında, mahlûkların aczini görerek, Onu her an tesbîh ve
tenzîh etmekdedir. Alman atom âlimi Max Planck, (Der
Strom) kitâbında, bunu çok güzel bildirmekdedir. Bu câhil mezhebsiz
ise, yurt dışındaki kendi gibi bir sapıkdan aldığı belgeye ve bunun sağladığı
masaya dayanarak ve belki de, yurt dışında dağıtılan altınların hayâlleri ile
mest olarak, din bilgilerini kendi inhisârında görmekdedir. Allahü teâlâ, bu
zevallıyı ve cümlemizi ıslâh eylesin! Böyle belgeli din hırsızlarının
tuzaklarına düşen temiz gençleri de, halâs buyursun! Âmîn.
Evet, o zât, eczâcı ve kimyâ yüksek mühendisi olarak
milletine otuz seneden ziyâde hizmet etmişdir. Fekat yedi sene din tahsîli
yaparak ve geceli gündüzlü çalışarak da, büyük islâm âliminden icâzet almakla
da şereflenmiş, fen bilgileri ile din bilgilerinin azameti altında ezilerek,
aczini iyice anlamışdır. Bu anlayış içinde, hakkıyla kulluk yapabilmek
gayretindedir. En büyük korkusu ve endişesi, diplo-
malarının
ve icâzetinin yaldızlarına aldanarak, bu konularda söz sâhibi olacağını
sanmaklığıdır. Bu korkunun çokluğu, her sözünde gözlere çarpmakdadır. Hiçbir
zemân kendi görüşünü, kendi fikrini yazmağa cesâret etmemiş, dâimâ Ehl-i sünnet
âlimlerinin, anlıyabilenleri hayrân eden kıymetli yazılarını arabîden ve
fârisîden terceme ederek genç kardeşlerine sunmağa çalışmışdır. Bu korkunun
çokluğundan, kitâb yazmağı düşünmemişdir. (Savâık-ul-muhrika)nın
ilk sahîfesinde yazılı olan, (Fitne yayıldığı
zemân, hakîkati bilen, başkalarına bildirsin! Bildirmezse, Allahın ve bütün
insanların la’neti ona olsun!)
Mısrda câmi’ul-ezher Üniversitesi müderrislerinden büyük
hanefî âlimi Muhammed Bahît-ül-mutî’î, (Tathîr-ül-füâd
min-denisil-i’tikâd) kitâbında diyor ki, insanlar içinde rûhları en
yüksek ve en olgun olanları, Peygamberlerdir “aleyhimüssalâtü vesselâm”. Bunlar hatâ etmekden, şaşırmakdan, gafletden,
hıyânet etmekden, te’assub ve inâddan ve nefse uymakdan ve garez, kin
bağlamakdan ma’sûmdurlar. Peygamberler “aleyhimüssalâtü vesselâm”, Allahü
teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri söylerler ve açıklarlar. Onların bildirdikleri din bilgileri, emrler ve yasaklar hep
doğrudur. Hiçbiri bâtıl, bozuk değildir. Peygamberlerden “salevâtullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” sonra insanların en yüksek ve en olgun olanları,
Peygamberlerin sahâbîleridir. Çünki bunlar, Peygamberlerin sohbetinde yetişmiş,
olgunlaşmış, temizlenmişlerdir. Hep, Peygamberlerden işitdiklerini bildirmişler
ve açıklamışlardır. Bunların da bildirdiklerinin, hepsi doğrudur. Bunlar da
yukarıda bildirdiğimiz kötülüklerden mahfûzdurlar. Te’assub ile, inâd ile
birbirlerinin sözlerine karşı gelmemişler, nefslerine uymamışlardır. Bunların,
âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri açıklamaları, Allahü teâlânın dînini
Onun kullarına bildirmek için ictihâd etmeleri, Allahü teâlânın bu ümmete büyük
bir ihsânıdır ve sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma merhametidir.
Kur’ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâmın kâfirlere karşı sert olduklarını ve birbirlerine
çok merhametli olduklarını, sevişdiklerini, nemâzları titizlikle edâ
etdiklerini, herşeyi ve Cenneti Allahdan beklediklerini bildiriyor.
İctihâdlarında icmâ’ hâsıl olanların hepsi doğrudur. Hepsi sevâba
kavuşmuşlardır. Çünki, hak birdir.
Eshâb-ı kirâmdan sonra, insanların en üstünleri, Eshâb-ı
kirâmı gören ve onların sohbetinde yetişen müslimânlardır. Bunlara, (Tâbi’în) denir. Bunlar, bütün bilgilerini
Eshâb-ı kirâmdan almışlardır. Tâbi’înden sonra, insanların en üstünleri,
Tâbi’îni gören ve onların sohbetinde yetişen müslimânlardır. Bunlara (Tebe’ı tâbi’în) denir. Bunlardan sonra gelen
asrlarda, kıyâmete kadar bulunan insanların en üstünleri, en iyileri de,
bunlara tâbi’ olan, bunların bildirdiklerini öğrenip, yollarında bulunan
müslimânlardır. Selef-i sâlihînden sonra gelen din adamlarının arasında
sözleri, işleri Resûlullahın ve Selef-i sâlihînin bildirdiklerine uygun olup,
i’ti-
kâdda
ve amelde bunların yolundan hiç ayrılmıyan zekî, akllı ve islâmiyyetin
hudûdlarını aşmıyan bir kimse, başkalarının kötülemesinden korkmaz. Onlara
uyarak doğru yoldan ayrılmaz. Câhillerin sözlerine uymaz. Aklına uyarak,
müctehid imâmların dört mezhebinden dışarı çıkmaz. Müslimânların, böyle bir
âlimi bulması, bilmediklerini bundan sorup öğrenmesi, bütün işlerini bunun
sözlerine uygun yapması lâzımdır. Çünki, böyle bir âlim, Allahü teâlânın
kullarını hatâdan korumak ve herşeyi doğru yapmalarını sağlamak için yaratmış
olduğu ma’nevî ilâcları, ya’nî rûhun tedâvîsi bilgilerini bilir ve insanlara
bildirir. Rûh hastalarını, idrâksiz olanları tedâvî eder. Böyle bir âlimin her
sözü, her işi ve inanışı, islâmiyyete uygundur. Her şeyi doğru olarak anlar.
Her soruya doğru cevâb verir. Her işinden Allahü teâlâ râzıdır. Allahü teâlâ,
rızâsına kavuşmak istiyenlere, rızâsına kavuşduran yolları gösterir. Allahü
teâlâ, îmân edenleri ve îmânın îcâblarını yapanları zulmetlerden, sıkıntılardan
kurtarır. Bunları nûra, huzûra, se’âdete kavuşdurur. Bunlar, her zemân ve her
işlerinde, râhat ve huzûr içinde olurlar. Bunlar, kıyâmet gününde, Peygamberlerin,
Sıddîkların, şehîdlerin ve sâlih müslimânların yanında bulunurlar.
Bir din adamı, hangi asrda bulunursa bulunsun, Peygamberin
ve Eshâbının bildirdiklerine uymazsa, sözleri, işleri ve i’tikâdı bunların
bildirdiklerine uygun olmazsa ve nefsine, düşüncelerine uyarak islâmiyyetin
dışına taşarsa ve aklına uyarak islâmiyyetin inceliklerine karşı gelir,
anlıyamadığı bilgilerde dört mezhebin dışına taşarsa, bu kimsenin kötü din
adamı olduğu anlaşılır. Allahü teâlâ bunun kalbini mühürlemişdir. Gözleri hak
yolu göremez. Kulakları doğru sözü işitemez. Buna, kıyâmetde büyük azâb vardır.
Allahü teâlâ, bunu sevmez. Bunun gibi olanlar, Peygamberlerin düşmanıdırlar.
Bunlar, kendilerini doğru yolda sanır. Yapdıklarını beğenirler. Hâlbuki, bunlar
şeytânın yolundadırlar. Bunlardan aklını toparlayıp doğruya dönebilen çok
azdır. Bunların her sözü tatlı olur. Yaldızlı olur. Fâideli görünür. Hâlbuki,
düşündükleri, beğendikleri şeyler hep kötüdür. Ahmakları aldatarak kötü yola,
felâkete sürüklerler. Sözleri, kar yığınları gibi parlak, lekesiz görünür.
Fekat, hakîkat güneşi karşısında eriyip
giderler. Allahü teâlânın kalblerini karartdığı ve mühürlediği bu kötü din adamlarına
(Bid’at ehli), ya’nî mezhebsiz din adamı
denir. Bunlar, i’tikâdları ve amelleri, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere ve
icmâ’ı ümmete uymıyan kimselerdir. Bunlar
doğru yoldan sapmış olup, müslimânları da felâkete sürüklemekdedirler. Bunlara uyanlar,
Cehenneme gideceklerdir. Selef-i sâlihîn zemânında ve sonra gelen din adamları
arasında böyle bozuk olanlar çok vardı. Müslimânlar arasında bunların
bulunması, insanın bir uzvunun kangren [veyâ kanser] olmasına benzer. Bu yarayı
yok etmedikce, sağlam kısmlar da felâketden kurtulamaz. Bunlar, bulaşıcı
hastalık mikrobu taşıyan hastalar gibidir. Bunlara yaklaşanlar zarar görür.
Bunların zararına yakalanmamak için yanlarına yaklaşmamak lâzımdır.
Bozuk, sapık din adamlarından ve
zararı çok olanlardan birisi, İbni Teymiyye denilen din adamıdır. (El-vâsıta) ve başka kitâblarında, (İcmâ’ul-müslimîn)den ayrılmış ve Kur’ân-ı
kerîmde, Hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylere ve selef-i sâlihînin
yoluna uymamışdır. Kısa aklına, bozuk düşüncelerine uyarak, bid’at yoluna
kaymışdır. İlmi çokdu. Allahü teâlâ, onun ilmini dalâletine, felâkete sapmasına
sebeb yapdı. Nefsinin arzûlarına uydu. Bozuk, sapık fikrlerini hak olarak,
doğru olarak yaymağa çalışdı.
Büyük âlim İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fetâvel-hadîsiyye) kitâbında diyor ki: (Allahü
teâlâ, İbni Teymiyyeyi dalâlete, felâkete düşürdü. Gözlerini kör, kulaklarını
sağır etdi. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu
bildirmişler ve vesîkalarla isbât etmişlerdir. Büyük islâm âlimi Ebül
Hasen-il-Sübkînin ve oğlu Tâc-üd-dîn-i Sübkînin ve İmâm-ül’iz bin-cemâ’anın
kitâblarını okuyanlar ve onun zemânında bulunan Şâfi’î, Mâlikî ve Hanefî
âlimlerinin, kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceliyenler, sözümüzün
doğ-
ruluğunu
iyi anlar).
İbni Teymiyye, tesavvuf âlimlerine de dil uzatmış,
iftirâlarda bulunmuşdur. Bununla da kalmayıp, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Alî
gibi, islâm dîninin temel direklerine saldırmakdan da çekinmemişdir. Sözleri
ölçüyü ve edebi aşarak, yalçın kayalara bile ok atmışdır. Doğru yolda olan
âlimlere bid’at ehli, sapık, câhil demişdir.
(Tesavvuf büyüklerinin kitâblarına yunan felesoflarının,
islâmiyyete uymıyan bozuk fikrleri karışmışdır) diyor ve bunu bozuk, sapık
fikrleri ile isbât etmeğe kalkışıyor. Hakîkati bilmiyen gençler, onun ateşli,
yaldızlı yazılarına aldanarak, doğru yoldan ayrılabilirler. Meselâ, (Tesavvufcular
(Levh-il-mahfûz)u görüyoruz der. İbni
Sînâ gibi felsefeciler, buna (Nefs-ül-felekiyye) diyorlar.
İnsanların rûhu, olgunlaşarak, Nefs-ül-felekiyye ile yâhud (Akl-ül-fe’âl) ile, uyanık veyâ uykuda
birleşirler. Dünyâda olan herşeye bu ikisi sebeb olmakdadır. İnsanın rûhu, bu
ikisi ile birleşince, bunlarda bulunanları haber alır derler. Bunları Yunan
felesofları bildirmedi. Sonra gelen İbni Sînâ ve benzerleri söylediler. İmâm-ı
Ebû Hâmid Gazâlî ve Muhyiddîn-ibnülarabî ve Endülüslü felsefeci Kutbüddîn
Muhammed ibnü Seb’în de böyle şeyler söylemişlerdir. Bunlar felsefecilerin
sözleridir. İslâm dîninde böyle şeyler yokdur. Böyle sözlerle doğru yoldan
ayrılmışlar. Şî’a ve İsmâ’îliyye ve Karâmitî ve bâtınî mülhidleri gibi mülhid
olmuşlardır. Ehl-i sünnet ve Hadîs âlimlerinin ve Fudayl bin İyâd gibi Ehl-i
sünnet olan tesavvufcuların hak yollarından ayrılmışlardır. Bunlar bir yandan
felsefeye dalmışlar, bir tarafdan da, Mu’tezile ve Kürâmiyye gibi fırkalara
karşı mücâdele etmişlerdir. Tesavvufcular üçe ayrılır: Birincisi, hadîs ve
sünnet ehlidir. İkincisi, kürâmiyye gibi bid’at ehlinden olanlardır. Üçüncüsü, (İhvân-üs-safâ) kitâblarına ve Ebül Hayyânın
sözlerine uyanlardır. İbni Arabî ve İbni Seb’în ve benzerleri, felsefecilerin
sözlerini alarak tesavvufcu sözü şekline sokmuşlardır. İbni Sînânın, (Âhırül-işârât alâ-makâmil ârifîn) kitâbında
böyle yazıları çokdur. İmâm-ı Gazâlî de, ba’zı kitâblarında meselâ, (El-kitâbül-madnûn) ve (Mişkât-ül-envâr) kitâbında böyle şeyler bildirmişdir. Hattâ,
arkadaşı Ebû Bekr-ibnül-Arabî, buna felsefeye daldığını bildirmiş ve kendisini
buradan kurtarmağa çalışmış, fekat kurtaramamışdır. İmâm-ı Gazâlî, bir tarafdan
da, felsefecilerin kâfir olduklarını bildirmişdir. Ömrünün sonunda, (Buhârî) okumuşdur. Böylece, o yazılarından vaz geçmiş
olduğunu söyleyenler vardır. Ba’zıları da, böyle sözler imâm-ı Gazâlîye iftirâ
olarak yazılmışdır dediler. Bu konuda, İmâm için, söylentiler çokdur. Sicilya
adasında yetişmiş olan Mâlikî âlimlerinden Muhammed Mâzerî ve Endülüs
âlimlerinden Turtûşî ve İbn-ül-Cevzî ve İbnü Ukayl ve başkaları çok şeyler
söyledi).
İbni Teymiyyenin yukarıdaki sözleri Ehl-i sünnet âlimlerine
karşı olan kötü düşüncelerini açıkca göstermekdedir. Eshâb-ı kirâmın
büyüklerini bile böyle kötülemekdedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğuna böylece
sapık damgası basmışdır. Bu arada büyük Velî, âriflerin kutbu Ebül
Hasen-iş-şâzilî hazretlerini, (Hizb-ül-kebîr) ve
(Hizb-ül-bahr) kitâblarından dolayı çok
kötülemiş ve Muhyiddîn ibnül Arabî ve Ömer-ibn-il-fârıd ve İbnü-seb’în ve
Hallâc Hüseyn bin Mansûr gibi tesavvuf büyüklerini çirkin kelimelerle
alçaltdığı için zemânındaki âlimler, bunun fısk ve bid’at sâhibi olduğunu
sözbirliği ile bildirdiler. Küfrüne fetvâ verenler de oldu. [Derin islâm âlimi
Abdülganî Nablüsî, (El-Hadîkat-ün-nediyye) kitâbının
363 ve 373. cü sahîfelerinde, bu tesavvuf büyüklerinin ismlerini yazarak, birer
Velî olduklarını ve bunlara dil uzatanların câhil ve gâfil olduklarını
bildirmekdedir.] 705 [m. 1305] senesinde, ibni Teymiyyeye yazılan bir mektûbda
deniyor ki, (Kendini büyük âlim ve zemânının imâmı sanan din kardeşim! Seni
Allah rızâsı için sevmişdim. Sana karşı olan âlimleri beğenmiyordum. Fekat,
senin sevmeğe uymayan sözlerini işitince şaşırdım. Aklı olan kimse, güneş
batınca, gecenin başlamasında şübhe eder mi? Sen, doğru yolda olduğunu ve (Emr-i bil ma’rûf) ve (Nehyi-anil-münker)
yapdığını
bildirmişdin. Maksadının ve niyyetinin ne olduğunu Allahü teâlâ bilir. Fekat,
ihlâs insanın işlerinden belli olur. Senin işlerin, sözünün perdesini
yırtmakdadır. Nefslerine uyanlara, sözleri çürük olanlara uyarak
zemânındakilere sövmekle kanâ’at etmeyip, ölülere de kâfir damgasını basdın.
Selef-i sâlihînden sonra gelenlere saldırdığın yetişmiyormuş gibi, Eshâb-ı
kirâma ve bunların büyüklerine de dil uzatdın. Kıyâmet günü, bu büyükler,
haklarını istedikleri zemân, ne hâle düşeceğini düşünmüyor musun? Sâlihiyye
şehrinde, Câmi’ül-cebel minberinde, Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh”
yanlış sözleri ve belâları vardır dedin. Bu belâlar ne imiş?
Selef-is-sâlihînden hangi belâyı işitdin? Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ
anh” üçyüzden fazla hatâsı olduğunu söyliyorsun. Hazret-i Alî böyle olunca,
senin doğru bir sözün olabilir mi? Şimdi sana karşı harekete geçiyorum.
Müslimânları senin şerrinden korumağa çalışacağım. Çünki, azgınlığın haddi
aşdı. Eziyyetlerin bütün dirilere ve ölülere ulaşdı. Mü’minlerin senin
şerrinden sakınmaları lâzımdır.)
İbni Teymiyyenin Selef-i sâlihînden ayrıldığını gösteren
mes’eleleri Tâcüddîn-üs-Sübkî şöyle bildirmekdedir:
1 - Talâk vâkı’ olmaz.
Yemîn keffâreti vermek lâzımdır diyor. Kendisinden evvel gelen islâm
âlimlerinden hiçbiri keffâret verileceğini bildirmedi.
2 - Hâid kadına
verilen talâk vâki’ olmaz diyor.
3 - Amden, kasden terk
edilen nemâzı kazâ etmek lâzım değildir diyor.
4 - Hâid kadının
Kâ’beyi tavâf etmesi mubâhdır. Keffâret vermez diyor.
5 - Üç olarak verilen
talâk, bir talâk olur diyor. Hâlbuki, bunu bildirmeden önce, icmâ’ul-müslimînin
böyle olmadığını kendisi senelerce söylemişdir.
6 - İslâmiyyete uygun
olmayan vergiler, bunu isteyene halâldir diyor.
7 - Bunlar tüccârdan
alınınca, niyyet edilmese bile, zekât yerine geçer diyor.
8 - Suda fâre gibi
hayvan ölünce necs olmaz diyor.
9 - Cünüb olanın, gece
gusl etmeden nâfile nemâz kılması câizdir diyor.
10 - Vâkıfın yapdığı şarta i’tibâr olunmaz, diyor.
11 - İcmâ’ı ümmete uymayan
kimse, kâfir olmaz ve fâsık olmaz diyor.
12 - Allahü teâlâ mahall-i
havâdisdir ve zerrelerden yapılmışdır diyor.
13 - Kur’ân-ı kerîm, Allahü
teâlânın zâtında yaratılmışdır diyor.
14 - Âlem, ya’nî her mahlûk,
nev’i ile kadîmdir diyor.
15 - Allah, iyi şeyleri
yaratmağa mecbûrdur diyor.
16 - Allahü teâlânın cismi
ve ciheti vardır ve yer değişdirir diyor.
17 - Cehennem ebedî
değildir, sonunda söner diyor.
18 - Peygamberlerin ma’sûm
olduklarını inkâr ediyor.
19 - Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” diğer insanlardan farkı yokdur. Onu vâsıta
kılarak düâ etmek câiz olmaz diyor.
20 - Resûlullahı “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ziyâret etmeğe niyyet ederek Medîne şehrine gitmek
günâhdır diyor.
21 - Şefâ’at istemek için
gitmek de harâmdır diyor.
22 - Tevrât ve İncîlin
kelimeleri değil, ma’nâları değişmişdir diyor.
Ba’zı âlimler, yukarıda
bildirilenlerin çoğu İbni Teymiyyenin sözü değildir dedi ise de, Allahü teâlânın ciheti
olduğunu ve parçaların birleşmesinden meydâna geldiğini söylediğini inkâr eden
yokdur. Bununla berâber, ilminin, celâletinin ve diyânetinin çok olduğu söz
birliği ile bildirildi. Fıkh, ilm, adl ve insâf sâhibi olanın, bir şeyi
incelemesi, ondan sonra ve ihtiyâtlı olarak karâr vermesi lâzımdır. Hele bir
müslimânın küfrüne, irtidâdına, dalâletine ve öldürülmesine karâr verirken çok
incelemek ve ihtiyâtlı davranmak lâzımdır. İbni Hacer-i Mekkînin “rahmetullahi
teâlâ aleyh” (Fetâvel-hadîsiyye) kitâbındaki
yazısı burada temâm oldu.
Zemânımızda, İbni Teymiyyeyi taklîd etmek modası ortaya
çıkdı. Onun sapık yazılarını savunuyor ve kitâblarını, bilhassa (Vâsıta) kitâbını basdırıyorlar. Bu kitâb başdan
başa onun Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve icmâ’ı müslimîne uymıyan
fikrleri ile doludur. Okuyanlar arasında büyük fitne ve bölücülük uyandırmakda,
kardeşi kardeşe düşman etmekdedir. Hindistânda bulunan vehhâbîler ve başka
islâm memleketlerinde, bunların tuzaklarına düşmüş olan câhil din adamları,
İbni Teymiyyeyi kendilerine bayrak yapmışlar, ona (Büyük müctehid),
(Şeyh-ul-islâm) gibi ismler takıyorlar. Onun sapık fikrlerine, bozuk yazılarına
din ve îmân diye sarılıyorlar. Müslimânları parçalıyan, islâmiyyeti içerden
yıkan bu fecî’ akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin onu red eden,
vesîkalarla çürüten kıymetli kitâblarını okumalıdır. Bu kıymetli kitâblar
arasında, büyük imâm, derin âlim Takıyyüddîn-üs-Sübkînin “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, (Şifâ-üs-sikâm fî-ziyâreti-hayril-enâm) kitâbı,
İbni Teymiyyenin bozuk fikrlerini mahv
etmekde, fesâdlarını yok etmekde, inadcılığını ortaya koymakdadır. Kötü
niyyetlerinin, bozuk inanışlarının yayılmasını önlemekdedir.
10 - (EL-CEMÂ’AT-ÜL-İSLÂMİYYE) bid’ât
fırkasını, 1360 h.-
Ehl-i sünnetden ayrılmış olanlar, yukarda bildirdiğimiz
ismler altında gizlenerek, kendilerini müslimân tanıtıyorlar. Müslimân
olmıyanlarla münâkaşa ederek, islâmiyyetin hak din, biricik se’âdet yolu
olduğunu anlatıyorlar. Bunu anlıyanlar, hemen müslimân oluyorlar. Fekat, bu zevallıları
aldatarak, kendi bozuk fırkalarına çekiyorlar. Nobel mükâfâtı almış olan
fizikci Abdüsselâm Kadyânîdir. 1980 senesinde, cenûb Afrikada, hıristiyanlarla
mücâdele ederek, onları islâmiyyete cezb eden, Ahmed Didad da, ehl-i sünnet
değildir. Bu mezhebsizler, yeni müslimân olanların, Ehl-i sünnetin hak yoluna,
ebedî se’âdete kavuşmalarına mâni’ olmakdadırlar.