Süâl: Zümer sûresinin,
otuzuncu âyetiyle sarâhaten, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”
öldüğü belli iken, hâlâ kabr ziyâreti ile ölülerden şefâ’at istemek olur mu? (Bütün şefâ’atler Allahın izni iledir) ve (Ona, ancak Onun
izn verdiği kimse şefâ’at eder) ve (Şefâ’at edicilerin şefâ’ati onlara fâide vermez) âyetlerini
okuduğumuz hâlde (Şefâ’at yâ Resûlallah!) lâfzı, şirkin en çirkini değil midir?
Cevâb: Yukarıda bildirilen
âyet-i kerîmeler, şefâ’at olmadığını göstermek şöyle dursun, şefâ’at
yapılacağını göstermekdedir. Arabî bilen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ
çıkarmağa kalkışırsa, böyle yanlış ve hattâ ters ma’nâ çıkarıp, doğru yoldan
kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, belki de, küfre bulaşdığını anlamaz da,
kendini doğru müslimân sanır ve doğru müslimânlara leke sürmeğe çabalar. Arabî
dilini iyi bilmekle, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsı anlaşılabilseydi, Beyrutdaki arab
hıristiyanların, Kur’ân-ı kerîmi herkesden dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi.
Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîmden hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile
kavuşamamışlardır.
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını
anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat, ilm-i bedî’, ilm-i beyân, ilm-i
me’ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi çeşidli ilmleri iyi öğrenmek,
sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin
ma’nâ-yı zâhirîsi, ma’nâ-yı zımnîsi, ma’nâ-yı murâdîsi, ma’nâ-yı iltizâmîsini
ve her âyet-i kerîmenin, ne zemân, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu,
âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek
lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilir. Ya’nî,
kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Böyle bilgisi olmıyanların,
Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitâbı okumasına, kimyâ
deneyleri yapmağa kalkışmasına benzer. Böyle nice zevallının, deneylerde
kurban gitdiklerini gazetelerde çok okuduk. Bu ilmleri bilmiyenler, mevcûd ve
mu’teber tefsîrlere baş vurmalı, ilm sâhiblerinin anlayıp yazdığı ma’nâları,
tefsîrlerden anlamağa çalışmalıdır. Tefsîr okuyabilmek ve anlıyabilmek için de,
arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bizim gibi, bu ilmleri hiç
bilmiyenler, tefsîrden de birşey anlıyamayız. Lise ve bir fakülte diploması
almış bulunduğumuza güvenerek, câhil olduğumuz tefsîr ilmine dalmağa
kalkışırsak, aldanır, helâk oluruz. Yüzme bilmiyen bir diplomalının denizde
açılması gibi, câhilce, ahmakca davranmış oluruz.
Yukarıda sayılı ilmlerde mütehassıs olan, islâm dünyâsında
asrlardan beri parmakla gösterilen büyük tefsîr âlimleri, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfi ile
medh olunan islâm dîninin yüksek bilginleri, yukarıdaki süâlde bulunan âyet-i
kerîmelere, süâl sâhibinin anladığı gibi ma’nâ vermediler. Derin ilmleri ve
keskin görüşleri ile, doğru ma’nâlarını anladılar. Murâd-ı ilâhînin hiç de öyle
olmadığını bildirdiler.
Tefsîr âlimlerinin başlarının tâcı, bu ilmin
mütehassıslarının üstâdı olan Kâdî Beydâvî hazretleri, dünyâca tanınan ve islâm
dîninin temel direklerinden biri olan tefsîrinde, birinci âyet-i kerîmeye şöyle
ma’nâ vermekdedir:
Zümer sûresi, otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen öleceksin. O kâfirler de ölecekler. Sonra, kıyâmet günü,
Rabbinizin huzûrunda hesâblaşacaksınız. Senin haklı olduğun, müşriklerin,
bâtıl, bozuk olduğu meydâna çıkacak) buyuruldu.
(Tefsîr-i Hüseynî)de ve (Mevâkib) tefsîrinde, (Mekke
kâfirleri, Muhammed “sallallahü
aleyhi ve sellem” ölecek, ondan kurtulacağız
diyorlardı. Allahü teâlâ da, evet, sen öleceksin. Fekat, o müşrikler de,
elbette ölecekler. Kendileri elbet ölecek olan kimselerin, başkasının ölümünü
beklemeleri, açık bir câhillikdir) diyor. Bu âyet-i kerîme, kâfirlerin yanlış yolda olduklarını bildirmek için
geldi. Yoksa,
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” öldükden sonra, duymaz, rûhsuz toprak olur
gibi birşey bildirmediği gibi, bununla bir
ilgisi bile yokdur. Ölmek, dünyâ hayâtından ayrılmak demekdir. Bundan,
kabr hayâtının yok olması, rûhun da ölmesi anlaşılmaz.
Zümer sûresinin kırkdördüncü âyet-i kerîmesine gelince, (Kureyş kâfirleri,
putların kendilerine şefâ’at edeceklerini söylüyor. Onlara söyle ki, Allahü
teâlânın izni olmadan, hiç kimse şefâ’at edemez)
olarak tefsîr edilmekdedir. Putların, heykellerin şefâ’at edemiyeceklerini
bildiren âyet-i kerîmeyi, Resûlullah şefâ’at edemez diye açıklamak çok
yanlışdır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” şefâ’at etmesi için izn
verilecek. O da, dilediği mü’minlere şefâ’at edecekdir. Bekara sûresindeki
Âyet-el Kürsînin tefsîri de, böyle olduğunu bildirmekdedir.
Müddessir sûresinin kırksekizinci âyet-i kerîmesi de, (Şefâ’at etmelerine izn verilenler, kâfirlere şefâ’at
ederlerse, şefâ’atleri onlara fâide vermez) demekdedir.
Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler, (Tefsîr-i
Mazherî)de yazılıdır.
Görülüyor ki, âyet-i kerîmelerin hepsi, şefâ’at etmek için,
mü’minlere yardım etmek için izn verileceğini, kâfirlere şefâ’at edilmiyeceğini
bildirmekdedir. Resûlullahın mü’minlere şefâ’at edeceğini bildiren çeşidli
hadîs-i şerîfler vardır:
Hatîb-i Bağdâdînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, Ehl-i beytimi sevenlere şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır.
Sevmek, yalnız lâfla olmaz!
İmâm-ı Ahmedin “rahmetullahi aleyh” (Müsned) kitâbında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, büyük günâh işliyenlere şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır.
Deylemî “rahmetullahi aleyh” (Müsned)inde
bildirilen hadîs-i şerîfde, (Eshâbıma dil
uzatanlardan başka, herkese şefâ’at edebilirim) buyurulmakdadır.
Yine Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, nefsine zulm edenlere, nefslerine aldananlara
şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır.
Hatîb-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği
hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, günâhları çok
olanlara şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır.
İbni Ebî Şeybenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, mezârdan önce çıkan ben olacağım ve en önce
şefâ’at eden ben olacağım) buyurulmakdadır.
İmâm-ı Müslimin “rahmetullahi teâlâ
aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, en önce ben
şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır.
(Şir’at-ül-islâm) şerhi, yirmisekizinci
sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Şefâ’atime
inanmıyan, ona kavuşamaz) buyuruldu.
Ahmed ibni Kemâl efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kırk
hadîsinin sekizinci hadîsi şerîfinde, (Sünnetimi elinden kaçıran kimseye şefâ’atim harâm oldu) buyurulmakdadır.
Ya’nî, doğuşda mâlik olduğu îmânını bırakana, müslimân olmıyana şefâ’at etmem
buyuruldu.
(Buhârî) ve (Müslim)de ve (Sünen)
kitâblarında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Kabrimi
ziyâret eden kimseye şefâ’at etmek bana vâcib oldu) buyurulmakdadır.
Taberânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i
şerîfde, (Kabrimi ziyâret edenin şefâ’atcisiyim) buyuruldu.
Bu iki hadîs-i şerîf, Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret etmenin lâzım
olduğunu göstermekdedir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin çeşid
çeşid şefâ’at edeceğini bildiren dahâ nice hadîs-i şerîfler vardır. (Milel-nihal) kitâbı, altmışyedinci sahîfesinde
diyor ki, (Resûlullahın şefâ’at edeceğine ve kirâmen kâtibîn meleklerine ve
Cennetdeki rü’yete inanmıyan kimsenin arkasında nemâz kılınmıyacağı (Hülâsa)da yazılıdır). Bunun için vehhâbî imâm
arkasında nemâz kılmamalıdır.
Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki, kıyâmet günü, her
Peygamber şefâ’at edecekdir. Sonra âlimler, sonra şehîdler, sonra sâlihler, sonra
Kur’ân-ı kerîmi tecvîd ile,
tegannî
etmeden ve Allah rızâsı için okuyan hâfızlar, küçük çocuklar şefâ’at edecekdir.
Böyle olduğunu
bildiren hadîs-i şerîfler
(Kurtubî
tezkiresi) muhtasarında ve
(Birgivî vasıyyetnâmesi)nde yazılıdır. Çocukların cenâze
nemâzını kılarken, (Yâ Rabbî! Bu çocuğu şefâ’atci
eyle!) diye okunacağı, bütün fıkh kitâblarında yazılıdır.
Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlı olanlara şefâ’at
edeceklerini bildiren hadîs-i şerîfler o kadar çokdur ki, bunlar karşısında inanmıyanın,
yâ çok câhil veyâ islâmı yıkmak için uğraşan zındıklara aldanmış bir zevallı
olduğu düşünülebilir. Bunun için, yukarıdaki süâli soranın, şefâ’ate
inanmadığını değil de, kabr ziyâretinin ve ölmüş bir kimseden birşey istemenin
câiz olmadığını bildirmek istediğini sanıyoruz.
Bugün ba’zı kimseler, Evliyâ ziyâreti ve meyyitden birşey
istemek şirkdir diyorlar. Bir Velîyi ziyâret edenlere, Resûlullahdan şefâ’at
istiyenlere kâfir, ya’nî müslimân değil diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, meyyit
ile tevessülün câiz olduğunu, kelâm ve fıkh kitâblarında,
çeşidli delîllerle isbât etmekdedirler. (Dürr-ül-muhtâr)da, cenâze
nemâzını anlatdıkdan sonra, (Kabrleri
ziyâret etmenizi yasak eylemişdim. Bundan sonra, kabrleri ziyâret ediniz!) hadîs-i
şerîfini bildirmekdedir. Bu hadîs-i şerîfde, kabr ziyâreti emr edilmekdedir.
İbni Âbidîn bunu açıklarken buyuruyor ki, (Mevtâ, Cum’a günü ve bir gün önce ve
bir gün sonra kendini ziyâret edenleri tanır. Muhammed Vâsi’ böyle bildirmekde
ve Cum’a gününün, başka günlerden üstün olduğu buradan da anlaşılıyor
demekdedir. İbni Ebî Şeybe, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
efendimizin Uhud şehîdlerinin kabrlerini her sene ziyâret etdiğini ve onlara, (Esselâmü aleyküm) dediğini haber verdi. Uzakda
durarak da ziyâret mendûbdur. İbni Hacer, fetvâlarında, (Harâm olan şeyler
bulunsa da, meselâ erkekler arasına kadınlar karışsa da, Evliyânın mezârlarını
ziyâreti terk etmemelidir) diyor. Çünki bir kimse, başkasının yapdığı günâh
için ibâdetini terk etmez. Cenâze taşımak da, bu sebeble terk edilmez.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâbının “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” mezârlarını ziyâret için Bakî’ kabristânına gider, ayakda, onlara (Esselâmü aleyküm) derdi. Kabrin ayak ucunda
durmak iyidir. Baş tarafında durmak da câizdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem”, bir mezârın baş tarafında Bekara sûresinin bir kısmını okuyup, geri
kalanını ayak ucunda okudu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kabristâna giren kimse, Yasîn sûresini okusa, o gün
meyyitlerin azâbları hafîfler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir).
Bir hadîs-i şerîfde de, (Onbir ihlâs
okuyup, sevâbı ölülere gönderilirse, mevtâların sayısınca ona da sevâb verilir)
buyuruldu.
(Hidâye) fıkh kitâbında diyor ki,
(Bir kimsenin, nemâz, oruc ve sadaka gibi bütün ibâdetlerinin sevâbını
başkasına hediyye etmesi câizdir). İbni Âbidîn, cenâze nemâzı sonunda diyor ki,
[(Tâtârhâniyye) kitâbında, zekâtı
anlatırken diyor ki, (Nâfile sadaka veren kimsenin, sevâbının bütün mü’minlere
verilmesi için niyyet etmesi çok iyi olur. Kendi sevâbından hiç azalmadan,
bütün mü’minlere de sevâbı erişir. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi böyledir).
Hanefî ve Hanbelî mezheblerine göre, nemâz ve Kur’ân-ı kerîm okumak gibi yalnız
beden ile yapılan ibâdetlerin sevâbı da, böyle hediyye edilebilir. Mu’tezile
mezhebi, hiçbiri hediyye edilemez dedi. Şâfi’î âlimlerinin sonra gelenleri
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Kur’ân-ı kerîmin ve nemâzın da meyyite
fâide vereceğini bildirdiler. Çünki, Kur’ân-ı kerîm okunan yere, rahmet ve
bereket iner. Bu zemân yapılan düânın kabûl olması çok umulur. Farz ve nâfile
ibâdetlerin sevâbı, ölülere ve dirilere gönderilebilir. İbâdeti yaparken,
sevâbını başkasına niyyet etmek câiz olduğu gibi, ibâdeti kendi için yapıp,
sonra sevâbını başkasına hediyye etmek de câizdir. Sevâb, hediyye edilenlere
taksîm edilmeksizin, her birine bütünü kadar erişir. Her çeşid ibâdetin sevâbı,
Resûlullahın mubârek rûhuna da gönderilebilir. Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü
anhümâ”, Resûlullah için ömre yapardı. Hâlbuki, bunu vasıy-
yet
etmemişdi. İbnis-Serrâc, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için onbinden
fazla hatm okumuşdu. Mubârek rûhu için kurban kesmişdi. Bu hediyyelerle
derecesi ve şerefi artar denildi].
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, fârisî (Medâric-ün-nübüvve) kitâbında, ikinci cild,
yüzotuzikinci sahîfede diyor ki: (Bedr gazâsında, dokuzyüzü aşan kâfir
ordusundan, yetmişi öldürülmüşdü. Bunlardan
yirmidördü, bir leş çukuruna atıldı.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” üç gün sonra çukur başına geldi.
Birkaçının ismini sayarak,
(Rabbinizin ve Onun Resûlünün
bildirdikleri azâblara kavuşdunuz mu? Ben, Rabbimin va’d etdiği zafere
kavuşdum) buyurdu.
Ömer “radıyallahü anh” bunu işitince: (Yâ Resûlallah! Cansız ölülere neden
söylüyorsun?) dedi. (Sözlerimi siz onlardan dahâ
iyi işitici değilsiniz! Fekat onlar cevâb veremez) buyurdu. Bu
hadîs-i şerîf, hadîs âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmekdedir. Bu hadîs-i
şerîf, ölülerin diriler gibi işitdiğini, fekat cevâb veremediklerini
gösteriyor. (Müslim-i şerîf)de
bildirilen bir hadîs-i şerîfde de: (Defnden sonra
cemâ’at dağılırken, ölü, bunların ayak sesini işitir) buyuruldu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Bakî’ kabristânını ziyâret ederken,
oradaki meyyitlere selâm verir, onlara söylerdi. İşitmiyen, anlamıyan kimseye
birşey söylenir mi? Hattâ saçma söz olur.
Süâl: Meyyitin, ayak seslerini
işitmesi, süâl meleklerine cevâb verinciye kadar işiteceğini gösteriyor. Bundan
her zemân işiteceği anlaşılır mı?
Cevâb: Hadîs-i şerîfde,
süâllere cevâb verinciye kadar işitir denilmiyor. Süâli işitmesi ve cevâb
vermesi için, meyyit sonra ayrıca diriltilecekdir.
Süâl: Meyyit,
yalnız Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözlerini işitir. Bu ise, bir mu’cizedir.
Herkesin sözünü işitir demek nasıl doğru olur?
Cevâb: Hadîs-i şerîfde açıkca
bildirilen birşeyi sınırlamak için veyâ başka dürlü anlatmak için, bu şeyin,
açıkca bildirildiği gibi olamıyacağını isbât etmek lâzımdır. Allahü teâlâ,
ölüye, kulaksız, sinirsiz, bizim bilmediğimiz bir sûretle işitdirebilir.
Süâl: Fâtır
sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Sen ölüye
işitdiremezsin. Sen kabrde olana duyurucu değilsin!) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme karşısında, o
hadîs-i şerîf nasıl doğru olabilir?
Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” verilen cevâbda, (Dahâ iyi
bilici) denilmiş, bizlere ise, yanlışlıkla (Dahâ iyi işitici) şeklinde gelmiş
olabilir. Çünki, ölüler, âhıret işlerini, dirilerden elbette dahâ iyi bilirler.
Cevâb: Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” gibi çok sağlam bir zâtın bildirdiği bir hadîs-i şerîfde
yanlışlık olabileceğini, hiçbir müslimân düşünemez. Bu âyet-i
kerîmede meâlen, (Ölülere sen işitdiremezsin.
Senin sesini, Allahü teâlâ işitdirir) buyuruldu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mekke kâfirlerinin îmân etmeleri için
uğraşıyordu. İnanmadıkları için üzülüyordu. Bu âyet-i kerîme o zemân gelmişdi.
Ölülere işitdiremezsin demek, ölü kalbleri, ya’nî kâfirleri îmâna
kavuşduramazsın demekdir. Kâfirlerin bedenleri kabre, kalbleri de ölüye
benzetilmekdedir. Hadîs-i şerîfler ve din büyüklerinin kitâbları, ölülerin
işitdiklerini ve anladıklarını gösteriyor. Bu haberleri bozan başka bir haber
bildirilmedi. (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının
(Müslimâna nasîhat) kısmını okuyunuz!
Enfâl sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere atdığını sen atmadın,
onları Allahü teâlâ atdı) buyuruldu.
Bu âyet-i kerîmeyi yanlış anlıyarak, insanın yapdığı şeyleri, insan yapmıyor
demek, insandan birşey istemenin câiz olmıyacağını sanmak yanlışdır. Böyle
olsaydı, ağaç meyve verdi, yemek beni doyurdu, ilâc ağrıyı durdurdu, taş camı
kırdı gibi söz yanlış ve günâh olurdu. Hâlbuki, böyle sözleri kendileri de
söylemekdedir. Bu sözler (Bu şey, bu işin yapılmasına sebeb oldu, vâsıta oldu)
demekdir. Meselâ, taş camı kırmağa sebeb oldu demekdir. Herşeyi yapan, yaratan,
yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yokdur. İnsan birşeyi
yaratdı demek şirk olur. Çok çirkin söz olur. Fekat Allahü teâlâ, çok
şeyleri
yaratmasına, insanları ve mahlûkları sebeb kılmışdır. Âdeti böyledir.
Bu âyet-i kerîmeyi Kâdî Beydâvî “rahmetullahi
teâlâ aleyh” şöyle tefsîr ediyor: (Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Kâfirlere
atdığın o bir avuç toprağı, onların gözlerine sen götürmedin. Allahü teâlâ gözlerine götürdü. Yâhud Uhud gazâsında,
Ubeyye ibni Halefe atdığın süngüyü o kâfire sen atmadın. Allahü teâlâ
atdı). (Hüseynî) ve (Mazherî) tefsîrlerinde diyor ki, (Kesb etmeleri,
istemeleri ve sebeb olmaları bakımından, işleri insan yapdı denir. Yaratması
bakımından da, Allah yapdı denir. Allahü teâlâ, (Dâvüd,
Câlûtu öldürdü) buyuruyor. Hâlbuki, Muhammed aleyhisselâma, (Sen atmadın, ben atdım) buyuruyor. Böylece,
Muhammed aleyhisselâmın derecesinin yüksek olduğunu bildiriyor).
Nisâ sûresinin yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı
olarak, ni’meti olarak gelmekdedir. Her derd ve belâ da, kötülüklerine karşılık
olarak gelmekdedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü teâlâdır) buyuruldu. [Allahü teâlâ, derdleri, belâları,
günâhlara cezâ olarak, azâb olarak göndermiyor. Günâhların afv edilmeleri için,
ihsân olarak gönderiyor. İkinci kısm, 25. ci maddeye bakınız!] Görülüyor ki,
Allahü teâlâ, çok şeyi sebeblerle yaratmakdadır. Sebeblere yapışmak,
sebeblerden beklemek, istemek, Onun âdetine uymak, Ondan beklemek, Ondan
istemek olur. Peygamberden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şefâ’at istemek
de, tabîbden ilâc istemek, bulutdan yağmur beklemek gibidir. Böyle sebeblere
yapışmak, Allahü teâlâya şirk olmaz. Onun âdetine uymak, Ona itâ’at etmek olur.
(Bana itâ’at etmek isteyen, Resûlüme itâ’at etsin!) meâlindeki âyet-i
kerîme meşhûrdur.
Mu’tezile fırkası, şefâ’at edileceğine inanmadı. (Emâlî) kasîdesinin (Dağlar gibi günâhları
olanlara, iyiler şefâ’at edecekdir) beyti, şefâ’at olacağını bildirmekdedir. Bu
kasîdenin (Nuhbet-ül-leâlî) ismindeki
şerhi İstanbulda neşr edilmişdir.
Şarta bağlı olarak Evliyâya adak yapmak da, kendini, günâhı
çok, düâ etmeğe yüzü yok bilerek, mubârek birini vesîle edip, Allahü teâlâya
yalvarmak demekdir. Meselâ (Hastam iyi olursa veyâ şu işim hâsıl olursa, sevâbı
(Seyyidet Nefîse) hazretlerine olmak
üzere, Allah için, üç Yasîn okumak veyâ bir koyun kesmek nezrim olsun) deyince,
bu dileğin kabûl olduğu çok tecribe edilmişdir. Burada, Allahü teâlâ için
Kur’ân-ı kerîm okunup veyâ koyun kesip, sevâbı seyyidet Nefîse hazretlerine
bağışlanmakda, onun şefâ’ati ile, Allahü teâlâ, hastaya şifâ vermekde, kazâyı,
belâyı gidermekdedir. Koyunu mezâr başında kesmek harâmdır. Hiçbir mezârın
yanında kesmemelidir. Puta tapanların put yanında kesmelerine benzememelidir.
İbni Âbidîn, nâfile nemâzları adak yaparak kılmağı anlatırken bildirdiği
hadîs-i şerîfe göre, bir dilek için adak edilen bir ibâdet, o dileği hâsıl
etmez. Bu ibâdet, o dileğin hâsıl olması için yapılmaz. Allahü teâlâ, o
ibâdetden dolayı veyâ sevdiği bir kuluna yapılan bir iyilikden dolayı, merhamet
ederek, o dileği kabûl ve ihsân etmekdedir.
(Şerh-ı mekâsıd)da diyor ki: (Eski yunan
felsefecilerine göre, eşyâyı tanımak için, bunların görüntülerinin, his
organları üzerinde hâsıl olması lâzımdır. İnsan ölüp, rûh bedenden ayrılınca,
his organları çalışmıyor ve çürüyüp yok oluyor. Eşyâyı tanımak imkânsız oluyor.
Birşeyin hâsıl olması için lâzım olan şart yok olunca, o şey de hâsıl olmaz
diyorlar. Onlara deriz ki, eşyâyı tanımak için, his organları şart değildir.
Çünki, eşyânın tanınmaları, hisde de, rûhda da, onların sûretlerinin,
görüntülerinin hâsıl olması ile değildir. Bundan başka, görüntü, his
organlarında hâsıl olmaksızın, doğruca rûhda hâsıl olamaz demek, mesnedsiz,
kuru bir iddi’â olur. İslâm inancına göre, rûhda, bedenden ayrıldıkdan sonra,
yeni bir anlayış, dirilerin hâllerini ve bilhâssa dünyâda iken tanımış
oldukları kimselerin hâllerini anlamak kuvveti hâsıl olmakdadır. Bundan dolayı
Velîlerin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kabrlerini ziyâret etmek ve
onların mubârek rûhlarından istigâse
etmek,
ya’nî yardım dilemek ile, iyiliklere kavuşulmakda ve zararlardan kurtulmak
nasîb olmakdadır.
Rûhun, bedenden ayrıldıkdan sonra, bedenle ve bedenin
bulunduğu toprakla alâkası, ilgisi vardır. Bir kimse, bu toprağı ziyâret eder
ve Velînin rûhuna teveccüh ederse, ikisinin rûhları buluşurlar ve
birbirlerinden fâidelenirler).
(Tefsîr-i kebîr)de diyor ki: (İnsanın
rûhu, bedenden ayrılıp, dünyâ ilgisinden kurtulunca, melekler âlemine, kudsî
makâmlara gider. O âleme mahsûs kuvvetler kendinde hâsıl
olur. Birçok şeyler
yapabilirler. İnsan hocasını
rü’yâda görüp, bilmediklerini sorup öğreniyor). Fahrüddîn-i Râzî (El-metâlib-ül-âliyye) kitâbının onsekizinci faslında da buyuruyor ki: (Rûhu
olgun, nefsi pâk ve te’sîri kuvvetli bir Velînin kabri yanına gidip, bir
zemân durulur ve o toprakdaki Velî düşünülür ise, rûhu o toprağa bağlanır.
Meyyitin rûhu da, bu toprağa bağlı olduğu için gelen insanın rûhu ile Velînin
rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh, karşılıklı iki ayna gibi olur. Herbirinde
olan me’ârif, kemâlât, ötekine aks eder, yansır. İkisi de çok fâidelenir).
Alâüddîn-i Attâr “rahmetullahi teâlâ aleyh”
hazretleri buyurdu ki: (Meşâyıhın kabrlerini ziyâret edene, onları anladığı ve bağlandığı
mikdârca fâide hâsıl olur. Onların kabrlerinden, çok fâide alınır. Fekat,
rûhlarına bağlanmak, [ya’nî râbıta yapmak] dahâ fâidelidir. Çünki, uzak ve
yakın olmanın bunda bir te’sîri yokdur). Üçüncü kısm, altmışıncı maddeyi
okuyunuz!